×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 3. Bölüm - IV

3. Bölüm - IV

IV

Artık çok daha iyi sayılırdı. Günlerden söz edilebilirse, her geçen gün biraz daha kilo alıyor ve güçleniyordu.

Çiğ ışık ve o sürekli uğultuda bir değişiklik yoktu, ama şimdiki hücresi öncekilerden biraz daha rahattı. Tahta yatakta bir yastıkla şilte, yanı başında da bir tabure vardı. Banyo yapmasını sağlamışlar ve sık sık elini yüzünü yıkayabileceği bir teneke leğen vermişlerdi. Yıkanması için sıcak su bile vermişlerdi. Yeni iç çamaşırları ve temiz bir tulum vermişlerdi. Varis çıbanına merhem sürmüşlerdi. Kalan dişlerini çekmişler, takma diş takmışlardı.

Haftalar, belki de aylar geçmiş olsa gerekti. Artık düzenli aralıklarla yemek verildiği için, istese, geçen zamanı hesaplamak mümkün olabilirdi. Yirmi dört saatte üç öğün yemek verildiğini çıkarabiliyor, ama yemeğin gece mi, yoksa gündüz mü geldiğini bazen anlayamıyordu. Yemekler umulmayacak kadar iyiydi, üç öğünde bir et veriliyordu. Bir seferinde bir paket sigara bile verilmişti. Hiç kibriti yoktu, ama yemeğini getiren suskun muhafız sigarasını yakıyordu. İlk sigarada midesi bulanmasına karşın yılmamış, her yemekten sonra yarım sigara içerek o bir paketle uzun süre idare etmişti.

Kenarına güdük bir kurşunkalem bağlanmış beyaz bir yazı tahtası vermişlerdi. İlk başlarda hiç ilgilenmemiş, elini bile sürmemişti. Uyanıkken bile üzerine bir uyuşukluk çöküyordu. Çoğu kez iki yemek arasında hiç kımıldamadan yatıyor, bazen uyuyor, bazen de gözleri kapalı, belli belirsiz düşlere dalıp gidiyordu. Güçlü ışığın altında bile uyumaya çoktan alışmıştı. Hiç fark etmiyordu, yalnızca gördüğü düşler daha belirgin oluyordu. Sürekli düş görüyordu ve bunlar hep mutlu düşlerdi. Bazen Altın Ülkede oluyordu, bazen de annesi, Julia ve O'Brien'la birlikte, gün ışığının aydınlattığı kocaman, görkemli yıkıntılar arasında oturuyordu; güneşin altında, hiçbir şey yapmadan, öylece oturuyorlar, dinginlik içinde bir şeyler konuşuyorlardı. Uyanıkken de, çoğu kez, gördüğü düşleri düşünüyordu. Acı ile uyarılmadığı için olsa gerek, düşünsel gücünü yitirmiş gibiydi. Canı sıkılmıyordu, biriyle konuşmak ya da bir şeylerle oyalanmak için hiçbir istek duymuyordu. Yalnız olmak, dövülmemek ya da sorguya çekilmemek, yeterince yemek bulmak ve temizlenebilmek onun için fazlasıyla yeterliydi.

Gittikçe daha az uyuyor, ama yine de canı yataktan çıkmak istemiyordu. Tek istediği, öylece yatmak ve bedeninin giderek güçlenişini duyumsamaktı. Orasına burasına dokunarak, kaslarının sertleşip sertleşmediğini, derisinin gerginleşip gerginleşmediğini anlamaya çalışıyordu. Şişmanlamakta olduğu sonunda iyice belli olmuştu; artık baldırları dizlerinden kesinlikle daha kalındı. Bir süre sonra, başlangıçta gönülsüzce de olsa, düzenli bir biçimde egzersiz yapmaya başladı. Çok geçmeden, hücrenin içinde voltalayarak yaptığı hesaba göre, üç kilometre yürümeye başlamıştı; düşük omuzları giderek dikleşiyordu. Egzersizleri biraz daha ağırlaştırmaya kalktığında, bazı şeyleri yapamadığını görünce hem şaşırdı hem de utandı. Yürümekten başka bir şey yapamıyordu, kolunu uzatıp tabureyi havada tutamıyor, tek ayak üstünde duramıyordu. Yere çömeldiğinde kalçaları ve baldırları o kadar acıyordu ki, ayağa kalkamıyordu. Yüzükoyun yatıp ellerini kaldırarak ağırlığını yukarıya vermeye çalışıyor, ama beceremiyordu, bir santim bile kalkmıyordu bedeni. Ama birkaç gün –ya da birkaç yemek– sonra bunu da becermeye başladı. Bir süre sonra, art arda altı kez yapabiliyordu artık. Bedeniyle iyiden iyiye övünç duymaya başlamıştı; dahası, zaman zaman, yüzünün de eski haline dönmekte olduğuna inanası geliyordu. Ama elini saçsız başına götürmeyegörsün, aynadan kendisine bakan o buruşuk, harabeye dönmüş suratı anımsayıveriyordu.

Zihni açılmaya başlamıştı. Tahta yatağa oturup sırtını duvara verdi, yazı tahtasını dizlerine alıp kararlı bir biçimde kendini yeniden eğitme görevine girişti.

Kabul etmek gerekir ki, teslim olmuştu. Aslında, şimdi baktığında, bu kararı almadan çok önceden teslim olmaya hazır olduğunu anlıyordu. Sevgi Bakanlığı'ndan içeri girer girmez –evet, o buyurgan ses tele+ekrandan onlara ne yapmaları gerektiğini söylerken Julia'yla birlikte kalakaldıklarında bile–, Parti'nin gücünün karşısına dikilmeye kalkışmanın ne kadar boş ve saçma olduğunu kavramıştı. Düşünce Polisi'nin onu yedi yıl boyunca kılı kırk yararak izlediğini artık biliyordu. En küçük bir davranışını, söylediği tek bir sözü bile gözden kaçırmamışlar, aklından geçenlerin hiçbirini kaçırmamışlardı. Güncesinin kapağının bir köşesine sürmüş olduğu beyazımsı tozu bile özenle yeniden yerine koymuşlardı. Winston'a ses bantları dinletmişler, fotoğraflar göstermişlerdi. Bazıları Julia'yla çekilmiş fotoğraflarıydı. Evet, hatta... Artık Parti'ye karşı savaşamazdı. Kaldı ki, Parti haklıydı. Haklı olması olağandı: Ölümsüz, kolektif beyin nasıl yanılabilirdi ki? Parti'nin kararlarını dışarıdan hangi ölçütlerle değerlendirebilirdiniz? Akıllılık, çoğunluğa bakılarak ölçülebilirdi. Onların düşündükleri gibi düşünmeyi öğrenmek gerekiyordu. Ancak!..

Kurşunkalem eline kalın gelmeye başlamıştı, parmakları arasında zor tutuyordu. Aklına gelen düşünceleri yazmaya koyuldu. İlkin eğri büğrü büyük harflerle şunu yazdı:

ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR.

Sonra hemen altına ekledi:

İKİ KERE İKİ BEŞ EDER.

Ama sonra kendini frenler gibi oldu. Sanki bir şeyden çekiniyormuşçasına, kafasını toplayamıyordu. Ardından ne geleceğini bildiğini biliyor, ama bir türlü anımsayamıyordu. Sonunda, kendiliğinden değil de, akıl yürüterek anımsayabildi. Şöyle yazdı:

TANRI İKTİDARDIR.

Her şeyi kabul etmişti. Geçmiş değiştirilebilirdi. Geçmiş hiçbir zaman değiştirilmemişti. Okyanusya, Doğuasya'yla savaştaydı. Okyanusya her zaman Doğuasya'yla savaşta olmuştu. Jones, Aaronson ve Rutherford, kendilerine yüklenen suçları işlemişlerdi. Onların suçlu olmadıklarını kanıtlayan fotoğrafı hiç görmemişti. O fotoğraf hiç olmamıştı, kendisi uydurmuştu. Gerçi böyle olmadığını anımsar gibi oluyordu, ama bunlar kendi kendini aldattığı düzmece anılardı. Her şey o kadar basitti ki! Bir kez teslim olmayagör, gerisi kendiliğinden geliyordu. Hani, çok güçlü bir akıntıya karşı yüzmeye çalışırken birden vazgeçip kendini akıntıya bırakırsın ya, öyle bir şeydi işte. Değişen, yalnızca senin tutumundur: Önceden belirlenmiş olan şey olmuştur, o kadar. Artık neden baş kaldırmış olduğunu bile bilemiyordu. Her şey çok basitti, ancak!..

Her şey doğru olabilirdi. Doğa yasaları dedikleri, tam bir saçmalıktı. Yerçekimi yasası tam bir saçmalıktı. O'Brien, "İstersem bir sabun köpüğü gibi yükselebilirim yerden," demişti. Winston, bundan şu sonucu çıkarıyordu: "Eğer o, yerden yükseldiğini düşünüyorsa ve ben de aynı anda onun yerden yükseldiğini gördüğümü düşünüyorsam, o zaman bu olay gerçekten oluyor demektir." Ama ansızın, tıpkı batık bir geminin su yüzeyinde belirivermesi gibi, zihninde bir düşünce beliriverdi: "Aslında böyle bir şeyin olduğu yok. Onu hayal ediyoruz. Bu bir sanrı." Ne ki, aklına düşen bu düşünceyi hemen bastırdı. Hile ortadaydı. Böyle bir düşünce, insanın kendisi dışında bir yerde "gerçek" şeylerin olduğu "gerçek" bir dünyanın var olduğunu öngörüyordu. Ama böyle bir dünya nasıl var olabilirdi ki? Herhangi bir şeyle ilgili, kendi zihnimizin dışında nasıl bir bilgimiz olabilirdi ki? Her şey zihinde olup biter. Ve zihinlerde olan her şey gerçekte de olur.

Hileyi ortaya koymakta hiçbir güçlük çekmediği gibi, kendini bu hileye kaptırma tehlikesi de yoktu. Yine de, bunun kendisi tarafından düşünülmemiş olması gerektiğini fark ediyordu. Tehlikeli bir düşünce belirir belirmez, zihin kör bir nokta oluşturmalıydı. İşlem kendiliğinden, içgüdüsel olmalıydı. Buna Yenisöylem'de suçdurdurum diyorlardı.

Kendini suçdurduruma alıştırmak için çalışmaya başladı. Kendi kendine, "Parti'ye göre, dünya düzdür", "Parti'ye göre, buz sudan ağırdır" diye önermelerde bulunuyor, sonra da kendini, bu savlara ters düşen görüşleri görmezlikten ya da anlamazlıktan gelmeye alıştırıyordu. Aslında hiç kolay değildi. Akıl yürütme ve doğaçlama konusunda çok güçlü olmayı gerektiriyordu. Örneğin, "iki kere iki beş eder" gibi bir önermenin ortaya çıkardığı aritmetik sorunlarını düşünsel olarak kavraması çok zordu. Bir yandan mantığı büyük bir incelikle kullanırken, bir yandan da en kaba mantık hatalarının ayırdına varmama konusunda çok yetenekli olmayı gerektiriyordu. Zekilik kadar aptallık da gerekliydi, ama aptalca davranmak da zekice davranmak kadar zordu.

Bu arada, bir yandan da, kendisini ne zaman kurşuna dizeceklerini merak ediyordu. O'Brien, "Her şey sana bağlı," demişti; ama kendisini kurşuna dizmelerini bilinçli olarak hızlandıramayacağını biliyordu. On dakika sonra da olabilirdi, on yıl sonra da. Onu yıllarca hücre hapsinde tutabilirler, bir çalışma kampına gönderebilirler ya da bazen yaptıkları gibi bir süreliğine salıverebilirlerdi. Kurşuna dizmeden önce, tutuklanışı ve sorgulanışı sırasında yapılanların baştan sona yeniden uygulanması da pekâlâ mümkündü. Kesin olan bir tek şey vardı, o da ölümün beklediği bir anda gelmeyeceğiydi. Şimdiye kadarki yapılagelişe bakılırsa, arkadan vurdukları anlaşılıyordu; gerçi bundan hiç söz edilmiyordu, açıkça söylendiği hiç duyulmamıştı, ama her nasılsa biliniyordu: Koridorda bir hücreden öbürüne giderken, hiç uyarmadan enseden vuruyorlardı.

Bir gün –"gün" demek doğru değildi belki de, gece yarısı da olabilirdi– tuhaf ama mutluluk veren bir rüya görmüştü. Kurşunun her an sıkılabileceğini bilerek koridorda yürüyordu. Kurşunu birazdan sıkacaklarını biliyordu. Her şey çözülmüş, hale yola girmiş, uzlaşılmıştı. Artık hiçbir kuşku, hiçbir tartışma, hiçbir acı, hiçbir korku kalmamıştı. Bedeni sağlıklı ve güçlüydü. Güneşli bir havada yürüyüşe çıkmışçasına, keyifle yürüyordu. Artık Sevgi Bakanlığı'nın dar beyaz koridorlarında değildi, verilen ilaçların etkisiyle kendinden geçtiğinde olduğu gibi, gün ışığıyla aydınlanan, bir kilometre genişliğinde bir geçitte yürüyordu. Altın Ülkedeydi, tavşanlar tarafından kemirilmiş eski bir çayırın ortasından geçen bir patikada yürüyordu. Bodur, süngersi turbalığı ayaklarının altında, ılık gün ışığını yüzünde duyumsuyordu. Çayırın kıyısındaki karaağaçlar hafif rüzgârda salınıyor, biraz daha ötede söğütlerin altındaki yeşil gölcüklerde sazanların yüzdüğü bir dere akıyordu

Birden dehşet içinde yerinden fırladı. Kan ter içindeydi. Avazı çıktığı kadar bağırdığını duydu:

"Julia! Julia! Julia, sevgilim! Julia!"

Bir an, ürpererek, Julia'nın hayalini görür gibi oldu. Yanı başında olmaktan öte, içindeydi sanki. Sanki derisinin içine girmişti. O anda, Julia'ya karşı, birlikte ve özgür oldukları günlerdekinden çok daha büyük bir sevgi duydu. Her neredeyse hâlâ hayatta olduğunu ve yardımına gereksinim duyduğunu duyumsadı.

Yeniden yatağa uzanıp kendine gelmeye çalıştı. Ne yapmıştı? Şu düşkünlük anıyla, köleliğine kim bilir daha kaç yıl eklemişti.

Çok geçmeden, koridordan gelen postal seslerini duyacaktı. Yüreğinde kopan bu fırtınayı cezasız bırakmazlardı. Onlarla yaptığı anlaşmayı bozmakta olduğunu daha önce anlamamışlarsa bile şimdi anlayacaklardı. Parti'ye boyun eğmişti, ama hâlâ nefret ediyordu Partiden. Eskiden sapkın düşüncelerini uyumlu görünüşünün ardına gizliyordu. Şimdi ise bir geri adım daha atmış, zihinsel olarak da teslim olmuştu, ama yüreğinin içini korumayı umuyordu. Yanlış yaptığının ayırdındaydı, ama yanlış yapmayı bile bile yeğlemişti. Bunu anlarlardı; O'Brien anlardı. İtirafı, o sersemce çığlıkta gizliydi.

Her şeye yeni baştan başlamak zorunda kalacaktı. Yıllar alabilirdi. Elini yüzünde gezdirerek, aldığı yeni biçimi tanımaya çalıştı. Yanaklarında derin kırışıklar oluşmuştu, elmacıkkemikleri dokununca acıyordu, burnu yassılmıştı. Kendini aynada son gördüğünden beri, dişleri tümden yenilenmiş, protez takılmıştı. Yüzünün neye benzediğini bilmiyorsa, insanın yüzündeki ifadeyi denetlemesi kolay değildi. Kaldı ki, yalnızca yüz hatlarının denetlenmesi de yeterli değildi. Hayatında ilk kez, bir şeyi gizli tutmak istiyorsan onu kendinden de gizlemen gerektiğini anlıyordu. Gizlediğin şeyin orada olduğunu bilmeli, ama gerekmedikçe adını koymamalı, belirli bir biçime bürünüp bilincine yansımasına asla izin vermemeliydin. Artık yalnızca dosdoğru düşünmekle kalmamalı, aynı zamanda dosdoğru hissetmeli, dosdoğru rüya görmeliydi. Ve bu arada, nefretini, bedeninin bir parçası olan, yine de bedeninin geri kalan bölümüyle ilgisi olmayan bir ur gibi, bir tür kist gibi gizlemeliydi yüreğinde.

Önünde sonunda onu kurşuna dizmeye karar vereceklerdi. Bu kararın ne zaman verileceğini bilemezdi, ama birkaç saniye öncesinden kestirmek mümkün olsa gerekti. Hep arkadan vuruyorlardı, koridorda yürürken. On saniye yeterli olacaktı. O kadarcık süre içinde, içindeki dünya su yüzüne çıkacaktı. Sonra birden, tek bir söz söylemeden, hiç duraklamadan yürürken, yüz ifadesi hiç değişmeden, birden perde kalkacak ve bum! diye patlayıverecekti yüreğindeki nefret. Gürüldeyen dev bir yalım gibi her yanını saracaktı. Ve hemen aynı anda bum! diye patlayıverecekti kurşun da; belki çok geç, belki de çok erken. Zihnini istedikleri kalıba dökemeden beynini dağıtmış olacaklardı. Sapkın düşünce, pişman olunmadan, cezasız kalacak, onu bir daha asla ele geçiremeyeceklerdi. Aslında, kendi yetkinliklerinde bir delik açmış olacaklardı. Onlardan nefret ederek ölmek, özgürlük buna denirdi işte.

Gözlerini kapadı. Bu, bir düşünce akımını benimsemekten daha zor bir şeydi. İnsanın kendisini aşağılamasını, kötürüm etmesini gerektiriyordu. Pisliklerin en iğrencine bulanmak zorundaydı. Dünyanın en korkunç, en tiksinç şeyi nedir, diye düşündüğünde, ilk aklına gelen Büyük Birader oldu. Kalın siyah bıyığı ve ne yana gitseniz sizi izleyen gözleriyle o kocaman yüz (hep posterlerde gördüğü için, yüzün kendisi de bir metreden genişmiş gibi geliyordu) kendiliğinden gelip yerleşti zihnine. Büyük Birader'e karşı gerçekte neler duyuyordu?

Tam o sırada koridordan postal sesleri duyuldu. Çelik kapı gıcırdayarak açıldı. Hücreden içeri O'Brien girdi. Ardından, yüzü balmumundan bir maskı andıran subay ve siyah üniformalı muhafızlar sökün ettiler.

"Kalk," dedi O'Brien. "Gel buraya."

Winston gelip tam karşısında durdu. O'Brien güçlü elleriyle omuzlarından tutup yüzünü yaklaştırdı.

"Aklından beni aldatmayı geçiriyordun," dedi. "Çok aptalca. Dik dur. Yüzüme bak."

Durdu, daha yumuşak bir sesle devam etti:

"Sende gelişme görüyorum. Düşünsel açıdan pek az kusurun kaldı. Ama duygusal açıdan gelişme gösteremedin. Söyle bakalım, Winston, ama sakın yalan söyleyeyim deme, bilirsin, hemen yakalarım adamın yalanını, söyle şimdi, Büyük Birader'e karşı gerçekte neler duyuyorsun?"

"Nefret ediyorum ondan."

"Nefret ediyorsun. İyi. Demek son aşamaya geçmenin zamanı gelmiş. Büyük Birader'i sevmelisin. Ona boyun eğmek yeterli değil, sevmelisin onu."

Winston'ı muhafızlara doğru hafifçe itti.

"101 Numaralı Oda'ya," dedi.


3. Bölüm - IV

IV

Artık çok daha iyi sayılırdı. It was much better now. Günlerden söz edilebilirse, her geçen gün biraz daha kilo alıyor ve güçleniyordu. If we can talk about the days, he was gaining a little more weight and getting stronger with each passing day.

Çiğ ışık ve o sürekli uğultuda bir değişiklik yoktu, ama şimdiki hücresi öncekilerden biraz daha rahattı. There was no change in the raw light and that constant hum, but his current cell was a little more comfortable than before. Tahta yatakta bir yastıkla şilte, yanı başında da bir tabure vardı. There was a pillow and mattress on the wooden bed, and a stool next to it. Banyo yapmasını sağlamışlar ve sık sık elini yüzünü yıkayabileceği bir teneke leğen vermişlerdi. They made him take a bath and gave him a tin basin where he could wash his hands and face frequently. Yıkanması için sıcak su bile vermişlerdi. They even provided hot water to wash. Yeni iç çamaşırları ve temiz bir tulum vermişlerdi. They were given new underwear and a clean overalls. Varis çıbanına merhem sürmüşlerdi. They applied ointment to varicose boils. Kalan dişlerini çekmişler, takma diş takmışlardı. They pulled out their remaining teeth and put on dentures.

Haftalar, belki de aylar geçmiş olsa gerekti. It must have been weeks, maybe months. Artık düzenli aralıklarla yemek verildiği için, istese, geçen zamanı hesaplamak mümkün olabilirdi. Now that meals were given at regular intervals, it would have been possible to calculate the elapsed time if he wanted to. Yirmi dört saatte üç öğün yemek verildiğini çıkarabiliyor, ama yemeğin gece mi, yoksa gündüz mü geldiğini bazen anlayamıyordu. He could deduce that three meals a day were served in twenty-four hours, but sometimes he could not tell whether the meal came at night or during the day. Yemekler umulmayacak kadar iyiydi, üç öğünde bir et veriliyordu. The food was unexpectedly good, meat was served once every three meals. Bir seferinde bir paket sigara bile verilmişti. He was even given a pack of cigarettes once. Hiç kibriti yoktu, ama yemeğini getiren suskun muhafız sigarasını yakıyordu. He had no matches, but the silent guard who brought his food was lighting his cigarette. İlk sigarada midesi bulanmasına karşın yılmamış, her yemekten sonra yarım sigara içerek o bir paketle uzun süre idare etmişti. Although he felt nauseous at the first cigarette, he did not give up, smoking half a cigarette after each meal, and he managed with a pack for a long time.

Kenarına güdük bir kurşunkalem bağlanmış beyaz bir yazı tahtası vermişlerdi. They gave me a white slate with a stubby pencil attached to the edge. İlk başlarda hiç ilgilenmemiş, elini bile sürmemişti. At first, he didn't even care, didn't even touch it. Uyanıkken bile üzerine bir uyuşukluk çöküyordu. Even as he was awake, a drowsiness settled over him. Çoğu kez iki yemek arasında hiç kımıldamadan yatıyor, bazen uyuyor, bazen de gözleri kapalı, belli belirsiz düşlere dalıp gidiyordu. Most of the time he would lie still between two meals, sometimes asleep, sometimes with his eyes closed, vaguely dreaming. Güçlü ışığın altında bile uyumaya çoktan alışmıştı. He was already used to sleeping even under the strong light. Hiç fark etmiyordu, yalnızca gördüğü düşler daha belirgin oluyordu. It didn't matter at all, only the dreams he had had were more pronounced. Sürekli düş görüyordu ve bunlar hep mutlu düşlerdi. He was constantly dreaming, and these were always happy dreams. Bazen Altın Ülkede oluyordu, bazen de annesi, Julia ve O'Brien'la birlikte, gün ışığının aydınlattığı kocaman, görkemli yıkıntılar arasında oturuyordu; güneşin altında, hiçbir şey yapmadan, öylece oturuyorlar, dinginlik içinde bir şeyler konuşuyorlardı. Sometimes it was in the Golden Land, sometimes he sat with his mother, Julia, and O'Brien among the great, glorious ruins illuminated by daylight; They just sat there in the sun, doing nothing, talking in silence. Uyanıkken de, çoğu kez, gördüğü düşleri düşünüyordu. While he was awake, he often thought of his dreams. Acı ile uyarılmadığı için olsa gerek, düşünsel gücünü yitirmiş gibiydi. He seemed to have lost his intellectual power, probably because he was not aroused by pain. Canı sıkılmıyordu, biriyle konuşmak ya da bir şeylerle oyalanmak için hiçbir istek duymuyordu. He wasn't bored, he had no desire to talk to anyone or to be distracted. Yalnız olmak, dövülmemek ya da sorguya çekilmemek, yeterince yemek bulmak ve temizlenebilmek onun için fazlasıyla yeterliydi. Being alone, not being beaten or interrogated, getting enough food and being cleaned was more than enough for him.

Gittikçe daha az uyuyor, ama yine de canı yataktan çıkmak istemiyordu. He slept less and less, but still didn't feel like getting out of bed. Tek istediği, öylece yatmak ve bedeninin giderek güçlenişini duyumsamaktı. All he wanted was to lie still and feel his body getting stronger. Orasına burasına dokunarak, kaslarının sertleşip sertleşmediğini, derisinin gerginleşip gerginleşmediğini anlamaya çalışıyordu. He was touching here and there, trying to see if his muscles were getting stiff, if his skin was getting tense. Şişmanlamakta olduğu sonunda iyice belli olmuştu; artık baldırları dizlerinden kesinlikle daha kalındı. It was finally clear that he was getting fat; now their calves were definitely thicker than their knees. Bir süre sonra, başlangıçta gönülsüzce de olsa, düzenli bir biçimde egzersiz yapmaya başladı. After a while, he started exercising regularly, albeit reluctantly at first. Çok geçmeden, hücrenin içinde voltalayarak yaptığı hesaba göre, üç kilometre yürümeye başlamıştı; düşük omuzları giderek dikleşiyordu. Before long, he had begun to walk three kilometers, according to his calculations, pacing around the cell; His slumped shoulders were getting more and more straight. Egzersizleri biraz daha ağırlaştırmaya kalktığında, bazı şeyleri yapamadığını görünce hem şaşırdı hem de utandı. When he tried to make the exercises a little heavier, he was both surprised and embarrassed to find that he couldn't do certain things. Yürümekten başka bir şey yapamıyordu, kolunu uzatıp tabureyi havada tutamıyor, tek ayak üstünde duramıyordu. He couldn't do anything but walk, couldn't extend his arm and hold the stool in the air, couldn't stand on one leg. Yere çömeldiğinde kalçaları ve baldırları o kadar acıyordu ki, ayağa kalkamıyordu. When he squatted down, his hips and calves hurt so much that he couldn't stand up. Yüzükoyun yatıp ellerini kaldırarak ağırlığını yukarıya vermeye çalışıyor, ama beceremiyordu, bir santim bile kalkmıyordu bedeni. Lying on his face, he tried to put his weight up by raising his hands, but he couldn't, his body wouldn't even rise an inch. Ama birkaç gün –ya da birkaç yemek– sonra bunu da becermeye başladı. But after a few days—or a few meals—he began to manage that too. Bir süre sonra, art arda altı kez yapabiliyordu artık. After a while, he could now do it six times in a row. Bedeniyle iyiden iyiye övünç duymaya başlamıştı; dahası, zaman zaman, yüzünün de eski haline dönmekte olduğuna inanası geliyordu. He was beginning to take great pride in his body; moreover, at times he felt convinced that his face was also returning to its former self. Ama elini saçsız başına götürmeyegörsün, aynadan kendisine bakan o buruşuk, harabeye dönmüş suratı anımsayıveriyordu. But as soon as he brought his hand to his balding head, he remembered that wrinkled, ruined face staring at him in the mirror.

Zihni açılmaya başlamıştı. His mind was beginning to open. Tahta yatağa oturup sırtını duvara verdi, yazı tahtasını dizlerine alıp kararlı bir biçimde kendini yeniden eğitme görevine girişti. Sitting on the wooden bed with his back to the wall, he put the slate to his knees and determinedly embarked on the task of retraining himself.

Kabul etmek gerekir ki, teslim olmuştu. Admittedly, he had surrendered. Aslında, şimdi baktığında, bu kararı almadan çok önceden teslim olmaya hazır olduğunu anlıyordu. In fact, looking at it now, he knew that he was ready to surrender long before he made that decision. Sevgi Bakanlığı'ndan içeri girer girmez –evet, o buyurgan ses tele+ekrandan onlara ne yapmaları gerektiğini söylerken Julia'yla birlikte kalakaldıklarında bile–, Parti'nin gücünün karşısına dikilmeye kalkışmanın ne kadar boş ve saçma olduğunu kavramıştı. As soon as he entered the Ministry of Love—yes, even when they stood with Julia while that imperious voice told them on the tele+screen what to do—he realized how futile and absurd it was to attempt to stand up to the power of the Party. Düşünce Polisi'nin onu yedi yıl boyunca kılı kırk yararak izlediğini artık biliyordu. He knew now that the Thought Police had been scrutinizing him for seven years. En küçük bir davranışını, söylediği tek bir sözü bile gözden kaçırmamışlar, aklından geçenlerin hiçbirini kaçırmamışlardı. They did not miss a single act, a single word he said, they did not miss any of his thoughts. Güncesinin kapağının bir köşesine sürmüş olduğu beyazımsı tozu bile özenle yeniden yerine koymuşlardı. Even the whitish dust that he had smeared on one corner of the cover of his diary had been carefully reinstated. Winston'a ses bantları dinletmişler, fotoğraflar göstermişlerdi. They had Winston listen to audio tapes and showed photographs. Bazıları Julia'yla çekilmiş fotoğraflarıydı. Some of them were photos of him with Julia. Evet, hatta... Artık Parti'ye karşı savaşamazdı. Yes, even... He could no longer fight the Party. Kaldı ki, Parti haklıydı. After all, the Party was right. Haklı olması olağandı: Ölümsüz, kolektif beyin nasıl yanılabilirdi ki? It was usual for him to be right: how could the immortal, collective brain be wrong? Parti'nin kararlarını dışarıdan hangi ölçütlerle değerlendirebilirdiniz? By what criteria could you evaluate the Party's decisions from outside? Akıllılık, çoğunluğa bakılarak ölçülebilirdi. Wisdom could be measured by looking at the majority. Onların düşündükleri gibi düşünmeyi öğrenmek gerekiyordu. It was necessary to learn to think as they thought. Ancak!.. However!..

Kurşunkalem eline kalın gelmeye başlamıştı, parmakları arasında zor tutuyordu. The pencil was starting to feel thick in his hand, he could hardly hold it between his fingers. Aklına gelen düşünceleri yazmaya koyuldu. He began to write down the thoughts that came to his mind. İlkin eğri büğrü büyük harflerle şunu yazdı: At first he wrote in crooked capital letters:

ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR. FREEDOM IS SLAVE.

Sonra hemen altına ekledi: Then he added just below:

İKİ KERE İKİ BEŞ EDER. TWO TIMES IS TWO FIVE.

Ama sonra kendini frenler gibi oldu. But then it seemed to brake itself. Sanki bir şeyden çekiniyormuşçasına, kafasını toplayamıyordu. He couldn't gather his head, as if he was afraid of something. Ardından ne geleceğini bildiğini biliyor, ama bir türlü anımsayamıyordu. He knew he knew what would come next, but he couldn't remember. Sonunda, kendiliğinden değil de, akıl yürüterek anımsayabildi. Finally, he was able to remember by reasoning, not spontaneously. Şöyle yazdı: He wrote:

TANRI İKTİDARDIR.

Her şeyi kabul etmişti. He had accepted everything. Geçmiş değiştirilebilirdi. The past could be changed. Geçmiş hiçbir zaman değiştirilmemişti. The past was never changed. Okyanusya, Doğuasya'yla savaştaydı. Okyanusya her zaman Doğuasya'yla savaşta olmuştu. Oceania had always been at war with Eastasia. Jones, Aaronson ve Rutherford, kendilerine yüklenen suçları işlemişlerdi. Jones, Aaronson, and Rutherford had committed the crimes charged against them. Onların suçlu olmadıklarını kanıtlayan fotoğrafı hiç görmemişti. He had never seen the photograph proving they were not guilty. O fotoğraf hiç olmamıştı, kendisi uydurmuştu. That photo never existed, he had made it up himself. Gerçi böyle olmadığını anımsar gibi oluyordu, ama bunlar kendi kendini aldattığı düzmece anılardı. Although he seemed to remember that this was not the case, these were false memories of self-deception. Her şey o kadar basitti ki! Everything was so simple! Bir kez teslim olmayagör, gerisi kendiliğinden geliyordu. Once he didn't surrender, the rest would come by itself. Hani, çok güçlü bir akıntıya karşı yüzmeye çalışırken birden vazgeçip kendini akıntıya bırakırsın ya, öyle bir şeydi işte. You know, when you try to swim against a very strong current, you suddenly give up and let yourself go, it was like that. Değişen, yalnızca senin tutumundur: Önceden belirlenmiş olan şey olmuştur, o kadar. It is only your attitude that has changed: what was predestined has happened, that's all. Artık neden baş kaldırmış olduğunu bile bilemiyordu. He didn't even know why he had rebelled anymore. Her şey çok basitti, ancak!.. Everything was very simple, however!..

Her şey doğru olabilirdi. Everything could be true. Doğa yasaları dedikleri, tam bir saçmalıktı. What they called the laws of nature was complete nonsense. Yerçekimi yasası tam bir saçmalıktı. The law of gravity was bullshit. O'Brien, "İstersem bir sabun köpüğü gibi yükselebilirim yerden," demişti. "I can rise off the ground like a soap bubble if I want," O'Brien had said. Winston, bundan şu sonucu çıkarıyordu: "Eğer o, yerden yükseldiğini düşünüyorsa ve ben de aynı anda onun yerden yükseldiğini gördüğümü düşünüyorsam, o zaman bu olay gerçekten oluyor demektir." Winston concluded: "If he thinks he's rising from the ground and I simultaneously think I'm seeing him rise from the ground, then this is really happening." Ama ansızın, tıpkı batık bir geminin su yüzeyinde belirivermesi gibi, zihninde bir düşünce beliriverdi: "Aslında böyle bir şeyin olduğu yok. But suddenly, just as a sunken ship appears on the surface of the water, a thought popped up in his mind: "Actually, there is no such thing. Onu hayal ediyoruz. We dream of it. Bu bir sanrı." It's a delusion." Ne ki, aklına düşen bu düşünceyi hemen bastırdı. However, he quickly suppressed the thought that came to his mind. Hile ortadaydı. The trick was there. Böyle bir düşünce, insanın kendisi dışında bir yerde "gerçek" şeylerin olduğu "gerçek" bir dünyanın var olduğunu öngörüyordu. Such thinking presupposed the existence of a 'real' world with 'real' things somewhere other than one's self. Ama böyle bir dünya nasıl var olabilirdi ki? But how could such a world exist? Herhangi bir şeyle ilgili, kendi zihnimizin dışında nasıl bir bilgimiz olabilirdi ki? How could we know anything about anything outside of our own minds? Her şey zihinde olup biter. Everything happens in the mind. Ve zihinlerde olan her şey gerçekte de olur. And everything that happens in minds also happens in reality.

Hileyi ortaya koymakta hiçbir güçlük çekmediği gibi, kendini bu hileye kaptırma tehlikesi de yoktu. He had no difficulty in revealing the trick, and there was no danger of being swept away by it. Yine de, bunun kendisi tarafından düşünülmemiş olması gerektiğini fark ediyordu. Still, he realized that this must not have been thought of by him. Tehlikeli bir düşünce belirir belirmez, zihin kör bir nokta oluşturmalıydı. As soon as a dangerous thought appeared, the mind had to form a blind spot. İşlem kendiliğinden, içgüdüsel olmalıydı. The process had to be spontaneous, instinctive. Buna Yenisöylem'de suçdurdurum diyorlardı. They called it a crime-stop in Yenisöz.

Kendini suçdurduruma alıştırmak için çalışmaya başladı. He began to work on accustoming himself to crime. Kendi kendine, "Parti'ye göre, dünya düzdür", "Parti'ye göre, buz sudan ağırdır" diye önermelerde bulunuyor, sonra da kendini, bu savlara ters düşen görüşleri görmezlikten ya da anlamazlıktan gelmeye alıştırıyordu. He would suggest to himself, "For the Party, the world is flat," "For the Party, ice is heavier than water," he would then accustom himself to ignoring or ignoring views that contradicted these claims. Aslında hiç kolay değildi. Actually, it wasn't easy at all. Akıl yürütme ve doğaçlama konusunda çok güçlü olmayı gerektiriyordu. It required a lot of strength in reasoning and improvisation. Örneğin, "iki kere iki beş eder" gibi bir önermenin ortaya çıkardığı aritmetik sorunlarını düşünsel olarak kavraması çok zordu. For example, it was very difficult for him to intellectually grasp the arithmetic problems raised by a proposition such as "two plus two makes five". Bir yandan mantığı büyük bir incelikle kullanırken, bir yandan da en kaba mantık hatalarının ayırdına varmama konusunda çok yetenekli olmayı gerektiriyordu. It required a great deal of skill in using logic with great delicacy, while also not being able to notice the grossest logical errors. Zekilik kadar aptallık da gerekliydi, ama aptalca davranmak da zekice davranmak kadar zordu. Stupidity was as necessary as cleverness, but being stupid was just as difficult as being smart.

Bu arada, bir yandan da, kendisini ne zaman kurşuna dizeceklerini merak ediyordu. Meanwhile, he wondered when they were going to shoot him. O'Brien, "Her şey sana bağlı," demişti; ama kendisini kurşuna dizmelerini bilinçli olarak hızlandıramayacağını biliyordu. "It all depends on you," O'Brien had said; but he knew he couldn't consciously hasten their shooting. On dakika sonra da olabilirdi, on yıl sonra da. It could be in ten minutes, it could be in ten years. Onu yıllarca hücre hapsinde tutabilirler, bir çalışma kampına gönderebilirler ya da bazen yaptıkları gibi bir süreliğine salıverebilirlerdi. They could keep him in solitary confinement for years, send him to a labor camp, or release him for a while, as they sometimes do. Kurşuna dizmeden önce, tutuklanışı ve sorgulanışı sırasında yapılanların baştan sona yeniden uygulanması da pekâlâ mümkündü. It was also possible to completely re-execute what had been done before the shooting, during his arrest and interrogation. Kesin olan bir tek şey vardı, o da ölümün beklediği bir anda gelmeyeceğiydi. One thing was certain, death would not come when he expected it. Şimdiye kadarki yapılagelişe bakılırsa, arkadan vurdukları anlaşılıyordu; gerçi bundan hiç söz edilmiyordu, açıkça söylendiği hiç duyulmamıştı, ama her nasılsa biliniyordu: Koridorda bir hücreden öbürüne giderken, hiç uyarmadan enseden vuruyorlardı. According to the tradition so far, it was clear that they were hitting from behind; though it was never spoken of, never heard openly, but somehow it was known: on the way from cell to cell in the corridor, they were shot in the neck without warning.

Bir gün –"gün" demek doğru değildi belki de, gece yarısı da olabilirdi– tuhaf ama mutluluk veren bir rüya görmüştü. One day - "day" wasn't right, maybe it was midnight - he had a strange but happy dream. Kurşunun her an sıkılabileceğini bilerek koridorda yürüyordu. He was walking down the aisle knowing that the bullet could be squeezed at any moment. Kurşunu birazdan sıkacaklarını biliyordu. He knew they were going to shoot the bullet soon. Her şey çözülmüş, hale yola girmiş, uzlaşılmıştı. Everything was settled, settled, reconciled. Artık hiçbir kuşku, hiçbir tartışma, hiçbir acı, hiçbir korku kalmamıştı. There was no longer any doubt, no argument, no pain, no fear. Bedeni sağlıklı ve güçlüydü. His body was healthy and strong. Güneşli bir havada yürüyüşe çıkmışçasına, keyifle yürüyordu. He was walking happily, as if he were taking a walk in the sun. Artık Sevgi Bakanlığı'nın dar beyaz koridorlarında değildi, verilen ilaçların etkisiyle kendinden geçtiğinde olduğu gibi, gün ışığıyla aydınlanan, bir kilometre genişliğinde bir geçitte yürüyordu. He was no longer in the narrow white corridors of the Ministry of Love, walking down a mile-wide passage lit by daylight, as when he had passed out from the drugs he had been given. Altın Ülkedeydi, tavşanlar tarafından kemirilmiş eski bir çayırın ortasından geçen bir patikada yürüyordu. He was in the Golden Country, walking a path through an old meadow gnawed by rabbits. Bodur, süngersi turbalığı ayaklarının altında, ılık gün ışığını yüzünde duyumsuyordu. He could feel the squat, spongy peatland under his feet, the warm sunlight on his face. Çayırın kıyısındaki karaağaçlar hafif rüzgârda salınıyor, biraz daha ötede söğütlerin altındaki yeşil gölcüklerde sazanların yüzdüğü bir dere akıyordu The elm trees on the edge of the meadow swayed in the light wind, and a little further a stream flowed in green ponds under the willows, where carp swam.

Birden dehşet içinde yerinden fırladı. He suddenly jumped up in horror. Kan ter içindeydi. He was covered in blood. Avazı çıktığı kadar bağırdığını duydu: He heard her screaming out loud:

"Julia! "Julia! Julia! Julia, sevgilim! Julia, darling! Julia!" Julia!"

Bir an, ürpererek, Julia'nın hayalini görür gibi oldu. For a moment, with a shudder, he dreamed of Julia. Yanı başında olmaktan öte, içindeydi sanki. It was as if he was in it, rather than just next to it. Sanki derisinin içine girmişti. It was as if it had penetrated his skin. O anda, Julia'ya karşı, birlikte ve özgür oldukları günlerdekinden çok daha büyük bir sevgi duydu. In that moment, he felt a much greater love for Julia than when they were together and free. Her neredeyse hâlâ hayatta olduğunu ve yardımına gereksinim duyduğunu duyumsadı. Wherever he felt he was still alive and needed his help.

Yeniden yatağa uzanıp kendine gelmeye çalıştı. He went back to bed and tried to come back to himself. Ne yapmıştı? What had he done? Şu düşkünlük anıyla, köleliğine kim bilir daha kaç yıl eklemişti. Who knows how many more years he had added to his slavery with that moment of devotion.

Çok geçmeden, koridordan gelen postal seslerini duyacaktı. Before long, she would hear the sound of boots coming from the hallway. Yüreğinde kopan bu fırtınayı cezasız bırakmazlardı. They would not leave this storm that broke in their hearts unpunished. Onlarla yaptığı anlaşmayı bozmakta olduğunu daha önce anlamamışlarsa bile şimdi anlayacaklardı. If they hadn't realized before that he was breaking the deal he made with them, they would now. Parti'ye boyun eğmişti, ama hâlâ nefret ediyordu Partiden. He had yielded to the Party, but still hated the Party. Eskiden sapkın düşüncelerini uyumlu görünüşünün ardına gizliyordu. He used to hide his perverted thoughts behind his harmonious appearance. Şimdi ise bir geri adım daha atmış, zihinsel olarak da teslim olmuştu, ama yüreğinin içini korumayı umuyordu. Now he had taken another step back, surrendering mentally as well, but he hoped to protect his heart. Yanlış yaptığının ayırdındaydı, ama yanlış yapmayı bile bile yeğlemişti. He knew what he was doing wrong, but he deliberately chose to do it wrong. Bunu anlarlardı; O'Brien anlardı. They would understand this; O'Brien would understand. İtirafı, o sersemce çığlıkta gizliydi. His confession was concealed in that dazed scream.

Her şeye yeni baştan başlamak zorunda kalacaktı. He would have to start all over again. Yıllar alabilirdi. Elini yüzünde gezdirerek, aldığı yeni biçimi tanımaya çalıştı. He ran his hand over his face, trying to recognize the new form he had taken. Yanaklarında derin kırışıklar oluşmuştu, elmacıkkemikleri dokununca acıyordu, burnu yassılmıştı. There were deep wrinkles on his cheeks, his cheekbones hurt to the touch, his nose was flattened. Kendini aynada son gördüğünden beri, dişleri tümden yenilenmiş, protez takılmıştı. Since the last time he saw himself in the mirror, his teeth had been completely replaced and dentures fitted. Yüzünün neye benzediğini bilmiyorsa, insanın yüzündeki ifadeyi denetlemesi kolay değildi. It was not easy to control the expression on one's face if one did not know what his face looked like. Kaldı ki, yalnızca yüz hatlarının denetlenmesi de yeterli değildi. Moreover, checking the facial features alone was not enough. Hayatında ilk kez, bir şeyi gizli tutmak istiyorsan onu kendinden de gizlemen gerektiğini anlıyordu. For the first time in his life, he understood that if you wanted to keep something secret, you had to hide it from yourself. Gizlediğin şeyin orada olduğunu bilmeli, ama gerekmedikçe adını koymamalı, belirli bir biçime bürünüp bilincine yansımasına asla izin vermemeliydin. You should know that what you are hiding is there, but you should not name it unnecessarily, you should never let it take a certain form and reflect in your consciousness. Artık yalnızca dosdoğru düşünmekle kalmamalı, aynı zamanda dosdoğru hissetmeli, dosdoğru rüya görmeliydi. Now he had to not only think straight, but also feel straight, dream straight. Ve bu arada, nefretini, bedeninin bir parçası olan, yine de bedeninin geri kalan bölümüyle ilgisi olmayan bir ur gibi, bir tür kist gibi gizlemeliydi yüreğinde. And meanwhile, he had to hide his hatred in his heart, like a tumor, a kind of cyst, which is a part of his body, yet unrelated to the rest of his body.

Önünde sonunda onu kurşuna dizmeye karar vereceklerdi. They would eventually decide to shoot him. Bu kararın ne zaman verileceğini bilemezdi, ama birkaç saniye öncesinden kestirmek mümkün olsa gerekti. He could not know when that decision would be made, but it must have been possible to predict a few seconds in advance. Hep arkadan vuruyorlardı, koridorda yürürken. They were always shooting from behind, walking down the aisle. On saniye yeterli olacaktı. Ten seconds would have been enough. O kadarcık süre içinde, içindeki dünya su yüzüne çıkacaktı. In that little time, the world inside him would surface. Sonra birden, tek bir söz söylemeden, hiç duraklamadan yürürken, yüz ifadesi hiç değişmeden, birden perde kalkacak ve bum! Then all of a sudden, as she walked without saying a word, without a pause, her expression unchanged, the curtain would rise and boom! diye patlayıverecekti yüreğindeki nefret. the hatred in his heart would explode. Gürüldeyen dev bir yalım gibi her yanını saracaktı. It would wrap around him like a giant roaring slate. Ve hemen aynı anda bum! And boom at the same time! diye patlayıverecekti kurşun da; belki çok geç, belki de çok erken. the bullet would explode too; maybe too late, maybe too early. Zihnini istedikleri kalıba dökemeden beynini dağıtmış olacaklardı. Before they could mold their minds into the mold they wanted, they would have smashed their brains. Sapkın düşünce, pişman olunmadan, cezasız kalacak, onu bir daha asla ele geçiremeyeceklerdi. Deviant thinking would go unpunished, unrepentant, and they would never be able to get hold of it again. Aslında, kendi yetkinliklerinde bir delik açmış olacaklardı. In fact, they would have drilled a hole in their own competence. Onlardan nefret ederek ölmek, özgürlük buna denirdi işte. To die hating them, that's what freedom was called.

Gözlerini kapadı. He closed his eyes. Bu, bir düşünce akımını benimsemekten daha zor bir şeydi. This was more difficult than adopting a stream of thought. İnsanın kendisini aşağılamasını, kötürüm etmesini gerektiriyordu. It required a person to humiliate himself, to cripple himself. Pisliklerin en iğrencine bulanmak zorundaydı. He had to be covered in the most disgusting of scumbags. Dünyanın en korkunç, en tiksinç şeyi nedir, diye düşündüğünde, ilk aklına gelen Büyük Birader oldu. When he thought about what is the scariest, most disgusting thing in the world, Big Brother was the first to come to mind. Kalın siyah bıyığı ve ne yana gitseniz sizi izleyen gözleriyle o kocaman yüz (hep posterlerde gördüğü için, yüzün kendisi de bir metreden genişmiş gibi geliyordu) kendiliğinden gelip yerleşti zihnine. That huge face with a thick black mustache and eyes that follow you wherever you go (the face itself seemed to be more than a meter wide, as he always saw it on the posters) came to his mind spontaneously. Büyük Birader'e karşı gerçekte neler duyuyordu? What did he really feel towards Big Brother?

Tam o sırada koridordan postal sesleri duyuldu. Just then, the sound of boots could be heard from the corridor. Çelik kapı gıcırdayarak açıldı. The steel door creaked open. Hücreden içeri O'Brien girdi. O'Brien entered the cell. Ardından, yüzü balmumundan bir maskı andıran subay ve siyah üniformalı muhafızlar sökün ettiler. Then the officer and black uniformed guards, whose face resembled a wax mask, dismounted.

"Kalk," dedi O'Brien. "Get up," said O'Brien. "Gel buraya." "Come here."

Winston gelip tam karşısında durdu. Winston came and stood directly in front of her. O'Brien güçlü elleriyle omuzlarından tutup yüzünü yaklaştırdı. O'Brien grabbed her shoulders with strong hands and brought her face close.

"Aklından beni aldatmayı geçiriyordun," dedi. “You were thinking of cheating on me,” he said. "Çok aptalca. "It's so stupid. Dik dur. Stand upright. Yüzüme bak." Look at my face."

Durdu, daha yumuşak bir sesle devam etti: He paused and continued in a softer voice:

"Sende gelişme görüyorum. "I see progress in you. Düşünsel açıdan pek az kusurun kaldı. You have few intellectual flaws left. Ama duygusal açıdan gelişme gösteremedin. But you haven't grown emotionally. Söyle bakalım, Winston, ama sakın yalan söyleyeyim deme, bilirsin, hemen yakalarım adamın yalanını, söyle şimdi, Büyük Birader'e karşı gerçekte neler duyuyorsun?" Tell me, Winston, but don't tell me to lie, you know, I'll catch him right away, tell me now, what do you really feel for Big Brother?"

"Nefret ediyorum ondan." "I hate him."

"Nefret ediyorsun. "You hate it. İyi. Good. Demek son aşamaya geçmenin zamanı gelmiş. So it's time to move on to the final stage. Büyük Birader'i sevmelisin. Ona boyun eğmek yeterli değil, sevmelisin onu." It is not enough to submit to him, you must love him."

Winston'ı muhafızlara doğru hafifçe itti. He pushed Winston lightly toward the guards.

"101 Numaralı Oda'ya," dedi. “To Room 101,” he said.