×

우리는 LingQ를 개선하기 위해서 쿠키를 사용합니다. 사이트를 방문함으로써 당신은 동의합니다 쿠키 정책.


image

Hayvan Çiftliği - George Orwell, 2 Bölüm

2 Bölüm

İkinci Bölüm Koca Reis, üç gece sonra, uykusunda huzur içinde öldü. Meyve bahçesinin kıyısında bir yere gömdüler.

Reis öldüğünde mart ayının ilk günleriydi. Bunu izleyen üç ay boyunca bir sürü gizli etkinlik yürütüldü. Reis'in konuşması, çiftliğin daha akıllı hayvanlarının hayata yepyeni bir gözle bakmalarını sağlamıştı. Öngördüğü Ayaklanma'nın ne zaman meydana geleceğini bilen yoktu; böyle bir başkaldırıyı görebilecek kadar yaşayıp yaşamayacaklarını da bilmiyorlardı; ama görevlerinin o güne hazırlamak olduğunu açık seçik görebiliyorlardı. Ötekileri eğitme ve örgütleme işi, doğal olarak, genellikle hayvanların en zekileri diye bilinen domuzlara verildi. Domuzların en yeteneklileri, Bay Jones'un satmak için yetiştirdiği, Snowball ve Napoléon adlı iki genç erkek domuzdu. Napoléon, irikıyım, sert bakışlı bir Berkshire domuzuydu; daha doğrusu, çiftlikteki tek Berkshire'dı. Pek konuşkan sayılmazdı, ama istediğini söke söke almayı bilen biri olarak tanınırdı. Snowball, Napoléon'dan daha canlı, daha hayat dolu bir domuzdu; hem ağzı daha iyi laf yapardı, hem de daha yaratıcıydı; ama kişiliğinin Napoléon kadar sağlam olmadığı söylenirdi. Çiftliğin erkek domuzlarının hepsi de besi domuzuydu. İçlerinde en ünlüsü, tombalak Squealer, yanakları yusyuvarlak, gözlerini sürekli kırpıştıran, şirret sesli, yerinde duramayan bir hayvandı. Parlak bir konuşmacıydı; zorlu bir konuyu tartışırken bir o yana bir bu yana sıçrar, kuyruğunu hızlı hızlı oynatırdı; nedendir bilinmez, bu hareketleri çok inandırıcı olmasını sağlardı. Squealer için, "Karayı ak yapar," derlerdi.

Bu üçü, Koca Reis'in düşüncelerini geliştirerek dört dörtlük bir öğretiye dönüştürmüşler, adına da "Animalizm" demişlerdi. Haftanın birkaç gecesi, Bay Jones uyuduktan sonra, samanlıkta gizli toplantılar düzenliyor, Hayvancılığın temel ilkelerini öbür hayvanlara anlatıyorlardı. İlk başlarda, büyük bir ahmaklık ve vurdumduymazlıkla karşılaşmışlardı. Bazı hayvanlar, "Efendimiz" dedikleri Bay Jones'a bağlılığın bir görev olduğundan dem vuruyorlar; bazıları da, "Bay Jones bizi besliyor. O olmasa, açlıktan ölürüz," gibisinden salakça laflar ediyorlardı. Kimileri, "Biz öldükten sonra olacakların bize ne yararı dokunur ki?" ya da "Madem bu Ayaklanma nasıl olsa gerçekleşecek, bu uğurda çalışmışız çalışmamışız ne fark eder?" gibi sorular soruyorlardı. Domuzlar, bu tür konuşmaların Hayvancılığın ruhuna aykırı olduğunu kavratana kadar akla karayı seçiyorlardı. Soruların en ahmakçası ak kısrak Mollie'den gelmişti; Mollie'nin Snowball'a sorduğu ilk soru, "Ayaklanma'dan sonra da şeker bulabilecek miyiz?" olmuştu.

Snowball, "Hayır," diye kesip atmıştı. "Bu çiftlikte şeker meker üretemeyiz. Kaldı ki, şeker gerekmeyecek. Dilediğin kadar yulaf ve saman yiyebileceksin."

Bu kez, "Peki, yeleme gene kurdele takabilecek miyim?" diye sormuştu Mollie.

Snowball, "Bak, yoldaş," demişti. "Senin onsuz edemediğin kurdele, köleliğin simgesidir. Özgürlüğün kurdelelerden çok daha değerli olduğunu kafan almıyor mu?"

Mollie, "Kabul," derken pek inanmış görünmüyordu.

Domuzlar, evcil kuzgun Moses'ın yaydığı yalanların önünü almak için daha da zorlu bir savaşım vermek zorunda kaldılar. Bay Jones'un gözdesi olan Moses, gammazın, dedikoducunun tekiydi, ama ağzı iyi laf yapardı. Gene bir masal uydurmuştu: Sözümona, Balbadem Diyarı denen gizemli bir ülke vardı, bütün hayvanlar öldükleri zaman oraya gidiyorlardı. Moses'a bakılırsa bu ülke gökyüzünde bir yerde, bulutların az ötesindeydi. Balbadem Diyarı'nda her gün pazardı; dört mevsim yonca biter, ağaçlar ve çalılar, kesmeşeker ve keten tohumu küspesinden geçilmezdi. Gerçi hayvanlar, gününü masal anlatmakla geçirdiği ve hiç çalışmadığı için Moses'dan nefret ediyorlardı; ama gene de, Balbadem Diyarı masalına inananlar çıkmadı değil. Domuzlar, onları böyle bir yer olmadığına inandırabilmek için az dil dökmediler.

En sadık tilmizleri, iki araba atı, Boxer ile Clover'dı. Kendi başlarına düşünmekte epeyce zorlanan bu iki at, domuzları öğretmen belledikten sonra onların her dediğini tartışmasız benimsemiş ve olduğu gibi öteki hayvanlara aktarmışlardı. Samanlıktaki gizli toplantıları hiç kaçırmıyor; her toplantının bitiminde söylenen İngiltere'nin Hayvanları şarkısında başı çekiyorlardı.

Derken, Ayaklanma, umulandan çok daha erken, herkesin beklediğinden çok daha kolay gerçekleşti. Bay Jones, hayvanlara çok sert davranmasına karşın becerikli bir çiftçiydi, ama son zamanlarda işleri bozulmuştu. Hele bir davada para kaptırınca umudunu iyiden iyiye yitirmiş, sağlığını bozacak ölçüde içkiye vermişti kendini. Bazen günlerce mutfaktaki koltuğunda aylak aylak oturuyor, gazete okuyup içkisini içiyor, arada sırada biraya batırdığı ekmek parçalarıyla Moses'ı besliyordu. Yanında çalışanlar tembel ve sahtekârdı; tarlaları ayrıkotları bürümüştü; binaların damlarının onarılması gerekiyordu; çitler bakımsızdı; hayvanlar doğru dürüst beslenmiyordu.

Haziran gelmişti, otlar biçilmeye neredeyse hazırdı. Bay Jones, bir cumartesi gününe denk düşen yaz gündönümünden hemen önce Willingdon'a gidip Kırmızı Aslan meyhanesinde körkütük sarhoş olunca, çiftliğe ancak pazar günü öğle saatlerinde dönebildi. İşçiler sabah erkenden inekleri sağmışlar, hayvanların yemini vermeden tavşan avlamaya gitmişlerdi. Bay Jones, eve döner dönmez, oturma odasındaki kanepeye uzanmış, News of the World gazetesine göz atarken uyuyakalmıştı. Hava karardığında hâlâ aç olan hayvanlar sonunda dayanamadılar. İneklerden biri boynuzuyla ambarın kapısını kırdı; içeri dalan hayvanlar yem kovalarından karınlarını doyurmaya koyuldular. Tam o sırada uyanıveren Bay Jones, dört işçisini de yanına alıp ambara koştu; hep birlikte hayvanları kırbaçlamaya başladılar. Bu da, hayvanların sabrını taşıran son damla oldu. Önceden hiçbir şey tasarlamamalarına karşın, topluca zorbaların üstüne atıldılar. Jones'la işçilerine dört bir yandan tos vurup çifte atıyorlardı. Hayvanları daha önce hiç böyle görmemiş olan adamlar ne yapacaklarını şaşırmışlar; o güne değin diledikleri gibi sopa atıp eziyet ettikleri hayvanların bu umulmadık başkaldırısı karşısında dehşete kapılmışlardı. Baktılar olacak gibi değil, korunmaya çabalamayı bırakıp tabanları yağladılar. Patikadan aşağı anayola doğru yel yepelek koştururlarken, hayvanlar da zafer çığlıkları atarak onları kovalıyorlardı.

Bayan Jones, yatak odasının penceresinden olup biteni görmüştü. Birkaç parça eşyayı toparladığı gibi bir heybeye tıkıştırıp, çiftliğin arka yolundan savuşuverdi. Moses da, tüneğinden sıçradı, kanat çırpıp avazı çıktığı kadar bağırarak kadının ardına takıldı. Bu arada, hayvanlar, Jones ile adamlarını yola kadar kovalamışlar, beş kol demiri bulunan çiftlik kapısını arkalarından hızla çarpıp kapatmışlardı. Böylece, daha ne olduğunu anlamalarına kalmadan, Ayaklanma başarıyla sonuçlanmış, Jones çiftlikten kovulmuş, Beylik Çiftlik onlara kalmıştı.

Hayvanlar, talihlerinin böylesine yolunda gittiğine bir süre inanamadılar. Önce, köşede bucakta saklanmış bir insan olup olmadığını anlamak için, bir araya toplanıp çiftliği çepeçevre dolaştılar. Sonra, çiftlik binalarına koşup Jones'un uğursuz saltanatının son izlerini de yok etmeye koyuldular. Ahırların bitimindeki, koşum takımlarının durduğu odanın kapısı kırıldı; gemler, burun halkaları, köpek zincirleri, Bay Jones'un domuzları ve kuzuları iğdiş ederken kullandığı kıyıcı bıçaklar kuyunun dibini boyladı. Dizginler, yularlar, meşin göz siperleri, onur kırıcı yem torbaları, avluda çöplerin yakıldığı ateşe atıldı. Kamçılar da. Kamçıların alevlere karıştığını gören bütün hayvanlar sevinç içinde hoplayıp zıplıyorlardı. Snowball, pazara gidildiği günlerde atların yelelerini ve kuyruklarını süsleyen kurdeleleri de ateşe attı.

"Giysi, İnsanoğlu'nu çağrıştırır," dedi. "Kurdele de giysiden sayılır. Tüm hayvanlar çıplak dolaşmalıdır."

Snowball'un bu sözleri üzerine, Boxer da, yazın kulaklarını sineklerden korumak için kafasına geçirdiği küçük hasır şapkayı kaptığı gibi ateşe attı.

Kısa bir süre sonra hayvanlar, kendilerine Bay Jones'u anımsatan ne varsa yok etmiş bulunuyorlardı. Napoléon, hepsini yeniden ambara götürdü, herkese ikişer tayın mısır, köpeklere de ikişer peksimet dağıttı. Ardından, İngiltere'nin Hayvanları şarkısını baştan sona tam yedi kez söylediler; gece inerken herkes kendi köşesine çekilip uykuya daldı. Dünyaya geleli beri hiç bu kadar rahat bir uyku çekmemişlerdi.

Ama her zamanki gibi şafak vakti uyanıp da bir gün önce gerçekleştirdikleri görkemli başkaldırıyı anımsar anımsamaz, hep birlikte çayıra koştular. Çayırın biraz aşağısında, çiftliğin büyük bir bölümünü gören küçük bir tepe vardı. Hemen tepeye tırmandılar, sabahın duru ışığında çevreyi seyre daldılar. Evet, burası onlarındı artık; göz görebildiğince önlerinde uzanan her şey onlarındı! Bu düşünceyle kendilerinden geçerek hoplayıp zıplamaya, büyük bir coşkuyla havalara sıçramaya başladılar. Çiy düşmüş çimenlerin üzerinde yuvarlanıyor, tatlı yaz otlarını koparıp yutuyor, kara toprağı eşeleyip havaya savuruyor, toprağın güzelim kokusunu içlerine çekiyorlardı. Sonra, çiftliği baştan başa dolaşıp denetimden geçirdiler; tarlayı, otlağı, meyve bahçesini, gölcüğü, koruyu dilleri tutulmuşçasına, hayran hayran izlemekten alamadılar kendilerini. Sanki buraları daha önce hiç görmemişlerdi; bütün bunların artık kendilerinin olduğuna hâlâ inanamıyorlardı.

Daha sonra, sıra olup çiftlik binalarına döndüler; çiftlik evinin kapısının önüne geldiklerinde, soluklarını tutup durdular. Bu ev de onlarındı artık, ama içeri girmeye korkuyorlardı. Derken, Snowball ile Napoléon'un kapıyı omuzlayıp kırmasıyla, hayvanlar birerlekol halinde içeri girdiler. Ortalığı altüst etmemek için attıkları adımlara büyük özen gösteriyorlar; parmaklarının ucuna basarak odadan odaya geçerken, seslerinin duyulacağından korkuyormuşçasına fısıldaşarak konuşuyorlar; içerideki görkeme, kuştüyü şilteli yataklara, aynalara, at kılından dokunmuş kumaş kaplı sedire, Brüksel halısına, Kraliçe Victoria'nın oturma odasındaki şömine rafının üstünde duran taşbaskı portresine biraz gözleri kamaşarak, biraz da korka korka bakıyorlardı. Tam merdivenlerden inerlerken, Mollie'nin ortalıkta olmadığını fark ettiler. Birkaçı yukarı seğirtip odaları tek tek yoklamaya başladı. Evin en şık yatak odasının kapısını açtıklarında bir de ne görsünler! Mollie, Bayan Jones'un tuvalet masasından aldığı anlaşılan mavi bir kurdeleyi omzuna tutmuş, ahmakça bir hayranlıkla aynada kendini seyretmiyor mu! Mollie'yi fena halde azarlayıp evden çıktılar. Mutfakta asılı duran jambonlar götürülüp gömüldü, bir de kilerdeki bira fıçısı Boxer'ın bir çiftesiyle parçalandı, o kadar; evde başka hiçbir şeye dokunulmadı. Hemen oracıkta, oybirliğiyle bir karar alındı: Çiftlik evi, müze olarak korunacaktı. Aralarında en küçük bir düşünce ayrılığı yoktu: Bu evde hiçbir hayvan yaşamamalıydı.

Snowball ile Napoléon, kahvaltıdan sonra hayvanları yeniden toplantıya çağırdı.

"Yoldaşlar," dedi Snowball. "Saat daha altı buçuk, uzun bir gün bizi bekliyor. Bugün otları biçmeye başlıyoruz. Ama daha önce halledilecek bir işimiz var."

Sonunda anlaşıldı ki iki domuz, çöpler arasında Bay Jones'un çocuklarının bir okuma kitabını bulmuş, son üç ay boyunca bu kitaptan okuma yazma öğrenmişlerdi. Napoléon, siyah ve beyaz boya kutularını getirtti, hayvanların başına geçerek onları anayola açılan çiftlik kapısının oraya götürdü. Snowball da (en iyi yazı yazan oydu) fırçayı iki toynağının arasına geçirip kapının en üstteki kol demirine yazılı BEYLİK ÇİFTLİK adını karaladı, yerine HAYVAN ÇİFTLİĞİ yazdı. Çiftlik artık bu adla anılacaktı. Daha sonra, çiftlik binalarına geri dönüldü; Snowball ile Napoléon bir merdiven getirtip büyük samanlığın duvarına dayadılar. Domuzlar, üç aydır sürdürdükleri çalışmalar sonucunda, Hayvancılığın temel ilkelerini yedi emirde toplamayı başarmışlardı. Şimdi bu yedi emir duvara yazılacak, Hayvan Çiftliği'ndeki tüm hayvanlar bundan böyle hayatlarının sonuna dek bu değişmez yasalara uyacaklardı. Snowball merdivene güçbela tırmandı (bir domuzun merdiven üzerinde dengesini bulması hiç de kolay değildir) ve işe koyuldu; Squealer da birkaç basamak aşağıda boya kutusunu tutuyordu. Yedi emir, katran kaplı duvara, yirmi otuz metreden okunabilen iri beyaz harflerle yazıldı:

YEDİ EMİR

1. İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin. 2. Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin. 3. Hiçbir hayvan giysi giymeyecek. 4. Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak. 5. Hiçbir hayvan içki içmeyecek. 6. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek. 7. Bütün hayvanlar eşittir.

Emirler büyük bir özenle yazılmıştı; "dost"un "tost" diye, s'lerden birinin de ters yazılmış olması dışında, hiçbir yazım yanlışı yoktu. Snowball, herkes anlasın diye, emirleri baştan sona yüksek sesle okudu. Hayvanların hepsi de kafalarını sallayarak emirler karşısında boyunlarının kıldan ince olduğunu belirttiler. En akıllı olanlarıysa hemen ezberlemeye başladı.

Snowball, boya fırçasını yere atıp "Haydi yoldaşlar!" diye bağırdı. "Doğru tarlaya! Harmanı, Jones ve adamlarından daha çabuk kaldırmanın onurunu yaşayalım."

Ama tam o sırada, bir süredir gergin görünen üç inek böğürmeye başladı. Sütleri yirmi dört saattir sağılmamış olduğundan memeleri patladı patlayacaktı. Domuzlar, biraz düşündükten sonra kovaları getirttiler, ön ayakları bu işe yatkın olduğu için ustalıkla sağdılar inekleri. Çok geçmeden kovalar köpüklü kaymaklı sütle dolmuştu; hayvanların birçoğu sütlere ağızları sulanarak bakıyorlardı.

İçlerinden biri, "Bu kadar süt ne olacak?" diye soracak oldu.

"Jones bazen yemimize süt katardı," dedi tavuklardan biri.

Bunun üzerine, Napoléon, kovaların önüne geçerek, "Sütü kafanıza takmayın, yoldaşlar!" diye bağırdı. "Gereği yapılır, merak etmeyin. Hasat daha önemli. Snowball Yoldaş başı çekecek. Ben de birazdan geliyorum. İleri, yoldaşlar! Hasat bizi bekler."

Hayvanlar sürü halinde tarlaya varıp hasadı kaldırmaya koyuldular. Akşam geri döndüklerinde, sütlerin ortadan kaybolmuş olduğunu fark edeceklerdi.


2 Bölüm 2 Abschnitt 2 Section Sección 2 2 Section 2 Secção 2 Раздел 2 avsnitt

İkinci Bölüm Koca Reis, üç gece sonra, uykusunda huzur içinde öldü. Kapitel Zwei Der große Häuptling starb drei Nächte später friedlich im Schlaf. Chapter Two Big Chief died peacefully in his sleep three nights later. Chapitre 2 Le grand chef meurt paisiblement dans son sommeil trois nuits plus tard. Meyve bahçesinin kıyısında bir yere gömdüler. Sie begruben ihn am Rande des Obstgartens. They buried it somewhere on the edge of the orchard. Ils l'ont enterré à l'orée du verger.

Reis öldüğünde mart ayının ilk günleriydi. Es war in den ersten Märztagen, als der Häuptling starb. It was the first days of March when the chief died. C'est dans les premiers jours de mars que le chef est décédé. Bunu izleyen üç ay boyunca bir sürü gizli etkinlik yürütüldü. In den folgenden drei Monaten wurden zahlreiche geheime Aktivitäten durchgeführt. During the next three months, a lot of covert activity was carried out. Au cours des trois mois qui ont suivi, de nombreuses activités clandestines ont été menées. Reis'in konuşması, çiftliğin daha akıllı hayvanlarının hayata yepyeni bir gözle bakmalarını sağlamıştı. Die Rede des Häuptlings ließ die intelligenteren Tiere des Hofes das Leben auf eine ganz neue Weise betrachten. Chief's speech made the smarter animals of the farm look at life with a whole new eye. Le discours du chef a permis aux animaux les plus intelligents de la ferme de voir la vie d'un œil nouveau. Öngördüğü Ayaklanma'nın ne zaman meydana geleceğini bilen yoktu; böyle bir başkaldırıyı görebilecek kadar yaşayıp yaşamayacaklarını da bilmiyorlardı; ama görevlerinin o güne hazırlamak olduğunu açık seçik görebiliyorlardı. Sie wussten nicht, wann der von ihm vorausgesagte Aufstand stattfinden würde; sie wussten nicht, ob sie ihn noch erleben würden; aber sie konnten klar erkennen, dass es ihre Aufgabe war, sich darauf vorzubereiten. No one knew when the Uprising he had predicted would occur; Nor did they know whether they would live to see such a revolt; but they could see clearly that their task was to prepare for that day. Ils ne savaient pas quand le soulèvement qu'il prévoyait aurait lieu, ils ne savaient pas s'ils vivraient pour le voir, mais ils voyaient clairement que leur tâche était de s'y préparer. Ötekileri eğitme ve örgütleme işi, doğal olarak, genellikle hayvanların en zekileri diye bilinen domuzlara verildi. Die Aufgabe, die anderen zu erziehen und zu organisieren, wurde natürlich den Schweinen anvertraut, die allgemein als die intelligentesten Tiere bekannt sind. The job of educating and organizing the others was naturally entrusted to the pigs, generally known as the most intelligent of animals. Le travail d'éducation et d'organisation des autres a été naturellement confié aux cochons, généralement reconnus comme les animaux les plus intelligents. Domuzların en yeteneklileri, Bay Jones'un satmak için yetiştirdiği, Snowball ve Napoléon adlı iki genç erkek domuzdu. Die talentiertesten Schweine waren zwei männliche Jungtiere, Snowball und Napoléon, die Herr Jones für den Verkauf gezüchtet hat. The most gifted of the pigs were the two young male pigs, Snowball and Napoléon, which Mr. Jones raised to sell. Les porcs les plus talentueux étaient deux jeunes mâles, Snowball et Napoléon, que M. Jones a élevés pour les vendre. Napoléon, irikıyım, sert bakışlı bir Berkshire domuzuydu; daha doğrusu, çiftlikteki tek Berkshire'dı. Napoléon war ein großes, streng aussehendes Berkshire-Schwein, oder besser gesagt, das einzige Berkshire-Schwein auf dem Hof. Napoleon was a large, stern-eyed Berkshire pig; rather, he was the only Berkshire on the farm. Napoléon était un gros porc Berkshire à l'allure dure, ou plutôt le seul Berkshire de la ferme. Pek konuşkan sayılmazdı, ama istediğini söke söke almayı bilen biri olarak tanınırdı. Er war kein großer Redner, aber er war als ein Mann bekannt, der wusste, wie er bekam, was er wollte. He wasn't very talkative, but he was known as someone who knew how to pick up on what he wanted. Il n'était pas très bavard, mais il était connu comme un homme qui savait comment obtenir ce qu'il voulait. Snowball, Napoléon'dan daha canlı, daha hayat dolu bir domuzdu; hem ağzı daha iyi laf yapardı, hem de daha yaratıcıydı; ama kişiliğinin Napoléon kadar sağlam olmadığı söylenirdi. Schneeball war ein lebendigeres, lebhafteres Schwein als Napoleon, wortgewandter und erfinderischer, aber man sagte, dass seine Persönlichkeit nicht so stark war wie die von Napoleon. Snowball was a livelier, more lively pig than Napoleon; he was both better spoken and more creative; but it was said that his personality was not as solid as Napoleon. Boule de Neige était un cochon plus vif, plus enjoué que Napoléon, plus éloquent et plus inventif, mais on disait que sa personnalité n'était pas aussi forte que celle de Napoléon. Çiftliğin erkek domuzlarının hepsi de besi domuzuydu. Alle männlichen Schweine des Betriebs waren Mastschweine. All of the farm's male pigs were fattening pigs. İçlerinde en ünlüsü, tombalak Squealer, yanakları yusyuvarlak, gözlerini sürekli kırpıştıran, şirret sesli, yerinde duramayan bir hayvandı. Der berühmteste von ihnen, der pummelige Squealer, war ein raspelköpfiges, unruhiges Tier mit runden Wangen und ständig blinzelnden Augen. The most famous of them all, the chubby Squealer, was an animal with rounded cheeks, constant blinking, bitchy voice, restless. Le plus célèbre d'entre eux, le grassouillet Squealer, était un animal à la voix rauque et agitée, aux joues rondes et aux yeux constamment clignotants. Parlak bir konuşmacıydı; zorlu bir konuyu tartışırken bir o yana bir bu yana sıçrar, kuyruğunu hızlı hızlı oynatırdı; nedendir bilinmez, bu hareketleri çok inandırıcı olmasını sağlardı. Er war ein brillanter Redner; wenn er ein schwieriges Thema erörterte, sprang er von einer Seite zur anderen und wedelte schnell mit dem Schwanz; aus irgendeinem Grund machten ihn diese Bewegungen sehr überzeugend. He was a brilliant speaker; he would jump from side to side, waving his tail quickly when discussing a difficult topic; For some reason, it made these moves very convincing. C'était un brillant orateur ; lorsqu'il abordait un sujet difficile, il sautait d'un côté à l'autre et remuait rapidement la queue ; pour une raison quelconque, ces mouvements le rendaient très convaincant. Squealer için, "Karayı ak yapar," derlerdi. Früher sagte man über Squealer: "Er macht das Schwarze weiß". They used to say of Squealer, "It turns black into white." On disait de Squealer : "Il rend le noir blanc".

Bu üçü, Koca Reis'in düşüncelerini geliştirerek dört dörtlük bir öğretiye dönüştürmüşler, adına da "Animalizm" demişlerdi. Diese drei entwickelten die Gedanken von Big Reis zu einer vollständigen Doktrin und nannten sie "Animalismus". These three developed Big Chief's thoughts and turned them into a full-fledged teaching, and they called it "Animalism". Ces trois-là ont développé les idées de Big Reis en une doctrine complète et l'ont appelée "Animalisme". Haftanın birkaç gecesi, Bay Jones uyuduktan sonra, samanlıkta gizli toplantılar düzenliyor, Hayvancılığın temel ilkelerini öbür hayvanlara anlatıyorlardı. An einigen Abenden in der Woche, nachdem Mr. Jones schlafen gegangen war, hielten sie geheime Versammlungen auf dem Heuboden ab und erklärten den anderen Tieren die Grundprinzipien der Tierhaltung. Several nights a week, after Mr. Jones had slept, they held secret meetings in the barn, explaining the basic principles of animal husbandry to the other animals. Quelques nuits par semaine, après que M. Jones se soit endormi, ils tenaient des réunions secrètes dans le grenier à foin et expliquaient aux autres animaux les principes de base de l'élevage. İlk başlarda, büyük bir ahmaklık ve vurdumduymazlıkla karşılaşmışlardı. Zunächst stießen sie auf große Dummheit und Gleichgültigkeit. At first they were met with great stupidity and callousness. Dans un premier temps, ils se sont heurtés à une grande stupidité et à une grande insensibilité. Bazı hayvanlar, "Efendimiz" dedikleri Bay Jones'a bağlılığın bir görev olduğundan dem vuruyorlar; bazıları da, "Bay Jones bizi besliyor. Einige Tiere sagen, es sei ihre Pflicht, Mr. Jones, den sie "Master" nennen, treu zu sein; andere sagen: "Mr. Jones füttert uns. Some animals speak of devotion to Mr. Jones, whom they call "Lord," as a duty; Others said, "Mr. Jones feeds us. Certains animaux disent qu'ils ont le devoir d'être loyaux envers M. Jones, qu'ils appellent "Maître" ; d'autres disent : "M. Jones nous nourrit. O olmasa, açlıktan ölürüz," gibisinden salakça laflar ediyorlardı. "Ohne ihn würden wir verhungern" und allerlei dummes Zeug. Without him, they would starve to death," they were saying stupidly. "Sans lui, nous mourrions de faim", et toutes sortes de choses stupides. Kimileri, "Biz öldükten sonra olacakların bize ne yararı dokunur ki?" Manche Menschen sagen: "Was nützt das, was nach dem Tod passiert?" Some say, "What good does what happens after we die?" Certains disent : "À quoi sert ce qui se passe après notre mort ?". ya da "Madem bu Ayaklanma nasıl olsa gerçekleşecek, bu uğurda çalışmışız çalışmamışız ne fark eder?" Oder: "Da dieser Aufstand sowieso stattfinden wird, ist es egal, ob wir dafür gearbeitet haben oder nicht." or "If this Uprising will happen anyway, what difference does it make if we worked for it or not?" Ou "Puisque ce soulèvement va se produire de toute façon, quelle différence cela fait-il que nous ayons travaillé pour lui ou non ?". gibi sorular soruyorlardı. They were asking questions like Domuzlar, bu tür konuşmaların Hayvancılığın ruhuna aykırı olduğunu kavratana kadar akla karayı seçiyorlardı. Die Schweine waren unvernünftig, bis sie merkten, dass diese Art von Gerede gegen den Geist des Animalismus verstößt. Until the Pigs realized that such talk was against the spirit of Animal Husbandry, they were wiser. Les cochons étaient déraisonnables jusqu'à ce qu'ils réalisent que ce genre de discours était contraire à l'esprit de l'animalisme. Soruların en ahmakçası ak kısrak Mollie'den gelmişti; Mollie'nin Snowball'a sorduğu ilk soru, "Ayaklanma'dan sonra da şeker bulabilecek miyiz?" Die dümmste der Fragen kam von der weißen Stute Mollie; Mollies erste Frage an Snowball war: "Werden wir nach dem Aufstand noch Zucker bekommen?" The dumbest of questions had come from Mollie, the white mare; Mollie's first question to Snowball was, "Will we still be able to find candy after the Uprising?" La question la plus stupide a été posée par la jument blanche Mollie. La première question de Mollie à Boule de Neige a été : "Pourrons-nous encore obtenir du sucre après le soulèvement ?". olmuştu. had happened. s'était produite.

Snowball, "Hayır," diye kesip atmıştı. "Nein", unterbrach ihn Schneeball. "No," Snowball had cut off. "Non", lui répond Boule de Neige. "Bu çiftlikte şeker meker üretemeyiz. "Wir können auf dieser Farm keinen Zucker produzieren. "We can't produce candy canes on this farm. "Nous ne pouvons pas produire de sucre meker dans cette ferme. Kaldı ki, şeker gerekmeyecek. Außerdem brauchen Sie keinen Zucker. There will be no need for sugar. En outre, vous n'aurez pas besoin de sucre. Dilediğin kadar yulaf ve saman yiyebileceksin." Du kannst so viel Hafer und Heu essen, wie du willst." You may eat as much oats and straw as you wish." Tu pourras manger autant d'avoine et de foin que tu le souhaites".

Bu kez, "Peki, yeleme gene kurdele takabilecek miyim?" This time, "Well, will I be able to put a ribbon on my mane again?" Cette fois-ci, "Est-ce que je pourrai à nouveau porter un ruban dans ma crinière ?". diye sormuştu Mollie. asked Mollie. demande Mollie.

Snowball, "Bak, yoldaş," demişti. "Look, comrade," Snowball had said. "Senin onsuz edemediğin kurdele, köleliğin simgesidir. "The ribbon, which you cannot do without, is the symbol of slavery. "Le ruban dont on ne peut se passer est un symbole d'esclavage. Özgürlüğün kurdelelerden çok daha değerli olduğunu kafan almıyor mu?" Don't you think that freedom is much more valuable than ribbons?" Ne comprenez-vous pas que la liberté vaut plus que des rubans ?"

Mollie, "Kabul," derken pek inanmış görünmüyordu. Mollie sah nicht überzeugt aus, als sie sagte: "Ich will". “Agreed,” Mollie didn't seem very convinced. Mollie n'avait pas l'air convaincue quand elle a dit : "Je le veux".

Domuzlar, evcil kuzgun Moses'ın yaydığı yalanların önünü almak için daha da zorlu bir savaşım vermek zorunda kaldılar. Die Schweine mussten noch härter kämpfen, um die Lügen von Moses, dem zahmen Raben, zu widerlegen. The pigs had to fight even harder to curb the lies spread by Moses, the pet raven. Les cochons doivent se battre encore plus pour contrer les mensonges de Moïse, le corbeau apprivoisé. Bay Jones'un gözdesi olan Moses, gammazın, dedikoducunun tekiydi, ama ağzı iyi laf yapardı. Moses, der Liebling von Mr. Jones, war eine Plaudertasche, ein Klatschmaul, aber ein guter Redner. Moses, a favorite of Mr. Jones, was a gossip, but a good talker. Moses, le favori de M. Jones, était un chat, un commère, mais un beau parleur. Gene bir masal uydurmuştu: Sözümona, Balbadem Diyarı denen gizemli bir ülke vardı, bütün hayvanlar öldükleri zaman oraya gidiyorlardı. Er hatte sich ein anderes Märchen ausgedacht: Angeblich gab es ein geheimnisvolles Land, das Land des Honigtaus, in das alle Tiere gingen, wenn sie starben. He also made up a fairy tale: There was a mysterious land, supposedly called the Honeymoon Land, where all the animals go when they die. Il avait inventé un autre conte de fées : Il existait, paraît-il, un pays mystérieux appelé le pays du miellat, où tous les animaux allaient quand ils mouraient. Moses'a bakılırsa bu ülke gökyüzünde bir yerde, bulutların az ötesindeydi. Für Mose befand sich dieses Land irgendwo im Himmel, gleich hinter den Wolken. To Moses, this country was somewhere in the sky, just beyond the clouds. Pour Moïse, ce pays se trouvait quelque part dans le ciel, juste au-delà des nuages. Balbadem Diyarı'nda her gün pazardı; dört mevsim yonca biter, ağaçlar ve çalılar, kesmeşeker ve keten tohumu küspesinden geçilmezdi. Im Lande Honeybadem war jeden Tag Markttag, Klee wuchs zu jeder Jahreszeit, Bäume und Sträucher waren voll von Zucker und Leinsamenschrot. It was Sunday every day in the Honeymoon Land; The four seasons were clover, trees and bushes, sugar cubes and flaxseed meal were impassable. Au pays de Honeybadem, chaque jour était un jour de marché ; le trèfle poussait en toute saison, les arbres et les buissons regorgeaient de sucre et de farine de lin. Gerçi hayvanlar, gününü masal anlatmakla geçirdiği ve hiç çalışmadığı için Moses'dan nefret ediyorlardı; ama gene de, Balbadem Diyarı masalına inananlar çıkmadı değil. True, the animals hated Moses for spending his days telling tales and never working; But still, there are those who believe in the tale of Honeymoon Land. Les animaux détestaient Moïse parce qu'il passait ses journées à raconter des histoires et ne travaillait jamais, mais certains croyaient encore à l'histoire du pays du miel. Domuzlar, onları böyle bir yer olmadığına inandırabilmek için az dil dökmediler. The pigs did little to persuade them that there was no such place. Les cochons ont essayé de les convaincre que cet endroit n'existait pas.

En sadık tilmizleri, iki araba atı, Boxer ile Clover'dı. His most loyal disciples were his two chariot horses, Boxer and Clover. Ses plus fidèles disciples étaient ses deux chevaux d'attelage, Boxer et Clover. Kendi başlarına düşünmekte epeyce zorlanan bu iki at, domuzları öğretmen belledikten sonra onların her dediğini tartışmasız benimsemiş ve olduğu gibi öteki hayvanlara aktarmışlardı. These two horses, who had a hard time thinking on their own, adopted everything they said without question and transferred them to other animals as they were, after the teacher remembered the pigs. Samanlıktaki gizli toplantıları hiç kaçırmıyor; her toplantının bitiminde söylenen İngiltere'nin Hayvanları şarkısında başı çekiyorlardı. He never misses secret meetings in the barn; they took the lead in the song Beasts of England, sung at the end of each meeting. Ils ne manquaient jamais les réunions secrètes dans le grenier à foin et prenaient la tête de la chanson "Animals of England" chantée à la fin de chaque réunion.

Derken, Ayaklanma, umulandan çok daha erken, herkesin beklediğinden çok daha kolay gerçekleşti. Then the Uprising came true much sooner than expected, much easier than anyone expected. Le soulèvement a alors eu lieu bien plus tôt que prévu, bien plus facilement que quiconque ne l'avait espéré. Bay Jones, hayvanlara çok sert davranmasına karşın becerikli bir çiftçiydi, ama son zamanlarda işleri bozulmuştu. Mr. Jones was a skilful farmer, although he was very harsh with the animals, but recently his business had deteriorated. M. Jones était un fermier habile, bien qu'il soit très dur avec ses animaux, mais depuis quelque temps, ses affaires périclitaient. Hele bir davada para kaptırınca umudunu iyiden iyiye yitirmiş, sağlığını bozacak ölçüde içkiye vermişti kendini. Especially when he lost money in a lawsuit, he completely lost his hope and gave himself to alcohol to the extent that it would ruin his health. Surtout lorsqu'il perdait de l'argent dans une affaire, il perdait espoir et buvait au point que sa santé se détériorait. Bazen günlerce mutfaktaki koltuğunda aylak aylak oturuyor, gazete okuyup içkisini içiyor, arada sırada biraya batırdığı ekmek parçalarıyla Moses'ı besliyordu. Sometimes for days he would sit idly in his chair in the kitchen, reading the newspaper and drinking, feeding Moses with the occasional bits of bread dipped in beer. Parfois, pendant des jours entiers, il restait assis dans son fauteuil dans la cuisine, lisant le journal et buvant sa boisson, nourrissant parfois Moïse avec des morceaux de pain trempés dans la bière. Yanında çalışanlar tembel ve sahtekârdı; tarlaları ayrıkotları bürümüştü; binaların damlarının onarılması gerekiyordu; çitler bakımsızdı; hayvanlar doğru dürüst beslenmiyordu. His staff were lazy and dishonest; the fields were overgrown with weeds; the roofs of buildings had to be repaired; fences were neglected; the animals were not fed properly. Ses ouvriers sont paresseux et malhonnêtes ; les champs sont envahis par les mauvaises herbes ; les toits des bâtiments ont besoin d'être réparés ; les clôtures sont en mauvais état ; les animaux ne sont pas nourris correctement.

Haziran gelmişti, otlar biçilmeye neredeyse hazırdı. June had come, the grass was almost ready to be cut. Le mois de juin est arrivé, l'herbe était presque prête à être fauchée. Bay Jones, bir cumartesi gününe denk düşen yaz gündönümünden hemen önce Willingdon'a gidip Kırmızı Aslan meyhanesinde körkütük sarhoş olunca, çiftliğe ancak pazar günü öğle saatlerinde dönebildi. Mr. Jones was able to return to the farm only at noon on Sunday, when, on a Saturday, just before the summer solstice, he went to Willingdon and became blind in the Red Lion tavern. M. Jones s'est rendu à Willingdon juste avant le solstice d'été, qui tombait un samedi, et s'est enivré dans la taverne du Red Lion, ne rentrant à la ferme que le dimanche à midi. İşçiler sabah erkenden inekleri sağmışlar, hayvanların yemini vermeden tavşan avlamaya gitmişlerdi. The workers had milked the cows early in the morning and went to hunt rabbits without feeding the animals. Les ouvriers trayaient les vaches tôt le matin et allaient chasser le lapin sans nourrir les animaux. Bay Jones, eve döner dönmez, oturma odasındaki kanepeye uzanmış, News of the World gazetesine göz atarken uyuyakalmıştı. As soon as Mr. Jones got home, he had fallen asleep on the living room sofa, browsing the News of the World. Dès son retour à la maison, M. Jones s'est endormi sur le canapé du salon, en feuilletant le journal News of the World. Hava karardığında hâlâ aç olan hayvanlar sonunda dayanamadılar. The animals, still hungry when it got dark, finally couldn't stand it. Les animaux, toujours affamés au crépuscule, finissent par abandonner. İneklerden biri boynuzuyla ambarın kapısını kırdı; içeri dalan hayvanlar yem kovalarından karınlarını doyurmaya koyuldular. One of the cows broke the barn door with his horn; The animals that had rushed in began to fill their bellies from the bait buckets. Tam o sırada uyanıveren Bay Jones, dört işçisini de yanına alıp ambara koştu; hep birlikte hayvanları kırbaçlamaya başladılar. Waking up just then, Mr. Jones took his four workers with him and ran to the barn; Together they began to whip the animals. Bu da, hayvanların sabrını taşıran son damla oldu. And this was the last straw that eroded the patience of the animals. Önceden hiçbir şey tasarlamamalarına karşın, topluca zorbaların üstüne atıldılar. They were thrown at the tyrants en masse, even though they had planned nothing in advance. Jones'la işçilerine dört bir yandan tos vurup çifte atıyorlardı. They were hitting Jones and his workers from all sides and hitting them twice. Hayvanları daha önce hiç böyle görmemiş olan adamlar ne yapacaklarını şaşırmışlar; o güne değin diledikleri gibi sopa atıp eziyet ettikleri hayvanların bu umulmadık başkaldırısı karşısında dehşete kapılmışlardı. The men, who had never seen animals like this before, were puzzled as to what to do; they were horrified by this unexpected revolt of the animals that they had tortured by throwing sticks as they wished until that day. Baktılar olacak gibi değil, korunmaya çabalamayı bırakıp tabanları yağladılar. They didn't look like it would happen, they stopped trying to protect themselves and oiled the soles. Patikadan aşağı anayola doğru yel yepelek koştururlarken, hayvanlar da zafer çığlıkları atarak onları kovalıyorlardı. The animals were chasing them, shouting triumphantly, as the wind rushed in full vein down the path towards the main road.

Bayan Jones, yatak odasının penceresinden olup biteni görmüştü. Miss Jones had seen what was going on through her bedroom window. Birkaç parça eşyayı toparladığı gibi bir heybeye tıkıştırıp, çiftliğin arka yolundan savuşuverdi. He gathered up a few items, stuffed them into a saddlebag, and fled down the farm's back road. Moses da, tüneğinden sıçradı, kanat çırpıp avazı çıktığı kadar bağırarak kadının ardına takıldı. Moses, too, leapt from his perch and followed her, flapping his wings and shouting as loudly as he could. Bu arada, hayvanlar, Jones ile adamlarını yola kadar kovalamışlar, beş kol demiri bulunan çiftlik kapısını arkalarından hızla çarpıp kapatmışlardı. Meanwhile, the animals had chased Jones and his men up the road, slamming the five-bar farm door behind them. Böylece, daha ne olduğunu anlamalarına kalmadan, Ayaklanma başarıyla sonuçlanmış, Jones çiftlikten kovulmuş, Beylik Çiftlik onlara kalmıştı. Thus, before they realized what had happened, the Rebellion had been successful, Jones was fired from the farm, and the Principality Farm was left to them.

Hayvanlar, talihlerinin böylesine yolunda gittiğine bir süre inanamadılar. For a while, the animals could not believe that their luck had gone so well. Önce, köşede bucakta saklanmış bir insan olup olmadığını anlamak için, bir araya toplanıp çiftliği çepeçevre dolaştılar. First, they gathered together and wandered around the farm to see if there was anyone hiding in the corner in the parish. Sonra, çiftlik binalarına koşup Jones'un uğursuz saltanatının son izlerini de yok etmeye koyuldular. Then they rushed to the farm buildings and set about destroying the last vestiges of Jones' sinister reign. Ahırların bitimindeki, koşum takımlarının durduğu odanın kapısı kırıldı; gemler, burun halkaları, köpek zincirleri, Bay Jones'un domuzları ve kuzuları iğdiş ederken kullandığı kıyıcı bıçaklar kuyunun dibini boyladı. The door of the room at the end of the stables, where the harnesses stood, was broken; bits, nose rings, dog chains, and the chopper knives Mr. Jones had used to castrate pigs and lambs, all went to the bottom of the well. Dizginler, yularlar, meşin göz siperleri, onur kırıcı yem torbaları, avluda çöplerin yakıldığı ateşe atıldı. Reins, bridles, leather eye shields, humiliating bait bags were thrown into the yard where the garbage was burned. Kamçılar da. Whips too. Kamçıların alevlere karıştığını gören bütün hayvanlar sevinç içinde hoplayıp zıplıyorlardı. Seeing the whips mingled with the flames, all the animals were jumping with joy. Snowball, pazara gidildiği günlerde atların yelelerini ve kuyruklarını süsleyen kurdeleleri de ateşe attı. Snowball also threw the ribbons that adorned the manes and tails of the horses on the days when he went to the market, into the fire.

"Giysi, İnsanoğlu'nu çağrıştırır," dedi. "Clothes evoke the Son of Man," he said. "Kurdele de giysiden sayılır. "The ribbon is also considered a garment. Tüm hayvanlar çıplak dolaşmalıdır." All animals must roam naked."

Snowball'un bu sözleri üzerine, Boxer da, yazın kulaklarını sineklerden korumak için kafasına geçirdiği küçük hasır şapkayı kaptığı gibi ateşe attı. At Snowball's words, Boxer grabbed the little straw hat he had put on his head to protect his ears from flies in the summer and threw it into the fire.

Kısa bir süre sonra hayvanlar, kendilerine Bay Jones'u anımsatan ne varsa yok etmiş bulunuyorlardı. Soon the animals had destroyed anything that reminded them of Mr. Jones. Napoléon, hepsini yeniden ambara götürdü, herkese ikişer tayın mısır, köpeklere de ikişer peksimet dağıttı. Napoleon took them all back to the barn, handing out two rations of corn to each and two biscuits to the dogs. Ardından, İngiltere'nin Hayvanları şarkısını baştan sona tam yedi kez söylediler; gece inerken herkes kendi köşesine çekilip uykuya daldı. Then they sang Beasts of England seven times; As the night descended, everyone retreated to their own corner and fell asleep. Dünyaya geleli beri hiç bu kadar rahat bir uyku çekmemişlerdi. They had never slept so well since their birth.

Ama her zamanki gibi şafak vakti uyanıp da bir gün önce gerçekleştirdikleri görkemli başkaldırıyı anımsar anımsamaz, hep birlikte çayıra koştular. But, as always, as soon as they woke up at dawn and remembered their glorious uprising the day before, they all rushed to the meadow. Çayırın biraz aşağısında, çiftliğin büyük bir bölümünü gören küçük bir tepe vardı. Just below the meadow was a small hill that overlooked most of the farm. Hemen tepeye tırmandılar, sabahın duru ışığında çevreyi seyre daldılar. At once they climbed the hill and gazed at the surroundings in the clear light of the morning. Evet, burası onlarındı artık; göz görebildiğince önlerinde uzanan her şey onlarındı! Yes, this was theirs now; Everything that lay before them as far as the eye could see belonged to them! Bu düşünceyle kendilerinden geçerek hoplayıp zıplamaya, büyük bir coşkuyla havalara sıçramaya başladılar. With this thought, they started to jump and jump, jumping into the air with great enthusiasm. Çiy düşmüş çimenlerin üzerinde yuvarlanıyor, tatlı yaz otlarını koparıp yutuyor, kara toprağı eşeleyip havaya savuruyor, toprağın güzelim kokusunu içlerine çekiyorlardı. The dew rolled on the fallen grass, plucked and swallowed the sweet summer grass, scraped the black earth, and inhaled the beautiful scent of the earth. Sonra, çiftliği baştan başa dolaşıp denetimden geçirdiler; tarlayı, otlağı, meyve bahçesini, gölcüğü, koruyu dilleri tutulmuşçasına, hayran hayran izlemekten alamadılar kendilerini. Then they went around the farm and inspected it; They could not help admiring the field, the pasture, the orchard, the pond, the grove, as if they were speechless. Sanki buraları daha önce hiç görmemişlerdi; bütün bunların artık kendilerinin olduğuna hâlâ inanamıyorlardı. It was as if they had never seen this place before; they still couldn't believe it was all theirs anymore.

Daha sonra, sıra olup çiftlik binalarına döndüler; çiftlik evinin kapısının önüne geldiklerinde, soluklarını tutup durdular. Then they lined up and returned to the farm buildings; When they reached the front of the farmhouse door, they stopped, holding their breath. Bu ev de onlarındı artık, ama içeri girmeye korkuyorlardı. This house was theirs now, too, but they were afraid to enter. Derken, Snowball ile Napoléon'un kapıyı omuzlayıp kırmasıyla, hayvanlar birerlekol halinde içeri girdiler. Then, as Snowball and Napoleon slammed the door on their shoulders, the animals came in in arms. Ortalığı altüst etmemek için attıkları adımlara büyük özen gösteriyorlar; parmaklarının ucuna basarak odadan odaya geçerken, seslerinin duyulacağından korkuyormuşçasına fısıldaşarak konuşuyorlar; içerideki görkeme, kuştüyü şilteli yataklara, aynalara, at kılından dokunmuş kumaş kaplı sedire, Brüksel halısına, Kraliçe Victoria'nın oturma odasındaki şömine rafının üstünde duran taşbaskı portresine biraz gözleri kamaşarak, biraz da korka korka bakıyorlardı. They pay great attention to the steps they take in order not to cause a mess; they speak in whispers as they tiptoe from room to room, as if afraid that their voices will be heard; They looked at the majesty inside, at the beds with down mattresses, at the mirrors, at the ottoman covered with woven horsehair, at the Brussels carpet, at the lithographic portrait of Queen Victoria on the mantelpiece in the living room, a little dazzled and a little scared. Tam merdivenlerden inerlerken, Mollie'nin ortalıkta olmadığını fark ettiler. Just as they were descending the stairs, they noticed that Mollie was not around. Birkaçı yukarı seğirtip odaları tek tek yoklamaya başladı. A few of them rushed up and began probing the rooms one by one. Evin en şık yatak odasının kapısını açtıklarında bir de ne görsünler! What should they see when they open the door of the most elegant bedroom in the house! Mollie, Bayan Jones'un tuvalet masasından aldığı anlaşılan mavi bir kurdeleyi omzuna tutmuş, ahmakça bir hayranlıkla aynada kendini seyretmiyor mu! Isn't Mollie staring at herself in the mirror with foolish admiration, holding a blue ribbon over her shoulder, apparently taken from Miss Jones' dressing table! Mollie'yi fena halde azarlayıp evden çıktılar. They scolded Mollie badly and left the house. Mutfakta asılı duran jambonlar götürülüp gömüldü, bir de kilerdeki bira fıçısı Boxer'ın bir çiftesiyle parçalandı, o kadar; evde başka hiçbir şeye dokunulmadı. The ham hanging in the kitchen was taken away and buried, and the beer keg in the cellar was smashed by a Boxer's picket, that's all; nothing else in the house was touched. Hemen oracıkta, oybirliğiyle bir karar alındı: Çiftlik evi, müze olarak korunacaktı. On the spot, a unanimous decision was made: The farmhouse was to be preserved as a museum. Aralarında en küçük bir düşünce ayrılığı yoktu: Bu evde hiçbir hayvan yaşamamalıydı. There was not the slightest difference of opinion between them: No animals should live in this house.

Snowball ile Napoléon, kahvaltıdan sonra hayvanları yeniden toplantıya çağırdı. بعد الإفطار، دعا سنوبول ونابليون الحيوانات إلى اجتماع آخر. After breakfast, Snowball and Napoleon called the animals back to the meeting.

"Yoldaşlar," dedi Snowball. "Comrades," said Snowball. "Saat daha altı buçuk, uzun bir gün bizi bekliyor. "It's half past six, a long day awaits us. Bugün otları biçmeye başlıyoruz. Today we start mowing the grass. Ama daha önce halledilecek bir işimiz var." But we have some work to do beforehand."

Sonunda anlaşıldı ki iki domuz, çöpler arasında Bay Jones'un çocuklarının bir okuma kitabını bulmuş, son üç ay boyunca bu kitaptan okuma yazma öğrenmişlerdi. It turned out that the two pigs had found a reading book for Mr. Jones' children in the garbage, from which they had learned to read and write for the past three months. Napoléon, siyah ve beyaz boya kutularını getirtti, hayvanların başına geçerek onları anayola açılan çiftlik kapısının oraya götürdü. Napoleon had cans of black and white paint brought over, and he led the animals to the farm gate that led to the main road. Snowball da (en iyi yazı yazan oydu) fırçayı iki toynağının arasına geçirip kapının en üstteki kol demirine yazılı BEYLİK ÇİFTLİK adını karaladı, yerine HAYVAN ÇİFTLİĞİ yazdı. Snowball (he was the best writer) put the brush between his two hooves and scribbled the name BEYLIK FARM written on the top crossbar of the door, instead he wrote ANIMAL FARM. Çiftlik artık bu adla anılacaktı. The farm would now be called by that name. Daha sonra, çiftlik binalarına geri dönüldü; Snowball ile Napoléon bir merdiven getirtip büyük samanlığın duvarına dayadılar. Then back to the farm buildings; Snowball and Napoleon brought a ladder and set it against the wall of the great barn. Domuzlar, üç aydır sürdürdükleri çalışmalar sonucunda, Hayvancılığın temel ilkelerini yedi emirde toplamayı başarmışlardı. As a result of their three months of work, the pigs had succeeded in gathering the basic principles of animal husbandry in seven commandments. Şimdi bu yedi emir duvara yazılacak, Hayvan Çiftliği'ndeki tüm hayvanlar bundan böyle hayatlarının sonuna dek bu değişmez yasalara uyacaklardı. Now these seven commandments would be written on the wall, and all animals on Animal Farm would henceforth abide by these immutable laws for the rest of their lives. Snowball merdivene güçbela tırmandı (bir domuzun merdiven üzerinde dengesini bulması hiç de kolay değildir) ve işe koyuldu; Squealer da birkaç basamak aşağıda boya kutusunu tutuyordu. Snowball scrambled up the ladder (it's not easy for a pig to balance on a ladder) and got to work; Squealer was also holding the paint can a few steps down. Yedi emir, katran kaplı duvara, yirmi otuz metreden okunabilen iri beyaz harflerle yazıldı: The seven commandments were written on the tar-covered wall in large white letters that could be read from twenty feet:

YEDİ EMİR SEVEN COMMANDMENTS

1\\. 1\\. İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin. You will consider anyone who walks on two legs as an enemy. 2. 2. Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin. You will consider anyone who walks on all fours or has wings as a friend. 3. 3. Hiçbir hayvan giysi giymeyecek. No animal shall wear clothes. 4. Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak. No animal will sleep in the bed. 5. 5. Hiçbir hayvan içki içmeyecek. No animal shall drink. 6. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek. No animal shall kill another animal. 7. 7. Bütün hayvanlar eşittir. All animals are equal.

Emirler büyük bir özenle yazılmıştı; "dost"un "tost" diye, s'lerden birinin de ters yazılmış olması dışında, hiçbir yazım yanlışı yoktu. The orders were written with great care; There were no typos, except that "friend" was "toast" and one of the s's was reversed. Snowball, herkes anlasın diye, emirleri baştan sona yüksek sesle okudu. Snowball read the orders out loud so everyone could understand. Hayvanların hepsi de kafalarını sallayarak emirler karşısında boyunlarının kıldan ince olduğunu belirttiler. All of the animals shook their heads, indicating that their necks were thinner than hair at the orders. En akıllı olanlarıysa hemen ezberlemeye başladı. The smartest ones immediately began to memorize.

Snowball, boya fırçasını yere atıp "Haydi yoldaşlar!" “Come on, comrades!” Snowball dropped the paintbrush on the floor. diye bağırdı. he shouted. "Doğru tarlaya! "Right to the field! Harmanı, Jones ve adamlarından daha çabuk kaldırmanın onurunu yaşayalım." Let's have the honor of removing the threshing sooner than Jones and his men."

Ama tam o sırada, bir süredir gergin görünen üç inek böğürmeye başladı. But just then, three cows, who had been looking nervous for a while, began to bellow. Sütleri yirmi dört saattir sağılmamış olduğundan memeleri patladı patlayacaktı. كان ثدياها على وشك الانفجار لأنه لم يتم حلبهما لمدة أربع وعشرين ساعة. Her breasts would burst as she had not been milked for twenty-four hours. Domuzlar, biraz düşündükten sonra kovaları getirttiler, ön ayakları bu işe yatkın olduğu için ustalıkla sağdılar inekleri. After thinking for a while, the pigs brought the buckets and milked the cows skillfully, since their forelimbs were prone to this. Çok geçmeden kovalar köpüklü kaymaklı sütle dolmuştu; hayvanların birçoğu sütlere ağızları sulanarak bakıyorlardı. Soon the buckets were filled with frothy cream milk; many of the animals looked at the milk with their mouths watering.

İçlerinden biri, "Bu kadar süt ne olacak?" One of them said, "What about all that milk?" diye soracak oldu. he was going to ask.

"Jones bazen yemimize süt katardı," dedi tavuklardan biri. “Jones would sometimes add milk to our feed,” one of the chickens said.

Bunun üzerine, Napoléon, kovaların önüne geçerek, "Sütü kafanıza takmayın, yoldaşlar!" At this, Napoleon stood in front of the buckets and said, "Don't worry about the milk, comrades!" diye bağırdı. yell. "Gereği yapılır, merak etmeyin. "It will be done, don't worry. Hasat daha önemli. Harvest is more important. Snowball Yoldaş başı çekecek. Comrade Snowball will take the lead. Ben de birazdan geliyorum. I'm coming soon too. İleri, yoldaşlar! Forward, comrades! Hasat bizi bekler." Harvest awaits us."

Hayvanlar sürü halinde tarlaya varıp hasadı kaldırmaya koyuldular. The animals came to the field in flocks and began to harvest the harvest. Akşam geri döndüklerinde, sütlerin ortadan kaybolmuş olduğunu fark edeceklerdi. When they returned in the evening, they would find that the milk had disappeared.