×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 3. Bölüm - V

3. Bölüm - V

V

Tutuklandığından beri gönderildiği her odada, penceresiz binanın neresinde olduğunu anlamış ya da az çok kestirmişti. Odaların hava basıncında küçük farklılıklar olsa gerekti. Muhafızların onu dövdükleri hücreler yer yüzeyinin altındaydı. O'Brien tarafından sorguya çekildiği oda yukarılarda, çatıya yakın bir yerdeydi. Burası ise yerin metrelerce altındaydı, olabildiğince aşağılardaydı.

Daha önceki hücrelerin çoğundan büyüktü. Ama Winston çevresini pek göremiyordu. Tek görebildiği, tam karşısında duran, yeşil çuha kaplı iki küçük masaydı. Biri yalnızca bir iki metre ötede; öbürü ise daha uzakta, kapının yanındaydı. Kayışlarla bir iskemleye o kadar sıkı bağlanmıştı ki, hiçbir yerini kımıldatamıyor, başını bile oynatamıyordu. Yastıklı bir düzenek başını arkadan sımsıkı kavradığı için, dosdoğru karşıya bakmak zorundaydı.

Çok kısa bir süre yalnız kaldı, sonra kapı açıldı ve içeriye O'Brien girdi.

"Bir seferinde bana, 101 Numaralı Oda'da ne olduğunu sormuştun," dedi. "Ben de sana bu sorunun yanıtını bildiğini söylemiştim. Herkes bilir. 101 Numaralı Oda'daki şey dünyanın en kötü şeyidir."

Kapı yeniden açıldı. İçeriye, elinde telden yapılmış, kutu ya da sepete benzer bir şeyle bir muhafız girdi. Elindekini uzaktaki masanın üstüne bıraktı. O'Brien öyle bir yerde duruyordu ki, Winston o şeyin ne olduğunu göremiyordu.

"Dünyanın en kötü şeyinin ne olduğu kişiden kişiye değişir," dedi O'Brien. "Kimine göre diri diri gömülmek olabilir, kimine göre yakılarak, kimine göre boğularak, kimine göre de kazığa oturtularak öldürülmek; bin türlü ölüm sayabilirim. Ölümün çok sıradan biçimleri de vardır, hatta hiç ölümcül olmayan biçimleri bile."

Winston'ın masanın üstündeki şeyi daha iyi görebilmesi için biraz kenara çekilmişti. Üstünde bir tutamağı olan, uzunca bir tel kafesti masada duran. Tel kafesin ön tarafına, içbükey yanı dışa bakan, eskrim maskesine benzer bir şey takılmıştı. Winston, üç dört metre uzağında olmasına karşın, kafesin uzunlamasına iki bölüme ayrılmış olduğunu ve her bölümde birer yaratık bulunduğunu görebiliyordu. Sıçanlar.

"Senin durumunda," dedi O'Brien, "dünyanın en kötü şeyinin sıçanlar olduğu anlaşılıyor."

Kafesi daha ilk gördüğünde, Winston bir şeyler sezerek ürpermiş, nedenini kestiremediği bir korkuya kapılmıştı. Oysa şimdi kafesin önündeki, maskeye benzeyen eklentinin neye yaradığını birden kavramıştı. Aklı başından gitti, dizlerinin bağı çözüldü.

"Bunu yapamazsınız!" diye çığlığı bastı. "Yapmamalısınız, yapmamalısınız! Olamaz!"

"Rüyalarında kapıldığın paniği anımsıyor musun?" dedi O'Brien. "Karşına karanlıktan bir duvar dikiliyor, kulağına birtakım hırıltılar geliyordu. Duvarın öbür tarafında korkunç bir şey vardı. Onun ne olduğunu bildiğinin farkındaydın, ama dile getirmeye cesaret edemiyordun. Duvarın öbür tarafında sıçanlar vardı."

Winston, "O'Brien," dedi, sesini yükseltmemeye çalışarak. "Buna hiç gerek olmadığını biliyorsunuz. Söyleyin, ne yapmamı istiyorsunuz?"

O'Brien bu soruyu doğrudan yanıtlamadı. Bu kez sesi yeniden o öğretmen edasına büründü. Winston'ın arkasında bir yerdeki dinleyicilere seslenecekmiş gibi dalgın dalgın karşıya baktı.

"Tek başına acı her zaman yetmeyebilir," dedi. "İnsanoğlu, kimi zaman, acıya dayanabilir, en ölümcül acıya bile. Ama herkesin asla dayanamayacağı, aklından geçirmek bile istemeyeceği bir şey mutlaka vardır. Burada cesaret ya da korkaklık söz konusu edilemez. Yüksek bir yerden düşerken bir ipe tutunmak korkaklık sayılmaz. Suyun dibinden yukarı çıktığında ciğerlerini havayla doldurmak da korkaklık sayılmaz. Karşı konulamayacak bir içgüdüdür bu. Aynı şey sıçanlar için de geçerli. Onlar senin için dayanılmaz. Senin için, istesen de karşı koyamayacağın bir baskı onlar. O yüzden, senden isteneni önünde sonunda yapacaksın.''

"Ama benden istenen nedir, bir bilsem! Ne istendiğini bilmiyorsam nasıl yapabilirim ki?"

O'Brien kafesi alıp Winston'ın yakınındaki masanın başına geldi. Yeşil çuhanın üstüne özenle bıraktı. Winston'ın kulakları uğulduyordu. Kendini yapayalnız hissetti. Tüm seslerin çok uzaklardan geldiği, uçsuz bucaksız, bomboş bir ovanın, güneşin yakıp kavurduğu ıssız bir çölün ortasındaydı sanki. Oysa sıçanların bulunduğu kafesle arasında iki metre bile yoktu. Sıçanlar kocamandı. Dişlerinin körelip korkunçlaştığı, tüylerinin bozdan kahverengiye döndüğü bir yaştaydılar.

O'Brien, hâlâ görünmez dinleyicilere seslenircesine, "Sıçan bir kemirgen olmasına karşın etoburdur," dedi. "Bunu bilirsin. Bu kentin yoksul mahallelerinde yaşananları duymuşsundur. Öyle sokaklar var ki, kadınlar küçük çocuklarını evde beş dakika bile yalnız bırakamıyorlar. Bıraksalar, sıçanlar o saat saldırır. Göz açıp kapayıncaya kadar çocukları yalayıp yutarlar, geriye yalnızca kemikleri kalır. Hastalara ve ölümün eşiğindeki insanlara da saldırırlar. İnsanların ne zaman çaresiz olduklarını sezmekte üstlerine yoktur."

Kafesten sıçanların ciyaklamaları duyuluyordu. Ciyaklamalar Winston'a çok uzaklardan ulaşıyormuş gibiydi. Sıçanlar dövüşüyorlar, aradaki bölmeyi aşarak birbirlerini yakalamaya çalışıyorlardı. Bu arada, Winston'ın kulağına umarsız bir iç çekiş çalındı. Sanki kendinden değil de dışarıdan bir yerden gelmişti.

O'Brien kafesi kaldırdı ve parmağıyla içinde bir yere bastı. Çıt diye bir ses duyuldu. Winston iskemleden kurtulmak için çırpınıp debelendiyse de bir işe yaramadı, kımıldayamadığı gibi başını bile oynatamıyordu. O'Brien kafesi yaklaştırdı. Kafesle Winston'ın yüzü arasında bir metreden az bir mesafe kalmıştı.

"İlk mandala bastım," dedi O'Brien. "Bu kafesin nasıl çalıştığını anlamışsındır. Maske hiçbir çıkış yeri bırakmadan yüzüne oturacak. Şu öteki mandala bastığımda kafesin kapısı kalkacak. Bu açlıktan kudurmuş hayvanlar ok gibi dışarı fırlayacaklar. Bir sıçanın havada uçtuğunu gördün mü hiç? Saldırıp yüzüne dalacaklar. Bazen önce gözlere saldırırlar. Bazen de yanaklarından girip dilini yerler."

Kafes daha da yakına gelmişti; gittikçe yaklaşıyordu. Sıçanların ürkünç ciyaklamaları Winston'a başının üzerindeymiş gibi geliyordu. Yine de, müthiş bir çabayla paniğe kapılmamaya çalışıyordu. Düşünmek, düşünmek, bir saniyecik bile kalmış olsa düşünmek tek umuduydu. Birden hayvanların ağır, iğrenç kokusu geldi burnuna. Ansızın midesi bulandı, bir öğürtü geldi, kendinden geçecek gibi oldu. Ortalık karardı. Bir an deliye döndü, bir hayvan gibi çığlık kopardı. Ama birden aklına gelen bir düşünceye tutunarak karanlıktan çıktı. Kendini kurtarmanın tek bir yolu vardı. Kendisiyle sıçanların arasına başka bir insanı, başka bir insanın bedenini koymalıydı.

Winston koca maskeden başka bir şey göremiyordu. Tel kapı ile yüzü arasında iki üç karış kalmıştı. Sıçanlar neyin gelmekte olduğunu fark etmişlerdi. Biri sıçrayıp duruyor; öbürü, lağımların koca ihtiyarı, pembe pençelerini kafesin tellerine geçirmiş, vahşice havayı kokluyordu. Winston, bıyıkları ve sarı dişleri görebiliyordu. Bir kez daha o kapkara ürküye kapıldı. Hiçbir şey göremiyor, hiçbir şey düşünemiyordu, çaresizdi.

O'Brien, her zamanki öğretmen tavrıyla, "Eski Çin'de yaygın cezalandırma yöntemlerinden biriydi bu," dedi.

Maske Winston'ın yüzüne yaklaştıkça yaklaşıyordu. Kafesin teli yanağına değiyordu. İşte o anda... Yok, hayır, fazla iyimserliğe kapılmamalıydı, yalnızca bir umut, ufacık bir umuttu bu. Belki de artık çok geçti. Ama birden, dünyada cezasını aktarabileceği tek bir kişi, kendisi ile sıçanların arasına atabileceği tek bir beden olduğunu anladı. Ve o anda, deliler gibi, avaz çıktığı kadar bağırmaya başladı:

"Julia'ya yapın! Julia'ya yapın! Beni bırakın! Julia'ya yapın! İstediğinizi yapın ona, umurumda değil. Yüzünü paralasınlar, her yerini yalayıp yutsunlar. Beni bırakın! Julia'ya yapın! Beni bırakın!"

Geri geri gidiyor, sıçanlardan uzaklaşıyor, dipsiz bir kuyuya düşüyordu. Hâlâ iskemleye bağlıydı, ama yeri, binanın duvarlarını delip geçiyor, dünyadan, okyanuslardan, atmosferden, uzaydan, yıldızlar arasındaki boşluklardan geçerek düşüyor, durmadan uzaklaşıyordu sıçanlardan. Binlerce ışık yılı uzaklaşmış olmasına karşın, O'Brien hâlâ yanı başında duruyordu. Tel kafesin soğukluğunu hâlâ yanaklarında hissediyordu. Ama çevresini kuşatan karanlığın içinde madeni bir çıt sesi daha duydu ve kafesin kapısının açılmadığını, kapandığını anladı.


3. Bölüm - V Chapter 3 - V

V

Tutuklandığından beri gönderildiği her odada, penceresiz binanın neresinde olduğunu anlamış ya da az çok kestirmişti. In every room he's been sent to since his arrest, he'd figured out or more or less guessed where he was in the windowless building. Odaların hava basıncında küçük farklılıklar olsa gerekti. There must have been slight differences in the air pressure of the rooms. Muhafızların onu dövdükleri hücreler yer yüzeyinin altındaydı. The cells where the guards beat him were below the surface of the ground. O'Brien tarafından sorguya çekildiği oda yukarılarda, çatıya yakın bir yerdeydi. The room where he was interrogated by O'Brien was upstairs, near the roof. Burası ise yerin metrelerce altındaydı, olabildiğince aşağılardaydı. This place was meters below the ground, as low as possible.

Daha önceki hücrelerin çoğundan büyüktü. It was larger than most previous cells. Ama Winston çevresini pek göremiyordu. But Winston could hardly see his surroundings. Tek görebildiği, tam karşısında duran, yeşil çuha kaplı iki küçük masaydı. All he could see were two small tables covered in green broadcloth, standing directly in front of him. Biri yalnızca bir iki metre ötede; öbürü ise daha uzakta, kapının yanındaydı. One is only a few meters away; the other was further away, near the door. Kayışlarla bir iskemleye o kadar sıkı bağlanmıştı ki, hiçbir yerini kımıldatamıyor, başını bile oynatamıyordu. He was strapped so tightly to a chair that he couldn't move anything, not even his head. Yastıklı bir düzenek başını arkadan sımsıkı kavradığı için, dosdoğru karşıya bakmak zorundaydı. He had to look straight ahead, as a padded assembly gripped his head from behind.

Çok kısa bir süre yalnız kaldı, sonra kapı açıldı ve içeriye O'Brien girdi. He was alone for a very short time, then the door opened and O'Brien entered.

"Bir seferinde bana, 101 Numaralı Oda'da ne olduğunu sormuştun," dedi. "You asked me once what happened in Room 101," he said. "Ben de sana bu sorunun yanıtını bildiğini söylemiştim. "And I told you that you know the answer to that question. Herkes bilir. Everyone knows. 101 Numaralı Oda'daki şey dünyanın en kötü şeyidir." The thing in Room 101 is the worst thing in the world."

Kapı yeniden açıldı. İçeriye, elinde telden yapılmış, kutu ya da sepete benzer bir şeyle bir muhafız girdi. A guard came in, holding something like a box or basket made of wire. Elindekini uzaktaki masanın üstüne bıraktı. He placed his hand on the far table. O'Brien öyle bir yerde duruyordu ki, Winston o şeyin ne olduğunu göremiyordu. O'Brien was standing in such a place that Winston could not see what it was.

"Dünyanın en kötü şeyinin ne olduğu kişiden kişiye değişir," dedi O'Brien. “What the worst thing in the world is varies from person to person,” O'Brien said. "Kimine göre diri diri gömülmek olabilir, kimine göre yakılarak, kimine göre boğularak, kimine göre de kazığa oturtularak öldürülmek; bin türlü ölüm sayabilirim. "To some it may be to be buried alive, to some it may be to be burned, to some by drowning, to others to be killed by being impaled; I can count a thousand deaths. Ölümün çok sıradan biçimleri de vardır, hatta hiç ölümcül olmayan biçimleri bile." There are very ordinary forms of death, even non-lethal forms."

Winston'ın masanın üstündeki şeyi daha iyi görebilmesi için biraz kenara çekilmişti. It was moved a little aside so that Winston could better see the thing on the table. Üstünde bir tutamağı olan, uzunca bir tel kafesti masada duran. It's a long wireframe table with a handle on it. Tel kafesin ön tarafına, içbükey yanı dışa bakan, eskrim maskesine benzer bir şey takılmıştı. A fencing mask-like thing was attached to the front of the wireframe, with the concave side facing out. Winston, üç dört metre uzağında olmasına karşın, kafesin uzunlamasına iki bölüme ayrılmış olduğunu ve her bölümde birer yaratık bulunduğunu görebiliyordu. Although Winston was three or four feet away, he could see that the cage was divided lengthwise into two sections, with one creature in each section. Sıçanlar. Rats.

"Senin durumunda," dedi O'Brien, "dünyanın en kötü şeyinin sıçanlar olduğu anlaşılıyor." "In your case," said O'Brien, "it turns out that the worst thing in the world is rats."

Kafesi daha ilk gördüğünde, Winston bir şeyler sezerek ürpermiş, nedenini kestiremediği bir korkuya kapılmıştı. When he saw the cage for the first time, Winston had shuddered at the sense of something, and a fear he could not fathom. Oysa şimdi kafesin önündeki, maskeye benzeyen eklentinin neye yaradığını birden kavramıştı. Now, however, he suddenly realized what the mask-like attachment in front of the cage was for. Aklı başından gitti, dizlerinin bağı çözüldü. He lost his mind, his knees buckled.

"Bunu yapamazsınız!" "You can't do this!" diye çığlığı bastı. she cried out. "Yapmamalısınız, yapmamalısınız! "You shouldn't, you shouldn't! Olamaz!" I can't be!"

"Rüyalarında kapıldığın paniği anımsıyor musun?" "Do you remember the panic you got in your dreams?" dedi O'Brien. "Karşına karanlıktan bir duvar dikiliyor, kulağına birtakım hırıltılar geliyordu. "A wall of darkness stood before him, and some wheezing sounded in his ear. Duvarın öbür tarafında korkunç bir şey vardı. Something terrible was on the other side of the wall. Onun ne olduğunu bildiğinin farkındaydın, ama dile getirmeye cesaret edemiyordun. You knew you knew what it was, but you didn't dare to articulate it. Duvarın öbür tarafında sıçanlar vardı." There were rats on the other side of the wall."

Winston, "O'Brien," dedi, sesini yükseltmemeye çalışarak. “O'Brien,” Winston said, trying not to raise his voice. "Buna hiç gerek olmadığını biliyorsunuz. "You know it's not necessary at all. Söyleyin, ne yapmamı istiyorsunuz?" Tell me, what do you want me to do?"

O'Brien bu soruyu doğrudan yanıtlamadı. O'Brien did not directly answer this question. Bu kez sesi yeniden o öğretmen edasına büründü. This time, his voice took on that teacher's voice again. Winston'ın arkasında bir yerdeki dinleyicilere seslenecekmiş gibi dalgın dalgın karşıya baktı. He stared absently, as if he were going to address the audience somewhere behind Winston.

"Tek başına acı her zaman yetmeyebilir," dedi. “Pain alone may not always be enough,” he said. "İnsanoğlu, kimi zaman, acıya dayanabilir, en ölümcül acıya bile. “Mankind can sometimes endure pain, even the deadliest pain. Ama herkesin asla dayanamayacağı, aklından geçirmek bile istemeyeceği bir şey mutlaka vardır. But there is definitely something that everyone can never stand, that they don't even want to think about. Burada cesaret ya da korkaklık söz konusu edilemez. There is no question of courage or cowardice here. Yüksek bir yerden düşerken bir ipe tutunmak korkaklık sayılmaz. Holding onto a rope while falling from a high place is not cowardice. Suyun dibinden yukarı çıktığında ciğerlerini havayla doldurmak da korkaklık sayılmaz. Filling your lungs with air when you come up from the bottom of the water is also not cowardice. Karşı konulamayacak bir içgüdüdür bu. It is an irresistible instinct. Aynı şey sıçanlar için de geçerli. The same goes for rats. Onlar senin için dayanılmaz. They are irresistible to you. Senin için, istesen de karşı koyamayacağın bir baskı onlar. For you, they're a pressure you can't resist, even if you wanted to. O yüzden, senden isteneni önünde sonunda yapacaksın.'' Therefore, you will eventually do what is asked of you.”

"Ama benden istenen nedir, bir bilsem! "But if I only knew what is required of me! Ne istendiğini bilmiyorsam nasıl yapabilirim ki?" How can I do it if I don't know what is being asked for?"

O'Brien kafesi alıp Winston'ın yakınındaki masanın başına geldi. O'Brien took the cage and stood at the table near Winston. Yeşil çuhanın üstüne özenle bıraktı. He placed it carefully on the green cloth. Winston'ın kulakları uğulduyordu. Winston's ears were ringing. Kendini yapayalnız hissetti. She felt alone. Tüm seslerin çok uzaklardan geldiği, uçsuz bucaksız, bomboş bir ovanın, güneşin yakıp kavurduğu ıssız bir çölün ortasındaydı sanki. It was as if he was in the middle of a vast, empty plain, where all the sounds came from far away, and a desolate desert scorched by the sun. Oysa sıçanların bulunduğu kafesle arasında iki metre bile yoktu. However, there was not even two meters between him and the cage where the rats were. Sıçanlar kocamandı. The rats were huge. Dişlerinin körelip korkunçlaştığı, tüylerinin bozdan kahverengiye döndüğü bir yaştaydılar. They were at an age when their teeth were becoming dull and terrifying, and their fur had turned from tawny to brown.

O'Brien, hâlâ görünmez dinleyicilere seslenircesine, "Sıçan bir kemirgen olmasına karşın etoburdur," dedi. "The rat, although a rodent, is carnivorous," said O'Brien, still addressing the invisible audience. "Bunu bilirsin. "You know that. Bu kentin yoksul mahallelerinde yaşananları duymuşsundur. You may have heard of what happened in the poor neighborhoods of this city. Öyle sokaklar var ki, kadınlar küçük çocuklarını evde beş dakika bile yalnız bırakamıyorlar. There are such streets that women cannot leave their young children alone at home even for five minutes. Bıraksalar, sıçanlar o saat saldırır. If they let go, the rats will attack that hour. Göz açıp kapayıncaya kadar çocukları yalayıp yutarlar, geriye yalnızca kemikleri kalır. They devour children in the blink of an eye, leaving only their bones. Hastalara ve ölümün eşiğindeki insanlara da saldırırlar. They also attack the sick and people on the brink of death. İnsanların ne zaman çaresiz olduklarını sezmekte üstlerine yoktur." They're not good at sensing when people are helpless."

Kafesten sıçanların ciyaklamaları duyuluyordu. The squeaks of rats could be heard from the cage. Ciyaklamalar Winston'a çok uzaklardan ulaşıyormuş gibiydi. The squeaks seemed to reach Winston from far away. Sıçanlar dövüşüyorlar, aradaki bölmeyi aşarak birbirlerini yakalamaya çalışıyorlardı. The rats were fighting, trying to catch each other by crossing the divide. Bu arada, Winston'ın kulağına umarsız bir iç çekiş çalındı. Meanwhile, a desperate sigh sounded in Winston's ear. Sanki kendinden değil de dışarıdan bir yerden gelmişti. It was as if it had come from somewhere outside, not from himself.

O'Brien kafesi kaldırdı ve parmağıyla içinde bir yere bastı. O'Brien lifted the cage and tapped something inside with his finger. Çıt diye bir ses duyuldu. A click was heard. Winston iskemleden kurtulmak için çırpınıp debelendiyse de bir işe yaramadı, kımıldayamadığı gibi başını bile oynatamıyordu. Winston struggled to get off the chair, but it was useless, he couldn't move, not even his head. O'Brien kafesi yaklaştırdı. O'Brien brought the cage closer. Kafesle Winston'ın yüzü arasında bir metreden az bir mesafe kalmıştı. There was less than a meter between the cage and Winston's face.

"İlk mandala bastım," dedi O'Brien. “I hit the first latch,” O'Brien said. "Bu kafesin nasıl çalıştığını anlamışsındır. "You know how this cage works. Maske hiçbir çıkış yeri bırakmadan yüzüne oturacak. The mask will fit on your face without leaving any exit points. Şu öteki mandala bastığımda kafesin kapısı kalkacak. When I press that other latch, the cage door will lift. Bu açlıktan kudurmuş hayvanlar ok gibi dışarı fırlayacaklar. These starving beasts will shoot out like arrows. Bir sıçanın havada uçtuğunu gördün mü hiç? Have you ever seen a rat fly through the air? Saldırıp yüzüne dalacaklar. They will attack and dive into your face. Bazen önce gözlere saldırırlar. Sometimes they attack the eyes first. Bazen de yanaklarından girip dilini yerler." Sometimes they get in your cheeks and eat your tongue."

Kafes daha da yakına gelmişti; gittikçe yaklaşıyordu. The cage had come even closer; was getting closer. Sıçanların ürkünç ciyaklamaları Winston'a başının üzerindeymiş gibi geliyordu. The terrifying squeaks of the rats seemed to Winston over his head. Yine de, müthiş bir çabayla paniğe kapılmamaya çalışıyordu. Still, he was making a tremendous effort not to panic. Düşünmek, düşünmek, bir saniyecik bile kalmış olsa düşünmek tek umuduydu. To think, to think, to think, even for a second, was his only hope. Birden hayvanların ağır, iğrenç kokusu geldi burnuna. Suddenly, the heavy, disgusting smell of animals came to his nostrils. Ansızın midesi bulandı, bir öğürtü geldi, kendinden geçecek gibi oldu. He suddenly felt nauseous, a gurgling sound, and he seemed to pass out. Ortalık karardı. It got dark. Bir an deliye döndü, bir hayvan gibi çığlık kopardı. For a moment he went mad, screaming like an animal. Ama birden aklına gelen bir düşünceye tutunarak karanlıktan çıktı. But he came out of the darkness, holding on to a thought that suddenly occurred to him. Kendini kurtarmanın tek bir yolu vardı. There was only one way to save himself. Kendisiyle sıçanların arasına başka bir insanı, başka bir insanın bedenini koymalıydı. He should have put another human, another human's body, between himself and the rats.

Winston koca maskeden başka bir şey göremiyordu. Winston could see nothing but the great mask. Tel kapı ile yüzü arasında iki üç karış kalmıştı. There was only two or three spans left between the wire door and his face. Sıçanlar neyin gelmekte olduğunu fark etmişlerdi. The rats had noticed what was coming. Biri sıçrayıp duruyor; öbürü, lağımların koca ihtiyarı, pembe pençelerini kafesin tellerine geçirmiş, vahşice havayı kokluyordu. Someone is jumping; the other, the big old man of the sewers, sniffed the air savagely, his pink paws on the wires of the cage. Winston, bıyıkları ve sarı dişleri görebiliyordu. Winston could see the whiskers and yellow teeth. Bir kez daha o kapkara ürküye kapıldı. Once again he was stricken with black fright. Hiçbir şey göremiyor, hiçbir şey düşünemiyordu, çaresizdi. He could not see anything, he could not think of anything, he was helpless.

O'Brien, her zamanki öğretmen tavrıyla, "Eski Çin'de yaygın cezalandırma yöntemlerinden biriydi bu," dedi. "It was one of the common forms of punishment in ancient China," O'Brien said in his usual teacher manner.

Maske Winston'ın yüzüne yaklaştıkça yaklaşıyordu. The mask was getting closer and closer to Winston's face. Kafesin teli yanağına değiyordu. The wire of the cage was touching his cheek. İşte o anda... Yok, hayır, fazla iyimserliğe kapılmamalıydı, yalnızca bir umut, ufacık bir umuttu bu. At that moment… No, no, he shouldn't have gotten too optimistic, it was just a hope, a tiny hope. Belki de artık çok geçti. Maybe it's too late now. Ama birden, dünyada cezasını aktarabileceği tek bir kişi, kendisi ile sıçanların arasına atabileceği tek bir beden olduğunu anladı. But he suddenly realized that there was only one person in the world he could pass his punishment on, only one body he could throw between himself and the rats. Ve o anda, deliler gibi, avaz çıktığı kadar bağırmaya başladı: And at that moment, he started shouting like crazy:

"Julia'ya yapın! "Do it to Julia! Julia'ya yapın! Do it to Julia! Beni bırakın! Release me! Julia'ya yapın! Do it to Julia! İstediğinizi yapın ona, umurumda değil. Do whatever you want to him, I don't care. Yüzünü paralasınlar, her yerini yalayıp yutsunlar. Let them lick your face and swallow everything. Beni bırakın! Release me! Julia'ya yapın! Do it to Julia! Beni bırakın!" Release me!"

Geri geri gidiyor, sıçanlardan uzaklaşıyor, dipsiz bir kuyuya düşüyordu. He was going backwards, away from the rats, falling into a bottomless pit. Hâlâ iskemleye bağlıydı, ama yeri, binanın duvarlarını delip geçiyor, dünyadan, okyanuslardan, atmosferden, uzaydan, yıldızlar arasındaki boşluklardan geçerek düşüyor, durmadan uzaklaşıyordu sıçanlardan. It was still strapped to the chair, but it pierced the ground, the walls of the building, falling through the earth, the oceans, the atmosphere, the space, the spaces between the stars, constantly away from the rats. Binlerce ışık yılı uzaklaşmış olmasına karşın, O'Brien hâlâ yanı başında duruyordu. Though thousands of light-years away, O'Brien was still standing beside him. Tel kafesin soğukluğunu hâlâ yanaklarında hissediyordu. He could still feel the coldness of the wireframe on his cheeks. Ama çevresini kuşatan karanlığın içinde madeni bir çıt sesi daha duydu ve kafesin kapısının açılmadığını, kapandığını anladı. But in the darkness surrounding him, he heard another metallic click and realized that the door of the cage was not opening, but was closing.