×

Nós usamos os cookies para ajudar a melhorar o LingQ. Ao visitar o site, você concorda com a nossa política de cookies.


image

Asım Yıldırım Hikayeler, Boşa Geçen Yıllar

Boşa Geçen Yıllar

İBRET VERİCI HİKAYELERİ

İBRET VERİCI HİKAYELERİ

İBRET VERİCI HİKAYELERİ

İBRET VERİCI HİKAYELERİ

Ona deli sahip diyorlardı.

Çünkü gözü hiçbir şeyden korkmuyordu.

Ününü duymayan da yoktu.

Çok mert ve eli açık bir insandı ama

verdiği şeyler içki sofrasında verilenlerden başka bir şey de değildi.

Sokakta onu görenler aynı kaldırımda yürümemek için yol değiştirir,

gölgesine bile basmaktan çekinirlerdi.

Çünkü o, sokağın ve şehrin kabadayısıydı.

Nereye girse etrafına bakılması bile

herkesin orayı terk etmesine yetiyordu.

İnsanlar ondan bıkmıştı artık.

Babası ve annesi inançlı insanlardı.

Dünya adına her şeyi yaşamış,

hayatın her sahasına girip çıkmış,

onların yalancı lezzetiyle hemdem olmuştu.

Kendisi de yaşadığı bu hayatı,

ben hayatın her türlü pisliğini gördüm ve yaşadım şeklinde ifade ediyordu.

Ekonomik durumu iyiydi.

Menfaat üzerine kurulsa da çok dostu vardı.

Dostları etrafında dört dönüyor,

zora her düştüklerine sahip dayının gölgesine sığınıyorlardı.

Eşi Feride Hanım her defasında eve sarhoş gelen bu adamdan bıkmıştı

ama bu hayatı yaşamaktan başka çaresi de ne yazık ki bulunmuyordu.

Ondan gelen her şeye katlanıyor,

baskı, işkence, tahkir, ıstırap dolu bir hayatın içerisinde devam edip gidiyordu.

Yıllar böyle geçti.

Takvimler 1992'yi gösteriyordu.

Yaşadığı şehre ilk defa Türkiye'den insanlar geliyordu.

Bir anlamda bunlar misafirleriydi.

Misafir onlarda azizdi ve en güzel şekilde karşılanmalıydı.

Misafirlerle ilgilenmek, onlarla bir arada olmak

kabadaydığın ayrı bir yönünü teşkil ediyordu.

Ama o pek alkolsüz gezmiyordu.

Nasıl olur da misafirlerin yanına bu şekilde gidebilirdi ki?

Başka bir alternatifi de yoktu.

Bir ara düşündü, acaba ben bu halde onların yanına gidip otursam

benimle konuşurlar mı, beni kabul ederler mi diye düşündü.

Sonunda kararını verip yanlarına vardı.

Konuşurken onlardan biraz uzakta durmaya çalışıyor.

Bazen ağzını eliyle kapatmaya ihtiyacı hissediyor.

Onları rahatsız etmemek için de büyük çaba sarf ediyordu.

Sahip dayı, aylarca bu haliyle Türkiye'li misafirlerin yanına gidip geldi.

İltifatları masal oluyor, bir dost olarak kendisine değer veriliyordu.

Artık bu insanlardan nedense kopamıyordu.

Kendisini onlara bağlayan neydi bir türlü de anlamıyordu.

Konuşmaları mı, oturup kalkmaları mı, hal ve hareketleri mi bilmiyordu.

Tek bildiği şey, içkili geldiğini bildikleri halde

ona içkiden bahsetmiyor, tahkir etmiyor, kırıcı bir söz söylemiyorlardı.

Bir ara kendi kendine, bu insanlara haksızlık ediyorum galiba.

Ne olur sanki bazı günler içmesem, içmeden gitsem,

biraz zor olsa da bana gösterilen saygıdan dolayı bunu yapmam gerekir, dedi.

Buna mukabil içinden başka bir ses yükseldi.

Deli sahip, kaba dayı sahip, içki aleminden uzak ve insanlarla bir ara daha,

anlaşılacak bir şey değil bu, sonra arkadaşlarım bunu duyarlarsa ne derler,

iki ara da bir derede kalmıştı.

Eski dostları ve eski hayatı bırakmak onun için hiç de kolay olmayacaktı.

Günler, aylar bu zıt düşüncelerin mücadelesiyle geçmişti.

Yeni dostların konuşmaları, davranışları, yüzlerindeki tebessüm,

sözlerindeki sıcaklık kalbine tesir etmişti.

Bir gün bir büyüğünden duyduğu,

oğlum mutlaka bir gün Türkiye'den arkadaşlarınız gelecekler.

Belki de biz onları göremeyiz ama sizler onları göreceksiniz.

Onlar bize de sahip çıkacak ve onlarla tekrar buluşacağız,

sözleri kulaklarında yankılandı.

Acaba bunlar, bu gelenler miydi, onlar mıydı?

Zamanla gönül dünyasında da bazı değişiklikler başlamıştı.

Eski dostlarından olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu.

O günlerde şehirlerinde yeni açılacak Türk okulunda çalışan Recep Usta ile tanıştı.

Dostlukları ilerledikçe Recep Usta onun karakterini daha iyi keşfetmişti.

Bu mert insanı yaşadığı hayattan kurtarmanın yolunu arıyordu.

Bir gün ona zor da olsa bir teklifte bulundu.

Sahip dayı dedi, yarın beraber cumaya gideceğiz.

Böyle deyince sahip dayı beyninden vurulmuşa döndü.

Birden irkildi ve ben kim, camiye gitmek kim dedi.

Hadi içki neyse, camide nereden çıktı şeklinde düşündü.

Ardından da ben camiye gidemem Recep Usta.

Millet ne daha sonra deli sahip korktu da şimdi namaza başladı dedirtmem kendime.

Bana yakışmaz, gururuma da yediremem, ben gelemem dedi.

Recep Usta böyle bir cevapla karşılaşabileceğini tahmin ediyor ama dostluklarına güveniyordu.

Sahip dayı ben seni yarın burada bekleyeceğim.

Gelmezsen hem vallahi hem billahi buraya oturup sen gelinceye kadar bekleyeceğim dedi.

Recep Usta dediğini yapardı.

Bunu sahip dayı çok iyi biliyordu.

Çok zor bir cevap olacaktı ama Recep Usta'nın ısrarına dayanamadı.

Tamam geleceğim dedi.

Ama o bu cevabı bir türlü kabullenememişti.

Akşama kadar kara kara düşündü.

Ölürüm de gidemem, sahip camiye gitti dedirtmem kendime dedi.

Ve kararını verdi bir daha Recep Usta ile görüşmeyecekti.

Cuma namazına saatler kalmıştı.

Sahip dayı içindeki sıkıntıyı bir türlü atamıyordu.

Bir yandan Recep Usta'yı düşünüyor bir yandan da Cuma'yı.

Bir tarafta yıllardan beri savunduğu fikirler ve yaşadığı hayat,

diğer tarafta içini kasıp kavuran, ısıtan, sıcacık düşünceler.

Kendini tam bir eşikte hissediyordu.

Bu eşiği geçerse yepyeni fakat bazı zorlukları olan bir dünya da kendisini selamlayacak.

Bu eşikten geri dönerse eski bildik hayatın bulanıklığında yalpalanıp duracaktı.

Çağrılar çift yönlüydü.

Zihni eski hayatında ne vardı ne güzel yaşayıp gidiyordun derken

gönlü taze, tap taze bir şafan seherinde kanatlanmak için sabırsızlanıyordu.

Benliği zıt güçlerin çarpıştığı bir arena gibiydi.

Zaman geçiyordu, dakikalar onu adeta yelkuvanlar arasında almış eziyor,

hayatının en zor kararını vermesini bekliyordu.

Belki Recep Usta da vazgeçmiştir dedi kendi kendine.

Gidip bakacak, eğer orada hala dediği gibi bekliyorsa

onu gösterdiği vefaya karşılık o da vefa gösterecekti.

Gitti Recep Usta'nın olduğu dükkana, uzaktan baktı.

Recep Usta anlaştıkları yerde bekliyordu, hem de oturuyordu.

Bir anda kaçmak istedi ama o anda içini bilmediği ve daha önceleri hiç yaşamadığı bir his kapladı.

Ayakları onu Recep Usta'ya doğru sürüklüyordu.

Recep Usta, Sahip Dayı'yı görünce sevincinden neredeyse haykıracaktı.

Ben biliyordum, ben biliyordum bu insandaki mertliğin ona güzel bir hayatın kapısını açacağını.

Nasıl olur da bu kadar mert insanlar bu güzel hayattan habersiz yaşayabilirlerdi ki?

Diye mırıldandı.

Vefalarına karşılık vefa gören bu insanları birbirlerine iyice sarıldılar,

sonra birlikte yıllarca kapısına kilit vurulan mescidin yolunu tuttular.

Kamet getirilmişti, farza durulacaktı.

Cemaat hala Sahip Dayı'ya bakıyordu.

Belki de inanamıyorlardı, bir an camide alışık olunmayan bir ses yükseldi.

Belki de bütün bunlara dayanamamıştı, o eski kabadayı adeta kükreyerek

cami adabına yakışmayan bir şekilde başladı konuşmaya.

Bu cami Allah'ın evidir.

Ben size evinize gelmedim ki beni kınıyorsunuz.

Burası Allah'ın evidir ve ben ona geldim.

Size ne oluyor ki?

Sahip Dayı'nın hayatında artık her şey değişmişti.

O islamiyeti doğru bir şekilde öğrenmek için büyük çaba sarf ediyor,

halkın inançları arasına giren hurafeleri ayıklıyor ve yanlışları düzeltmekten de hiç çekinmiyordu.

Bir gün bir cenaze menasiminde yanlış bir uygulama yapmak isteyen hocayla tartışmaya başlayınca

arkadaşı ona kenara çekerek,

Yahu sahip önceleri içki meclislerinde kavga ediyordun,

şimdi de dini meclislerde kavga ediyorsun diye sakinleştirmişti.

O yanlışlıklara karşı tahammülü olmayan biriydi.

Sahip Dayı yaptıklarından dolayı insanlarla helalleşerek Allah'ın huzuruna gitmek istiyordu.

Onu en çok memnun eden hadise de 16 yaşında kaçırarak evlendiği,

yıllarca eziyet ettiği mütevazı kadın Feride Ana'nın ona hakkını helal etmesiydi.

O mütevazı kadın yıllarca eziyetini çektiği kocasının o halini görünce her şeyi unutmuş ve hakkını da helal etmişti.

Yaşı 50'yi geçen ve yaşını soranlara henüz 8 yaşındayım cevabını veren sahip dayı,

eski hayatı aklına gelince göz yaşlarına hakim olamıyordu.

Bazen Recep Usta'ya sarılıp,

Beni siz adam ettiniz, eğer sizler ve Engin hoşgörünüz olmasaydı bütün bu güzelliklerden de ben habersiz olarak gidecektim.

diyerek hıçkırıklarını tutamıyor ve ekliyordu.

İyi sözlerin yanında, Türkler adına öyle şeyler de duymuştum ki sizleri görmeseydim,

doğrunun hangisi olduğunu öğrenemeden gidecektim diyor, bir eliyle de göz yaşlarını siliyordu.

Türklerden Allah razı olsun, bana oğlumun bu hale geldiğini söyleselerdi,

gözümle görmeden inanmazdım diyen annesinin cenazesini de işte o sevdiği Türkler kaldırıyordu.

Kaba dayı sert ve acımasız olarak bilinen o adam, şimdi hayır işlerinde en önde gidiyor.

Geçmişini de içki dükkanından değil mütevazı kitap evinden sağlıyor.

Eski hayatından geriye kalansa sadece mertliği ve cömertliği.

Kendisinden çekinmeye devam edenlere de şunu söylüyor,

Ben kimim ki benden korkuyorsunuz, Allah'tan korkun.

Altyazı M.K.

Boşa Geçen Yıllar Vergeudete Jahre Wasted Years Años perdidos Напрасно потраченные годы Bortkastade år 蹉跎歲月

İBRET VERİCI HİKAYELERİ

İBRET VERİCI HİKAYELERİ

İBRET VERİCI HİKAYELERİ

İBRET VERİCI HİKAYELERİ

Ona deli sahip diyorlardı.

Çünkü gözü hiçbir şeyden korkmuyordu. Porque no tenía miedo de nada.

Ününü duymayan da yoktu. Su fama no era desconocida.

Çok mert ve eli açık bir insandı ama Era un hombre muy caballeroso y generoso.

verdiği şeyler içki sofrasında verilenlerden başka bir şey de değildi. y lo que dio no fue más que lo que se dio en la mesa de bebidas.

Sokakta onu görenler aynı kaldırımda yürümemek için yol değiştirir,

gölgesine bile basmaktan çekinirlerdi.

Çünkü o, sokağın ve şehrin kabadayısıydı.

Nereye girse etrafına bakılması bile

herkesin orayı terk etmesine yetiyordu.

İnsanlar ondan bıkmıştı artık.

Babası ve annesi inançlı insanlardı.

Dünya adına her şeyi yaşamış,

hayatın her sahasına girip çıkmış,

onların yalancı lezzetiyle hemdem olmuştu.

Kendisi de yaşadığı bu hayatı,

ben hayatın her türlü pisliğini gördüm ve yaşadım şeklinde ifade ediyordu.

Ekonomik durumu iyiydi.

Menfaat üzerine kurulsa da çok dostu vardı.

Dostları etrafında dört dönüyor,

zora her düştüklerine sahip dayının gölgesine sığınıyorlardı.

Eşi Feride Hanım her defasında eve sarhoş gelen bu adamdan bıkmıştı

ama bu hayatı yaşamaktan başka çaresi de ne yazık ki bulunmuyordu.

Ondan gelen her şeye katlanıyor,

baskı, işkence, tahkir, ıstırap dolu bir hayatın içerisinde devam edip gidiyordu.

Yıllar böyle geçti.

Takvimler 1992'yi gösteriyordu.

Yaşadığı şehre ilk defa Türkiye'den insanlar geliyordu.

Bir anlamda bunlar misafirleriydi.

Misafir onlarda azizdi ve en güzel şekilde karşılanmalıydı.

Misafirlerle ilgilenmek, onlarla bir arada olmak

kabadaydığın ayrı bir yönünü teşkil ediyordu.

Ama o pek alkolsüz gezmiyordu.

Nasıl olur da misafirlerin yanına bu şekilde gidebilirdi ki?

Başka bir alternatifi de yoktu.

Bir ara düşündü, acaba ben bu halde onların yanına gidip otursam

benimle konuşurlar mı, beni kabul ederler mi diye düşündü.

Sonunda kararını verip yanlarına vardı.

Konuşurken onlardan biraz uzakta durmaya çalışıyor.

Bazen ağzını eliyle kapatmaya ihtiyacı hissediyor.

Onları rahatsız etmemek için de büyük çaba sarf ediyordu.

Sahip dayı, aylarca bu haliyle Türkiye'li misafirlerin yanına gidip geldi.

İltifatları masal oluyor, bir dost olarak kendisine değer veriliyordu.

Artık bu insanlardan nedense kopamıyordu.

Kendisini onlara bağlayan neydi bir türlü de anlamıyordu.

Konuşmaları mı, oturup kalkmaları mı, hal ve hareketleri mi bilmiyordu.

Tek bildiği şey, içkili geldiğini bildikleri halde

ona içkiden bahsetmiyor, tahkir etmiyor, kırıcı bir söz söylemiyorlardı.

Bir ara kendi kendine, bu insanlara haksızlık ediyorum galiba.

Ne olur sanki bazı günler içmesem, içmeden gitsem,

biraz zor olsa da bana gösterilen saygıdan dolayı bunu yapmam gerekir, dedi.

Buna mukabil içinden başka bir ses yükseldi.

Deli sahip, kaba dayı sahip, içki aleminden uzak ve insanlarla bir ara daha,

anlaşılacak bir şey değil bu, sonra arkadaşlarım bunu duyarlarsa ne derler,

iki ara da bir derede kalmıştı.

Eski dostları ve eski hayatı bırakmak onun için hiç de kolay olmayacaktı.

Günler, aylar bu zıt düşüncelerin mücadelesiyle geçmişti.

Yeni dostların konuşmaları, davranışları, yüzlerindeki tebessüm,

sözlerindeki sıcaklık kalbine tesir etmişti.

Bir gün bir büyüğünden duyduğu,

oğlum mutlaka bir gün Türkiye'den arkadaşlarınız gelecekler.

Belki de biz onları göremeyiz ama sizler onları göreceksiniz.

Onlar bize de sahip çıkacak ve onlarla tekrar buluşacağız,

sözleri kulaklarında yankılandı.

Acaba bunlar, bu gelenler miydi, onlar mıydı?

Zamanla gönül dünyasında da bazı değişiklikler başlamıştı.

Eski dostlarından olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu.

O günlerde şehirlerinde yeni açılacak Türk okulunda çalışan Recep Usta ile tanıştı.

Dostlukları ilerledikçe Recep Usta onun karakterini daha iyi keşfetmişti.

Bu mert insanı yaşadığı hayattan kurtarmanın yolunu arıyordu.

Bir gün ona zor da olsa bir teklifte bulundu.

Sahip dayı dedi, yarın beraber cumaya gideceğiz.

Böyle deyince sahip dayı beyninden vurulmuşa döndü.

Birden irkildi ve ben kim, camiye gitmek kim dedi.

Hadi içki neyse, camide nereden çıktı şeklinde düşündü.

Ardından da ben camiye gidemem Recep Usta.

Millet ne daha sonra deli sahip korktu da şimdi namaza başladı dedirtmem kendime.

Bana yakışmaz, gururuma da yediremem, ben gelemem dedi.

Recep Usta böyle bir cevapla karşılaşabileceğini tahmin ediyor ama dostluklarına güveniyordu.

Sahip dayı ben seni yarın burada bekleyeceğim.

Gelmezsen hem vallahi hem billahi buraya oturup sen gelinceye kadar bekleyeceğim dedi.

Recep Usta dediğini yapardı.

Bunu sahip dayı çok iyi biliyordu.

Çok zor bir cevap olacaktı ama Recep Usta'nın ısrarına dayanamadı.

Tamam geleceğim dedi.

Ama o bu cevabı bir türlü kabullenememişti.

Akşama kadar kara kara düşündü.

Ölürüm de gidemem, sahip camiye gitti dedirtmem kendime dedi.

Ve kararını verdi bir daha Recep Usta ile görüşmeyecekti.

Cuma namazına saatler kalmıştı.

Sahip dayı içindeki sıkıntıyı bir türlü atamıyordu.

Bir yandan Recep Usta'yı düşünüyor bir yandan da Cuma'yı.

Bir tarafta yıllardan beri savunduğu fikirler ve yaşadığı hayat,

diğer tarafta içini kasıp kavuran, ısıtan, sıcacık düşünceler.

Kendini tam bir eşikte hissediyordu.

Bu eşiği geçerse yepyeni fakat bazı zorlukları olan bir dünya da kendisini selamlayacak.

Bu eşikten geri dönerse eski bildik hayatın bulanıklığında yalpalanıp duracaktı.

Çağrılar çift yönlüydü.

Zihni eski hayatında ne vardı ne güzel yaşayıp gidiyordun derken

gönlü taze, tap taze bir şafan seherinde kanatlanmak için sabırsızlanıyordu.

Benliği zıt güçlerin çarpıştığı bir arena gibiydi.

Zaman geçiyordu, dakikalar onu adeta yelkuvanlar arasında almış eziyor,

hayatının en zor kararını vermesini bekliyordu.

Belki Recep Usta da vazgeçmiştir dedi kendi kendine.

Gidip bakacak, eğer orada hala dediği gibi bekliyorsa

onu gösterdiği vefaya karşılık o da vefa gösterecekti.

Gitti Recep Usta'nın olduğu dükkana, uzaktan baktı.

Recep Usta anlaştıkları yerde bekliyordu, hem de oturuyordu.

Bir anda kaçmak istedi ama o anda içini bilmediği ve daha önceleri hiç yaşamadığı bir his kapladı.

Ayakları onu Recep Usta'ya doğru sürüklüyordu.

Recep Usta, Sahip Dayı'yı görünce sevincinden neredeyse haykıracaktı.

Ben biliyordum, ben biliyordum bu insandaki mertliğin ona güzel bir hayatın kapısını açacağını.

Nasıl olur da bu kadar mert insanlar bu güzel hayattan habersiz yaşayabilirlerdi ki?

Diye mırıldandı.

Vefalarına karşılık vefa gören bu insanları birbirlerine iyice sarıldılar,

sonra birlikte yıllarca kapısına kilit vurulan mescidin yolunu tuttular.

Kamet getirilmişti, farza durulacaktı.

Cemaat hala Sahip Dayı'ya bakıyordu.

Belki de inanamıyorlardı, bir an camide alışık olunmayan bir ses yükseldi.

Belki de bütün bunlara dayanamamıştı, o eski kabadayı adeta kükreyerek

cami adabına yakışmayan bir şekilde başladı konuşmaya.

Bu cami Allah'ın evidir.

Ben size evinize gelmedim ki beni kınıyorsunuz.

Burası Allah'ın evidir ve ben ona geldim.

Size ne oluyor ki?

Sahip Dayı'nın hayatında artık her şey değişmişti.

O islamiyeti doğru bir şekilde öğrenmek için büyük çaba sarf ediyor,

halkın inançları arasına giren hurafeleri ayıklıyor ve yanlışları düzeltmekten de hiç çekinmiyordu.

Bir gün bir cenaze menasiminde yanlış bir uygulama yapmak isteyen hocayla tartışmaya başlayınca

arkadaşı ona kenara çekerek,

Yahu sahip önceleri içki meclislerinde kavga ediyordun,

şimdi de dini meclislerde kavga ediyorsun diye sakinleştirmişti.

O yanlışlıklara karşı tahammülü olmayan biriydi.

Sahip Dayı yaptıklarından dolayı insanlarla helalleşerek Allah'ın huzuruna gitmek istiyordu.

Onu en çok memnun eden hadise de 16 yaşında kaçırarak evlendiği,

yıllarca eziyet ettiği mütevazı kadın Feride Ana'nın ona hakkını helal etmesiydi.

O mütevazı kadın yıllarca eziyetini çektiği kocasının o halini görünce her şeyi unutmuş ve hakkını da helal etmişti.

Yaşı 50'yi geçen ve yaşını soranlara henüz 8 yaşındayım cevabını veren sahip dayı,

eski hayatı aklına gelince göz yaşlarına hakim olamıyordu.

Bazen Recep Usta'ya sarılıp,

Beni siz adam ettiniz, eğer sizler ve Engin hoşgörünüz olmasaydı bütün bu güzelliklerden de ben habersiz olarak gidecektim.

diyerek hıçkırıklarını tutamıyor ve ekliyordu.

İyi sözlerin yanında, Türkler adına öyle şeyler de duymuştum ki sizleri görmeseydim,

doğrunun hangisi olduğunu öğrenemeden gidecektim diyor, bir eliyle de göz yaşlarını siliyordu.

Türklerden Allah razı olsun, bana oğlumun bu hale geldiğini söyleselerdi,

gözümle görmeden inanmazdım diyen annesinin cenazesini de işte o sevdiği Türkler kaldırıyordu.

Kaba dayı sert ve acımasız olarak bilinen o adam, şimdi hayır işlerinde en önde gidiyor.

Geçmişini de içki dükkanından değil mütevazı kitap evinden sağlıyor.

Eski hayatından geriye kalansa sadece mertliği ve cömertliği.

Kendisinden çekinmeye devam edenlere de şunu söylüyor,

Ben kimim ki benden korkuyorsunuz, Allah'tan korkun.

Altyazı M.K.