×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

TEDx Turkey, Coğrafya Kader Midir? | Erkin Şahinöz | TEDxBahcesehirUniversity

Coğrafya Kader Midir? | Erkin Şahinöz | TEDxBahcesehirUniversity

Transcriber: Esra Çakmak Gözden geçirme: Can Boysan

"Coğrafya kaderdir."

İbn-i Haldûn, 600 yıl önce söylemiş bunu.

Eğer zeytinyağı üretiyorsanız coğrafya kaderdir ama hikâyesi olan bir zeytinyağı üretiyorsanız

coğrafya kader değildir.

Türkiye, zeytinyağını dünyanın en büyük zeytinyağı üreticisi İtalya'ya satıyor. Hikâyesi olmayan zeytinyağımızı,

İtalya'ya ham madde fiyatına, yani çok ucuza satıyoruz.

Zeytinyağımız orada İtalyan şişesine giriyor. Şişenin hikâyesinde Vivaldi var,

Rönesans var, Leonardo Da Vinci var,

Galileo var, Bruno var

ve zeytinyağı orada hikâyesini oluşturuyor.

Hikâye kazanıyor ve bizim üçe sattığımızı

İtalyan on beşe satıyor, markalaşıyor.

İtalya'daki zeytinyağı fiyatıyla

Türkiye'deki zeytinyağı fiyatı arasındaki farka da marka diyoruz.

Eğer demir, fındık, zeytinyağı gibi

somut şeyler üretebiliyorsan sadece,

coğrafya kaderin oluyor, İbn-i Haldûn haklı çıkıyor.

Demirin tonundan, pamuğun kilosundan,

kumaşın metrekaresinden ibaret oluyorsun

ve seyirci olarak izliyorsun.

Ama somut yerine soyut olanı üretebiliyorsan

bu coğrafyanın sana armağan ettiklerinin üzerine

yazılım, tasarım, akıl, fikir,

hayal, hikâye koyabiliyorsan

coğrafya kaderin olmuyor.

İbn-i Haldûn yanılmış oluyor.

Oyunu kuran oluyorsun

ve ham madde ekonomisinden, inovasyon ekonomisine geçiyorsun

çünkü somutun sınırı var

ama soyutun sınırları ve duvarları yok.

Bir tarafta teknoloji ve bilim üreten ülkeler var, diğer tarafta başkalarının ürettiği bilim ve teknolojiyi tüketenler

ve hurafe üretenler var.

Ezcümle, coğrafya eğer istersen kader değildir.

Bunlar geri kalmışlığımızı,

beceriksizliğimizi örtmek için

sığındığımız bahanelerden biri sadece.

Vasatlık tuzağından paçamızı kurtarmamız

ve şark kurnazlığından vazgeçmemiz lazım.

Büyüme ve kalkınma arasındaki farkı

ve Türkiye nasıl kalkınırı konuşmak için buradayım bugün.

Çok kısaca kendimden bahsedeyim.

Amerikan Merkez Bankası FED'de önce ekonomist,

sonra araştırma direktörü olarak çalıştım yıllarca.

Türkiye'ye döndükten sonra,

Avusturya bankası Erste Bank'ın genel müdürlüğünü yaptım

ve Türkiye'de sıcak parası olan,

dünyanın finansal başkenti olarak kabul ettiğimiz Londra'da,

yerleşik yatırım fonlarına danışmanlık verdim uzunca bir süre.

Ama bunların hepsi bir kenara,

hayatı yanarak öğrenmiş insanlardan biri olarak karşınızdayım ben bugün.

Büyüme ve kalkınma dedik ama dürüst olmamız lazım.

Hem uyanmaya, hem de birbirimizi uyandırmaya ihtiyacımız var. Eleştireceğiz, gerçeklerle ne kadar geç yüzleşirsek

o kadar ağır bedel öderiz.

Zamanında dünyanın yarısını 13 yılda fetheden Büyük İskender,

kendisini hiçbir kusuru konusunda eleştirmeyen yardımcısına, ''Artık sana ihtiyacım yok!'' der.

Yardımcısı, ''Nasıl olur hükümdarım?'' diye sorar.

Büyük İskender, ''Bunca zamandır benim hiçbir hatama denk gelmediysen cahilsin,

yok denk gelip örtbas ettiysen hainsin demektir!'' der.

Eleştireceğiz, haddin anlamı sınırdır.

Had, sınırı kabul edenler için vardır.

Aydının, şairin, sanatçının sınırı olmaz.

Aydın sorumluluğu büyük olan kişidir, geri çekilemez.

Bunca baskı ortamında cüretkâr ve kararlı olmak zorundadır.

Yoksa düzenin yandan çarklısı,

yaşayan ölülerden olursun

ve iklim değişir, devrim değişir, gün değişir,

sana şarkılar söyleten kadın da değişir!

Aziz Nesin'in dediği gibi,

''Söylediklerimiz kadar sustuklarımızdan da sorumluyuz.'' O yüzden bugün olabildiğince net bir şekilde

Türkiye ekonomisi nasıl kalkınırın detaylarını ve ana yapısını konuşacağız.

Öncelikle şuradan başlamak istiyorum,

şimdi Türkiye somut ekonomi, soyut ekonomi tanımını yaptık

hani katma değeri konuştuk

ama bir önemli detaya vurgu yapmam lazım.

18. sıraya geriledik dünyada 2018 yılında. Neye göre? Büyüklüğe göre.

Peki, 2000 yılında neredeydik?

17. sıra. 30 yıl önce neredeydik?

Yine aynı yerde, 1-2 sıra, 1-2 satır şaşar o kadar.

Gerisi koca bir gürültü.

Kişi başına gelirdeki artışla böbürlenip durduk bunca yıldır,

2000 yılında kişi başına 4 bin küsur dolarla

orta gelirli bir ülkeydik,

dünyada 65. sıradaydık.

Bugün 18 koca yıl geçti,

9 bin küsur dolarla hâlâ orta gelirli bir ülkeyiz.

Üstelik daha da fakirleştik,

65. sıradan 71. sıraya geriledik. Ne büyüklükte, ne de kişi başına gelirde bir arpa boyu yol alamadık

ve orta gelir tuzağından çıkamadık.

Meselelere, hadiselere büyüklük olarak bakmak doğru bir yaklaşım değil zaten.

Hindistan bugün dünyanın 4. büyük ekonomisi.

Endonezya 2050 yılında, bu hızla giderse

dünyanın 5. en büyük ekonomisi olacak.

Almanya'yı, Fransa'yı, İngiltere'yi hepsini geride bırakmış olacak.

Şimdi ben soruyorum bu güzel salona.

Büyük oldukları için yarın sabah Endonezya'da

ya da Hindistan'da uyanmak isteyen var mı?

Aile başına 5 çocuk, 10 çocuk, 15 çocuk yapıp

fakirler ve muhtaçlar ordusu yaratarak

gelirini şişiren ülkeler en yaşanılır ülkeler olmuyor.

En büyük, en uzun, en fazla,

en derin gibi iddialar ve hedefler,

en iyiyi sunamayanların,

en iyiyi veremeyenlerin koca bir avuntusu.

Büyüklük kompleksinden kurtulmamız lazım.

İstanbul'un büyük köprüleri var ama geçilemiyor.

İstanbul'un büyük yolları var ama gidilemiyor.

Büyüme gövde genişlemesidir.

Kalkınma katma değer artışıdır.

Büyüme adet için çalışır,

kalkınma kalite için çalışır.

Büyüme fason üretir,

kalkınma marka üretir

ve büyüme sorgulamayan ve her duyduğuna inanan kalabalıklar yaratır.

Kalkınma ise ayakları yere basmayacak kadar büyük hayalleri olan

bireyler getirir.

Büyüme, kalkınma için yeterli değil

ama gerekli, olmazsa olmazı.

Gladwell'in -- okudunuz mu bilmiyorum -- "Outliers" isimli bir kitabı var.

Kitabın çevirisini yapan, "Çizginin Dışındakiler" demiş.

Ben hadsizler diyorum.

O kitaptan muhteşem bir alıntı yapacağım.

"Ormandaki en uzun meşe,

en sert palamuttan yetiştiği için en uzun meşe olmamıştır.

Çevresindeki toprak derin ve zengin olduğu için de.

Fidanken hiçbir tavşan kabuğunu kemirmediği için de.

Çevresindeki ağaçlar ona ulaşacak olan güneş ışığını kesmediği için de ve en önemlisi,

onu hiçbir oduncu zamanı gelmeden vakitsizce kesmediği için de

ormanın en uzun meşesi olabilmiştir."

Büyüme önemli ama bunu kalkınmaya taşıyabilmek için

son derece uygun bir ekosistem

ve zemin yaratmamız gerekiyor.

Ekonomileri, şirketleri ve kişileri

dört grupta toparlıyoruz, dört grupta sınıflandırıyoruz.

Birinci grupta, herkesin yaptığı işi herkes gibi yapanlar var.

Bu, coğrafyanızın size sunduklarının üzerine

anlamlı bir katma değer koymadan olduğu gibi satmaktır.

Türkiye burada çok iyi.

İkinci grupta herkesin yaptığı işi, herkesten daha iyi yapanlar vardır.

Otomasyonla fabrikalarda verimliliği arttırırsınız,

burada da fena değiliz.

Üçüncü grupta herkesin yaptığı işi

herkesten farklı yapanlar vardır.

Kahve satar görünür ama sattığı deneyimdir.

Film satar görünür ama sattığı kültürdür,

burada yok gibiyiz

ve dördüncü grupta,

kimsenin yapamadığı işleri yapanlar vardır.

Yapay zeka üreten Silikon Vadisi'ni konuşuyoruz

veya eğitim sistemini 0-6 yaş grubunda kodlama üzerine kurgulamış

Finlandiya'yı konuşuyoruz.

Bizim Silikon Vadimiz yok,

bizim avm'lerimiz var, biz burada yokuz.

Oysaki gitmemiz gereken yer burasıdır

ve kalkınma ancak böyle gelir.

Bugün 100 birim üretiyoruz,

o 100 birimi üretebilmek için 65 birim ithalat yapıyoruz.

O, bu güzel ülkemin sınırları içerisinde

35 birimi biz koyuyoruz,

işte o bizim milli değerimiz ve çok düşük.

O yüzden de ucuz iş gücüne dayalı sektörlerde uzak doğuya,

sofistike üretim yapan sektörlerde batıya bağımlıyız.

Arada kaldık, sıkıştık.

Çıkış var mı?

Elbette var.

Bir yumurta hayal edin,

yumurtayı dışarıdan bir güçle kırarsanız

yaşam son bulur, omlet olursun

ama aynı yumurtayı düşünün,

içeriden bir güçle kırarsanız yaşam başlar.

İçten bir güçle kırmamız gerekiyor.

Düşük gelirli ülkeler grubundan orta gelirli ülkeler grubuna gitmek kolaydır.

Biz geldik oraya,

kişi başına gelirde 2 bin dolardan 10 bin dolarlara bir dönem ulaştık.

Nasıl ulaştık?

Somutu sattık, coğrafyayı sattık,

hikâyesiz ürünü sattık,

düşük katma değeri sattık, parayı betona gömdük.

Buraya gelen çok ülke var ama asıl mesele,

orta gelirli ülkeler grubundan, yüksek gelirli ülkeler grubuna gidebilmektir.

10 bin dolardan 30 bin dolara ekonominizi taşımanız gerekir.

İşte bunun için kurucu sermayeyi nereye yatırdığınız çok önemlidir.

Amerika tarımla oluşturdu kurucu sermayesini,

bilim sanat kültüre yatırdı ve bugün dünyayı yönetiyor.

Biz, kurucu sermayemizi

turizmle, tarımla ve demirle oluşturduk

ama heba ettik.

Avm'lere gitti, betoncuya gitti, sarı hafriyat kamyonlarına gitti

ve orta gelir tuzağında kaldık.

Ne lazım?

İnovasyon ekonomisi lazım.

Kültür ekonomisi lazım, fikir ekonomisi lazım,

hayal ekonomisi lazım, soyut ekonomi lazım

ve bunları başarabilmek için beş şeye ihtiyacımız var:

Bir, yaratıcı sınıf oluşturmalı

ve o yaratıcı sınıfı korumalıyız.

Neden mi?

Toplumların %2'si zeki ve yeteneklilerden oluşur

ve o toplumun kaderini o %2'ye nasıl davrandığınız belirler.

O sınıfa devlet başa dersiniz,

yıldızların efendisi olursunuz.

O sınıfı kuzgun leşe atarsınız,

bütün geleceğiniz ve değerleriniz heba olur.

Nepos; Latince'de yeğen demek.

Nepotizm; yeğen, adam, akraba kayırmadır.

İlkelliğin göstergesidir, liyakatın reddidir,

sadakatin kabulüdür.

Kalkınmaya doğru gitmek istiyorsak

işi cehlin elinden alıp ehlinin eline vermemiz gerekir.

Sıra dışı insanlar lazım bize.

Toplumsal normları kabul etmeyen,

elalem ne der diye bakmayan,

kalıplara girmeyen,

yeri geldiğinde güce karşı

yeri geldiğinde halkına karşı,

yeri geldiğinde de kendine karşı

ters düşme hakkını kullanma cesaretini gösterebilecek

o tuhaf yaratıcı sınıfa ihtiyacımız var.

Bizi aydınlığa taşıyacak olanlar,

vasatlık konforundan çıkaracak olanlar da onlardır.

Aydınlanma cüretli insanların işidir.

İki, kadınlar.

2008-2009 krizi yüzyılın en büyük finansal kriziydi.

Karl Marx'ın tabiriyle,

gölgesini satamadığı ağacı kesecek kadar vahşileşmiş kapitalizmin

yerle yeksan olduğu günlerdi.

Taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmamıştı

ve o dönem 2011 yılı, artçı sarsıntıların yaşandığı bir gün

IMF, OECD, FED bütün büyük kurumların toplandığı

bir araya geldiği bir toplantı yapılıyor.

Toplantının sonunda mikrofonu ve kameraları

Christine Lagarde'a, yani IMF'nin başkanına uzatıyorlar.

Herkes küresel krizden çıkışla ilgili önlemler açıklamasını beklerken

Lagarde, "Bir odada çok fazla testosteron olmamalıdır," diyor.

"Bir odada karar mercilerinde erkek egemen zihniyet olmamalıdır," diyor.

Bugün yaşanan sosyal krizlerin,

toplumsal çürümüşlüğün arkasında

erkek egemen ev hayatı, iş hayatı ve siyaset olduğunu iddia ediyor.

Bu iddia mesnetsiz değil.

Bugün bilim dünyası, bu iddianın altını ziyadesiyle doldurabiliyor.

Peki ya biz neredeyiz kadınlar konusunda,

kadınların iş gücüne katılımı konusunda?

Dünyada 133. sıradayız.

Kadınlara doğurganlığı nedeniyle kıymet biçiyoruz bu ülkede.

Hatta anneliği yüceleştiriyoruz sürekli ki

başka hürriyetleriyle birey olarak meydana çıkmasınlar.

Refah için, kalkınma için herkesin iş gücüne katılmasına ihtiyacımız var.

Evde oturmaya mahkum bıraktığımız kadınlarla inovasyon ekonomisi yapamayız.

Sizce kadınlar, bu ülkedeki kadınlar

133. sırada olmayı hak ediyor mu? Üç, uygun bir ekosistem oluşturmamız lazım.

Beraber oluşturalım mantığını, diyalektiğini.

Refah için sofistike üretim yapabilmemiz lazım,

o sofistike üretimi ancak becerileri yüksek insanlar yapar.

O insanlar ancak nitelikli bir eğitim sisteminden çıkar.

Nitelikli eğitim sistemi ancak özgür düşünce ortamında olur.

Özgür düşünce için evrensel hukuk ve adalet,

yüksek standartlı demokrasi

ve demokrasinin onsuz olmazı kuvvetler ayrılığı gerekir.

Aksi hâlde ırmaklarımızdan petrol aksa

topraklarımızdan altın fışkırsa doğal gaz fışkırsa

eğer uygun ekosistemi oluşturmamışsak

kurala göre değil, duruma göre adalet benimsenmişse

o ülkeden kalkınma çıkmaz.

Dört, bakış açısını değiştirmemiz lazım.

Yerli ve milli diyoruz.

Ben içi bu kadar boş bir slogan görmedim hayatımda.

Bankalardaki mevduatımızın yarısı dövizde ama yerli ve milli diyoruz.

Patates, domates pazardaki fiyatı dövize endeksli çünkü ilaç, gübre, mazot tohum, hepsi ithal.

Yerli ve milli diyoruz, üretimimizin üçte ikisi ithal.

Yerli ve milli diyoruz, böyle yerli ve milli olmaz.

Buna olsa olsa dışa bağımlılık denir

ve asıl beka meselemiz de budur.

Bakış açısı dedik ya,

başımıza kötü olarak gelen ne varsa

hep dış mihraklar diyoruz.

Dış mihraklar hep vardı, hep de olacak.

Amerika için Almanya dış mihrak, Rusya dış mihrak.

9 yıl yaşadım Amerika'da,

hiç kimseye rastlamadım ki, Rusya bizi kıskanıyor desin.

(Alkış)

İçi boş söylemlerle uğraşmak yerine Amerika,

dünyada en fazla patenti üretiyor

ve Broadway'de tiyatro üretiyor,

Hollywood'da kültür üretiyor,

Silikon Vadisi'nde bilim üretiyor.

Şimdi, eğer yerli ve milli olmak istiyorsak önce evrensel olacağız.

Önce kimsenin yapamadığı şeyleri üreteceğiz,

kimsenin koyamadığı kadar milli değer koyacağız

ancak öyle başarabiliriz.

Ve beş, eğitim sistemi.

Güney Kore ve Finlandiya,

bu iki ülkeyle aynı yerdeydik tam 40 yıl önce.

Coğrafya olarak da benziyoruz; onlarda da doğal gaz yok, bizde de.

Onlar koptu gitti.

Biz ise elimizde

okuduğunu anlamada, fende, matematikte

ilk 50'de olmayan bir karneyle kaldık.

Neden? Onlar eğitime, insana, en iyiye yatırım yaptı.

Biz ise avm'lere, betona ve en büyüğe yatırım yaptık

ve şimdi öğrendik ki;

büyük binalarla değil, büyük insanlarla yükselir bir ülke.

(Alkış)


Coğrafya Kader Midir? | Erkin Şahinöz | TEDxBahcesehirUniversity Ist Geografie Schicksal? | Erkin Sahinoz | TEDxBahcesehirUniversity Is Geography Destiny? | Erkin Sahinoz | TEDxBahcesehirUniversity La géographie est-elle un destin ? | Erkin Sahinoz | TEDxBahcesehirUniversity Är geografi ödet? | Erkin Sahinoz | TEDxBahcesehirUniversity

Transcriber: Esra Çakmak Gözden geçirme: Can Boysan

"Coğrafya kaderdir."

İbn-i Haldûn, 600 yıl önce söylemiş bunu.

Eğer zeytinyağı üretiyorsanız coğrafya kaderdir ama hikâyesi olan bir zeytinyağı üretiyorsanız

coğrafya kader değildir.

Türkiye, zeytinyağını dünyanın en büyük zeytinyağı üreticisi İtalya'ya satıyor. Hikâyesi olmayan zeytinyağımızı,

İtalya'ya ham madde fiyatına, yani çok ucuza satıyoruz.

Zeytinyağımız orada İtalyan şişesine giriyor. Şişenin hikâyesinde Vivaldi var,

Rönesans var, Leonardo Da Vinci var,

Galileo var, Bruno var

ve zeytinyağı orada hikâyesini oluşturuyor.

Hikâye kazanıyor ve bizim üçe sattığımızı

İtalyan on beşe satıyor, markalaşıyor.

İtalya'daki zeytinyağı fiyatıyla

Türkiye'deki zeytinyağı fiyatı arasındaki farka da marka diyoruz.

Eğer demir, fındık, zeytinyağı gibi

somut şeyler üretebiliyorsan sadece,

coğrafya kaderin oluyor, İbn-i Haldûn haklı çıkıyor.

Demirin tonundan, pamuğun kilosundan,

kumaşın metrekaresinden ibaret oluyorsun

ve seyirci olarak izliyorsun.

Ama somut yerine soyut olanı üretebiliyorsan

bu coğrafyanın sana armağan ettiklerinin üzerine

yazılım, tasarım, akıl, fikir,

hayal, hikâye koyabiliyorsan

coğrafya kaderin olmuyor.

İbn-i Haldûn yanılmış oluyor.

Oyunu kuran oluyorsun

ve ham madde ekonomisinden, inovasyon ekonomisine geçiyorsun

çünkü somutun sınırı var

ama soyutun sınırları ve duvarları yok.

Bir tarafta teknoloji ve bilim üreten ülkeler var, diğer tarafta başkalarının ürettiği bilim ve teknolojiyi tüketenler

ve hurafe üretenler var.

Ezcümle, coğrafya eğer istersen kader değildir.

Bunlar geri kalmışlığımızı,

beceriksizliğimizi örtmek için

sığındığımız bahanelerden biri sadece.

Vasatlık tuzağından paçamızı kurtarmamız

ve şark kurnazlığından vazgeçmemiz lazım.

Büyüme ve kalkınma arasındaki farkı

ve Türkiye nasıl kalkınırı konuşmak için buradayım bugün.

Çok kısaca kendimden bahsedeyim.

Amerikan Merkez Bankası FED'de önce ekonomist,

sonra araştırma direktörü olarak çalıştım yıllarca.

Türkiye'ye döndükten sonra,

Avusturya bankası Erste Bank'ın genel müdürlüğünü yaptım

ve Türkiye'de sıcak parası olan,

dünyanın finansal başkenti olarak kabul ettiğimiz Londra'da,

yerleşik yatırım fonlarına danışmanlık verdim uzunca bir süre.

Ama bunların hepsi bir kenara,

hayatı yanarak öğrenmiş insanlardan biri olarak karşınızdayım ben bugün.

Büyüme ve kalkınma dedik ama dürüst olmamız lazım.

Hem uyanmaya, hem de birbirimizi uyandırmaya ihtiyacımız var. Eleştireceğiz, gerçeklerle ne kadar geç yüzleşirsek

o kadar ağır bedel öderiz.

Zamanında dünyanın yarısını 13 yılda fetheden Büyük İskender,

kendisini hiçbir kusuru konusunda eleştirmeyen yardımcısına, ''Artık sana ihtiyacım yok!'' der.

Yardımcısı, ''Nasıl olur hükümdarım?'' diye sorar.

Büyük İskender, ''Bunca zamandır benim hiçbir hatama denk gelmediysen cahilsin,

yok denk gelip örtbas ettiysen hainsin demektir!'' der.

Eleştireceğiz, haddin anlamı sınırdır.

Had, sınırı kabul edenler için vardır.

Aydının, şairin, sanatçının sınırı olmaz.

Aydın sorumluluğu büyük olan kişidir, geri çekilemez.

Bunca baskı ortamında cüretkâr ve kararlı olmak zorundadır.

Yoksa düzenin yandan çarklısı,

yaşayan ölülerden olursun

ve iklim değişir, devrim değişir, gün değişir,

sana şarkılar söyleten kadın da değişir!

Aziz Nesin'in dediği gibi,

''Söylediklerimiz kadar sustuklarımızdan da sorumluyuz.'' O yüzden bugün olabildiğince net bir şekilde

Türkiye ekonomisi nasıl kalkınırın detaylarını ve ana yapısını konuşacağız.

Öncelikle şuradan başlamak istiyorum,

şimdi Türkiye somut ekonomi, soyut ekonomi tanımını yaptık

hani katma değeri konuştuk

ama bir önemli detaya vurgu yapmam lazım.

18\. sıraya geriledik dünyada 2018 yılında. Neye göre? Büyüklüğe göre.

Peki, 2000 yılında neredeydik?

17\. sıra. 30 yıl önce neredeydik?

Yine aynı yerde, 1-2 sıra, 1-2 satır şaşar o kadar.

Gerisi koca bir gürültü.

Kişi başına gelirdeki artışla böbürlenip durduk bunca yıldır,

2000 yılında kişi başına 4 bin küsur dolarla

orta gelirli bir ülkeydik,

dünyada 65. sıradaydık.

Bugün 18 koca yıl geçti,

9 bin küsur dolarla hâlâ orta gelirli bir ülkeyiz.

Üstelik daha da fakirleştik,

65\. sıradan 71. sıraya geriledik. Ne büyüklükte, ne de kişi başına gelirde bir arpa boyu yol alamadık

ve orta gelir tuzağından çıkamadık.

Meselelere, hadiselere büyüklük olarak bakmak doğru bir yaklaşım değil zaten.

Hindistan bugün dünyanın 4. büyük ekonomisi.

Endonezya 2050 yılında, bu hızla giderse

dünyanın 5. en büyük ekonomisi olacak.

Almanya'yı, Fransa'yı, İngiltere'yi hepsini geride bırakmış olacak.

Şimdi ben soruyorum bu güzel salona.

Büyük oldukları için yarın sabah Endonezya'da

ya da Hindistan'da uyanmak isteyen var mı?

Aile başına 5 çocuk, 10 çocuk, 15 çocuk yapıp

fakirler ve muhtaçlar ordusu yaratarak

gelirini şişiren ülkeler en yaşanılır ülkeler olmuyor.

En büyük, en uzun, en fazla,

en derin gibi iddialar ve hedefler,

en iyiyi sunamayanların,

en iyiyi veremeyenlerin koca bir avuntusu.

Büyüklük kompleksinden kurtulmamız lazım.

İstanbul'un büyük köprüleri var ama geçilemiyor.

İstanbul'un büyük yolları var ama gidilemiyor.

Büyüme gövde genişlemesidir.

Kalkınma katma değer artışıdır.

Büyüme adet için çalışır,

kalkınma kalite için çalışır.

Büyüme fason üretir,

kalkınma marka üretir

ve büyüme sorgulamayan ve her duyduğuna inanan kalabalıklar yaratır.

Kalkınma ise ayakları yere basmayacak kadar büyük hayalleri olan

bireyler getirir.

Büyüme, kalkınma için yeterli değil

ama gerekli, olmazsa olmazı.

Gladwell'in -- okudunuz mu bilmiyorum -- "Outliers" isimli bir kitabı var.

Kitabın çevirisini yapan, "Çizginin Dışındakiler" demiş.

Ben hadsizler diyorum.

O kitaptan muhteşem bir alıntı yapacağım.

"Ormandaki en uzun meşe,

en sert palamuttan yetiştiği için en uzun meşe olmamıştır.

Çevresindeki toprak derin ve zengin olduğu için de.

Fidanken hiçbir tavşan kabuğunu kemirmediği için de.

Çevresindeki ağaçlar ona ulaşacak olan güneş ışığını kesmediği için de ve en önemlisi,

onu hiçbir oduncu zamanı gelmeden vakitsizce kesmediği için de

ormanın en uzun meşesi olabilmiştir."

Büyüme önemli ama bunu kalkınmaya taşıyabilmek için

son derece uygun bir ekosistem

ve zemin yaratmamız gerekiyor.

Ekonomileri, şirketleri ve kişileri

dört grupta toparlıyoruz, dört grupta sınıflandırıyoruz.

Birinci grupta, herkesin yaptığı işi herkes gibi yapanlar var.

Bu, coğrafyanızın size sunduklarının üzerine

anlamlı bir katma değer koymadan olduğu gibi satmaktır.

Türkiye burada çok iyi.

İkinci grupta herkesin yaptığı işi, herkesten daha iyi yapanlar vardır.

Otomasyonla fabrikalarda verimliliği arttırırsınız,

burada da fena değiliz.

Üçüncü grupta herkesin yaptığı işi

herkesten farklı yapanlar vardır.

Kahve satar görünür ama sattığı deneyimdir.

Film satar görünür ama sattığı kültürdür,

burada yok gibiyiz

ve dördüncü grupta,

kimsenin yapamadığı işleri yapanlar vardır.

Yapay zeka üreten Silikon Vadisi'ni konuşuyoruz

veya eğitim sistemini 0-6 yaş grubunda kodlama üzerine kurgulamış

Finlandiya'yı konuşuyoruz.

Bizim Silikon Vadimiz yok,

bizim avm'lerimiz var, biz burada yokuz.

Oysaki gitmemiz gereken yer burasıdır

ve kalkınma ancak böyle gelir.

Bugün 100 birim üretiyoruz,

o 100 birimi üretebilmek için 65 birim ithalat yapıyoruz.

O, bu güzel ülkemin sınırları içerisinde

35 birimi biz koyuyoruz,

işte o bizim milli değerimiz ve çok düşük.

O yüzden de ucuz iş gücüne dayalı sektörlerde uzak doğuya,

sofistike üretim yapan sektörlerde batıya bağımlıyız.

Arada kaldık, sıkıştık.

Çıkış var mı?

Elbette var.

Bir yumurta hayal edin,

yumurtayı dışarıdan bir güçle kırarsanız

yaşam son bulur, omlet olursun

ama aynı yumurtayı düşünün,

içeriden bir güçle kırarsanız yaşam başlar.

İçten bir güçle kırmamız gerekiyor.

Düşük gelirli ülkeler grubundan orta gelirli ülkeler grubuna gitmek kolaydır.

Biz geldik oraya,

kişi başına gelirde 2 bin dolardan 10 bin dolarlara bir dönem ulaştık.

Nasıl ulaştık?

Somutu sattık, coğrafyayı sattık,

hikâyesiz ürünü sattık,

düşük katma değeri sattık, parayı betona gömdük.

Buraya gelen çok ülke var ama asıl mesele,

orta gelirli ülkeler grubundan, yüksek gelirli ülkeler grubuna gidebilmektir.

10 bin dolardan 30 bin dolara ekonominizi taşımanız gerekir.

İşte bunun için kurucu sermayeyi nereye yatırdığınız çok önemlidir.

Amerika tarımla oluşturdu kurucu sermayesini,

bilim sanat kültüre yatırdı ve bugün dünyayı yönetiyor.

Biz, kurucu sermayemizi

turizmle, tarımla ve demirle oluşturduk

ama heba ettik.

Avm'lere gitti, betoncuya gitti, sarı hafriyat kamyonlarına gitti

ve orta gelir tuzağında kaldık.

Ne lazım?

İnovasyon ekonomisi lazım.

Kültür ekonomisi lazım, fikir ekonomisi lazım,

hayal ekonomisi lazım, soyut ekonomi lazım

ve bunları başarabilmek için beş şeye ihtiyacımız var:

Bir, yaratıcı sınıf oluşturmalı

ve o yaratıcı sınıfı korumalıyız.

Neden mi?

Toplumların %2'si zeki ve yeteneklilerden oluşur

ve o toplumun kaderini o %2'ye nasıl davrandığınız belirler.

O sınıfa devlet başa dersiniz,

yıldızların efendisi olursunuz.

O sınıfı kuzgun leşe atarsınız,

bütün geleceğiniz ve değerleriniz heba olur.

Nepos; Latince'de yeğen demek.

Nepotizm; yeğen, adam, akraba kayırmadır.

İlkelliğin göstergesidir, liyakatın reddidir,

sadakatin kabulüdür.

Kalkınmaya doğru gitmek istiyorsak

işi cehlin elinden alıp ehlinin eline vermemiz gerekir.

Sıra dışı insanlar lazım bize.

Toplumsal normları kabul etmeyen,

elalem ne der diye bakmayan,

kalıplara girmeyen,

yeri geldiğinde güce karşı

yeri geldiğinde halkına karşı,

yeri geldiğinde de kendine karşı

ters düşme hakkını kullanma cesaretini gösterebilecek

o tuhaf yaratıcı sınıfa ihtiyacımız var.

Bizi aydınlığa taşıyacak olanlar,

vasatlık konforundan çıkaracak olanlar da onlardır.

Aydınlanma cüretli insanların işidir.

İki, kadınlar.

2008-2009 krizi yüzyılın en büyük finansal kriziydi.

Karl Marx'ın tabiriyle,

gölgesini satamadığı ağacı kesecek kadar vahşileşmiş kapitalizmin

yerle yeksan olduğu günlerdi.

Taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmamıştı

ve o dönem 2011 yılı, artçı sarsıntıların yaşandığı bir gün

IMF, OECD, FED bütün büyük kurumların toplandığı

bir araya geldiği bir toplantı yapılıyor.

Toplantının sonunda mikrofonu ve kameraları

Christine Lagarde'a, yani IMF'nin başkanına uzatıyorlar.

Herkes küresel krizden çıkışla ilgili önlemler açıklamasını beklerken

Lagarde, "Bir odada çok fazla testosteron olmamalıdır," diyor.

"Bir odada karar mercilerinde erkek egemen zihniyet olmamalıdır," diyor.

Bugün yaşanan sosyal krizlerin,

toplumsal çürümüşlüğün arkasında

erkek egemen ev hayatı, iş hayatı ve siyaset olduğunu iddia ediyor.

Bu iddia mesnetsiz değil.

Bugün bilim dünyası, bu iddianın altını ziyadesiyle doldurabiliyor.

Peki ya biz neredeyiz kadınlar konusunda,

kadınların iş gücüne katılımı konusunda?

Dünyada 133. sıradayız.

Kadınlara doğurganlığı nedeniyle kıymet biçiyoruz bu ülkede.

Hatta anneliği yüceleştiriyoruz sürekli ki

başka hürriyetleriyle birey olarak meydana çıkmasınlar.

Refah için, kalkınma için herkesin iş gücüne katılmasına ihtiyacımız var.

Evde oturmaya mahkum bıraktığımız kadınlarla inovasyon ekonomisi yapamayız.

Sizce kadınlar, bu ülkedeki kadınlar

133\. sırada olmayı hak ediyor mu? Üç, uygun bir ekosistem oluşturmamız lazım.

Beraber oluşturalım mantığını, diyalektiğini.

Refah için sofistike üretim yapabilmemiz lazım,

o sofistike üretimi ancak becerileri yüksek insanlar yapar.

O insanlar ancak nitelikli bir eğitim sisteminden çıkar.

Nitelikli eğitim sistemi ancak özgür düşünce ortamında olur.

Özgür düşünce için evrensel hukuk ve adalet,

yüksek standartlı demokrasi

ve demokrasinin onsuz olmazı kuvvetler ayrılığı gerekir.

Aksi hâlde ırmaklarımızdan petrol aksa

topraklarımızdan altın fışkırsa doğal gaz fışkırsa

eğer uygun ekosistemi oluşturmamışsak

kurala göre değil, duruma göre adalet benimsenmişse

o ülkeden kalkınma çıkmaz.

Dört, bakış açısını değiştirmemiz lazım.

Yerli ve milli diyoruz.

Ben içi bu kadar boş bir slogan görmedim hayatımda.

Bankalardaki mevduatımızın yarısı dövizde ama yerli ve milli diyoruz.

Patates, domates pazardaki fiyatı dövize endeksli çünkü ilaç, gübre, mazot tohum, hepsi ithal.

Yerli ve milli diyoruz, üretimimizin üçte ikisi ithal.

Yerli ve milli diyoruz, böyle yerli ve milli olmaz.

Buna olsa olsa dışa bağımlılık denir

ve asıl beka meselemiz de budur.

Bakış açısı dedik ya,

başımıza kötü olarak gelen ne varsa

hep dış mihraklar diyoruz.

Dış mihraklar hep vardı, hep de olacak.

Amerika için Almanya dış mihrak, Rusya dış mihrak.

9 yıl yaşadım Amerika'da,

hiç kimseye rastlamadım ki, Rusya bizi kıskanıyor desin.

(Alkış)

İçi boş söylemlerle uğraşmak yerine Amerika,

dünyada en fazla patenti üretiyor

ve Broadway'de tiyatro üretiyor,

Hollywood'da kültür üretiyor,

Silikon Vadisi'nde bilim üretiyor.

Şimdi, eğer yerli ve milli olmak istiyorsak önce evrensel olacağız.

Önce kimsenin yapamadığı şeyleri üreteceğiz,

kimsenin koyamadığı kadar milli değer koyacağız

ancak öyle başarabiliriz.

Ve beş, eğitim sistemi.

Güney Kore ve Finlandiya,

bu iki ülkeyle aynı yerdeydik tam 40 yıl önce.

Coğrafya olarak da benziyoruz; onlarda da doğal gaz yok, bizde de.

Onlar koptu gitti.

Biz ise elimizde

okuduğunu anlamada, fende, matematikte

ilk 50'de olmayan bir karneyle kaldık.

Neden? Onlar eğitime, insana, en iyiye yatırım yaptı.

Biz ise avm'lere, betona ve en büyüğe yatırım yaptık

ve şimdi öğrendik ki;

büyük binalarla değil, büyük insanlarla yükselir bir ülke.

(Alkış)