KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 03
Metro ile Aldersgate'e kadar gittik; oradan kısa bir yürüyüşle, bu sabah dinlediğimiz garip hikâyenin geçtiği Saxe-Coburg Meydanı'na vardık. Burası pis ve berbat bir meydandı. Dört sıra halinde uzanan iki katlı kiremit evler biraz çimen, biraz da solmuş defne çalılarından oluşan bir alana bakıyordu. Yine de bütün bunlar dumanlı ve kirli atmosferi ortadan kaldırmıyordu. Köşedeki evin üzerinde, kahverengi bir tabela üzerine beyaz harflerle “Jabez Wilson” yazılıydı, böylece evin, kızıl saçlı müşterimizin işlerini yürüttüğü yer olduğunu anladık.
Sherlock Holmes, evin önünde durdu, başını yana eğerek uzun uzun baktı; çatık kaşlarının altındaki gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Sonra yavaşça sokağın yukarısına yürüdü ve gerisin geri köşeye geldi. Evleri dikkatlice süzdü. Sonunda rehinci dükkânının bulunduğu evin önüne geldi, bastonuyla kaldırıma iki-üç kez sertçe vurduktan sonra kapıyı çaldı. Kapı hemen açıldı, sinekkaydı tıraş olmuş, parlak görünüşlü, genç bir adam dostumu içeri buyur etti. “Teşekkür ederim,” dedi Holmes. “Sadece buradan sahile nasıl gidileceğini soracaktım.”
“Sağdan üçüncü sokağa sapın, sonra soldan dördüncü sokaktan girin,” diye cevap veren çırak pat diye kapıyı kapayıverdi.
“Çok uyanık bir oğlan,” dedi Holmes, oradan ayrılırken. “Bana kalırsa, Londra'nın en uyanık dördüncü genciyle karşı karşıyayız; hatta üçüncü bile olabilir. Ama hakkında çok şey öğrendim bile.”
“Anlaşılan,” dedim, “Bay Wilson'in çırağının, bu Kızıl Saçlılar Kulübü meselesinde oynadığı rol yabana atılmayacak cinsten. Kesin onun yüzünü görmek amacıyla kendisine adres sordun.”
“Yüzünü görmek için değil.”
“Neyi o zaman?”
“Pantolonunun dizlerini.”
“Peki ne gördün?”
“Beklediğim şeyi.”
“Bastonla kaldırıma neden vurdun?”
“Bak azizim, şimdi gözlem zamanı, gevezelik zamanı değil. Düşman hatlarında casusluk yapmak gibi bir şey bu. Saxe-Coburg Meydanı hakkında bazı şeyler öğrendik. Şimdi arka sokakları keşfedelim.”
Saxe-Coburg Meydanı'ndan köşeyi döndükten sonra karşılaştığımız görüntü, bir resmin ön yüzüyle arka yüzü arasındaki fark kadar dikkat çekiciydi. Şehir merkezinin trafiğini kuzeye ve batıya bağlayan ana caddelerden birinin üzerindeydik şimdi. Çevredeki ticaret merkezleri, gelip gideniyle sürekli bir hareket halindeydi ve kaldırımlar, koşuşturan yayaların ayak izlerinden kapkara olmuştu. Gösterişli dükkânların oluşturduğu sıraya ve büyük iş hanlarına bakarak bunların arka tarafına düşen sokağın, demin ayrıldığımız solgun ve hareketsiz yer olduğuna inanmak güçtü.
“Dur bakaylım,” dedi Holmes, köşede durup boylu boyunca caddeye bakarak, “buradaki binaların sırasını hafızama yerleştirmek istiyorum. Londra'yı iyi tanımak benim için bir tutku. Şuradaki tütüncü, Mortimer'in yeri, sonra küçük gazeteci, şu da City&Suburban Bankası'nın Coburg şubesi, ardından vejetaryen restoranı geliyor ve şuradaki de McFarlane'in fayton yapım atölyesi. Ondan sonra da öteki blok başlıyor. Şimdi doktor, görevimizi tamamladığımıza göre keyfimize bakalım. Bir sandviç ve bir fincan kahve, sonra da kemanların tatlı, zarif ve uyumlu dünyasına. Orada, bizi bilmeceleriyle rahatsız edecek kızıl saçlı müşteriler olmayacak.”
Dostum müziğe bayılırdı; sadece yetenekli bir çalgıcı değil, aynı zamanda yabana atılmayacak bir bestecidi. Bütün öğleden sonra konser salonunda taburesinde oturup sonsuz bir mutluluğa gömüldü; o sırada zayıf parmaklarını müziğin temposuna göre sallayarak, hafifçe gülümseyen yüzü, rahat, hülyalı bakışlarıyla kendini müziğe verdi. Acımasızca canileri avlayan, keskin zekâlı, iz koklamakta eşi benzeri olmayan Holmes'tan eser yoktu. Benzersiz karakterinin bu ikili tabiatı zaman zaman birbirinin yerini alarak baskın çıkıyordu. Arada sırada ortaya çıkan şiirsel ve düşünceli ruh halini, aşırı zekası ve kurnazlığına bir tepki oluşturduğunu düşünmüşümdür . Tabiatındaki bu değişiklikler, aşırı bezginlikle yitik enerji arasında gidip gelmesine yol açıyordu. Bazen günlerce koltuğunda oturup kitaplarına daldığı anlarda,eline kemanını alıp harikalat yaratırdı. Derken içindeki av tutkusu uyandığında o parlak zekâsı çağrışım yeteneğini doruğa çıkarırdı; yöntemlerini bilmeyen insanlar hayrete düşer, karşılarında yabancı bir dünyadan gelmiş bir insan var sanırlardı. O gün öğleden sonra dostumu St. James Salonu'nda müziğe dalmış halde gördüğümde, izini sürdüğü insanların sonunun hiç de iyi olmayacağını hissettim. “Herhalde artık eve gitmek istersin doktor,” dedi dışarı çıktığımızda.
“Evet, iyi olur.”
“Benim birkaç saatlik bir işim var. Şu Coburg Meydanı'ndaki mesele çok ciddi.” “Neden ki?”
“Büyük bir suçun işlenmesine ramak kaldı. Zamanında engel olabileceğimize inanıyorum. Ama bugünün cumartesi olması işleri biraz karışıyor. Bu gece senin yardımına ihtiyacım olacak.”
“Saat kaçta?”
“Onda gel yeter.”
“Saat onda Baker Sokağı'nda olacağım.” “Çok güzel. Bir şey daha var doktor, bu iş biraz tehlikeli, o yüzden ne olur ne olmaz, sen tabancanı da yanına al.” Eliyle selam verdi ve topukları üzerinde dönerek kalabalığın içinde gözden kayboldu.
Başkalarından daha çok aptal olduğumu sanmıyorum aslında, ama ne zaman Sherlock Holmes'la birlikte bir işe kalkışsam kendimi yeteneksiz hissetmişimdir. Bu davada da aynısı oldu; onun duyduklarını ben de duymuştum, gördüklerini ben de görmüştüm, ama sözlerinden anladığım kadarıyla, o sadece olanları değil, olacakları da görmüştü. Oysa benim gözümde bütün mesele karmaşıklığını ve garipliğini hâlâ koruyordu. Kensington'daki evime giderken, yolda, herşeyi ta en başından bir kez daha aklımdan geçirdim: kızıl saçlı ansiklopedi kopyacısının anlattığı sıradışı hikâyeyi, Saxe-Coburg Meydanı'ndaki ziyaretimizi ve Holmes yanımdan ayrılırken söylediği şüpheli sözleri. Gece buluşmak da neyin nesiydi; neden silahımı yanıma almam gerekiyordu? Nereye gidecektik; ne yapacaktık? Holmes beni uyarmıştı, şu bizim sinekkaydı tıraşlı rehincinin çırağını yabana atmamak gerekiyordu; herifin bu işte bir parmağı olabilirdi. Kendi kendime olayları çözmeye çalıştım ama sonunda umutsuzluk içinde vazgeçip bir kenara bıraktım. Nasılsa gece çok şeye gebeydi.
Evden çıktığımda dokuzu çeyrek geçiyordu. Parkı hızla geçerek Oxford Sokağı üzerinden Baker Sokağı'na geldim. Kapıda iki fayton duruyordu. İçeri girdiğimde, yukarıdan seslerin geldiğini fark ettim. Odaya daldığımda, Holmes'u iki adamla hararetli hararetli konuşurken buldum. Adamlardan birini tanıyordum: polis memuru Peter Jones. Diğer adam ise uzun boylu, zayıf ve üzgün yüzlü biriydi; elinde parlak bir şapka, üstünde de önemli kişilere özgü gösterişli bir redingot vardı.
“İşte! Takım tamamlandı,” dedi Holmes, çift düğmeli kısa gemici ceketini ilikleyip askından ağır av kırbacını çekip aldı. “Sanırım Scotland Yard'dan Bay Jones'u tanıyorsundur Watson. Seni Bay Merryweather'la tanıştırayım. Kendisi bu geceki macerada bizimle birlikte olacak.”
“Gördüğünüz gibi, yine çifter çifter ava çıkıyoruz doktor,” dedi Jones; mantıklı konuşmaya bayılırdı. “Dostumuz avdan çok iyi anlar. Tek ihtiyacı, yaşlı bir köpeğin ona yol göstermesidir.”
“Umarım bir yaban kazıyla yetinmek zorunda kalmayız,” diye araya girdi Bay Merryweather karamsarca.
“Bay Holmes'a güvenebilirsiniz bayım,” dedi polis memuru gururla. “Gerçi, biraz fazla teorik ve fantastik yöntemleri vardır ama aslında kendisi doğuştan dedektiftir. Sholto cinayeti ve Agra Hazineleri macerasında olduğu gibi, resmi kaynaklardan daha doğru tahminlerde bulunduğu olmuştur bir iki kez.”
“Siz böyle diyorsanız Bay Jones, mesele yok,” dedi yabancı saygıyla. “Yine de itiraf etmeliyim ki briçi özledim. Yirmi yedi yıldır ilk kez bir cumartesi gecesini briç oynamadan geçiriyorum.”
“Bana kalırsa,” dedi Sherlock Holmes, “şimdiye kadarki en büyük bahsinizi bu gece oynayacaksınız; hem de en heyecanlı bir partide. Sizin için Bay Merryweather, bahis konusu olan 30.000 sterlin; sizin içinse Jones, istediğiniz adamın elinize düşmesi.”
“John Clay bir katil, hırsız, soyguncu ve sahtekâr. Kendisi henüz genç bir adam, Bay Merryweather, ama mesleğinin zirvesinde. Emin olun, kelepçelerimi Londra'nın bütün suçlularının yerine en çok onun bileklerinde görmek isterdim. Çok ilginç bir adam şu John Clay. Büyük babası bir kraliyet düküymüş ve kendisi de Eton ve Oxford'da okumuş. Zekâsı da parmakları kadar işlek; hangi taşı kaldırsak altından o çıkıyor ama bugüne kadar bir türlü yakalayamadık. Bir bakıyorsunuz, bu hafta İskoçya'da bir soygun düzenliyor, derken ertesi hafta Cornwall'da bir yetimhane açmak için para topluyor. Yıllardır izini sürüyorum ama şimdiye kadar yüzünü bir kez bile göremedim.”
“Bu gece sizi onunla tanıştırmaktan zevk duyacağım,” dedi Holmes. “Ben de birkaç kez John Clay'le karşılaştım ve mesleğinin zirvesinde olduğu konusunda size katılıyorum. Bu arada saat onu geçiyor; yola çıkalım. Siz ikiniz ilk faytonu alın, Watson'la ben ikinci arabayla sizi takip ederiz.” Sherlock Holmes uzun yolculuk boyunca pek konuşmadı. Arabanın koltuğuna yaslanıp o gün öğleden sonra dinlediği bir melodiyi mırıldanmaktaydı. Gazla aydınlatılan parke yollarda sarsılarak, sonu gelmeyen dönemeçli sokaklardan geçtikten sonra, nihayet Farrington Sokağı'na ulaştık. “Bilmecenin çözümüne çok yaklaştık,” diye konuşmaya başladı dostum. “Şu Merryweather, banka müdürüdür ve bu meseleyle bizzat ilgileniyor. Jones'u da yanımıza almanın iyi olacağını düşündüm. İşinde tam bir ahmak olmasına rağmen aslında fena adam değildir. Tek bir iyi tarafı var; o da birine kancayı taktı mı bir aslan kadar cesur ve bir keçi kadar inatçı olması. İşte geldik, bizi bekliyorlar.”
Sabah dolaştığımız kalabalık sokağa gelmiştik. Arabalardan indikten sonra, Bay Merryweather'ın önderliğinde dar bir yoldan geçtik, binanın yan kapısını vardık. Kapıyı açtığında, ucunda büyük demir bir kapının daha bulunduğu, küçük bir koridor çıktı karşımıza. Bu kapıyı da açtık, dolambaçlı ve taştan bir merdivenden indik, karşmıza ikinci bir demir kapı çıktı. Bay Merryweather durdu, bir fener yaktı; sonra da bizi, toprak kokan, karanlık bir geçitten yürüttü; üçüncü kapıyı açtı, her tarafta birbirine sımsıkı bağlanmış kafesli sandıkların bulunduğu koca bir mahzene girdik.