×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.

image

Book - Kızıl Saçlılar Kulübü - Arthur Conan Doyle, KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 04

KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 04

“Yukarıda bir şey yok,” dedi Holmes feneri yukarı kaldırıp çevresine bakarken. “Aşağıda da bir şey yok,” dedi Bay Merryweather, bastonuyla, zemine döşenmiş taşlara vurarak. Birden şaşkın şaşkın yere eğildi, “Vay canına, çıkan sese bakılırsa aşağısı boş gibi!” dedi.

“Lütfen, biraz daha sessiz olun!” dedi Holmes sert bir şekilde. “Şimdiden bu araştırmanın başarısını tehlikeye soktunuz. Şu sandıklardan birinin üstüne oturup işimize burnunuzu sokmamanızı rica ediyorum.”

Bay Merryweather, yüzünde kırgın bir ifadeyle sandıklardan birinin üstüne tünedi. Holmes ise diz çöktü, bir elinde fener, diğerinde büyüteç, taşların arasındaki çatlakları incelemeye başladı. Birkaç saniye sonra ayaklarının üzerinde doğruldu ve büyütecini cebine koydu.

“En azından bir saat vaktimiz var,” diye konuşmaya başladı, “çünkü rehinci, rahat yatağına girmeden harekete geçmezler. Sonra da hiç zaman kaybetmeden işe girişecekler, işlerini ne kadar kısa sürede bitirirlerse, kaçmak için de o kadar çok vakitleri olacak. Şu anda doktor, tahmin edebileceğin gibi, Londra'nın en büyük bankalarından birinin mahzenindeyiz. Bay Merryweather genel müdür ve sana Londra'nın büyük hırsızlarının bu mahzenle neden bu kadar ilgilendiklerini açıklayacaktır.” “Fransız altınımız yüzünden,” diye fısıldadı müdür. “Soygun teşebbüsleri olabileceği konusunda birkaç kez uyarılmıştık zaten.”

“Fransız altını mı?”

“Evet. Birkaç ay önce sermayemizi güçlendirmek için Fransa Bankası'ndan 30.000 Napolyon altını borç almıştık..İnsanlar, henüz paraları çıkarmadığımızı ve hâlâ mahzende sakladığımızı duydular. Şu an üstünde oturduğum sandığın içinde, kurşun bölmeler de 2000 Napolyon altını var. Şu anki altın rezervimiz normalde tek bir şubede saklanamayacak kadar çok. Bu yüzden banka müdürleri bu konuda endişeli.”

“Çok da haklı oldukları ortaya çıkmış durumda,” diye fikrini belirtti Holmes. “Artık küçük planımızı uygulamaya geçirmenin zamanı geldi. Bir saat içinde kesin sonuca ulaşacağımızı umuyorum. Bu arada, Bay Merryweather, feneri söndürüverin.”

“Karanlıkta mı kalacağız yani?”

“Korkarım öyle! Yanımda bir deste oyun kâğıdı getirmiştim. Dört kişi olduğumuza göre kâğıt oynayabiliriz diye düşünmüştüm, ama rakibimiz hazırlıklarını tamamlamış. Onun için ışık yakarak riske giremeyiz. Herşeyden önce pozisyonlarımızı kararlaştırmalıyız. Bunlar gözü pek adamlardır ve biz her ne kadar onlara nazaran avantajlı durumda olsak da dikkat etmezsek bu işten zararlı çıkabiliriz. Ben şu sandığın arkasına saklanayım, siz de şuradakilerin. Ben üstlerine ışık tuttuğum anda hücuma geçeriz. Watson, eğer ateş edecek olurlarsa, hiç düşünmeden vur onları.”

Tabancamı atışa hazır durumda tahta sandığın üzerine koydum, kendim de sandığın arkasına gizlendim. Holmes feneri söndürüp bizi zifiri karanlıkta bıraktı. Daha önce böylesi bir karanlığı hiç görmemiştim. Sadece kızmış metal kokusu her an için yanmaya hazır lambanın varlığını kanıtlıyordu. Sinirlerim beklemekten gerilmişti, mahzenin üzerimize birdenbire çöken karanlık, soğuk ve nemli havasında bunaltıcı ve uğursuz bir şey varmış gibiydi.

“Tek bir kaçış yolları var,” diye fısıldadı Holmes. “O da evin arkasından Saxe-Coburg Meydanı'na çıkmak. Umarım sizden rica ettiğim şeyleri yerine getirmişsindir, Jones?”

“Ön kapıda bir müfettiş ve iki polis memuru nöbette bekliyor.”

“O zaman tüm çıkış yollarını kapattık demektir. Şimdi sessizce bekleyelim.”

Zaman nasıl da geçmek bilmiyordu. Sadece bir saat on beş dakika geçmişti, ama bana, sanki gece bitmiş ve şafak sökmeye başlamış gibi gelmişti. Kıpırdanmaktan korktuğum için bacaklarım yorgunluktan kaskatı kesilmişti. Sinirlerim o kadar gerilmiş ve kulaklarım o kadar keskinleşmişti ki, sadece yanımdakinin hafif nefes alışlarını duymakla kalmıyor, iri cüsseli Jones ‘un hırıltısını, banka müdürünün iniltisinden ayırt bile edebiliyordum. Önümdeki sandığın üzerinden baktığımda döşemeyi görüyordum. Derken odada bir ışık fark ettim.

İlk başta döşemenin taşına yansıyan parlak bir leke şeklindeydi, sonra gittikçe uzayarak sarı bir çizgi haline geldi. O anda döşemenin taşları usulca yarıldı ve aralarından bir el çıkıverdi. Işığın aydınlattığı döşemeye parmaklarıyla dokunan, kadın elini andıran beyazlıkta bir eldi bu. Bir dakika, belki bir dakikadan da fazla bir süre çarpık parmaklarıyla eli dışarı uzanıverdi. Sonra ortaya çıktığı gibi hızla gözden kayboldu. Taşların arasından sızan donuk ışığın dışında yine karanlığa gömülmüştük. Fakat çok geçmeden, beyaz taşlardan biri, gıcırtılı bir sesle yana doğru kaydırıldı; dört köşeli bir delik ortaya çıktı ve bu delikten bir fener ışığı sızmaya başladı. Aradaki boşluktan, küstah bakışlı, genç bir erkek yüzü çıktı ve çevresine dikkatle baktıktan sonra kendini yukarı çekti. Deliğin her iki tarafından önce birer el, sonra omuzlar, kalça ve dizler göründü. Adam hemen deliğin başında durarak bir eliyle aşağıdan yardımcısını çekti çıkardı; o da kendi gibi esnek ve kısa boyluydu, soluk bir yüzü ve kıpkızıl saçları vardı.

“Herşey yolunda,” diye fısıldadı. “Keskiyle torbaları getirdin değil mi? Allah kahretsin! Atla Archie, atla; kaç; ben burada idare ederim.”

Sherlock Holmes daha önce fırlamış ve adamı yakasından tutmuştu. Diğeri delikten kayboldu, Yırtılan kıyafetin sesini duydum; herifin ceketinin ucu yırtılarak Jones'un elinde kalmıştı. Işık adamın tabanca tutan elini aydınlattı ama o anda Holmes'un av kırbacı adamın bileğinde şakladı ve tabanca yere düştü. “Artık çok geç, John Clay,” dedi Holmes cesurca. “Hiç şansın yok.”

“Görüyorum,” diye cevap verdi adam tam bir kayıtsızlık içinde. “Ama anladığım kadarıyla arkadaşım yakayı kurtarmış. Kaçarken ceketini size hatıra bıraktı galiba.”

“Onu kapıda üç kişi bekliyor.” dedi Holmes.

“Vay canına! Herşeyi çok iyi ayarlamış olduğunuz açıkça görülüyor. Sizi tebrik etmeliyim.”

“Ben de sizi,” diye cevap verdi Holmes. “Kızıl saç fikriniz alışılmadık ve etkiliydi.”

“Az sonra suç ortağını görürsün,” dedi Jones. “Kodese girmek için sabırsızlanıyor. Ellerini uzat da bileziklerini takayım.”

“Şu kirli ellerinizi üstüme sürmemenizi rica edeceğim,” dedi adam, kelepçeler bileklerine takılırken. “Siz daha farkında olmayabilirsiniz ama damarlarımda asil bir kan dolaşıyor. Ayrıca, benimle konuşurken ‘beyefendi' ve ‘lütfen' demeyi ihmal etmemenizi rica ediyorum.” “Pekâlâ,” dedi Jones, alaycı bir şekilde bakarak. “Beyefendi benimle yukarı çıkıp dışarıda bekleyen arabaya binerek karakola kadar gelme nezaketini gösterir miydi acaba?”

“Bak böylesi daha iyi,” dedi Clay neşeyle. Önümüzde saygıyla eğilerek bizi selamladı, sonra dedektifin nezaretinde sessizce gitti.

Mahzenden çıkarken Bay Merryweather söze atıldı: “Bay Holmes bankamızın size nasıl teşekkür edeceğini ve bu zahmetinizi nasıl ödeyeceğimizi gerçekten bilmiyorum. Şimdiye kadar gördüğüm en büyük banka soygunu girişimini mükemmel bir şekilde tespit ederek önlediniz.”

“Bay John Clay'le halletmem gereken bir iki hesabım daha var,” dedi Holmes. “Yaptığım bir-iki ufak masraf dışında bankanızın bana para ödemesine gerek yok. Ben zaten Kızıl Saçlılar Kulübü'nün garip hikâyesini çözerek ve böyle benzersiz bir deneyim yaşayarak fazlasıyla ödüllendirilmiş oldum.” Ertesi sabah Baker Sokağı'nda sabahın ilk saatlerinde viski-sodamızı yudumlarken, “Görüyorsun ya Watson,” dedi Holmes, “gerek bu fantastik kulüp ilanının, gerekse ansiklopedi kopyalama meselesinin, bu pek zeki olmayan rehinciyi günde birkaç saat ayak altından çıkarmak için uydurulmuş olduğunu daha başından anlamıştım. Gerçekten garip bir yol ama herhalde daha iyisini bulamazlardı. Hiç şüphesiz bu fikir, dahi Clay'in aklına suç ortağının saç renginden gelmiş olmalı. Rehinci için haftada 4 sterlin, binlerle oynayan bu adamlar için önemsiz bir yemdi. Birlikte ilanı verdikten sonra, biri geçici çıraklık rolünü, diğeri de işveren rolünü oynayarak rehincinin sabahları ortalıkta görünmemesini sağladılar. Çırağın yarım maaşa çalışmayı kabul ettiğini ilk duyduğumda, bu işe girmesini paradan başka bir amaca bağlamak gerektiğini anlamıştım.”

“Peki, amacın ne olduğunu nasıl tahmin ettin?”

“Evde bir kadın olsaydı başka türlü bir entrika olmalı diye düşünebilirdim. Ama böyle şey yoktu. Adamın sadece küçük bir dükkânı vardı ve evinde böyle ince hazırlıklara ve harcamalara değecek cinsten eşya, para falan da yoktu. O halde evin dışında birşeyler olmalıydı. Ama nasıl bir şey? Bir an için çırağın fotoğraf tutkunluğu,bodruma inişi hatırıma geldi. Bodrum katı… İşte bu! Karmaşık meselenin cevabı orada saklıydı. Bu gizemli çırağı sorup soruşturdum ve Londra'nın en soğukkanlı, en cesur suçlularından biriyle karşı karşıya olduğumu öğrendim. Çırak bodrumda, daha doğrusu mahzende birşeyler yapıyordu; hem de aylar boyunca, günde bir iki saatlik bir şey. Düşündüm; bu ne olabilirdi? Olsa olsa o evden diğer bir binaya giden bir tünel kazmak.

“Seninle olay yerine gittiğimizde buraya kadarını biliyordum. Bastonumla kaldırıma vurunca sen şaşırmıştın.. Mahzenin öne mi yoksa arkaya doğru mu genişletildiğini öğrenmek için yaptım bunu. Öne doğru değildi. Sonra zili çaldım ve tam beklediğim gibi, kapıyı çırak açtı. Daha önce de birkaç kez karşıma çıkmıştı ama hiç göz göze gelmemiştik. Yüzüne pek bakmadım bile. Görmek istediğim dizleriydi. Ne kadar yıpranmış, kırışmış ve lekeli olduklarını sen de fark etmişsindir herhalde. Bu hali, saatler süren köstebekliğini gösteriyordu. Geriye tek bir soru kalmıştı, bunu ne için yaptıkları. Köşeyi döndüğümde City and Suburban Bankası'nın dostumuzun eviyle sırt sırta olduğunu gördüm. Artık problemi çözdüğümden emindim. Sen konserden eve dönerken, ben hem Scotland Yard'ı hem de banka müdürünü aradım; sonrasında neler olduğunu biliyorsun.” “Peki, soygunu bu gece yapacaklarını nereden anladın?” diye sordum.

“Kulüp bürosunu kapatmış olmaları, artık Bay Jabez Wilson'in varlığını önemsemediklerini gösteriyordu, senin anlayacağın tünel tamamlanmıştı. Ama bir an önce tüneli kullanmaları gerekiyordu, çünkü altın külçelerinin er ya da geç götürüleceğini biliyorlardı. Cumartesi bunun için en uygun gündü çünkü kaçmaları için onlara iki gün kazandırırdı.İşte bu nedenle onların bu gece geleceklerine emindim.”

“Şahane bir çözüm!” diye atıldım, hayranlık duygumu daha fazla bastıramayarak. “Uzun bir zincir ama her halkası yerine oturuyor.”

“Bu düşünce oyunu beni can sıkıntısından da kurtardı,” diye cevap verdi esneyerek. “Ama ne yazık ki bu sıkıntının yine üstüme çökmeye başladığını hissediyorum. Bütün hayatım, geçim sıkıntısı denen şeyden kaçmakla geçiyor. Böyle ufak tefek problemler bana bu konuda yardımcı oluyor.”

“Öte yandan insanlığın hayrına çalışıyorsun,” dedim.

Omuzlarını silkti. “E, belki de öyle, yaptıklarım pek de değersiz sayılmaz galiba. Ne demiş Gustave Flaubert, George Sand'a yazdığı mektupta: ‘L'homme c'est ııırien - l'oeuvre c'est tout.”

Learn languages from TV shows, movies, news, articles and more! Try LingQ for FREE