×

우리는 LingQ를 개선하기 위해서 쿠키를 사용합니다. 사이트를 방문함으로써 당신은 동의합니다 쿠키 정책.


image

TED x Istanbul, İstanbul'da Yaşamayın İstanbul'u Yaşayın | Saffet Emre Tonguç | TEDxIstanbul

İstanbul'da Yaşamayın İstanbul'u Yaşayın | Saffet Emre Tonguç | TEDxIstanbul

Transcriber: Gözde Caymazer Gözden geçirme: Mehmet Şeker

Saffet Emre Tonguç Modern Evliya Çelebi

Yüz otuz civarında ülkeye gitmiş, yüzlerce şehir görmüş bir seyahat yazarı

ve profesyonel bir rehber olarak ben size en sevdiğim şehri anlatacağım.

Hatta bu şehirle ilgili bir sloganım da var:

‘'İstanbul'da yaşamayın, İstanbul'u yaşayın.'' diye.

Fakat bunun için öncelikle bir psikiyatristin koltuğuna oturup

çocukluğuma, geçmişe geri dönmem gerekiyor.

Benim çocukluğum, bana göre İstanbul'un en güzel köyünde geçti, yani Kandilli'de;

iki bin kişinin yaşadığı, iki sarayın bahçeleri arasına

bir vadiye sıkışmış bir köyde.

Ve benim çocukluğumda hâlâ mahalleli kültürü vardı.

İnsanlar birbirlerini tanırlardı ve şimdiki gibi servis minibüsleriyle

okula gidilmezdi.

Bir pasom vardı vapura binerdim, bu Şirket-i Hayriye'nin vapurlarına

ve onunla kıtalar arası yolculuk yaptığımı bilmeksizin Beşiktaş'a giderdim.

Oradan da 1950 model Cadillac'lara, aynı zamanda Chevrolet'lere biner

ve Nişantaşı'ndaki okuluma giderdim.

Bugün okulumun yerinde alışveriş merkezi var.

Bu İstanbul'u sevmeme engel mi? Asla değil.

Hâlâ İstanbul'un her şeye rağmen Dünya'nın en güzel şehri olduğuna inanıyorum.

Ve bu çerçevede isterseniz gelin İstanbul'da birazcık dolaşalım diyorum.

Şimdi İstanbul'u dolaşmak için ne yapmak lazım?

Tarihi Yarımada'ya gitmek lazım, yani Suriçi denilen bölgeye.

Biliyorsunuz İstanbul yedi tepe üzerine kurulmuş.

Neden?

Çünkü Roma yedi tepe üzerine kurulmuş.

O yüzden de Konstantin buraya geldiğinde yedi tepe üzerine kurulu

yeni bir şehir istemiş.

Bu yüzden şehrin diğer bir adı da Yeni Roma olarak geçiyor.

Ve ne yapmış?

Yedi tepeyi birbirinden güzel eserlerle taçlandırmış.

Sakın yedi tepe neresidir diye sorarlarsa Çamlıca, Güzeltepe, Fikirtepe,

Gayrettepe falan demeyin.

Hepsi bunların tarihi yarımadada yer alıyor.

Ve Osmanlılar ne yapmış?

Yedi tepeye birbirinden güzel camiler yapmış.

İsterseniz bunları bir sayarak başlayalım işe.

Birinci tepede Sultan Ahmet Cami var.

Altı minaresiyle çok görkemli

ve tam karşısında da bana göre dünya mimarlık tarihinin en olağanüstü

eserlerinden bir tanesi olan Ayasofya, yani Kutsal Bilgelik Kilisesi bulunuyor ki

şu anda bir müze olarak kullanılıyor

ve içine girdiğinizde, iki dinin bir arada kardeşlik içinde görebileceğiniz

dünyadaki tek mekân olarak geçiyor.

Oradan ikinci tepeye geçiyoruz.

Bizi selamlayan, karşımıza çıkan, Nuruosmaniye Cami.

Tam Kapalı Çarşı'nın girişinde.

III. Osman yaptırdığı için ne demiş?

"Osman'ın Işığı" demiş ve gerçekten ışıklar içerisinde bir cami.

Ama üçüncü tepeye gittiğinizde, bana göre şehrin en muhteşem cami bulunuyor.

Koca Sinan'ın yaptığı; Süleymaniye.

Kanuni'nin tahta çıkışının otuzuncu yıl dönümünde yapmış bunu

ve dört tane minareyle süslemiş bu camiyi.

Neden dört tane minare?

Çünkü Kanuni, Osmanlı'nın İstanbul'u fethinden sonra başa geçen dördüncü sultan

ve aynı zamanda on tane de birbirinden güzel şerefe, yani balkon yapmış.

Bu da Kanuni'nin, Osmanlı'nın kuruluşundan

itibaren onuncu sultan olduğunu gösteriyor.

İsterseniz dördüncü tepeye doğru yola çıkalım

ve karşımıza Fatih Cami'nin çıktığını göreceğiz.

Fatih Camii aslında baktığınızda Osmanlı'nın

dört yüz yıl yaşadığı saraydan çok uzakta.

Peki neden orayı seçmiş? Aslında bir sebebi var.

Çünkü Kanuni üçüncü tepeye yapmış, fakat dördüncü tepeye Fatih yapmış.

Çünkü orada Konstantin'in mezarı bulunuyormuş.

Yani şehrimizi kuran kişinin mezarı.

Ve Havarium Kilisesi'nin, On İki Havariler Kilisesi'nin içindeymiş.

Dolayısıyla kendisini çok önemli bir Roma İmparatoru'yla özdeşleştirdiği için

dördüncü tepeyi tercih etmiş Fatih.

Ve çok enteresan bir şey daha söyleyeyim, türbesi de hemen Konstantin'in Türbesi'nin

olduğu yere yapılmış.

Beşinci tepeye geldiğimizde ise muhteşem bir başka cami ile karşılaşıyoruz.

Çarşamba'da Yavuz Sultan Selim Cami.

Fatih'in devamında bulunuyor Yavuz Sultan Selim Cami

ve Kanuni'nin babası için yapılmış.

Haliç'e, o muhteşem manzaraya bakan, olağanüstü bir cami.

İsterseniz altıncı tepeye gidelim.

Altıncı tepede ise Mihrimah Sultan Cami'ni göreceksiniz.

Şimdi hep bir hikâye vardır, Mihrimah'a âşıktı Koca Sinan,

onun için birbirinden güzel iki tane cami yaptı.

Bir tanesi Üsküdar'daydı, bir tanesi ise Edirnekapı'daydı.

Yani altıncı tepedeydi.

Edirnekapı'da güneş batarken, Üsküdar'da ise ay çıkardı.

Bu gerçek mi?

Aslında gerçek olup olmadığı bilinmiyor.

Peki nedeni ne?

1972 de Arthur Stratton isimli bir İngiliz bir kitap yazıyor, Mimar Sinan kitabi.

Aynı dizi taktiği, kitabın çok satması için ne yapacak?

Kan, kin, nefret, aşk, entrika katacak işin içine.

O yüzden de böyle bir hikâye uydurmuş

ve Koca Sinan'ın Mihrimah'a âşık olduğunu söylemiş.

Çünkü Mihrimah'ı biliyorsunuz güneş ve ay demek.

O yüzden de Arthur Stratton güneşli aylı bir aşk hikâyesi yapmış.

Yedinci tepeye geldiğimizde çoğu zaman insanlar nerede olduğunu bilmezler.

Oysa bana göre İstanbul'un en çok tarihi eser olan semtlerinden biridir.

Ama biz maalesef oradaki hastaneyi biliriz; Cerrahpaşa.

İstanbul'un yedinci tepesidir ve gene Mimar Sinan'ın bir eseri karşımıza çıkar.

Bu sefer neyi görürüz? Haseki Hürrem Cami'ni görürüz.

Bunlar İstanbul'un birbirinden güzel yedi tepesi.

Ama sadece güzellikler burada değil, İstanbul'un tamamına dağılmış bir şekilde.

Çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum.

Çünkü İstanbul iki kıta üzerine kurulmuş, üç imparatorluğa yani Roma'ya, Bizans'a

ve Osmanlı'ya ev sahipliği yapmış, olağanüstü bir şehir.

Aynı zamanda içinden deniz geçen tek şehir olarak geçiyor.

İsterseniz yukarıdan, tepelerden aşağıya inelim ve Mısır Çarşısı civarına gelelim.

Mısır Çarşısı biliyorsunuz, İpek Yolu'nun son durağı.

Oraya gelen baharatlar, Mısır Çarşısı'ndan Avrupa'nın değişik limanlarına götürülmüş.

Fakat hemen yakınında, bana göre mücevher gibi bir cami var.

Zaten Newsweek dergisi de, Avrupa'nın Elli Mücevher'inden

bir tanesi olarak belirtti bu yeri:

Rüstem Paşa Cami.

Yani Mihrimah'nın kocası için yapılan Rüstem Paşa Cami

ve olağanüstü İznik çinilerini göreceğiniz bir Mimar Sinan eseri,

Rüstem Paşa Cami.

Fakat Rüstem Paşa Cami'nde bu çinilerin bir kısmı çalınmış.

Bununla ilgili bir anımı anlatmak istiyorum.

Ağırlıklı olarak Amerikalılarla tur yapıyorum.

Bir gün bir aile ile şehri dolaşıyoruz ve aile dedi ki,

''Biz Rüstem Paşa Cami'ne gitmek istiyoruz.''

Çok sevindim, dedim ki ne kadar sofistike insanlar, ne kadar bilgililer,

Rüstem Paşa'nın farkındalar, böyle güzel bir cami olduğunu da biliyor.

Çünkü herkes biliyorsunuz Sultan Ahmet Cami'ne gider, Süleymaniye'ye gider.

Bunlar dedim küçük de olsa çok güzel mücevher gibi

bir camiyi görmeye gidecekler.

Biz gittik.

Ben heyecanlı bir şekilde sordum ''Nereden biliyordunuz bu caminin

bu kadar özel olduğunu? ''

Adam şöyle bana bir baktı.

‘'Amerika'da'' dedi ‘'çok ünlü bir müzayede salonu var,

burada çalınan çinileri sattılar, çiniler de bizim evde duruyor,

nerede olduğunu merak ettiğimiz için gelip baktık'' dedi.

Böyle içime böyle bir acı sindi.

Ama keşke çaldırmasaydık ve hâlâ aynı yerde dursaydı o güzelim çiniler.

Onun tam karşısında hep önünden geçtiğimiz bir başka cami var:

Ahi Çelebi Cami.

Ve caminin çok ilginç bir özelliği var.

Evliya Çelebi'yi biliyorsunuz, orada bir gün uykuya dalıyor

ve rüyasında ne diyor biliyor musunuz Evliya Çelebi?

‘'Şefaat ya Resulallah'' diyeceğine ‘'Seyahat ya Resulallah'' diyor.

Ve ondan sonra da bütün dünyayı gezmeye başlıyor.

İsterseniz Galata Köprüsü'nden karşıya doğru geçelim.

Galata Köprüsü aslında iki kıtayı değil

ama eski ile yeni şehri birbirine bağlıyor.

Ve çok ilginç de bir hikâyesi var.

Kırım Savaşı esnasında İngiliz askerler bu köprüden geçiyorlar.

Köprüyü çok beğeniyorlar

ve ondan ilham alıyorlar ve tarihi yarımadada oynadıkları oyuna da

köprüden dolayı "bridge" yani "köprü" adını veriyorlar.

Ve gerçekten de Galata Köprüsü sayesinde eski ile yeni şehir buluşuyorlar.

Çünkü Bizanslılar ve Osmanlılar, yüzyıllarca hep tarihi yarımadada,

Suriçinde yaşıyorlar.

Karşıya baktıkları için Bizanslılar ne diyor?

"Karşı" yani "Pera" diyorlar ve köprü yapıldıktan sonra Pera'ya taşınıyorlar.

Özellikle de Levantenler, yani Avrupalı gayrimüslimler,

Pera'da oturmayı tercih ediyorlar.

Ve birbirinden güzel binalar yapılıyor.

Bana göre İstanbul'un en sıradan olma sebeplerinden biri

birbirinden güzel mimariye sahip olması.

Baktığınızda Roma'yı Bizans'ı Osmanlı'yı, ama Avrupa'nın da Barok'undan tutun

Art Nouveau'suna kadar bütün mimari üsluplarını görebiliyorsunuz.

Bir Pera Palas Oteli var, dünyalar güzeli bir otel

ve İkinci Dünya Savaşı'nda baktığınızda bu Pera Palas Oteli,

adeta bütün casusların cirit attığı bir yer olmuş.

Mata Hari de o casuslardan bir tanesi.

Ama bana göre en ilginç hikâye sahibi ile ilgili.

Sahibi Misbah Muhayyeş,

Beyrut'lu ve Atatürk'e de Kurtuluş Savaşı esnasında

çok yardımcı olan isimlerden biri.

Dolayısıyla Misbah Muhayyeş otelde güzel zaman geçiriyor.

Ama çok asosyal bir adam ve hiç kimselerle konuşmuyor.

Bir tane kedisi var on dokuz kiloluk ve insanlar onunla sohbet edebilmek için

kediye iyi davranmak zorunda kalıyorlar.

Bir gün kedi ölüyor.

Adam başını duvarlara vura vura intihar ediyor.

Demek ki para her zaman saadet getirmiyor.

Ve hemen aşağı inelim isterseniz Pera'dan.

Tophane'de karşımıza olağanüstü güzel bir cami çıkacak.

Caminin adı Kılıç Ali Paşa Cami.

Gene bir Mimar Sinan eseri.

Mimar Sinan yapmış bu muhteşem camiyi.

Fakat batılı kaynaklara baktığınızda, Don Kişot'un Cami olarak geçiyor.

Peki neden Don Kişot'un Cami demişler?

Çünkü bu camiyi yaptıran Occhiali isimli bir İtalyan aslında ve devşirme.

Dolayısıyla İnebahtı'nda gösterdiği kahramanlıktan dolayı

adını Kılıç Ali Paşa yapıyorlar.

Ve Kılıç Ali Paşa, İnebahtı Savaşı esnasında bir esir getiriyor.

Getirdiği esir ise kim?

Cervantes, yani Don Kişot'un yazarı.

Ve dediklerine göre yıllarca çalışıyor, hatta kalem işlerinin bazılarını

camideki Cervantes yapıyor.

Bazı kaynaklar daha da ileri gidiyorlar,

diyorlar ki Kılıç Ali Paşa öyle ilginç bir karakterdi ki,

Cervantes ondan çok etkilendiği için Don Kişot'un karakterini oturturken

ondan faydalandı.

Ve bu yüzden de batılı kaynaklarda Don Kişot'un Cami olarak görüyoruz.

Ardından Boğaz'da, bana göre Dünya'nın en güzel su yolunda ilerlediğimizde,

çok güzel ilginç şeyler karşımıza çıkıyor.

Bir tanesi Beylerbeyi Sarayı.

Beylerbeyi Sarayı'nı biliyorsunuz Abdüllaziz yaptırıyor.

Önemli sultanlardan biri.

Ve diyorlar ki oraya aslında Süveyş Kanalı'nın açılışı için

lll. Napolyon'nun karısı geldi. Yani Eugenie geldi.

Ve Eugenie ile Sultan büyük bir aşk yaşadılar.

Hatta İspanyol bir yazarın bununla ilgili bir kitabı da bulunuyor.

Her neyse bu ikili bir gemiye atlıyorlar ve Süveyş Kanalı'na gidiyorlar.

Şimdi anlatacağım hikâye Süveyş Kanalı'yla ilgili.

O dönemde Süveyş Kanalı, Mısır, Osmanlı'nın bir parçası.

Zaten 1914'e kadar da Osmanlı'ya bağlı kalıyor

ve Hidiv denen valiler tarafından yönetiliyor.

Sultana diyorlar ki ''Yav sultanım şu Süveyş Kanalı çok güzel bir yer,

ne de olsa Afrika ile Asya'nın bir araya geldiği bir nokta.

Neden biz buraya şöyle görkemli bir eser yapmıyoruz?''

Sultanın da aklına yatıyor, tamam diyor, parayı da bastırıyor.

Bunlar Fransız Frederic Bartholdi isimli bir heykeltraş buluyorlar.

Ve Frederic Bartholdi, Gustave Eiffel'in, yani Eyfel Kulesi'ni yapan

Gustave Eiffel'in yardımıyla iç mekaniğini hazırlıyor, heykeli bitiriyor.

Tam dikecekler bizimkiler vazgeçiyor.

Diyorlar ki ''Yav biz müslüman bir ülkeyiz,

eğer biz bunu dikersek millet bizi topa tutar.

O yüzden de projeden vazgeçiyorlar

ve Frederic Bartholdi bu güzelim heykeli

maalesef bir depoya kaldırmak zorunda kalıyor.

Aradan yıllar geçiyor, 1869'da Süveyş Kanalı açılmış,

kanal için Aida operası özel olarak besteletmiş.

Ve 1876'a geliyoruz, yani Amerika'nın 100. kuruluş yıl dönümüne.

Fransız iş adamları diyorlar ki ''Yav şu Amerikalı kardeşlerimize

güzel bir hediye versek ne hoş olur.''

Bunun için de Frederic Bartholdi'le konuşuyorlar.

Adam uyanık, zaten elinde bir tane heykel var, heykel depoda duruyor.

Hemen heykelin yüzünü biraz değiştiriyor, annesini model olarak kullanıyor.

Allıyor pulluyor heykeli ve heykel parçalar hâlinde,

gemiyle New York limanının girişine götürülüyor.

Hürriyet Heykeli yada Özgürlük Heykeli, parasını bizim verdiğimiz,

fakat düdüğünü Fransızların çaldığı bir heykel olarak karşımıza çıkıyor.

Gerçekten İstanbul birbirinden ilginç hikâyelerle dolu.

Ben şunu söylüyorum, ''İstanbul iyi yada kötü,

her köşesinde bir sürprizin olduğu bir şehir.''

Altı tane kitap yazmamın sebebi de zaten İstanbul'a olan aşkımdan kaynaklanıyor.

Ve "İstanbul hakkında her şey" kitabımın girişinde şunu yazdım,

"Her şeye rağmen dünyanın en güzel şehri olan İstanbul'a".

Çünkü bunu çok yürekten söylüyorum, o ''Her Şey''in içini

istediğiniz gibi doldurabilirsiniz.

Ama gene de İstanbul bana göre Dünya'nın en güzel şehri.

İsterseniz hikâyelerimize devam edelim.

Şimdi Beylerbeyi Sarayı'na bir uğramıştık.

Onun devamında Beylerbeyi Cami bulunuyor.

Beylerbeyi Cami'ni yaptıran kim?

l. Abdülhamit yaptırıyor.

Peki Abdülhamit ile biraz sonra anlatacağım kadının ilişkisi ne?

İki tane küçük Fransız kızın hikâyesi bu.

Kızlar Paris'te okuyorlar, fakat Martenik kökenliler.

Martenik biliyorsunuz Karayipler'deki bir Fransız adası.

Ve kızlar bir falcıya gidiyorlar çocukken.

Falcı kristal küresini çıkartıyor bakıyor, diyor ki,

''Vallahi'' diyor ''ikiniz de kraliçe olacaksınız'' diyor.

''Biriniz doğunun yani orientin, biriniz batının oksidentin

kraliçesi olacaksınız.''

Kızlar bu işe pek akıl sır erdiremiyorlar.

Yani nasıl olacak da ikimiz de birden kraliçe olacağız diye.

Ve bu çerçevede ne yapıyorlar?

Okullarına devam ediyorlar, yıllar geçiyor.

Kızlardan bir tanesi Josephine, Napolyon'un karısı oluyor.

Ve o dönemde Napolyon Avrupa'nın büyük bir kısmına hâkim.

Ve batının kraliçesi oluyor Josephine.

Peki Emma'ya ne oluyor?

Emma okulu bitirmiş, bir gemiye biniyor, tıngır mıngır Atlantik'i geçecekler

ve Martina'ya gidecekler.

Yolda korsanlar durduruyorlar gemiyi ve kızı kaçırıyorlar.

Önce Cezayir'e götürüyorlar.

Cezayir Beyi hediye olarak kızı hareme yolluyor

ve kızın adını değiştiriyorlar.

Otuz altı tane Osmanlı Sultanı var,

bunların otuz dördünün annesi ise devşirme.

O da onlardan bir tanesi.

Bir isim veriyorlar, Nakşidil, yani gönüllere nakşedilmiş.

Ve Nakşidil Sultan ll. Mahmut'un annesi oluyor.

Dolayısıyla aynı zamanda Valide Sultan ünvanına da sahip olduğu için

doğunun, orientin kraliçesi oluyor.

Hikâyeler İstanbul'da hiç bitmiyor.

O kadar kadim bir şehir ki burası, sekiz bin yıllık bir tarihe sahip.

Nereyi kazsanız altından ya bir hikâye çıkıyor

ya da tarihi bir eser çıkıyor.


İstanbul'da Yaşamayın İstanbul'u Yaşayın | Saffet Emre Tonguç | TEDxIstanbul Lebe nicht in Istanbul, lebe Istanbul | Saffet Emre Tonguç | TEDxIstanbul Don't Live in Istanbul Experience Istanbul | Saffet Emre Tonguc | TEDxIstanbul Ne vivez pas à Istanbul, vivez Istanbul | Saffet Emre Tonguç | TEDxIstanbul Не живите в Стамбуле, живите Стамбулом | Saffet Emre Tonguç | TEDxIstanbul Lev inte i Istanbul, lev Istanbul | Saffet Emre Tonguç | TEDxIstanbul

Transcriber: Gözde Caymazer Gözden geçirme: Mehmet Şeker Transcriber: Gözde Caymazer Review: Mehmet Şeker

Saffet Emre Tonguç Modern Evliya Çelebi

Yüz otuz civarında ülkeye gitmiş, yüzlerce şehir görmüş bir seyahat yazarı A travel writer who has been to around one hundred and thirty countries and seen hundreds of cities.

ve profesyonel bir rehber olarak ben size en sevdiğim şehri anlatacağım.

Hatta bu şehirle ilgili bir sloganım da var:

‘'İstanbul'da yaşamayın, İstanbul'u yaşayın.'' diye.

Fakat bunun için öncelikle bir psikiyatristin koltuğuna oturup

çocukluğuma, geçmişe geri dönmem gerekiyor.

Benim çocukluğum, bana göre İstanbul'un en güzel köyünde geçti, yani Kandilli'de;

iki bin kişinin yaşadığı, iki sarayın bahçeleri arasına

bir vadiye sıkışmış bir köyde.

Ve benim çocukluğumda hâlâ mahalleli kültürü vardı.

İnsanlar birbirlerini tanırlardı ve şimdiki gibi servis minibüsleriyle

okula gidilmezdi.

Bir pasom vardı vapura binerdim, bu Şirket-i Hayriye'nin vapurlarına

ve onunla kıtalar arası yolculuk yaptığımı bilmeksizin Beşiktaş'a giderdim.

Oradan da 1950 model Cadillac'lara, aynı zamanda Chevrolet'lere biner

ve Nişantaşı'ndaki okuluma giderdim.

Bugün okulumun yerinde alışveriş merkezi var.

Bu İstanbul'u sevmeme engel mi? Asla değil.

Hâlâ İstanbul'un her şeye rağmen Dünya'nın en güzel şehri olduğuna inanıyorum.

Ve bu çerçevede isterseniz gelin İstanbul'da birazcık dolaşalım diyorum.

Şimdi İstanbul'u dolaşmak için ne yapmak lazım?

Tarihi Yarımada'ya gitmek lazım, yani Suriçi denilen bölgeye.

Biliyorsunuz İstanbul yedi tepe üzerine kurulmuş.

Neden?

Çünkü Roma yedi tepe üzerine kurulmuş.

O yüzden de Konstantin buraya geldiğinde yedi tepe üzerine kurulu

yeni bir şehir istemiş.

Bu yüzden şehrin diğer bir adı da Yeni Roma olarak geçiyor.

Ve ne yapmış?

Yedi tepeyi birbirinden güzel eserlerle taçlandırmış.

Sakın yedi tepe neresidir diye sorarlarsa Çamlıca, Güzeltepe, Fikirtepe,

Gayrettepe falan demeyin.

Hepsi bunların tarihi yarımadada yer alıyor.

Ve Osmanlılar ne yapmış?

Yedi tepeye birbirinden güzel camiler yapmış.

İsterseniz bunları bir sayarak başlayalım işe.

Birinci tepede Sultan Ahmet Cami var.

Altı minaresiyle çok görkemli

ve tam karşısında da bana göre dünya mimarlık tarihinin en olağanüstü

eserlerinden bir tanesi olan Ayasofya, yani Kutsal Bilgelik Kilisesi bulunuyor ki

şu anda bir müze olarak kullanılıyor

ve içine girdiğinizde, iki dinin bir arada kardeşlik içinde görebileceğiniz

dünyadaki tek mekân olarak geçiyor.

Oradan ikinci tepeye geçiyoruz.

Bizi selamlayan, karşımıza çıkan, Nuruosmaniye Cami.

Tam Kapalı Çarşı'nın girişinde.

III. Osman yaptırdığı için ne demiş?

"Osman'ın Işığı" demiş ve gerçekten ışıklar içerisinde bir cami.

Ama üçüncü tepeye gittiğinizde, bana göre şehrin en muhteşem cami bulunuyor.

Koca Sinan'ın yaptığı; Süleymaniye.

Kanuni'nin tahta çıkışının otuzuncu yıl dönümünde yapmış bunu

ve dört tane minareyle süslemiş bu camiyi.

Neden dört tane minare?

Çünkü Kanuni, Osmanlı'nın İstanbul'u fethinden sonra başa geçen dördüncü sultan

ve aynı zamanda on tane de birbirinden güzel şerefe, yani balkon yapmış.

Bu da Kanuni'nin, Osmanlı'nın kuruluşundan

itibaren onuncu sultan olduğunu gösteriyor.

İsterseniz dördüncü tepeye doğru yola çıkalım

ve karşımıza Fatih Cami'nin çıktığını göreceğiz.

Fatih Camii aslında baktığınızda Osmanlı'nın

dört yüz yıl yaşadığı saraydan çok uzakta.

Peki neden orayı seçmiş? Aslında bir sebebi var.

Çünkü Kanuni üçüncü tepeye yapmış, fakat dördüncü tepeye Fatih yapmış.

Çünkü orada Konstantin'in mezarı bulunuyormuş.

Yani şehrimizi kuran kişinin mezarı.

Ve Havarium Kilisesi'nin, On İki Havariler Kilisesi'nin içindeymiş.

Dolayısıyla kendisini çok önemli bir Roma İmparatoru'yla özdeşleştirdiği için

dördüncü tepeyi tercih etmiş Fatih.

Ve çok enteresan bir şey daha söyleyeyim, türbesi de hemen Konstantin'in Türbesi'nin

olduğu yere yapılmış.

Beşinci tepeye geldiğimizde ise muhteşem bir başka cami ile karşılaşıyoruz.

Çarşamba'da Yavuz Sultan Selim Cami.

Fatih'in devamında bulunuyor Yavuz Sultan Selim Cami

ve Kanuni'nin babası için yapılmış.

Haliç'e, o muhteşem manzaraya bakan, olağanüstü bir cami.

İsterseniz altıncı tepeye gidelim.

Altıncı tepede ise Mihrimah Sultan Cami'ni göreceksiniz.

Şimdi hep bir hikâye vardır, Mihrimah'a âşıktı Koca Sinan,

onun için birbirinden güzel iki tane cami yaptı.

Bir tanesi Üsküdar'daydı, bir tanesi ise Edirnekapı'daydı.

Yani altıncı tepedeydi.

Edirnekapı'da güneş batarken, Üsküdar'da ise ay çıkardı.

Bu gerçek mi?

Aslında gerçek olup olmadığı bilinmiyor.

Peki nedeni ne?

1972 de Arthur Stratton isimli bir İngiliz bir kitap yazıyor, Mimar Sinan kitabi.

Aynı dizi taktiği, kitabın çok satması için ne yapacak?

Kan, kin, nefret, aşk, entrika katacak işin içine.

O yüzden de böyle bir hikâye uydurmuş

ve Koca Sinan'ın Mihrimah'a âşık olduğunu söylemiş.

Çünkü Mihrimah'ı biliyorsunuz güneş ve ay demek.

O yüzden de Arthur Stratton güneşli aylı bir aşk hikâyesi yapmış.

Yedinci tepeye geldiğimizde çoğu zaman insanlar nerede olduğunu bilmezler.

Oysa bana göre İstanbul'un en çok tarihi eser olan semtlerinden biridir.

Ama biz maalesef oradaki hastaneyi biliriz; Cerrahpaşa.

İstanbul'un yedinci tepesidir ve gene Mimar Sinan'ın bir eseri karşımıza çıkar.

Bu sefer neyi görürüz? Haseki Hürrem Cami'ni görürüz.

Bunlar İstanbul'un birbirinden güzel yedi tepesi.

Ama sadece güzellikler burada değil, İstanbul'un tamamına dağılmış bir şekilde.

Çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum.

Çünkü İstanbul iki kıta üzerine kurulmuş, üç imparatorluğa yani Roma'ya, Bizans'a

ve Osmanlı'ya ev sahipliği yapmış, olağanüstü bir şehir.

Aynı zamanda içinden deniz geçen tek şehir olarak geçiyor.

İsterseniz yukarıdan, tepelerden aşağıya inelim ve Mısır Çarşısı civarına gelelim.

Mısır Çarşısı biliyorsunuz, İpek Yolu'nun son durağı.

Oraya gelen baharatlar, Mısır Çarşısı'ndan Avrupa'nın değişik limanlarına götürülmüş.

Fakat hemen yakınında, bana göre mücevher gibi bir cami var.

Zaten Newsweek dergisi de, Avrupa'nın Elli Mücevher'inden

bir tanesi olarak belirtti bu yeri:

Rüstem Paşa Cami.

Yani Mihrimah'nın kocası için yapılan Rüstem Paşa Cami

ve olağanüstü İznik çinilerini göreceğiniz bir Mimar Sinan eseri,

Rüstem Paşa Cami.

Fakat Rüstem Paşa Cami'nde bu çinilerin bir kısmı çalınmış.

Bununla ilgili bir anımı anlatmak istiyorum.

Ağırlıklı olarak Amerikalılarla tur yapıyorum.

Bir gün bir aile ile şehri dolaşıyoruz ve aile dedi ki,

''Biz Rüstem Paşa Cami'ne gitmek istiyoruz.''

Çok sevindim, dedim ki ne kadar sofistike insanlar, ne kadar bilgililer,

Rüstem Paşa'nın farkındalar, böyle güzel bir cami olduğunu da biliyor.

Çünkü herkes biliyorsunuz Sultan Ahmet Cami'ne gider, Süleymaniye'ye gider.

Bunlar dedim küçük de olsa çok güzel mücevher gibi

bir camiyi görmeye gidecekler.

Biz gittik.

Ben heyecanlı bir şekilde sordum ''Nereden biliyordunuz bu caminin

bu kadar özel olduğunu? ''

Adam şöyle bana bir baktı.

‘'Amerika'da'' dedi ‘'çok ünlü bir müzayede salonu var,

burada çalınan çinileri sattılar, çiniler de bizim evde duruyor,

nerede olduğunu merak ettiğimiz için gelip baktık'' dedi.

Böyle içime böyle bir acı sindi.

Ama keşke çaldırmasaydık ve hâlâ aynı yerde dursaydı o güzelim çiniler.

Onun tam karşısında hep önünden geçtiğimiz bir başka cami var:

Ahi Çelebi Cami.

Ve caminin çok ilginç bir özelliği var.

Evliya Çelebi'yi biliyorsunuz, orada bir gün uykuya dalıyor

ve rüyasında ne diyor biliyor musunuz Evliya Çelebi?

‘'Şefaat ya Resulallah'' diyeceğine ‘'Seyahat ya Resulallah'' diyor.

Ve ondan sonra da bütün dünyayı gezmeye başlıyor.

İsterseniz Galata Köprüsü'nden karşıya doğru geçelim.

Galata Köprüsü aslında iki kıtayı değil

ama eski ile yeni şehri birbirine bağlıyor.

Ve çok ilginç de bir hikâyesi var.

Kırım Savaşı esnasında İngiliz askerler bu köprüden geçiyorlar.

Köprüyü çok beğeniyorlar

ve ondan ilham alıyorlar ve tarihi yarımadada oynadıkları oyuna da

köprüden dolayı "bridge" yani "köprü" adını veriyorlar.

Ve gerçekten de Galata Köprüsü sayesinde eski ile yeni şehir buluşuyorlar.

Çünkü Bizanslılar ve Osmanlılar, yüzyıllarca hep tarihi yarımadada,

Suriçinde yaşıyorlar.

Karşıya baktıkları için Bizanslılar ne diyor?

"Karşı" yani "Pera" diyorlar ve köprü yapıldıktan sonra Pera'ya taşınıyorlar.

Özellikle de Levantenler, yani Avrupalı gayrimüslimler,

Pera'da oturmayı tercih ediyorlar.

Ve birbirinden güzel binalar yapılıyor.

Bana göre İstanbul'un en sıradan olma sebeplerinden biri

birbirinden güzel mimariye sahip olması.

Baktığınızda Roma'yı Bizans'ı Osmanlı'yı, ama Avrupa'nın da Barok'undan tutun

Art Nouveau'suna kadar bütün mimari üsluplarını görebiliyorsunuz.

Bir Pera Palas Oteli var, dünyalar güzeli bir otel

ve İkinci Dünya Savaşı'nda baktığınızda bu Pera Palas Oteli,

adeta bütün casusların cirit attığı bir yer olmuş.

Mata Hari de o casuslardan bir tanesi.

Ama bana göre en ilginç hikâye sahibi ile ilgili.

Sahibi Misbah Muhayyeş,

Beyrut'lu ve Atatürk'e de Kurtuluş Savaşı esnasında

çok yardımcı olan isimlerden biri.

Dolayısıyla Misbah Muhayyeş otelde güzel zaman geçiriyor.

Ama çok asosyal bir adam ve hiç kimselerle konuşmuyor.

Bir tane kedisi var on dokuz kiloluk ve insanlar onunla sohbet edebilmek için

kediye iyi davranmak zorunda kalıyorlar.

Bir gün kedi ölüyor.

Adam başını duvarlara vura vura intihar ediyor.

Demek ki para her zaman saadet getirmiyor.

Ve hemen aşağı inelim isterseniz Pera'dan.

Tophane'de karşımıza olağanüstü güzel bir cami çıkacak.

Caminin adı Kılıç Ali Paşa Cami.

Gene bir Mimar Sinan eseri.

Mimar Sinan yapmış bu muhteşem camiyi.

Fakat batılı kaynaklara baktığınızda, Don Kişot'un Cami olarak geçiyor.

Peki neden Don Kişot'un Cami demişler?

Çünkü bu camiyi yaptıran Occhiali isimli bir İtalyan aslında ve devşirme.

Dolayısıyla İnebahtı'nda gösterdiği kahramanlıktan dolayı

adını Kılıç Ali Paşa yapıyorlar.

Ve Kılıç Ali Paşa, İnebahtı Savaşı esnasında bir esir getiriyor.

Getirdiği esir ise kim?

Cervantes, yani Don Kişot'un yazarı.

Ve dediklerine göre yıllarca çalışıyor, hatta kalem işlerinin bazılarını

camideki Cervantes yapıyor.

Bazı kaynaklar daha da ileri gidiyorlar,

diyorlar ki Kılıç Ali Paşa öyle ilginç bir karakterdi ki,

Cervantes ondan çok etkilendiği için Don Kişot'un karakterini oturturken

ondan faydalandı.

Ve bu yüzden de batılı kaynaklarda Don Kişot'un Cami olarak görüyoruz.

Ardından Boğaz'da, bana göre Dünya'nın en güzel su yolunda ilerlediğimizde,

çok güzel ilginç şeyler karşımıza çıkıyor.

Bir tanesi Beylerbeyi Sarayı.

Beylerbeyi Sarayı'nı biliyorsunuz Abdüllaziz yaptırıyor.

Önemli sultanlardan biri.

Ve diyorlar ki oraya aslında Süveyş Kanalı'nın açılışı için

lll. Napolyon'nun karısı geldi. Yani Eugenie geldi.

Ve Eugenie ile Sultan büyük bir aşk yaşadılar.

Hatta İspanyol bir yazarın bununla ilgili bir kitabı da bulunuyor.

Her neyse bu ikili bir gemiye atlıyorlar ve Süveyş Kanalı'na gidiyorlar.

Şimdi anlatacağım hikâye Süveyş Kanalı'yla ilgili.

O dönemde Süveyş Kanalı, Mısır, Osmanlı'nın bir parçası.

Zaten 1914'e kadar da Osmanlı'ya bağlı kalıyor

ve Hidiv denen valiler tarafından yönetiliyor.

Sultana diyorlar ki ''Yav sultanım şu Süveyş Kanalı çok güzel bir yer,

ne de olsa Afrika ile Asya'nın bir araya geldiği bir nokta.

Neden biz buraya şöyle görkemli bir eser yapmıyoruz?''

Sultanın da aklına yatıyor, tamam diyor, parayı da bastırıyor.

Bunlar Fransız Frederic Bartholdi isimli bir heykeltraş buluyorlar.

Ve Frederic Bartholdi, Gustave Eiffel'in, yani Eyfel Kulesi'ni yapan

Gustave Eiffel'in yardımıyla iç mekaniğini hazırlıyor, heykeli bitiriyor.

Tam dikecekler bizimkiler vazgeçiyor.

Diyorlar ki ''Yav biz müslüman bir ülkeyiz,

eğer biz bunu dikersek millet bizi topa tutar.

O yüzden de projeden vazgeçiyorlar

ve Frederic Bartholdi bu güzelim heykeli

maalesef bir depoya kaldırmak zorunda kalıyor.

Aradan yıllar geçiyor, 1869'da Süveyş Kanalı açılmış,

kanal için Aida operası özel olarak besteletmiş.

Ve 1876'a geliyoruz, yani Amerika'nın 100\. kuruluş yıl dönümüne.

Fransız iş adamları diyorlar ki ''Yav şu Amerikalı kardeşlerimize

güzel bir hediye versek ne hoş olur.''

Bunun için de Frederic Bartholdi'le konuşuyorlar.

Adam uyanık, zaten elinde bir tane heykel var, heykel depoda duruyor.

Hemen heykelin yüzünü biraz değiştiriyor, annesini model olarak kullanıyor.

Allıyor pulluyor heykeli ve heykel parçalar hâlinde,

gemiyle New York limanının girişine götürülüyor.

Hürriyet Heykeli yada Özgürlük Heykeli, parasını bizim verdiğimiz,

fakat düdüğünü Fransızların çaldığı bir heykel olarak karşımıza çıkıyor.

Gerçekten İstanbul birbirinden ilginç hikâyelerle dolu.

Ben şunu söylüyorum, ''İstanbul iyi yada kötü,

her köşesinde bir sürprizin olduğu bir şehir.''

Altı tane kitap yazmamın sebebi de zaten İstanbul'a olan aşkımdan kaynaklanıyor.

Ve "İstanbul hakkında her şey" kitabımın girişinde şunu yazdım,

"Her şeye rağmen dünyanın en güzel şehri olan İstanbul'a".

Çünkü bunu çok yürekten söylüyorum, o ''Her Şey''in içini

istediğiniz gibi doldurabilirsiniz.

Ama gene de İstanbul bana göre Dünya'nın en güzel şehri.

İsterseniz hikâyelerimize devam edelim.

Şimdi Beylerbeyi Sarayı'na bir uğramıştık.

Onun devamında Beylerbeyi Cami bulunuyor.

Beylerbeyi Cami'ni yaptıran kim?

l. Abdülhamit yaptırıyor.

Peki Abdülhamit ile biraz sonra anlatacağım kadının ilişkisi ne?

İki tane küçük Fransız kızın hikâyesi bu.

Kızlar Paris'te okuyorlar, fakat Martenik kökenliler.

Martenik biliyorsunuz Karayipler'deki bir Fransız adası.

Ve kızlar bir falcıya gidiyorlar çocukken.

Falcı kristal küresini çıkartıyor bakıyor, diyor ki,

''Vallahi'' diyor ''ikiniz de kraliçe olacaksınız'' diyor.

''Biriniz doğunun yani orientin, biriniz batının oksidentin

kraliçesi olacaksınız.''

Kızlar bu işe pek akıl sır erdiremiyorlar.

Yani nasıl olacak da ikimiz de birden kraliçe olacağız diye.

Ve bu çerçevede ne yapıyorlar?

Okullarına devam ediyorlar, yıllar geçiyor.

Kızlardan bir tanesi Josephine, Napolyon'un karısı oluyor.

Ve o dönemde Napolyon Avrupa'nın büyük bir kısmına hâkim.

Ve batının kraliçesi oluyor Josephine.

Peki Emma'ya ne oluyor?

Emma okulu bitirmiş, bir gemiye biniyor, tıngır mıngır Atlantik'i geçecekler

ve Martina'ya gidecekler.

Yolda korsanlar durduruyorlar gemiyi ve kızı kaçırıyorlar.

Önce Cezayir'e götürüyorlar.

Cezayir Beyi hediye olarak kızı hareme yolluyor

ve kızın adını değiştiriyorlar.

Otuz altı tane Osmanlı Sultanı var,

bunların otuz dördünün annesi ise devşirme.

O da onlardan bir tanesi.

Bir isim veriyorlar, Nakşidil, yani gönüllere nakşedilmiş.

Ve Nakşidil Sultan ll. Mahmut'un annesi oluyor.

Dolayısıyla aynı zamanda Valide Sultan ünvanına da sahip olduğu için

doğunun, orientin kraliçesi oluyor.

Hikâyeler İstanbul'da hiç bitmiyor.

O kadar kadim bir şehir ki burası, sekiz bin yıllık bir tarihe sahip.

Nereyi kazsanız altından ya bir hikâye çıkıyor

ya da tarihi bir eser çıkıyor.