×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - Kızıl Saçlılar Kulübü - Arthur Conan Doyle, KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 02

KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 02

“Böyle bir şeyi dünyada göremezsiniz Bay Holmes. Kuzeyden, güneyden, doğudan ve batıdan, saçında birazcık kızıl ton olan bir sürü erkek şehire gelmiş adresi soruyordu. Fleet Sokağı, kızıl saçlı insanlarla dolup taşıyordu. Pope's Court, bir manavın portakal tezgâhına dönmüştü. Bir tek ilandan sonra tüm ülkede bu kadar kızıl saçlı toplanabileceği hiç aklıma gelmemişti. Kızılın her tonunu görebilirdiniz: saman kırmızısı, limoni, portakal kırmızısı, kiremit rengi, karaciğer rengi, tuğla kırmızısı; fakat Spaulding'in dediği gibi tam, hakiki, alev kırmıısı saç yoktu aralarında. Ben olsam bu kalabalığı görüp vazgeçerdim ama Spaulding'e söz geçiremedim. Nasıl becerdi bilmem, onu itti, bunu çekti, beni sürükleyerek bir şekilde kalabalığın arasından çıkarıp büronun önündeki merdivenlere kadar getirdi. Merdivende iki yönde insan akını vardı, bazıları umutla yukarı çıkıyor, diğerleri işe alınmadıkları için üzgün geri dönüyordu. İtişe kakışa sonunda büronun kapısına geldik.”

Müşterimiz bir an için durakladı. Holmes “Yaşadıklarınız çok ilginç,” diyerek araya girdi ve hafızasını tazelemek için biraz enfiye çekti. “Lütfen ilginç hikâyenize devam edin.”

“Büroda, birkaç sandalye vardı, tahta bir masanın arkasında kızıl saçlı küçük bir adam oturuyordu. Gelen her adaya birşeyler soruyor ve sonra da herbirini sudan bahanelerle eliyordu. İşe kabul edilmek o kadar da kolay görünmüyordu. Fakat sıra bize geldiğinde bu küçük adam bana herkesten daha iyi davrandı, daha rahat konuşabilmek için kapıyı kapattı.

“Çırağım ‘Bay Jabez Wilson;' diye beni takdim etti, ‘Kulüpte işe girmek istiyor.' “ ‘Kendisi bu işe çok uygun,' diye cevap verdi ufak adam. ‘Her tarife tıpatıp uyuyor. Şimdiye kadar bu kadar güzelini gördüğümü hatırlamıyorum.' Bunu söyledikten sonra bir adım geri çekildi, başını yana eğerek gözlerini saçıma dikti; utanır gibi olmuştum. Derken yerinden fırladı, elimi sıktı ve beni başarımdan ötürü candan kutladı.

“ ‘Daha fazla beklemek haksızlık olur, ‘ dedi. ‘Emin olmak için bazı şeyler yapmam gerek, bunun için lütfen kusuruma bakmayın,' diyerek iki eliyle saçıma yapışıp çekti; acıdan bağırdım. ‘Gözleriniz yaşardı,' diyerek saçlarımı bıraktı. ‘Gördüğüm kadarıyla herşey yolunda. Kusura bakmayın bayım; bu konuda dikkatli olmamız gerekiyor, çünkü daha önceden iki kez perukla, bir kez de boyayla kandırıldık. Neyse sizinki hakikiymiş. Başıma gelenlerin hepsini anlatsam aklınız durur.' Pencereye yanaştı, dışarıda bekleyenlere uygun kişinin işe alındığını var gücüyle haykırdı. Aşağıdan bir uğultu koptu, herkes oflayıp poflayarak farklı yönlere doğru gözden kayboldu. Artık ben ve patronum dışında başka kızıl saçlı kalmadı.

“ ‘Benim adım,' dedi, ‘Duncan Ross. Ben de soylu velinimetimizin vakfından yararlanan bir emekliyim. Evli misiniz Bay Wilson? Çocuklarınız var mı?' “Olmadığını söyledim.

“Yüzü aniden asıldı.

“ ‘Eyvaah' dedi ciddiyetle. ‘Bu kötü. Bunu duyduğuma üzüldüm. Çünkü vakıf, özellikle kızıl saçlıları bir araya getirmek ve de onların nesilden nesile çoğalmasını sağlamak amacıyla kuruldu. Bekâr olmanız büyük talihsizlik.' “Bunun üzerine benim de yüzüm asıldı Bay Holmes, çünkü işi alamayacağımı sandım. Fakat adam birkaç dakika düşündükten sonra razı olduğunu söyledi.

“ ‘Bir başkası olsaydı hiç acımazdım, fakat sizin gibi saçları olan biri için kuralları biraz esnetmeliyiz' dedi. ‘Yeni işinize ne zaman başlayabilirsiniz?' “ ‘E, biraz aptalca gelebilir ama zaten bir işim var,' dedim. “ ‘Zararı yok Bay Wilson!' dedi Vincent Spaulding. ‘Zaten bütün gün çalışacak değilsiniz.' “ ‘Hangi saatlerde çalışacağım?' diye sordum.

“ ‘Saat ondan ikiye kadar.' “Bir rehinci en çok akşamlan çalışır Bay Holmes, özellikle de ödeme gününden önceki perşembe ve cuma akşamları. Bu yüzden sabahları birkaç kuruş kazanmanın bana hiçbir zararı olmayacaktı. Hem çırağıma güveniyordum, işleri bensiz de yürütebilirdi.

“ ‘Bu bana çok uygun,' dedim. ‘Peki, ya ücret?' “ ‘Haftada 4 sterlin.' “ ‘Ya yapılacak iş?' “ ‘Tamamen göstermelik.' “ ‘Tamamen göstermelik derken ne demek istiyorsunuz?”

“ ‘Yapacağınız bütün iş, mesai saati boyunca büroda ya da en azından binada olmak. Eğer dışarı çıkarsanız, işi sonsuza kadar kaybedersiniz. Bu konuda vasiyetnamedeki şartlar gayet açık. Tüm zaman zarfında bürodan çıktığınız anda şartlara uymamış olursunuz.' “ ‘Kabul, topu topu günde dört saat nasıl olsa, bu yüzden dışarı çıkmayı hiç düşünmem,' dedim. “ ‘Hiçbir bahane kabul edilmez,' dedi Bay Duncan Ross, ‘ne hastalık, ne iş, ne de başka bir şey. Hep büroda olmanız gerekiyor, yoksa işi unutun.' “ ‘Peki, yapılacak iş nedir?' “Britannica Ansiklopedisi'nin kopyasını çıkarmak. İlk cildinden başlarsınız. Kâğıt, kalem ve mürekkebi kendiniz getireceksiniz, biz sadece bu masayla sandalyeyi veriyoruz. Yarın başlayabilir misiniz?' “ ‘Tabii,' diye cevap verdim. “ ‘O halde görüşmek üzere, Bay Jabez Wilson. Şansınız yaver gidip bu güzel işi aldığınız için sizi tebrik ederim.' Selamlayarak beni kapıya kadar geçirdi, ben de çırağımla eve döndüm. Şans yüzüme güldüğü için o kadar mutluydum ki ne dediğimi, ne yaptığımı bilmiyordum. Bütün gün bu meseleyi düşündüm ve akşam olduğunda yine keyfim kaçmıştı, çünkü bu işin içinde bir bit yeniği olabileceğini düşünmeye başladım. Birinin böyle bir vasiyet bırakması veya Britannica Ansiklopedisi'nin kopyasını çıkarmak gibi basit bir şey için dünyanın parasını vermelerini aklım almıyordu. Vincent Spaulding beni neşelendirmek için elinden geleni yaptı fakat yatma zamanı geldiğinde bu işten çekilmeyi aklıma koymuştum.

Ertesi sabah, farklı bir ruh haliyle uyandım ve işe bir göz atmaya karar verdim. Gidip bir şişe mürekkep, bir dolmakalem ve yedi sayfa kağıt alarak Pope's Court'un yolunu tuttum. “İşyerine varınca doğrusu şaşkınlıkla karışık bir sevinç duydum; her şey hazır ve mükemmeldi. Masa benim için hazırlanmış, Bay Duncan Ross da işe gelip gelmediğimi kontrol etmek için beni bekliyordu. ‘A' harfinden başlamamı söyledi ve beni yalnız bıraktı. Ama ara sıra gelip bir göz atıyor, herşeyin yolunda gidip gitmediğini kontrol ediyordu. Saat tam ikide beni uğurladı, yazdıklarıma iltifat etti ve ben çıktıktan sonra büronun kapısını kilitledi.

“Günler böyle geçti, Bay Holmes. Derken cumartesi günü geldi çattı, müdür haftalık ücretim olan dört sterlinimi verdi. Ertesi hafta da aynı şekilde paramı aldım, ondan sonraki hafta da. Her sabah saat onda işe başlıyor, öğleden sonra ikide ayrılıyordum. Zamanla Bay Duncan Ross sadece sabahları gelmeye başladı, bir süre sonra da hiç gelmez oldu. Buna rağmen, odayı bir an için bile olsa terk etmeye cesaret edemedim, çünkü ne zaman geleceğini bilemezdim, iş çok iyi ve bana da gayet uygun olduğu için kaybetmeyi göze alamazdım.

“Böylece sekiz hafta çalıştım. Çok geçmeden ‘B' harfine başlayacağımı umuyordum. Dünyanın kağıdını harcamış, yazdıklarımla neredeyse bir rafı doldurmuştum. Derken iş birden sona erdi.”

“Sona mı erdi?”

“Evet efendim. Hem de bu sabah. Her zamanki gibi saat onda işe gittim ama kapı kapalıydı; kilitlemişlerdi. Üzerine astıkları bir kartona da bazı şeyler yazmışlardı. İşte burada, kendiniz okuyun.”

Bir dosya kâğıdı büyüklüğünde beyaz bir karton parçası uzattı. Üzerinde şöyle yazıyordu:

KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ KAPANDI

9 EKİM 1890

Sherlock Holmes'le ben bu kısa haberi ve arkasındaki üzgün yüzü inceledik. Fakat meselenin komik tarafı o kadar ağır bastı ki dayanamayıp kahkahalarla gülmeye başladık.

“Bunda hiç de gülünecek bir şey yok,” diye bağırdı müşteri, kızıl saçlarının diplerine kadar kızararak. “Bana gülmekten başka yapabileceğiniz bir şey yoksa gideyim daha iyi.”

“Hayır, hayır,” diye atıldı Holmes, adamı henüz kalktığı sandalyeye tekrar oturtarak. “Bu vakayı hayatta kaçırmam. O kadar ilginç ki. Darılmayın ama hikâyenizin komik bir tarafı da var. Kapıda bu yazıyı görünce ne yaptığınız, söyler misiniz.”

“Çok şaşırdım beyefendi. Ne yapacağımı bilemiyordum. Sonra çevredeki bürolara uğrayarak sordum, ama kimsenin bir şeyden haberi yoktu. Sonunda, giriş katında muhasebecilik yapan bina sahibini buldum ve Kızıl Saçlılar Kulübü'ne ne olduğunu sordum. Böyle bir kulübü hiç duymadığını söyledi. Ardından ona Bay Duncan Ross'un kim olduğunu sordum. Bu ismi ilk defa duyuyormuş.

“ ‘Yani,' dedim, ‘4 numaradaki kiracı.' “ ‘Kim? Kızıl saçlı adam mı?' “ ‘Evet, o.' “ ‘Haa, onun adı William Morris'tir,' dedi. ‘Kendisi avukattır. Burayı kendi yerine geçene kadar geçici bir büro olarak kullanıyordu. Dün taşındı.' “ ‘Onu nerede bulabilirim?' “ ‘Yeni bürosunda. Bana adresi vermişti. Evet, King Edward Sokağı 17 Numara,St. Paul civarı.' “ ‘Hemen yola koyuldum Bay Holmes, fakat adrese gittiğimde suni diz kapağı imal eden bir atölye çıktı karşıma. Kimse de William Morris veya Duncan Ross adında birini tanımıyordu.”

“Peki, ondan sonra ne yaptınız?”

“Saxe-Coburg Meydanı'ndaki evime döndüm ve çırağımın fikrini sordum. O da işin içinden çıkamadı. Sadece beklememi önerdi; postayla haber gelebilirdi. Ama bu benim için yeterli değildi Bay Holmes. Böyle bir işi durup dururken kaybetmek istemiyordum. Zor durumdaki insanlara tavsiyede bulunduğunuzu önceden duymuş olduğumdan doğruca size geldim.”

“Çok da iyi ettiniz,” dedi Holmes. “Başınızdan geçenler son derece ilginç. Bu vakayla seve seve ilgileneceğim. Anlattıklarınızdan çıkarabildiğim kadarıyla, göründüğünden daha ciddi bir durumla karşı karşıya olabiliriz.”

“Hem de çok ciddi!” dedi Bay Jabez Wilson. “Çünkü haftada dört sterlin kaybediyorum.”

“Sizin kişisel olarak,” diye söze girdi Holmes, “bu garip kulüpten zarar gördüğünüzü hiç sanmıyorum. Aksine, bugüne kadar yaklaşık 30 sterlin kazanmışsınız, üstüne üstlük ‘A' harfiyle başlayan konularda bir sürü bilginiz oldu. Aslında hiçbir kaybınız olmamış!”

“Hayır bayım. Öyle değil. Bilmek istediğim, bu heriflerin kim oldukları ve eğer bu bir şakaysa benimle neden böyle oynadıklarıdır. Zira bu şaka onlara şimdiye kadar otuz iki sterline mal oldu.”

“Bazı noktaları açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. İlk olarak size şunu sormak istiyorum Bay Wilson: Şu ilk gazete ilanını size gösteren çırağınız ne zamandır sizinle birlikte çalışıyor?”

“O zamanlar yanıma gireli bir ay olmuştu.”

“Sizi nasıl gelip buldu?”

“İlan vermiştim.”

“Tek başvuran o muydu?”

“Hayır, bir düzine aday vardı.”

“Neden onu seçtiniz?”

“Çünkü becerikliydi ve ucuza çalışmaya razıydı.”

“Tam olarak söylersek, yarım maaşa.”

“Evet.

“Bize Vincent Spaulding'i tarif eder misiniz?” “Kısa boylu, sağlam yapılı, hareketli biri. En az otuz yaşlarında olmasına rağmen yüzünde hiç tüy yok. Alnında ise beyaz bir leke var asit yanığı gibi bir şey.”

Holmes heyecan içinde oturduğu yerden doğruldu. “Tam tahmin ettiğim gibi,” dedi. “Kulaklarında küpe deliği var mıydı?”

“Evet, efendim. Gençken bir çingene kulağına küpe deliği açmış.”

“Hmm,” dedi Holmes düşünceli bir halde sandalyesine tekrar gömülerek. “Hâlâ sizinle mi?”

“Evet, efendim. Hatta onu bıraktım da geldim.”

“Siz yokken işleriniz yürüyor mu?”

“Hiç şikayetim olmadı efendim. Sabahları pek iş olmaz zaten.”

“Bu kadarı yeterli Bay Wilson. Bir-iki güne kalmaz, size haber veririm. Bugün cumartesi, sanırım pazartesiye kadar bu bilmeceyi çözeriz.”

“Ee, Watson,” dedi Holmes, misafirimiz gittikten sonra. “Ne diyorsun sen bu işe?”

“Hiçbir şey,” diye cevap verdim dürüstçe. “Çok esrarlı bir iş.”

“Genelde,” dedi Holmes, “bir şey ne kadar garip görünüyorsa, o denli az gizemlidir. Nasıl ki sıradan bir yüzü tarif etmekle çıkarmak zorsa, hergünkü sıradan meseleleri de kafa yorarak çözmek o kadar zordur. Ama bu meselede daha hızlı davranmalıyım.”

“Peki,ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordum.

“Pipo içmeyi,” diye cevap verdi. “Bu, en az üç pipoluk bir problem. Senden ricam, elli dakika boyunca ağzını açmaman.” Ayaklarını sandalyeden çekti, ince dizlerini şahin gagasını andıran burnuna yaklaştırdı ve gözlerini kapatarak orada öylece oturdu. Ağzındaki siyah piposu garip bir kuşun gagası gibi duruyordu. Bir süre sonra, uyuyakaldığını düşünmeye başlamıştım ki birden sandalyesinden fırladı; kesin bir karara varmış gibiydi. Piposunu şöminenin üstüne koyarak konuşmaya başladı:

“Bugün öğleden sonra St. James Salonu'nda Sarasate'nin konseri var . Ne dersin Watson? Hastaların senin yakanı bir-iki saatliğine bırakır mı dersin?”

“Bugün yapacak bir şeyim yok. İşim hiçbir zaman fazla vaktimi almıyor zaten.”

“O halde şapkanı alıp benimle gel. Önce şehir merkezine gideceğim, yolda öğlen yemeği yiyebiliriz. Bugünkü programda Alman müziği var, bunu İtalyan veya Fransız müziğine tercih ettiğimi bilirsin. O müziği dinlerken, insan içine kapanıveriyor, benim de şu sırada buna ihtiyacım var. Gidelim!”


KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 02 CLUB DER ROTEN HAARE - 02 RED HAIR CLUB - 02 CLUB DE PELIRROJOS - 02 CLUB DES CHEVEUX ROUX - 02 ROODHAARCLUB - 02 CLUBE DO CABELO VERMELHO - 02 КЛУБ РЫЖИХ ВОЛОС - 02 RÖDHÅRIG KLUBB - 02

“Böyle bir şeyi dünyada göremezsiniz Bay Holmes. “You don't see such a thing in the world, Mr. Holmes. "No se ve tal cosa en el mundo, Sr. Holmes. Kuzeyden, güneyden, doğudan ve batıdan, saçında birazcık kızıl ton olan bir sürü erkek şehire gelmiş adresi soruyordu. جاء الكثير من الرجال من الشمال والجنوب والشرق والغرب ، مع القليل من اللون الأحمر في شعرهم ، إلى المدينة وطلبوا العنوان. Aus dem Norden, Süden, Osten und Westen kamen viele Männer mit roten Haaren in die Stadt und fragten nach der Adresse. A bunch of men from the north, the south, the east, and the west, with a bit of red in their hair, had come to the city and asked for the address. Fleet Sokağı, kızıl saçlı insanlarla dolup taşıyordu. In der Fleet Street wimmelte es von rothaarigen Menschen. Fleet Street was swarming with red-haired people. Fleet Street rebosaba de gente pelirroja. Pope's Court, bir manavın portakal tezgâhına dönmüştü. أصبح Pope's Court هو المنضدة البرتقالية لبائع خضار. Der Pope's Court hatte sich in einen Orangenstand eines Gemüsehändlers verwandelt. Pope's Court had become the orange counter of a greengrocer. Pope's Court se había convertido en un puesto de naranjas de verdulería. Bir tek ilandan sonra tüm ülkede bu kadar kızıl saçlı toplanabileceği hiç aklıma gelmemişti. Ich hätte nie gedacht, dass eine einzige Anzeige so viele Rothaarige im ganzen Land versammeln könnte. I never thought that after a single posting, there could be so many redheads all over the country. Nunca imaginé que un solo anuncio pudiera reunir a tantos pelirrojos en todo el país. Kızılın her tonunu görebilirdiniz: saman kırmızısı, limoni, portakal kırmızısı, kiremit rengi, karaciğer rengi, tuğla kırmızısı; fakat Spaulding'in dediği gibi tam, hakiki, alev kırmıısı saç yoktu aralarında. Man konnte alle Schattierungen von Rot sehen: strohrot, zitronenrot, orangerot, ziegelrot, leberrot, ziegelrot; aber es gab kein volles, echtes, flammenrotes Haar, wie Spaulding es nannte. You could see every shade of red: straw red, lemon red, orange red, brick red, liver color, brick red; but, as Spaulding had said, there was no full, genuine, flame-red hair between them. Se veían todos los tonos de rojo: pajizo, limón, anaranjado, rojo ladrillo, rojo hígado, rojo ladrillo; pero no había un cabello completo, verdadero, rojo fuego, como lo llamaba Spaulding. Ben olsam bu kalabalığı görüp vazgeçerdim ama Spaulding'e söz geçiremedim. Ich hätte aufgegeben, nachdem ich diese Menschenmenge gesehen hatte, aber ich konnte es Spaulding nicht ausreden. I would have seen this crowd and given up, but I couldn't get Spaulding to rule. Nasıl becerdi bilmem, onu itti, bunu çekti, beni sürükleyerek bir şekilde kalabalığın arasından çıkarıp büronun önündeki merdivenlere kadar getirdi. Ich weiß nicht, wie er es gemacht hat, er schob diesen, zog jenen, zerrte mich aus der Menge und brachte mich zur Treppe vor dem Büro. I don't know how he managed it, he pushed it, pulled this, dragged me out of the crowd somehow up the stairs in front of the office. No sé cómo lo hizo, empujó a éste, tiró de aquél, me arrastró fuera de la multitud y me llevó a las escaleras frente a la oficina. Merdivende iki yönde insan akını vardı, bazıları umutla yukarı çıkıyor, diğerleri işe alınmadıkları için üzgün geri dönüyordu. Es gab einen Zustrom von Menschen auf der Leiter in beide Richtungen, einige gingen in der Hoffnung nach oben, andere kamen traurig zurück, dass sie nicht eingestellt wurden. There was an influx of people in both directions on the staircase, some going up hopefully, others coming back sad that they weren't hired. İtişe kakışa sonunda büronun kapısına geldik.” In einem Handgemenge kamen wir schließlich zur Tür des Büros". After a scuffle, we finally arrived at the office door.”

Müşterimiz bir an için durakladı. Unser Kunde hielt einen Moment inne. Our customer paused for a moment. Holmes “Yaşadıklarınız çok ilginç,” diyerek araya girdi ve hafızasını tazelemek için biraz enfiye çekti. "Ihre Erfahrungen sind sehr interessant", warf Holmes ein und nahm etwas Schnupftabak, um sein Gedächtnis aufzufrischen. "What you've been through is very interesting," Holmes interjected and took some snuff to refresh his memory. "Sus experiencias son muy interesantes", intervino Holmes y tomó un poco de rapé para refrescar la memoria. “Lütfen ilginç hikâyenize devam edin.” "Bitte fahren Sie mit Ihrer interessanten Geschichte fort." “Please continue your interesting story.”

“Büroda, birkaç sandalye vardı, tahta bir masanın arkasında kızıl saçlı küçük bir adam oturuyordu. "In dem Büro standen ein paar Stühle, hinter einem hölzernen Schreibtisch saß ein kleiner rothaariger Mann. “In the office, there were several chairs, with a little red-haired man sitting behind a wooden table. Gelen her adaya birşeyler soruyor ve sonra da herbirini sudan bahanelerle eliyordu. Er fragte jeden Kandidaten etwas und wies sie dann mit lahmen Ausreden ab. He was asking something to every incoming island and then sifting out each one with lame excuses. İşe kabul edilmek o kadar da kolay görünmüyordu. Es schien nicht so einfach zu sein, die Stelle zu bekommen. Getting the job didn't seem that easy. Fakat sıra bize geldiğinde bu küçük adam bana herkesten daha iyi davrandı, daha rahat konuşabilmek için kapıyı kapattı. Aber als wir an der Reihe waren, behandelte mich dieser kleine Mann besser als alle anderen und schloss die Tür, damit ich freier reden konnte. But when it was our turn, this little man treated me better than anyone else, closing the door so we could talk more freely.

“Çırağım ‘Bay Jabez Wilson;' diye beni takdim etti, ‘Kulüpte işe girmek istiyor.' "Mr. Jabez Wilson", stellte mich mein Lehrling vor, "möchte einen Job im Club. “My apprentice 'Mr. Jabez Wilson;' she introduced me. 'She wants to get a job at the club.' “ ‘Kendisi bu işe çok uygun,' diye cevap verdi ufak adam. Er ist gut geeignet für den Job", antwortete der kleine Mann. “'He's well suited for the job,' replied the little man. ‘Her tarife tıpatıp uyuyor. Die Beschreibung trifft voll und ganz zu. 'Every recipe fits perfectly. Şimdiye kadar bu kadar güzelini gördüğümü hatırlamıyorum.' Ich glaube, ich habe noch nie eine so schöne gesehen. I don't remember ever seeing such a beautiful one.' Creo que nunca he visto uno tan hermoso. Bunu söyledikten sonra bir adım geri çekildi, başını yana eğerek gözlerini saçıma dikti; utanır gibi olmuştum. Nachdem er dies gesagt hatte, trat er einen Schritt zurück, neigte den Kopf zur Seite und betrachtete mein Haar; ich fühlte mich peinlich berührt. Having said this, he took a step back, tilting his head to the side, staring at my hair; I felt ashamed. Derken yerinden fırladı, elimi sıktı ve beni başarımdan ötürü candan kutladı. Dann sprang er auf, schüttelte mir die Hand und gratulierte mir ganz herzlich zu meinem Erfolg. Then he jumped up, shook my hand, and congratulated me cordially on my success.

“ ‘Daha fazla beklemek haksızlık olur, ‘ dedi. Es wäre ungerecht, noch länger zu warten", sagte er. "'It would be unfair to wait any longer,' he said. ‘Emin olmak için bazı şeyler yapmam gerek, bunun için lütfen kusuruma bakmayın,' diyerek iki eliyle saçıma yapışıp çekti; acıdan bağırdım. Ich muss ein paar Dinge tun, um sicher zu sein, bitte entschuldigen Sie mich dafür", sagte er, packte mich mit beiden Händen an den Haaren und zog daran; ich schrie vor Schmerz. 'I need to do some things to make sure, please excuse me for that,' he said, pulling my hair with both hands; I cried out in pain. ‘Gözleriniz yaşardı,' diyerek saçlarımı bıraktı. Du hast Tränen in den Augen", sagte er und ließ mein Haar los. "You'd have tears in your eyes," she said, letting go of my hair. ‘Gördüğüm kadarıyla herşey yolunda. Soweit ich das beurteilen kann, ist alles in Ordnung. 'As far as I can see, everything is fine. Kusura bakmayın bayım; bu konuda dikkatli olmamız gerekiyor, çünkü daha önceden iki kez perukla, bir kez de boyayla kandırıldık. Es tut mir leid, Sir, wir müssen vorsichtig sein, denn wir wurden schon zweimal mit Perücken und einmal mit Farbe getäuscht. Excuse me, sir; We have to be careful about this, because we've been tricked twice by wigs and once by dye. Neyse sizinki hakikiymiş. Wie auch immer, Ihre ist die echte. Anyway, yours is genuine. Başıma gelenlerin hepsini anlatsam aklınız durur.' Wenn ich dir alles erzählen würde, was mir passiert ist, wärst du erstaunt'. If I tell you everything that happened to me, your mind will stop.' Pencereye yanaştı, dışarıda bekleyenlere uygun kişinin işe alındığını var gücüyle haykırdı. Er näherte sich dem Fenster und rief den draußen Wartenden mit aller Kraft zu, dass die richtige Person eingestellt worden sei. He approached the window and shouted with all his might that the right person had been hired for those waiting outside. Aşağıdan bir uğultu koptu, herkes oflayıp poflayarak farklı yönlere doğru gözden kayboldu. Von unten ertönte ein Heulen, und alle verschwanden in verschiedene Richtungen, schnaufend und keuchend. There was a roar from below, everyone sighing and puffing and disappearing in different directions. Artık ben ve patronum dışında başka kızıl saçlı kalmadı. Jetzt gibt es außer mir und meinem Chef keine Rothaarigen mehr. No more redheads except me and my boss.

“ ‘Benim adım,' dedi, ‘Duncan Ross. "Mein Name", sagte er, "ist Duncan Ross. “'My name is,' he said, 'Duncan Ross. Ben de soylu velinimetimizin vakfından yararlanan bir emekliyim. Auch ich bin ein Rentner, der von der Stiftung unseres edlen Stifters profitiert. I am also a retiree who benefits from the foundation of our noble benefactor. Evli misiniz Bay Wilson? Sind Sie verheiratet, Herr Wilson? Are you married, Mr Wilson? Çocuklarınız var mı?' Habt ihr Kinder? Do you have children?' “Olmadığını söyledim. "Ich habe gesagt, dass es nicht so ist. “I said it wasn't.

“Yüzü aniden asıldı. "Plötzlich wurde sein Gesicht grimmig. “His face suddenly fell.

“ ‘Eyvaah' dedi ciddiyetle. "Owwah", sagte er feierlich. “ 'Oh,' he said solemnly. ‘Bu kötü. Das ist schlecht. 'This is bad. Bunu duyduğuma üzüldüm. Es tut mir leid, das zu hören. Sorry to hear that. Çünkü vakıf, özellikle kızıl saçlıları bir araya getirmek ve de onların nesilden nesile çoğalmasını sağlamak amacıyla kuruldu. Denn die Stiftung wurde mit dem Ziel gegründet, vor allem Rothaarige zusammenzubringen und ihre Fortpflanzung von Generation zu Generation zu sichern. Because the foundation was established with the aim of bringing together red-haired people and ensuring their reproduction from generation to generation. Bekâr olmanız büyük talihsizlik.' Es ist schade, dass du alleinstehend bist.' It's unfortunate that you're single.' “Bunun üzerine benim de yüzüm asıldı Bay Holmes, çünkü işi alamayacağımı sandım. "Darüber habe ich die Stirn gerunzelt, Mr. Holmes, weil ich dachte, dass ich die Stelle nicht bekommen würde. “At that, I frowned, too, Mr. Holmes, because I thought I wouldn't get the job. Fakat adam birkaç dakika düşündükten sonra razı olduğunu söyledi. Aber nach einigen Minuten des Überlegens erklärte sich der Mann bereit. But the man thought for a few minutes and said he agreed.

“ ‘Bir başkası olsaydı hiç acımazdım, fakat sizin gibi saçları olan biri için kuralları biraz esnetmeliyiz' dedi. Wenn es irgendjemand anderes wäre, würde es mir nicht leid tun, aber für jemanden mit Haaren wie Sie müssen wir die Regeln ein wenig biegen", sagte er. “I wouldn't mind if it was anyone else, but for someone with hair like you, we have to bend the rules a little bit,” he said. ‘Yeni işinize ne zaman başlayabilirsiniz?' Wann können Sie Ihre neue Stelle antreten? 'When can you start your new job?' “ ‘E, biraz aptalca gelebilir ama zaten bir işim var,' dedim. "Ich sagte: 'Nun, das klingt vielleicht etwas albern, aber ich habe bereits einen Job. “ 'Well, it might sound a little silly, but I already have a job,' I said. “ ‘Zararı yok Bay Wilson!' "Es ist nichts passiert, Herr Wilson! “ 'It's okay, Mr. Wilson!' dedi Vincent Spaulding. said Vincent Spaulding. ‘Zaten bütün gün çalışacak değilsiniz.' Du wirst sowieso nicht den ganzen Tag arbeiten. 'You won't be working all day anyway.' “ ‘Hangi saatlerde çalışacağım?' "Wie lange werde ich arbeiten? “ 'What hours will I work?' diye sordum. fragte ich. I asked.

“ ‘Saat ondan ikiye kadar.' "Von zehn bis zwei Uhr. “ 'Ten to two o'clock.' “Bir rehinci en çok akşamlan çalışır Bay Holmes, özellikle de ödeme gününden önceki perşembe ve cuma akşamları. "Ein Pfandleiher arbeitet am besten abends, Herr Holmes, vor allem am Donnerstag- und Freitagabend vor dem Zahltag. “A pawnshop works best in the evening, Mr. Holmes, especially on the Thursday and Friday evenings before payday. Bu yüzden sabahları birkaç kuruş kazanmanın bana hiçbir zararı olmayacaktı. Es würde mir also nicht schaden, morgens ein paar Groschen zu verdienen. So it wouldn't hurt me to earn a few bucks in the morning. Hem çırağıma güveniyordum, işleri bensiz de yürütebilirdi. Außerdem vertraute ich meinem Lehrling, er konnte das Geschäft auch ohne mich führen. Besides, I trusted my apprentice, he could run the business without me.

“ ‘Bu bana çok uygun,' dedim. "Ich sagte: 'Das passt perfekt zu mir. “I said, 'This suits me very well.' ‘Peki, ya ücret?' Und was ist mit dem Honorar? 'Well, what about the fee?' “ ‘Haftada 4 sterlin.' "4 Pfund pro Woche". “ '£4 a week.' “ ‘Ya yapılacak iş?' "Was ist mit der zu erledigenden Arbeit? “ 'What about work?' “ ‘Tamamen göstermelik.' "Das ist alles nur Show. “ 'It's purely for show.' “ ‘Tamamen göstermelik derken ne demek istiyorsunuz?” "Was meinen Sie mit 'nur zur Show'?" "What do you mean by 'totally for show'?"

“ ‘Yapacağınız bütün iş, mesai saati boyunca büroda ya da en azından binada olmak. "Alles, was Sie tun müssen, ist, während der Arbeitszeiten im Büro oder zumindest im Gebäude zu sein. “ 'All you have to do is be in the office or at least in the building during office hours. Eğer dışarı çıkarsanız, işi sonsuza kadar kaybedersiniz. Wenn du rausgehst, verlierst du den Job für immer. If you go out, you will lose the job forever. Bu konuda vasiyetnamedeki şartlar gayet açık. Die Bestimmungen des Testaments sind in dieser Hinsicht sehr eindeutig. The terms in the will are very clear in this regard. Tüm zaman zarfında bürodan çıktığınız anda şartlara uymamış olursunuz.' Sobald Sie das Büro während der gesamten Zeit verlassen, haben Sie die Bedingungen nicht erfüllt". During the entire time, the moment you leave the office, you have not complied with the terms.' “ ‘Kabul, topu topu günde dört saat nasıl olsa, bu yüzden dışarı çıkmayı hiç düşünmem,' dedim. "Ich sagte: 'Na ja, es sind ja nur vier Stunden am Tag, da würde ich schon gerne mal rausgehen. “I said, 'Well, it's just four hours a day anyway, so I never think of going out.' “ ‘Hiçbir bahane kabul edilmez,' dedi Bay Duncan Ross, ‘ne hastalık, ne iş, ne de başka bir şey. "Keine Ausrede ist akzeptabel", sagte Herr Duncan Ross, "nicht Krankheit, nicht Arbeit, nicht irgendetwas. “'No excuses are accepted,' said Mr. Duncan Ross, 'not sickness, not work, or anything else. Hep büroda olmanız gerekiyor, yoksa işi unutun.' Man muss ständig im Büro sein, sonst kann man den Job vergessen.' You have to be at the office all the time, or forget about the job.' “ ‘Peki, yapılacak iş nedir?' "Also, was ist zu tun? “ 'Well, what's the work to be done?' “Britannica Ansiklopedisi'nin kopyasını çıkarmak. "Anfertigung einer Kopie der Encyclopaedia Britannica. “Making a copy of the Encyclopædia Britannica. İlk cildinden başlarsınız. Sie beginnen mit dem ersten Band. You start from the first volume. Kâğıt, kalem ve mürekkebi kendiniz getireceksiniz, biz sadece bu masayla sandalyeyi veriyoruz. Sie bringen Ihr eigenes Papier, Stifte und Tinte mit, wir stellen nur den Tisch und den Stuhl zur Verfügung. You will bring your own paper, pen and ink, we only provide this table and chair. Yarın başlayabilir misiniz?' Können Sie morgen anfangen? Can you start tomorrow?' “ ‘Tabii,' diye cevap verdim. "Sicher", antwortete ich. “ 'Sure,' I replied. “ ‘O halde görüşmek üzere, Bay Jabez Wilson. "Bis dann, Mr. Jabez Wilson. “'See you then, Mr. Jabez Wilson. Şansınız yaver gidip bu güzel işi aldığınız için sizi tebrik ederim.' Ich beglückwünsche Sie zu Ihrem Glück, diesen guten Job zu bekommen". Good luck and congratulations on getting this beautiful job.' Selamlayarak beni kapıya kadar geçirdi, ben de çırağımla eve döndüm. Er begrüßte mich und begleitete mich zur Tür, und ich ging mit meinem Lehrling nach Hause. He walked me to the door, greeting me, and I returned home with my apprentice. Şans yüzüme güldüğü için o kadar mutluydum ki ne dediğimi, ne yaptığımı bilmiyordum. Ich war so glücklich, dass mir das Glück hold war, dass ich nicht wusste, was ich sagen oder tun sollte. I was so happy that luck smiled on me that I didn't know what I was saying or what I was doing. Bütün gün bu meseleyi düşündüm ve akşam olduğunda yine keyfim kaçmıştı, çünkü bu işin içinde bir bit yeniği olabileceğini düşünmeye başladım. Ich habe den ganzen Tag darüber nachgedacht, und am Abend war ich wieder schlecht gelaunt, weil ich anfing zu glauben, dass etwas faul sein könnte. I've been thinking about this all day, and by evening I'm out of my mind again, because I'm starting to think there might be something wrong with this. Birinin böyle bir vasiyet bırakması veya Britannica Ansiklopedisi'nin kopyasını çıkarmak gibi basit bir şey için dünyanın parasını vermelerini aklım almıyordu. Ich konnte nicht glauben, dass jemand ein solches Testament hinterlässt oder dass er viel Geld für etwas so Einfaches wie eine Kopie der Encyclopaedia Britannica bezahlen würde. I couldn't believe they would pay the world for something as simple as someone leaving a will or making a copy of the Encyclopædia Britannica. Vincent Spaulding beni neşelendirmek için elinden geleni yaptı fakat yatma zamanı geldiğinde bu işten çekilmeyi aklıma koymuştum. Vincent Spaulding tat sein Bestes, um mich aufzumuntern, aber als ich ins Bett ging, hatte ich mich entschlossen, es aufzugeben. Vincent Spaulding did his best to cheer me up, but when it was time for bed, I made up my mind to quit.

Ertesi sabah, farklı bir ruh haliyle uyandım ve işe bir göz atmaya karar verdim. Am nächsten Morgen wachte ich in einer anderen Stimmung auf und beschloss, einen Blick auf die Arbeit zu werfen. The next morning, I woke up in a different mood and decided to take a look at work. Gidip bir şişe mürekkep, bir dolmakalem ve yedi sayfa kağıt alarak Pope's Court'un yolunu tuttum. Ich besorgte mir ein Tintenfass, einen Füllfederhalter und sieben Blatt Papier und ging zum Pope's Court. I went to Pope's Court, taking a bottle of ink, a fountain pen, and seven sheets of paper. “İşyerine varınca doğrusu şaşkınlıkla karışık bir sevinç duydum; her şey hazır ve mükemmeldi. "Als ich am Arbeitsplatz ankam, war ich überrascht und erfreut; alles war bereit und perfekt. “When I arrived at the workplace, I actually felt a mixture of astonishment; everything was ready and perfect. Masa benim için hazırlanmış, Bay Duncan Ross da işe gelip gelmediğimi kontrol etmek için beni bekliyordu. Der Tisch war für mich gedeckt, und Herr Duncan Ross wartete, um zu überprüfen, ob ich zur Arbeit gekommen war. The table was set for me, and Mr. Duncan Ross was waiting for me to check if I was at work. ‘A' harfinden başlamamı söyledi ve beni yalnız bıraktı. Er sagte mir, ich solle mit dem Buchstaben 'A' anfangen und ließ mich in Ruhe. He told me to start with the letter 'A' and left me alone. Ama ara sıra gelip bir göz atıyor, herşeyin yolunda gidip gitmediğini kontrol ediyordu. Aber ab und zu kam er vorbei und schaute nach, ob alles in Ordnung war. But he would come and take a look from time to time, to see if everything was alright. Saat tam ikide beni uğurladı, yazdıklarıma iltifat etti ve ben çıktıktan sonra büronun kapısını kilitledi. Er verabschiedete mich um Punkt zwei Uhr, lobte mich für meine Arbeit und schloss die Bürotür ab, nachdem ich gegangen war. He said goodbye to me at exactly two o'clock, complimented my writing, and locked the office door after I had left.

“Günler böyle geçti, Bay Holmes. "Und so vergingen die Tage, Mr. Holmes. “The days passed like this, Mr. Holmes. Derken cumartesi günü geldi çattı, müdür haftalık ücretim olan dört sterlinimi verdi. Dann kam der Samstag, und der Manager gab mir meinen Wochenlohn von vier Pfund. Then came Saturday, when the manager gave me my weekly wage of four pounds. Ertesi hafta da aynı şekilde paramı aldım, ondan sonraki hafta da. Ich habe mein Geld in der folgenden Woche und in der Woche danach erhalten. I got my money the same way the next week, and the week after that. Her sabah saat onda işe başlıyor, öğleden sonra ikide ayrılıyordum. Ich begann jeden Morgen um zehn Uhr mit der Arbeit und verließ sie um zwei Uhr nachmittags. I started work at ten in the morning and left at two in the afternoon. Zamanla Bay Duncan Ross sadece sabahları gelmeye başladı, bir süre sonra da hiç gelmez oldu. Mit der Zeit begann Herr Duncan Ross, nur noch morgens zu kommen, und nach einer Weile kam er gar nicht mehr. Over time, Mr. Duncan Ross started coming only in the mornings, and after a while he didn't show up at all. Buna rağmen, odayı bir an için bile olsa terk etmeye cesaret edemedim, çünkü ne zaman geleceğini bilemezdim, iş çok iyi ve bana da gayet uygun olduğu için kaybetmeyi göze alamazdım. Dennoch wagte ich es nicht, das Zimmer zu verlassen, nicht einmal für einen Moment, denn ich wusste nicht, wann er kommen würde, und da die Arbeit so gut war und mir so gut gefiel, konnte ich es mir nicht leisten, sie zu verlieren. However, I did not dare to leave the room even for a moment, because I did not know when he would come, because the business was so good and I could not afford to lose it.

“Böylece sekiz hafta çalıştım. "Ich habe also acht Wochen lang gearbeitet. “So I studied for eight weeks. Çok geçmeden ‘B' harfine başlayacağımı umuyordum. Ich hatte gehofft, dass ich bald mit dem Buchstaben 'B' anfangen würde. I was hoping that before long I would start the letter 'B'. Dünyanın kağıdını harcamış, yazdıklarımla neredeyse bir rafı doldurmuştum. Ich hatte das Papier der Welt ausgegeben und fast ein ganzes Regal mit dem gefüllt, was ich geschrieben hatte. I had spent the world's paper and almost filled a shelf with my writings. Derken iş birden sona erdi.” Und dann war es plötzlich vorbei." Then the job suddenly ended.”

“Sona mı erdi?” "Ist es vorbei?" “Is it over?”

“Evet efendim. "Yes sir. Hem de bu sabah. Also this morning. Her zamanki gibi saat onda işe gittim ama kapı kapalıydı; kilitlemişlerdi. Ich ging wie immer um zehn Uhr zur Arbeit, aber die Tür war verschlossen, sie hatten sie abgeschlossen. I went to work at ten o'clock as usual, but the door was closed; they were locked. Üzerine astıkları bir kartona da bazı şeyler yazmışlardı. Sie hatten einige Dinge auf eine Pappe geschrieben, die sie darauf gelegt hatten. They also wrote some things on a cardboard they hung on it. İşte burada, kendiniz okuyun.” Hier ist es, lesen Sie es selbst." Here it is, read for yourself.”

Bir dosya kâğıdı büyüklüğünde beyaz bir karton parçası uzattı. Er reichte mir ein Stück weißen Karton in der Größe eines Aktenordners. He held out a piece of white cardboard the size of a file. Üzerinde şöyle yazıyordu: On it was written:

KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ KAPANDI RED HAIR CLUB CLOSED

9 EKİM 1890 OCTOBER 9, 1890

Sherlock Holmes'le ben bu kısa haberi ve arkasındaki üzgün yüzü inceledik. Sherlock Holmes und ich haben diese Kurzgeschichte und das traurige Gesicht dahinter analysiert. Sherlock Holmes and I have studied this short story and the sad face behind it. Fakat meselenin komik tarafı o kadar ağır bastı ki dayanamayıp kahkahalarla gülmeye başladık. Aber die lustige Seite der Sache war so überwältigend, dass wir es nicht aushielten und anfingen zu lachen. But the funny side of the issue was so heavy that we couldn't stand it and started to laugh with laughter.

“Bunda hiç de gülünecek bir şey yok,” diye bağırdı müşteri, kızıl saçlarının diplerine kadar kızararak. "Das ist nicht zum Lachen", rief der Kunde, der bis zu den Wurzeln seiner roten Haare errötete. “There's no laughing matter in that,” the customer shouted, blushing to the roots of his red hair. “Bana gülmekten başka yapabileceğiniz bir şey yoksa gideyim daha iyi.” "Wenn ihr nichts anderes tun könnt, als mich auszulachen, dann gehe ich lieber." "I'd better go if you have nothing else to do but laugh at me."

“Hayır, hayır,” diye atıldı Holmes, adamı henüz kalktığı sandalyeye tekrar oturtarak. "Nein, nein, nein", sagte Holmes und setzte den Mann auf den Stuhl zurück, von dem er gerade aufgestanden war. “No, no,” Holmes snapped, putting the man back in the chair from which he had just risen. “Bu vakayı hayatta kaçırmam. “I will not miss this case in my life. O kadar ilginç ki. It's so interesting. Darılmayın ama hikâyenizin komik bir tarafı da var. Nichts für ungut, aber Ihre Geschichte hat auch eine komische Seite. Don't be offended, but there's a funny side to your story, too. Kapıda bu yazıyı görünce ne yaptığınız, söyler misiniz.” Können Sie mir sagen, was Sie getan haben, als Sie dieses Schild an der Tür sahen?" Can you tell me what you did when you saw this inscription on the door?

“Çok şaşırdım beyefendi. "Ich bin sehr überrascht, Sir. “I am very surprised, sir. Ne yapacağımı bilemiyordum. Ich wusste nicht, was ich tun sollte. I didn't know what to do. Sonra çevredeki bürolara uğrayarak sordum, ama kimsenin bir şeyden haberi yoktu. Dann bin ich zu den Büros in der Nachbarschaft gegangen und habe mich umgehört, aber niemand wusste etwas. Then I stopped by the surrounding offices and asked, but no one knew anything. Sonunda, giriş katında muhasebecilik yapan bina sahibini buldum ve Kızıl Saçlılar Kulübü'ne ne olduğunu sordum. Schließlich fand ich den Eigentümer des Gebäudes, einen Buchhalter im Erdgeschoss, und fragte ihn, was mit dem Red Hair Club geschehen war. Finally, I found the owner of the building, who was the accountant on the ground floor, and asked the Redhead Club what had happened. Böyle bir kulübü hiç duymadığını söyledi. Er sagte, er habe noch nie von einem solchen Club gehört. He said he had never heard of such a club. Ardından ona Bay Duncan Ross'un kim olduğunu sordum. Dann fragte ich ihn, wer Herr Duncan Ross sei. Then I asked him who Mr. Duncan Ross was. Bu ismi ilk defa duyuyormuş. Es war das erste Mal, dass er diesen Namen hörte. It was the first time he heard this name.

“ ‘Yani,' dedim, ‘4 numaradaki kiracı.' "Also", sagte ich, "der Mieter in Nummer vier. “'So,' I said, 'tenant number 4.' “ ‘Kim? " 'Who? Kızıl saçlı adam mı?' Der rothaarige Mann? The red-haired man?' “ ‘Evet, o.' "Ja, das ist es. “ 'Yes, he is.' “ ‘Haa, onun adı William Morris'tir,' dedi. "Oh, sein Name ist William Morris", sagte er. "'Oh, his name is William Morris,' he said. ‘Kendisi avukattır. Er ist ein Anwalt. 'He is a lawyer. Burayı kendi yerine geçene kadar geçici bir büro olarak kullanıyordu. Er nutzte es als vorübergehendes Büro, bis er in eine eigene Wohnung zog. He used it as a temporary office until he took his place. Dün taşındı.' It was moved yesterday.' “ ‘Onu nerede bulabilirim?' "Wo kann ich ihn finden? “ 'Where can I find him?' “ ‘Yeni bürosunda. "In seinem neuen Büro. “'In his new office. Bana adresi vermişti. Er gab mir die Adresse. He gave me the address. Evet, King Edward Sokağı 17 Numara,St. Ja, 17 King Edward Street, St. Edward's. Yes, 17 King Edward Street, St. Paul civarı.' Um Paul herum.' Paul's vicinity.' “ ‘Hemen yola koyuldum Bay Holmes, fakat adrese gittiğimde suni diz kapağı imal eden bir atölye çıktı karşıma. "Ich machte mich sofort auf den Weg, Mr. Holmes, aber als ich die Adresse erreichte, fand ich eine Werkstatt für die Herstellung künstlicher Kniescheiben vor. “I set out at once, Mr. Holmes, but when I got to the address, I came across a workshop that manufactures artificial kneecaps. Kimse de William Morris veya Duncan Ross adında birini tanımıyordu.” Und niemand kannte jemanden namens William Morris oder Duncan Ross". And nobody knew anyone named William Morris or Duncan Ross.”

“Peki, ondan sonra ne yaptınız?” "Well, what did you do after that?"

“Saxe-Coburg Meydanı'ndaki evime döndüm ve çırağımın fikrini sordum. "Ich kehrte in mein Haus am Sächsischen Platz zurück und fragte meinen Lehrling nach seiner Meinung. “I returned to my home in Saxe-Coburg Square and asked my apprentice's opinion. O da işin içinden çıkamadı. Er konnte es auch nicht herausfinden. He couldn't get out of the business either. Sadece beklememi önerdi; postayla haber gelebilirdi. He suggested that I just wait; could come by mail. Ama bu benim için yeterli değildi Bay Holmes. But that wasn't enough for me, Mr. Holmes. Böyle bir işi durup dururken kaybetmek istemiyordum. Ich wollte meinen Job nicht ohne Grund verlieren. I didn't want to lose a job like this out of the blue. Zor durumdaki insanlara tavsiyede bulunduğunuzu önceden duymuş olduğumdan doğruca size geldim.” I have come straight to you because I have heard before that you advise people in distress.”

“Çok da iyi ettiniz,” dedi Holmes. "Das hast du sehr gut gemacht", sagte Holmes. “Very well done,” said Holmes. “Başınızdan geçenler son derece ilginç. "Was Sie durchgemacht haben, ist äußerst interessant. “What you've been through is extremely interesting. Bu vakayla seve seve ilgileneceğim. Ich übernehme diesen Fall gerne. I will gladly deal with this case. Anlattıklarınızdan çıkarabildiğim kadarıyla, göründüğünden daha ciddi bir durumla karşı karşıya olabiliriz.” Nach dem, was ich aus Ihren Ausführungen entnehme, haben wir es möglicherweise mit einer ernsteren Situation zu tun, als es den Anschein hat." As far as I can tell from your description, we may be dealing with a more serious situation than it seems.”

“Hem de çok ciddi!” dedi Bay Jabez Wilson. "Sehr ernst!", sagte Herr Jabez Wilson. “Very serious!” said Mr Jabez Wilson. “Çünkü haftada dört sterlin kaybediyorum.” "Weil ich vier Pfund pro Woche verliere." "Because I'm losing four pounds a week."

“Sizin kişisel olarak,” diye söze girdi Holmes, “bu garip kulüpten zarar gördüğünüzü hiç sanmıyorum. "Ich persönlich", unterbrach Holmes, "glaube nicht, dass dieser seltsame Club Ihnen geschadet hat. "I don't think you, personally," said Holmes, "have been harmed by this strange club. Aksine, bugüne kadar yaklaşık 30 sterlin kazanmışsınız, üstüne üstlük ‘A' harfiyle başlayan konularda bir sürü bilginiz oldu. Im Gegenteil, Sie haben bis jetzt etwa 30 Pfund verdient und viel über Themen gelernt, die mit dem Buchstaben "A" beginnen. On the contrary, you've earned around £30 so far, plus you've learned a lot about subjects starting with the letter 'A'. Aslında hiçbir kaybınız olmamış!” Du hast doch gar nichts verloren!" In fact, you didn't have any losses!”

“Hayır bayım. "Nein, Sir. “No, sir. Öyle değil. Das ist nicht der Fall. Not like that. Bilmek istediğim, bu heriflerin kim oldukları ve eğer bu bir şakaysa benimle neden böyle oynadıklarıdır. Ich möchte wissen, wer diese Leute sind, und wenn das ein Scherz ist, warum spielen sie so mit mir? What I want to know is who these guys are and if this is a joke why are they playing me like that. Zira bu şaka onlara şimdiye kadar otuz iki sterline mal oldu.” Denn dieser Scherz hat sie bis jetzt zweiunddreißig Pfund gekostet." For this joke has cost them thirty-two pounds so far.”

“Bazı noktaları açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. "Wir müssen einige Punkte klären. “We need to clarify some points. İlk olarak size şunu sormak istiyorum Bay Wilson: Şu ilk gazete ilanını size gösteren çırağınız ne zamandır sizinle birlikte çalışıyor?” Die erste Frage, die ich Ihnen stellen möchte, Herr Wilson: Wie lange ist der Lehrling, der Ihnen die erste Zeitungsanzeige gezeigt hat, schon bei Ihnen?" First I want to ask you, Mr. Wilson: How long has your apprentice been working with you, who showed you that first newspaper ad?"

“O zamanlar yanıma gireli bir ay olmuştu.” "Zu diesem Zeitpunkt warst du schon einen Monat mit mir zusammen." “It had been a month since he had joined me back then.”

“Sizi nasıl gelip buldu?” "Wie hat er dich gefunden?" “How did he find you?”

“İlan vermiştim.” "Ich habe es beworben." “I posted an ad.”

“Tek başvuran o muydu?” "War er der einzige Bewerber?" “Was he the only applicant?”

“Hayır, bir düzine aday vardı.” "Nein, es gab ein Dutzend Kandidaten". “No, there were a dozen candidates.”

“Neden onu seçtiniz?” "Warum haben Sie ihn ausgewählt?" “Why did you choose him?”

“Çünkü becerikliydi ve ucuza çalışmaya razıydı.” "Weil er geschickt war und bereit war, billig zu arbeiten." “Because he was resourceful and willing to work cheap.”

“Tam olarak söylersek, yarım maaşa.” "Ein halbes Gehalt, um genau zu sein." “For half a salary, to be exact.”

“Evet. "Yes.

“Bize Vincent Spaulding'i tarif eder misiniz?” "Können Sie uns Vincent Spaulding beschreiben?" “Can you describe Vincent Spaulding to us?” “Kısa boylu, sağlam yapılı, hareketli biri. "Er ist klein, kräftig gebaut, beweglich. “He's short, well-built, and active. En az otuz yaşlarında olmasına rağmen yüzünde hiç tüy yok. Er ist mindestens dreißig Jahre alt, aber er hat kein einziges Haar im Gesicht. Although he is at least thirty years old, he has no hair on his face. Alnında ise beyaz bir leke var asit yanığı gibi bir şey.” Da ist ein weißer Fleck auf seiner Stirn, wie eine Verätzung." He has a white spot on his forehead, something like an acid burn.”

Holmes heyecan içinde oturduğu yerden doğruldu. Holmes sat up excitedly. “Tam tahmin ettiğim gibi,” dedi. “Just as I expected,” he said. “Kulaklarında küpe deliği var mıydı?” “Did he have earring holes in his ears?”

“Evet, efendim. "Yes sir. Gençken bir çingene kulağına küpe deliği açmış.” When he was young, a gypsy made an earring hole in his ear.”

“Hmm,” dedi Holmes düşünceli bir halde sandalyesine tekrar gömülerek. “Hmm,” said Holmes thoughtfully, sinking back into his chair. “Hâlâ sizinle mi?” "Ist er noch bei Ihnen?" "Still with you?"

“Evet, efendim. "Yes sir. Hatta onu bıraktım da geldim.” I even left him and came.”

“Siz yokken işleriniz yürüyor mu?” "Läuft Ihr Geschäft auch, wenn Sie weg sind?" "Is your business running while you're gone?"

“Hiç şikayetim olmadı efendim. “I have no complaints, sir. Sabahları pek iş olmaz zaten.” Not much work in the morning anyway.”

“Bu kadarı yeterli Bay Wilson. “That's enough, Mr. Wilson. Bir-iki güne kalmaz, size haber veririm. In a day or two, I'll let you know. Bugün cumartesi, sanırım pazartesiye kadar bu bilmeceyi çözeriz.” It's Saturday, and I think we'll solve this riddle by Monday."

“Ee, Watson,” dedi Holmes, misafirimiz gittikten sonra. “Well, Watson,” said Holmes, after our visitor had left. “Ne diyorsun sen bu işe?” “What do you say to this job?”

“Hiçbir şey,” diye cevap verdim dürüstçe. “Nothing,” I answered honestly. “Çok esrarlı bir iş.” “A very mysterious business.”

“Genelde,” dedi Holmes, “bir şey ne kadar garip görünüyorsa, o denli az gizemlidir. "Usually," said Holmes, "the more strange something looks, the less mysterious it is. Nasıl ki sıradan bir yüzü tarif etmekle çıkarmak zorsa, hergünkü sıradan meseleleri de kafa yorarak çözmek o kadar zordur. Just as it is difficult to describe an ordinary face by describing it, it is so difficult to solve ordinary everyday issues by thinking about it. Ama bu meselede daha hızlı davranmalıyım.” But I must act quicker on this matter.”

“Peki,ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordum. "So what are you gonna do?" I asked.

“Pipo içmeyi,” diye cevap verdi. “To smoke a pipe,” he replied. “Bu, en az üç pipoluk bir problem. “This is a problem of at least three pipes. Senden ricam, elli dakika boyunca ağzını açmaman.” Ayaklarını sandalyeden çekti, ince dizlerini şahin gagasını andıran burnuna yaklaştırdı ve gözlerini kapatarak orada öylece oturdu. I'm asking you not to open your mouth for fifty minutes." He took his feet off the chair, brought his thin knees close to his hawksbill nose, and sat there with his eyes closed. Ağzındaki siyah piposu garip bir kuşun gagası gibi duruyordu. His black pipe in his mouth looked like the beak of a strange bird. Bir süre sonra, uyuyakaldığını düşünmeye başlamıştım ki birden sandalyesinden fırladı; kesin bir karara varmış gibiydi. After a while, I was beginning to think that he had fallen asleep when he suddenly jumped out of his chair; He seemed to have come to a firm decision. Piposunu şöminenin üstüne koyarak konuşmaya başladı: Putting his pipe on the fireplace, he began to speak:

“Bugün öğleden sonra St. “This afternoon at St. James Salonu'nda Sarasate'nin konseri var . There's Sarasate's concert at James Hall. Ne dersin Watson? What do you think, Watson? Hastaların senin yakanı bir-iki saatliğine bırakır mı dersin?” Do you think your patients will take care of you for an hour or two?”

“Bugün yapacak bir şeyim yok. “I have nothing to do today. İşim hiçbir zaman fazla vaktimi almıyor zaten.” My job never takes much of my time anyway.”

“O halde şapkanı alıp benimle gel. “Then take your hat and come with me. Önce şehir merkezine gideceğim, yolda öğlen yemeği yiyebiliriz. I'm going to the city center first, we can have lunch on the way. Bugünkü programda Alman müziği var, bunu İtalyan veya Fransız müziğine tercih ettiğimi bilirsin. Today's program includes German music, you know I prefer it to Italian or French music. O müziği dinlerken, insan içine kapanıveriyor, benim de şu sırada buna ihtiyacım var. While listening to that music, one becomes withdrawn, which is what I need right now. Gidelim!” Lets go!"