Paylaşmayı Bilmezsen Kazanamazsın | İzzet Pinto | TEDxIstanbul
Transcriber: Gözde Caymazer Gözden geçirme: Erman Turkmen
İzzet Pinto Televizyon Gurusu
Ben yaklaşık 10 yıldır televizyon sektöründeyim.
Fakat 10 yıl önce ben ayakkabıcıydım.
Evet insanlar bayağı bir şaşırıyor.
Hani ayakkabı ne alaka yani?
Diziyle ayakkabı arasında ne alaka olabilir ki?
En çok da buna yabancılar şaşırıyor tabii ki.
Bana genelde "What is your background?" diye soruyorlar.
İşte geçmişin nedir? Ben de "shoe business" diyorum.
"Oo show business mı" diyorlar. "No. Shoe business."
Hatta birisi bir keresinde sarhoş musun demişti.
O kadar şaşırmışlardı.
Fakat bana göre ayakkabı satmakla dizi satmak arasında hiçbir fark yok.
Ne yazık ki yıllarca küçüklüğümden beri herkes bana hayalperest olduğumu söyledi.
Başarılı olacağıma hiç inanmadılar.
Bütün düşüncelerime çok saçma gözüyle bakıyorlardı.
Ve hiçbir zaman başarılı olamazsın diyorlardı.
Ben de buna bir anlam veremiyordum. Çünkü bana göre hayalperest kişi
ayağı yere basmayan saçma fikirleri olan insanlardır.
En önemlisi adım atmayan insanlardır.
Ben ise evet sürekli hayal kuruyordum ama hep adım atıyordum.
Sonunda başarısız olduğum için birçok zaman
herkes benim hayalperest olduğumu düşündü.
17 yaşında ticaret hayatına atıldım. Çok genç bir yaşta.
12 yıl boyunca 20 farklı iş denedim.
Hepsinde de başarısız oldum.
Ama yılmadım. Çünkü yılma lüksüm yoktu. Yılsam ne olacaktı ki?
Hayal ettiğim bir hayat vardı ve ben o hayata ulaşmak istiyordum.
O yüzden yılmadan sürekli bir iş denedim.
Bazen 1 ay, bazen 2 ay, bazen 1 sene.
Olmadığı zaman yeni bir işe geçiyordum.
Ama 20 denemeden sonra benim hayatımı değiştirecek şey oldu.
Derler ya "Bir kitap okudum ve hayatım değişti."
Aynen bana da öyle bir şey oldu.
Bir gün kuzenim kendi hayatı ile ilgili bir kitap yazdı.
Reenkarnasyon ile ilgili. Adı "Ben 44 Yaşındayım, Oğlum 53".
Ben de sırf kuzenime ayıp olmasın diye kitabı gittim aldım, okudum.
Çünkü büyük ihtimalle bana soracaktı "Nasıl buldun kitabımı?" diye.
Ben de o sormadan alayım okuyayım dedim.
Kitabı bitirdiğimde o kadar beğendim ki hemen telefon açtım ona ve dedim ki
"Seni bütün dünyaya açacağım. Seni bir dünya starı yapacağım."
O da "Deli misin, sen ayakkabıcı değil misin?" dedi.
(Gülüşmeler)
Ben de "Merak etme, ben bunu da satarım." dedim.
(Alkış)
Sağ olun.
Dedim ki "Sen bana özetini yaz."
Özete de sinopsis denirmiş. Sinopsis dendiğini bile bilmiyordum.
İlk defa öğrendim böyle bir kelimeyi.
Hatta onu aradığımda dedim ki
"Bak o kadar ünlü olacaksın ki yurtdışında imza günleri düzenleyecekler."
Tam deli olduğumu sandı tabii ki.
Neyse o da beni kırmamak için bir özet yazdı.
Hemen internette araştırdım
acaba bu işin bir fuarı var mı, nasıl bunu satabilirim diye.
Bir baktım, bir ay sonra New York'da kitap fuarı varmış.
Dünya'nın en büyük kitap fuarı.
Benim de biriktirdiğim 1000 dolarım vardı.
Hemen 500 doları ile iki aktarmalı New York bileti aldım. En ucuz biletten.
Bir de tek yıldızlı bir otelde yerimi ayırttım.
Fuara gittim. Bütün yayınevlerini gezdim.
Tayvan'da ki en büyük yayınevini ikna ettim.
Kitabı Çince'ye çevirmeye karar verdiler ve kitap Çince basıldı.
İşin güzeli basıldıktan bir hafta sonra
kitap en çok satanlar listesinde dört numaraya ulaştı.
(Alkış)
Yani düşünün o zaman Orhan Pamuk bile piyasada yok.
Ama kuzenim Tayvan'da bir star olmuş.
Yani çok heyecan vericiydi.
Sonra bu gazla Tayland'daki yayınevlerini ikna etmeye çalıştım.
Onlar kitabı aldılar. Dedim ki "Niye imza günü yapmıyorsunuz?
Bizi getirin." dedim. Ve gerçekten de oldu.
Biz imza gününe gittik. Basından 100 kişi, herkes çığlık atıyor, herkes imza istiyor.
Orada hatırlıyorum, kuzenim neredeyse bayılacaktı.
Fakat ben ilk günden ona söylemiştim. "Baha hatırlıyor musun?" dedim
"İlk gün seni aradığımda imza günün olacağını söylemiştim."
Çünkü şöyle düşünüyorum. Eğer bir şeye yüzde yüz inanırsanız illa ki olur.
İşimi çok sevmiştim. Yazar ajansıydım, çok prestijli bir iş.
Ondan sonra yeni kitaplar aramaya başladım.
Başka acaba hangi yazarlarla çalışırım diye düşünmeye başladım.
Herkes Solmaz Kamuran'ın Kiraze adlı romanından bahsediyordu.
Bende bakayım dedim. Kitapçıya bir gittim kitap 350 sayfa.
Hayatta okumam dedim. Şimdi bana vermez boşu boşuna okumayayım.
Ve randevu aldım görüşmeye gittim. O kadar utandım ki
yani kitap hakkında konuşuyoruz ama ben hiçbir şey bilmiyorum yani
özetini bile bilmiyorum. "Hangi bölümü en çok beğendin?" diyor.
"Hepsi çok güzel." diyorum yani, "Bütün kitabı çok çok beğendim" diyorum
ve çaktırmamaya çalışıyorum.
Yani düşünsenize bir edebiyatçının karşısındasınız ve öğrenirse
kapıya koyar yani, imkânsız. Rahmetli Çetin Altan yanımdaydı,
dedi ki "İzzet bunu kesin satar." dedi.
Sonradan da bana şunu sordu:
"Benim yayınevim beş yıl boyunca satamadı, sen nasıl satacaksın?"
"Merak etmeyin. Çok iyi bir kitabınız var." dedim.
Yani inanıyordum, herkes öyle olduğunu söylüyordu.
Satarım dedim. Ve kitabı aldım ve bir yılda sekiz ülkede yayına girdi.
Gerçekten bayağı bir başarılı oldu.
Yani işin kötüsü bu videoyu izleyince öğrenecek o kitabı okumadığımı.
(Gülüşmeler)
Sonra Ayşe Kulin'le herkes çalışmamı önerdi.
Randevu aldım tabii ki kitabını okumadan gittim ona da.
Ama onu da ikna ettim.
Hemen yarım saatte anlaştık. İmzalar atıldı.
Onun da kitaplarını satmaya başladım.
İşimi gerçekten çok seviyordum.
Fakat şöyle bir sıkıntı vardı. Çeviri masrafları o kadar çoktu ki.
İşte editör, bu kitapların basılıp bütün dünyaya yollanması.
Yani bütün masrafa gidiyordu kârım.
O yüzden ne kadar işimi sevsem bile bırakmak zorundaydım.
Çünkü bir türlü para kazanamıyordum ve işi bıraktım.
Düşündüm acaba başka ne iş yapsam diye.
Tarkan albüm çıkarttı. İngilizce albüm.
Ben müzik işine gireyim dedim.
(Gülüşmeler)
Sonuçta yani yurtdışına bir şeyler satmayı seviyorum.
Hemen menajerinden randevu aldım, gittim.
Daha önce Uzak Doğu'da yaşadığım için oranın tarzına çok uyacağını düşündüm.
Ve bunları açıkladım. Onunla da hemen anlaştık.
Fakat sonrasında yüzdede anlaşamadık.
Ben çok daha fazla bir yüzde istedim.
Onlar da Tarkan diye tabii ki vermek istemedi.
Ben de o zaman çalışmam dedim ve vazgeçtim.
Yani müzik işine de iki günlüğüne girmiş oldum.
Ve ne yazık ki dönüp dolaşıp ayakkabı işine geri döndüm.
Çok çok mutsuzdum.
Sultanahmet'in orada Gedik Paşa'da dükkânımız vardı.
İşte Ruslara İranlılara ayakkabı satıyorduk.
Ondan sonra ben Mecidiyeköy'deki dükkânları geziyordum,
sipariş almaya çalışıyordum.
Çok çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadım.
Çünkü yani 20 tane iş denedim ve hiçbirisi olmadı.
Ama yapacak bir şey yoktu.
Ama müthiş bir şey oldu.
Yazar kuzenimin kızı bir gün beni aradı.
Dedi ki yurtdışına niye format satmıyorsun?
Bende "Format nedir?" diye sordum.
Yarışma programlarına format denirmiş.
Mutlaka satarsın. Annemin kitabını sattıysan kesin format da satarsın dedi.
(Gülüşmeler)
Ve tamam dedim bari hani 21. iş olsun. En kötüsü bu da tutmayacak.
Ve o zamanlar bir gelin kaynana programı vardı, inanılmaz meşhurdu.
Bu Semra kaynana ile ünlenen.
Beni o formatın yazarı ile tanıştırdılar. Murat Üçkardeşler.
Sağ olsun o da hemen güvendi, bana formatını verdi.
Hemen yine interneti araştırdım.
Google'a girdim yani bu iş nasıl olur diye nasıl satılır diye.
Cannes'da bunun fuarı varmış.
Televizyonculuk fuarı varmış.
Hemen aradım fuarı "Stand kiralayabilir miyim?" dedim.
Hiç unutmuyorum en küçük stand 10 metrekare stand 10.500 Euro.
Ama benim sadece 500 Eurom vardı.
10.000 Euro'ya ihtiyacım vardı.
Şimdi kimseden de borç almak istemiyorum, çünkü her işi batırdım yani,
büyük ihtimalle bu iş de batacaktı.
O yüzden farklı işlerden tanıdığım reklam ajansı sahibi arkadaşım vardı
Levent Özdemir. Ona gittim.
Projeyi anlattım, çok saçma buldu.
(Gülüşmeler)
Dedim ki ne olur bana 10.000 Euro ver.
Ama tutarsa 3 ay sonra sana 20.000 vereceğim.
Ama tutmazsa çöp dedim. Yani bu bir kumar.
O da sağ olsun aslında durumu çok iyi değildi.
Sırf destek olmak için bana 10.000 Euro verdi.
Çok heyecanlandım. Beş dakikada 10.000 Euro yaptım,
"Ne kadar kolaymış para kazanmak." dedim.
Yani yıllarca kazanamadım, beş dakikada 10.000 Eurom oldu.
Tam fuara gidecekken babam yanıma geldi dedi ki “Bak oğlum sen çok çalışkansın,
çok yaratıcısın ama inanılmaz şanssız bir çocuksun. Bence en iyisi ablana
%5 ortaklık ver, sana şans getirsin.” dedi.
Ben de tamam bir de bunu deneyeyim, belki de sorun bendedir dedim.
Ve ablamla beraber fuara gittik.
Gittik bir baktık fuarın en küçük en çirkin standı bizim. Tuvaletin yanında.
Ve Lübnanlı bir müşteri geldi, projeyi almak istediğini söyledi.
Fakat adam bana güvenmedi.
Yani ilk defa katılmıştım, söylediği hiçbir şeyi anlamıyordum.
Hiçbir sektörle ilgili terimi bilmiyordum.
Adam dedi ki ben seni Türkiye'de ziyaret edeceğim o zaman imzalarız dedi.
Fakat işin kötüsü Türkiye'de benim ofisim yok, ayakkabı dükkânım var.
Yani düşünsenize adamı ayakkabı dükkânına çağırsam adam kamera şakası zannedecek.
Kesin imzalamayacak. Levent'i aradım.
Dedim ki yardımına ihtiyacım var yine.
Senin ofisini kullanmam lazım dedim.
O da kabul etti. Hemen kendime bir tabela yaptırdım böyle Global Agency diye.
(Gülüşmeler)
Ondan sonra söktüm onun tabelasını, kendi tabelamı taktım.
Ekibine gittim dedim ki çaktırmayın bundan sonra benim için çalışıyorsunuz dedim.
Sakın çaktırmayın müşterim gelecek.
Ve müşteri geldi. Çok güzel geçti.
Ben uzun süre mecburen Levent'in ofisini kullandım.
İşte klasik müşteri gelmeden önce tabelayı çıkartıyordum, kendi tabelamı takıyordum.
Ve artık yapımcılar beni öğrenmeye başlamıştı.
İşte kanallar beni arıyordu.
Bir gün telefonu bir açtım, karşımdaki şunu sordu.
"İzzet beyin sekreteri ile görüşebilir miyim?"
Yani şimdi benim sekreterim yok ki şirketimin sekreteri olsun,
bir de yani imkânsız.
O yüzden dedim ki sen beş dakika sonra ara dedim.
Hemen birisini buldum, dedim ki çaldığı zaman sen aç bana bağlarsın.
Yani madem imaj bu kadar önemli.
(Alkış)
İşte bu şekilde gittik. İşlerim iyi gidiyordu.
Hayalimdeki arabayı aldım. Böyle üstü açık bir araba.
Ağustos'ta bile 40 derece sıcakta hep üstünü açardım.
Bayağı bir terlerdim.
Ama hep yani otobüse binmekten sıkılmıştım yani.
Ve bir gün bir baktım yanımdan eski bir arkadaşım geçiyor,
hep bana hayalperest diyen.
Hemen kornaya bastım, camı indirdim, bir selam verdim.
Tabii ki oradaki mesaj şuydu, bak ben hayalperest değilmişim, sen yanılmışsın.
Bu format işi çok iyi gitmeye başladı.
Lübnanlı müşterim bir gün aradı.
Dedi ki bana "Türkiye'den dizi bulur musun?"
Ben de "Dizi mi? Kim Türk dizisi alır" dedim.
Yani çok saçma geldi, ben bile izlemiyordum.
Kim izleyecek dedim yani. Çok lokal olduğunu düşünüyordum.
Ama sonuçta adam müşterimdi. Mecburen araştırmak zorundaydım.
İşte birkaç haftamı verdim hep küfrederek.
Müşterilere gittim böyle DVD topluyorum.
Adama mesaj attım "DVD'lerin elimde." diye.
Adam cevap vermiyor. Arıyorum telefonlarımı açmıyor.
Ben de masanın üstüne koydum. Üç ay masamın üstünde bu DVD'ler durdu.
Bir gün Bulgar müşterim aradı. Dedi ki "Bana Türkiye'den birkaç
yapımcının telefonunu verir misin?"
Soracağım yani ellerinde bir şey var mı?
Bende var, sana yollayayım dedim.
Masamın üstünde bir sürü DVD vardı. Hepsini yolladım.
İçinde de Binbir Gece'nin DVD'si varmış, haberim bile yok hayatta seyretmemişim.
Ve bunu almaya karar verdiler.
Bir yayınladılar, kanalın reytinglerini dört katına çıkardı.
Ve kanal 4. Kanal dan 1. Kanal oldu.
Vay be dedim elimde elmas varmış haberim yok.
Ve bu başarıyı kullanarak 60 ülkeyi ikna ettim ve 60 ülkeye dizi sattım.
Ve aslında bu Binbir Gece sayesinde bu Türk dizi ihracatı patladı.
Ve gerçekten büyük bir tesadüf yani masamda duruyormuş.
Bulgaristan aldı sonra dünyaya satıldı.
Yani düşünün yani Kolombiya'dan tutun Vietnam'a, Güney Amerika,
herkes bu işe âşık ve büyük piyango oldu bana.
Tam o sıralar Muhteşem Yüzyıl dizisi yayına girdi.
Ben de yapımcısını tanıyorum Timur Savcı.
Daha önce filmlerini temsil etmiştim, arkadaş olmuştuk, düğünüme bile gelmişti.
Kesin bana verir dedim, zaten arkadaşız.
Gittim kesinlikle vermeyi düşünmüyor.
Ama benim de en büyük hayalim Muhteşem Yüzyıl'ı almak,
yani hani takıntı hâline getirdim.
İkinci kere gittim yine vermedi.
Ve en sonunda beşincide verdi.
O kadar mutlu oldum ki heyecandan kendimi kaybettim.
Ve dedim ki bütün standımı üç katına çıkaracağım.
Cannes'daki bütün billboardları senin için alacağım,
her dergiye beş sayfa dergi ilanı vereceğim.
Bütün oyuncuları getirip 1000 kişilik parti yapacağım,
şarkıcı Amerika'dan getirteceğim.
Yani kendimden geçtim gerçekten.
O kadar heyecanlandım ki bir sürü söz verdim.
Ve oradan çıktıktan sonra ne yaptığımın farkına vardım ve yani resmen
milyon dolarlık reklam sözü verdim.
Ama bir kere söz vermiştim.
Sonuçta bu diziyi bana vermişti ve yapmak zorundaydım.
Ve dediklerimin hepsini yaptım.
İlk defa bir Türk dizisi için dünya lansmanı yapıldı.
Bütün oyuncular geldi, Halit Ergenç'ten tutun Meryem Uzerli'ye.
Kırmızı halıda yürüdüler ve aylarca herkes bu partiyi konuştu.
Bu fuar bittikten sonra yurt dışında çalışan bir elemanım vardı
ve bana bir e-mail yolladı.
Dedi ki “Ayın 12'si oldu, galiba maaşımı yollamayı unuttunuz.”
İşin kötüsü unutmamıştım, param bitmişti.
Yani resmen banka hesabım sıfırlanmıştı.
Ama bir kere söz vermiştim ve bunu yapmak zorundaydım.
Ama iyi ki de yapmışım.
Çünkü bu diziyi 75 ülkeye sattık.
Tam 300 milyon kişi izliyor.
(Alkış)
Yani hayatta risk almazsanız kazanamazsınız.
Ben hayatım boyunca risk aldım ve iyi ki de almışım.
Çünkü bu sayede bir yerlere geldim.
Ve bu Türk dizileri sayesinde tabii ki Türkiye'nin ihracatı da çok büyüdü.
Bizim şirketimizin ihracatı çok büyüdü.
Bir tek Muhteşem Yüzyıl değil, bütün Türk dizileri sayesinde.
Ve bu dizilerden çok fazla kişi ekmek yiyor.
Yani hiç aklınıza gelmeyecek kişiler ekmek yiyor.
Mesela Şili'de bir tane striptizci var.
Bu adam haftada bir evlere gidiyormuş.
Ancak iş buluyormuş. 100 dolara çalışıyormuş.