×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 3. Bölüm - III (b)

3. Bölüm - III (b)

Winston'ın bir şey söylemesini beklercesine sustu. Winston bir kez daha yatağın içinde büzülmeye çalıştı. Hiçbir şey diyemiyordu. Kanı donmuştu. O'Brien devam etti:

"Bunun sonsuza dek böyle olacağını hiç aklından çıkarma. Postal her zaman üstüne basacak bir insan yüzü bulacak. Her zaman alt edilecek, aşağılanacak bir sapkın, bir toplum düşmanı bulunacak. Elimize düştüğünden beri başına gelen her şey sürüp gidecek, hem de daha da şiddetlenerek. Casusluk, ihanetler, tutuklamalar, işkenceler, idamlar, ortadan kaybolmalar dur durak bilmeden sürüp gidecek. Bir zafer dünyası olduğu kadar bir terör dünyası olacak bu dünya. Parti ne denli güçlenirse, o ölçüde hoşgörüsüzleşecek: Muhalefet ne denli zayıflarsa, zorbalık o ölçüde artacak. Goldstein ve onu izleyen sapkınlar sonsuza dek yaşayacaklar. Her gün, her an, sabah akşam, dize getirilecek, aşağılanacak, küçük düşürülecek, yüzlerine tükürülecek, ama yine de her zaman var olacaklar. Seninle yedi yıldır oynadığım bu oyun, her seferinde daha incelikli biçimlere bürünerek kuşaklar boyunca tekrar tekrar oynanacak. Sapkınlar burada her zaman yalvar yakar olacaklar, yıkılmış, aşağılanmış olarak acıyla haykıracaklar ve sonunda bin pişman, kendilerinden arınmış olarak kendi istekleriyle ayaklarımıza kapanacaklar. Yaratmakta olduğumuz dünya bu işte, Winston. Yengiden yengiye, zaferden zafere koşulan, iktidarı durmadan daha güçlü, daha baskın, daha şiddetli kılan bir dünya. Bu dünyanın nasıl bir yer olduğunu anlamaya başladığını görüyorum. Ama sonunda, anlamanın da ötesinde bu dünyayı kabullenecek, benimseyecek ve onun bir parçası olup çıkacaksın."

Winston biraz olsun toparlanmıştı. "Yapamazsınız!" dedi güçlükle.

"O da ne demek, Winston?"

"Demin anlattığınız gibi bir dünya yaratamazsınız. Bu bir hayal olmalı. Mümkün değil."

"Neden?"

"Korku, nefret ve zulme dayanan bir uygarlık kurulamaz. Böyle bir uygarlık ayakta kalmaz."

"Neden ayakta kalmasın ki?"

"Dayanıksız olur. Dağılır gider. Kendi kendini yok eder."

"Saçmalıyorsun. Nefretin sevgiden daha tüketici olduğunu sanıyorsun. Niye öyle olsun ki? Hem öyle olsa bile ne değişir? De ki, kendimizi daha çabuk tüketmeyi seçtik. De ki, insan yaşamının temposunu o kadar hızlandırdık ki, insanlar otuz yaşında yaşlanır oldular. Ne fark eder? Bireyin ölümünün ölüm olmadığını anlayamıyor musun? Parti ölümsüzdür."

O'Brien'ın sesinin tonu, Winston'ı yine sindirmişti. Dahası, karşı koymakta diretirse O'Brien'ın yine kadranın kolunu kaldıracağından korkuyordu. Ama yine de konuşmadan edemedi. O'Brien'ın söyledikleri karşısında kapıldığı dehşeti dile getiremese de, güçlükle, inandırıcı olmaya çalışmadan atağını sürdürdü.

"Bilemiyorum... Umurumda değil. Nasıl olacağını bilmiyorum, ama başaramayacaksınız. Önünde sonunda yenileceksiniz. Hayat sizi alt edecek."

"Biz hayata her düzeyde hükmediyoruz, Winston. Sen insan doğası diye bir şey olduğuna inanıyorsun; üstelik o insan doğasının bizim yaptıklarımıza baş kaldıracağını ve bizim karşımıza dikileceğini sanıyorsun. Oysa insan doğasını biz yaratıyoruz. İnsanoğlu eğilip bükülmeye çok yatkındır. Yoksa yine proleterler ya da kölelerin ayaklanarak bizi devireceklerini mi düşünmeye başladın? Çıkar at kafandan bunu. Onlar, hayvanlar gibi, âcizdirler. İnsanlık Parti'dir. Ötekiler adamdan sayılmaz, unut gitsin."

Umurumda değil. Sonunda sizi alt edecekler. Er geç sizin ne olduğunuzu anlayacaklar, işte o zaman sizi paramparça edecekler."

"Bunun böyle olacağına ilişkin bir kanıt var mı ortada? Ya böyle olması gerektiğine ilişkin bir neden?"

"Hayır. Yalnızca böyle olacağına inanıyorum. Başaramayacağınızı biliyorum. Evrende bir şey var, bilemiyorum, bir ruh, bir cevher, işte onu hiçbir zaman yenemeyeceksiniz."

"Tanrı'ya inanıyor musun, Winston?"

"Hayır."

"O zaman, bizi yeneceğini söylediğin bu cevher nedir?"

"Bilmiyorum. İnsan ruhu."

"Peki, sen kendini insan olarak mı görüyorsun?"

"Evet."

"Sen insansan, Winston, son insansın. Senin soyun tükendi, yerini biz aldık. Bir başına olduğunun farkında mısın? Sen tarihin dışındasın, yoksun." Tavrı değişmiş, daha bir sertleşmişti: "Yalanlarımız ve gaddarlığımızdan ötürü kendini ahlâki olarak bizden üstün görüyorsun, değil mi?"

"Evet, kendimi sizden üstün görüyorum."

O'Brien sesini çıkarmadı. Odanın içinde başka iki ses duyuldu. Winston, çok geçmeden, bu seslerden birinin kendi sesi olduğunu fark etti. Kardeşlik örgütüne yazıldığı gece O'Brien'la yaptığı konuşmanın ses bandıydı bu. Konuşmada, yalan söyleyeceğine, çalıp çırpacağına, sahtekârlık yapacağına, adam öldüreceğine, insanları uyuşturucu kullanmaya ve fuhuşa özendireceğine, zührevi hastalıkların yayılmasını sağlayacağına, gerekirse bir çocuğun yüzüne kezzap atacağına söz veriyordu. O'Brien, bu gösteriye pek de gerek olmadığını belirtmek istercesine sabırsızca bir el hareketi yaptı. Sonra bir düğmeyi çevirdi ve sesler kesildi.

"Kalk o yataktan," dedi.

Kayışlar gevşemişti. Winston yataktan aşağıya indi; ayakta zor duruyordu.

"Sen, son insan," dedi O'Brien. "İnsan ruhunun yılmaz bekçisi. Şimdi kendini olduğun gibi gör bakalım. Çıkar üstündekileri."

Winston, tulumunu tutan ipi çözdü. Tulumun fermuarı çoktan sökülüp alınmıştı. Tutuklandığından beri üstündeki giysiyi çıkarıp çıkarmadığını anımsamıyordu. Tulumun içinden, iç çamaşırı demek için bin şahit isteyen, sapsarı olmuş, kirli paçavralara sarılı bedeni ortaya çıktı. Üstündekileri yere bırakırken, odanın karşı tarafında üç kanatlı bir ayna olduğunu fark etti. Aynaya doğru giderken ansızın durdu. İstençdışı bir çığlık koptu içinden.

"Git," dedi O'Brien. "Aynanın iki kanadı arasında dur. Kendini bir de yandan gör."

Winston korktuğu için durmuştu. İki büklüm olmuş, kırçıllaşmış, iskelete dönmüş bir yaratık kendisine doğru geliyordu. Korkmasının nedeni, yalnızca bu yaratığın kendisi olduğunu bilmesi değil, aynı zamanda görünüşünün gerçekten ürkünç olmasıydı. Aynaya biraz daha yaklaştı. Yaratığın yüzü, eğik durduğu için uzamış görünüyordu. Ağlamaklı, avurdu avurduna geçmiş, hapishane kaçkını bir surat, çıplak tepesiyle birleşen çıkık bir alın, çarpık bir burun, vahşi ve ürkek gözler. Yüzü kırış kırış olmuş, ağzı sanki içine göçmüştü. Evet, bu yüz kesinlikle kendi yüzüydü, ama yüzündeki değişiklik iç dünyasındaki değişimden daha fazla gibiydi. Belli ki, yüreğinden geçenleri yansıtmayacaktı artık. Saçları yer yer dökülmüştü. İlkin saçlarının kırlaşmış olduğunu sandı, oysa kırlaşan yalnızca kafa derisiydi. Nicedir biriken kirden, elleri ve yüzü dışında tüm bedeni kurşuni bir renge bürünmüştü. Kir tabakasının altından yer yer yara izleri göze çarpıyordu; ayak bileğinin oradaki varis çıbanı irinli bir yaraya dönüşmüş, derisi pul pul olmuştu. Ama asıl korkuncu, iskeleti çıkmış, bir deri bir kemik kalmış olmasıydı; bacakları o kadar incelmişti ki, dizleri baldırlarından daha kalın görünüyordu. O'Brien'ın, kendisini bir de yandan görmesini söylerken ne demek istediğini şimdi anlıyordu. İki büklüm olmuştu. İncecik omuzları öne bükülüp kamburu çıkınca göğsü içeri göçmüştü. Kürdan gibi boynu, kafasının ağırlığı altında kırılıverecek gibiydi. Onu gören, ölümcül bir hastalığa yakalanmış altmış yaşında bir adam sanırdı.

"Yüzümün –bir İç Parti üyesinin yüzünün– yaşlı ve yorgun göründüğünü düşündüğün oldu," dedi O'Brien. "Şimdi kendi yüzün için ne düşünüyorsun bakalım?"

Winston'ı omzundan tuttuğu gibi kendine çevirdi.

"Şu haline bir bak!" dedi. "Şu bedenine bir bak, tepeden tırnağa pislik içindesin. Şu ayak parmaklarının arasındaki kirlere bak. Bacağındaki şu kokuşmuş yaraya bir bak, insanın midesini bulandırıyor. Leş gibi koktuğunun farkında mısın? Belki de artık fark etmiyorsundur. Canlı cenazeye dönmüşsün. Görebiliyor musun? Pazın başparmağım ile işaretparmağımın arasına sığıyor. Boynun kürdan gibi kalmış, şöyle bir sıksam kopuverecek. Elimize düştüğünden beri yirmi beş kilo verdiğini biliyor musun? Saçların tutam tutam dökülüyor. Bak!" Uzanıp saçına yapıştı, bir tutam saç elinde kaldı. "Ağzını aç bakayım. Dokuz, on, on bir, evet, on bir dişin kalmış. Bize geldiğinde kaç dişin vardı peki? Kalanlar da döküldü dökülecek. Bak!"

Winston'ın ön dişlerinden birini güçlü parmaklarıyla tuttu. Winston çenesinde ani bir acı duydu. O'Brien dişi kökünden söküp alıvermişti. Hücrenin bir köşesine fırlatıp attı.

"Çürüyorsun," dedi; "parça parça dağılıyorsun. Sen nesin, biliyor musun? Bir pislik torbası. Şimdi dön arkanı da, yeniden bir bak şu aynaya. Şu sana bakan şeyi görüyor musun? Son insan bu işte. Sen insansan, işte insanlık bu. Şimdi giy şu giysilerini bakalım."

Winston ağır ağır giyinmeye başladı. O ana kadar, ne kadar zayıf ve güçsüz olduğunu fark etmemişti. Kafasını kurcalayan tek bir düşünce vardı: Burada sandığından daha uzun bir süredir bulunuyor olmalıydı. Sonra birden, o kirli paçavralara yeniden sarınırken, harabeye dönmüş bedenine bakıp yüreği paralandı. Farkında olmadan yatağın yanındaki küçük tabureye çöktü ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Çiğ ışığın altında, pislik içindeki iç çamaşırlarıyla mumya gibi oturmuş ağlarken ne kadar çirkin olduğunun farkındaydı, ama kendini alamıyordu. O'Brien, nerdeyse sevecenlikle, elini omzuna koydu.

"Hep böyle gidecek değil," dedi. "Bu durumdan istediğin zaman kurtulabilirsin. Her şey sana bağlı."

Winston, hıçkırarak, "Siz yaptınız," dedi. "Beni bu hale sokan sizsiniz."

"Hayır, Winston, kendini bu hale sokan sensin. Partinin karşısına dikilmeye karar verdiğin an, böyle olabileceğini kabullenmiştin. O ilk eylem bütün bunları içeriyordu. Önceden bilmediğin hiçbir şey gelmedi başına."

Bir an durdu, sonra devam etti:

"Seni alt ettik, Winston. Perişan ettik seni. Bedeninin ne hale geldiğini gördün. Zihnin de aynı durumda. Onurun ayaklar altına alındı. Tekmelendin, sopa yedin, sövüldün, acı içinde haykırdın, kendi kanın ve kusmuğunun içinde yerlerde süründün. Yalvar yakar oldun, aman diledin, herkesi ele verdin, bildiğin ne varsa söyledin. Bir insan daha fazla küçük düşebilir mi?"

Winston, gözlerinden hâlâ yaşlar gelmekle birlikte, artık ağlamıyordu. Başını kaldırıp O'Brien'a baktı.

"Julia'ya ihanet etmedim," dedi.

O'Brien, tedirgin bir biçimde ona baktı. "Evet," dedi, "evet; çok haklısın. Julia'ya ihanet etmedin."

Winston, O'Brien'a duyduğu o tuhaf saygıyı, o hiçbir şeyin yok edemediği saygıyı bir kez daha yüreğinde hissetti. Ne kadar zeki, diye geçirdi aklından, ne kadar zeki! O'Brien, kendisine söyleneni bir kez olsun anlamazlık etmiyordu. Başka kim olsa, hiç duraksamadan, Julia'ya ihanet ettiğini söylerdi. İşkence altında söyletmedikleri ne kalmıştı ki? Julia hakkında bildiği ne varsa söylemişti onlara, alışkanlıklarını, karakterini, geçmişini; buluştuklarında neler yaptıklarını, birbirlerine neler söylediklerini, karaborsadan aldıkları yiyecekleri, yasadışı sevişmelerini, Partiye karşı içten içe kurdukları komploları, her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı. Ama yine de kendi anladığı anlamda, ihanet etmemişti ona. Onu sevmekten hiç vazgeçmemişti; ona karşı duydukları hiç değişmemişti. O'Brien, Winston'ın ne demek istediğini açıklamaya gerek kalmadan anlayıvermişti.

"Söyler misiniz," dedi Winston, "beni ne zaman kurşuna dizerler?"

"Kim bilir, belki çok sonra," dedi O'Brien. "Sen müzmin bir vakasın. Ama umudunu kesme. Önünde sonunda herkes tedavi edilir. Ondan sonra da kurşuna dizeriz."


3. Bölüm - III (b)

Winston'ın bir şey söylemesini beklercesine sustu. He paused, waiting for Winston to say something. Winston bir kez daha yatağın içinde büzülmeye çalıştı. Once again Winston tried to shrink into the bed. Hiçbir şey diyemiyordu. He wasn't saying anything. Kanı donmuştu. His blood was frozen. O'Brien devam etti: O'Brien continued:

"Bunun sonsuza dek böyle olacağını hiç aklından çıkarma. “Never forget that it will be like this forever. Postal her zaman üstüne basacak bir insan yüzü bulacak. Postal will always find a human face to step on. Her zaman alt edilecek, aşağılanacak bir sapkın, bir toplum düşmanı bulunacak. There will always be a pervert, an enemy of society, to be defeated and humiliated. Elimize düştüğünden beri başına gelen her şey sürüp gidecek, hem de daha da şiddetlenerek. Everything that has happened to him since it fell into our hands will go on, only getting worse. Casusluk, ihanetler, tutuklamalar, işkenceler, idamlar, ortadan kaybolmalar dur durak bilmeden sürüp gidecek. Espionage, betrayals, arrests, tortures, executions, disappearances will continue unabated. Bir zafer dünyası olduğu kadar bir terör dünyası olacak bu dünya. This world will be a world of terror as well as a world of victory. Parti ne denli güçlenirse, o ölçüde hoşgörüsüzleşecek: Muhalefet ne denli zayıflarsa, zorbalık o ölçüde artacak. The stronger the party, the more intolerant it will become: the weaker the opposition, the greater the tyranny. Goldstein ve onu izleyen sapkınlar sonsuza dek yaşayacaklar. Goldstein and the perverts who followed him will live forever. Her gün, her an, sabah akşam, dize getirilecek, aşağılanacak, küçük düşürülecek, yüzlerine tükürülecek, ama yine de her zaman var olacaklar. Every day, every moment, morning and evening, they will be subdued, humiliated, humiliated, spit in their face, but they will always exist. Seninle yedi yıldır oynadığım bu oyun, her seferinde daha incelikli biçimlere bürünerek kuşaklar boyunca tekrar tekrar oynanacak. This game I've been playing with you for seven years will be played over and over for generations, each time taking on more subtle forms. Sapkınlar burada her zaman yalvar yakar olacaklar, yıkılmış, aşağılanmış olarak acıyla haykıracaklar ve sonunda bin pişman, kendilerinden arınmış olarak kendi istekleriyle ayaklarımıza kapanacaklar. Here the perverts will always be pleading, they will cry out in pain, devastated, humiliated, and in the end, a thousand regrets, free from themselves, will fall at our feet of their own accord. Yaratmakta olduğumuz dünya bu işte, Winston. That's the world we're creating, Winston. Yengiden yengiye, zaferden zafere koşulan, iktidarı durmadan daha güçlü, daha baskın, daha şiddetli kılan bir dünya. A world that runs from victory to victory, from victory to victory, that makes the government stronger, more dominant and more violent. Bu dünyanın nasıl bir yer olduğunu anlamaya başladığını görüyorum. I see you begin to understand what this world is like. Ama sonunda, anlamanın da ötesinde bu dünyayı kabullenecek, benimseyecek ve onun bir parçası olup çıkacaksın." But in the end, beyond understanding, you will accept this world, embrace it, and become a part of it.”

Winston biraz olsun toparlanmıştı. Winston had recovered somewhat. "Yapamazsınız!" "You can't!" dedi güçlükle. he said with difficulty.

"O da ne demek, Winston?" "What does that mean, Winston?"

"Demin anlattığınız gibi bir dünya yaratamazsınız. "You can't create a world like you just described. Bu bir hayal olmalı. This must be a dream. Mümkün değil." Not possible."

"Neden?" "Why?"

"Korku, nefret ve zulme dayanan bir uygarlık kurulamaz. "A civilization based on fear, hatred and oppression cannot be established. Böyle bir uygarlık ayakta kalmaz." Such a civilization will not survive."

"Neden ayakta kalmasın ki?" "Why not stay up?"

"Dayanıksız olur. "It's unstable. Dağılır gider. It dissipates. Kendi kendini yok eder." It destroys itself."

"Saçmalıyorsun. "You're being silly. Nefretin sevgiden daha tüketici olduğunu sanıyorsun. You think hate is more consuming than love. Niye öyle olsun ki? Why so? Hem öyle olsa bile ne değişir? And even so, what would change? De ki, kendimizi daha çabuk tüketmeyi seçtik. Say, we chose to consume ourselves more quickly. De ki, insan yaşamının temposunu o kadar hızlandırdık ki, insanlar otuz yaşında yaşlanır oldular. Say, we have accelerated the pace of human life so much that people become old at thirty. Ne fark eder? What does it matter? Bireyin ölümünün ölüm olmadığını anlayamıyor musun? Can't you understand that the death of the individual is not death? Parti ölümsüzdür." The party is immortal."

O'Brien'ın sesinin tonu, Winston'ı yine sindirmişti. The tone of O'Brien's voice astounded Winston again. Dahası, karşı koymakta diretirse O'Brien'ın yine kadranın kolunu kaldıracağından korkuyordu. What's more, he feared that if he persisted, O'Brien would raise the dial's arm again. Ama yine de konuşmadan edemedi. But he still couldn't help but speak. O'Brien'ın söyledikleri karşısında kapıldığı dehşeti dile getiremese de, güçlükle, inandırıcı olmaya çalışmadan atağını sürdürdü. Although he could not express his horror at what O'Brien had said, he continued his attack with difficulty, without trying to be convincing.

"Bilemiyorum... Umurumda değil. "I don't know...I don't care. Nasıl olacağını bilmiyorum, ama başaramayacaksınız. I don't know how, but you will not succeed. Önünde sonunda yenileceksiniz. You will eventually be defeated. Hayat sizi alt edecek." Life will get you down."

"Biz hayata her düzeyde hükmediyoruz, Winston. “We dominate life at every level, Winston. Sen insan doğası diye bir şey olduğuna inanıyorsun; üstelik o insan doğasının bizim yaptıklarımıza baş kaldıracağını ve bizim karşımıza dikileceğini sanıyorsun. You believe there is such a thing as human nature; moreover, you think that human nature will rebel against what we do and will stand up to us. Oysa insan doğasını biz yaratıyoruz. However, we create human nature. İnsanoğlu eğilip bükülmeye çok yatkındır. Humans are very prone to bending and twisting. Yoksa yine proleterler ya da kölelerin ayaklanarak bizi devireceklerini mi düşünmeye başladın? Or are you starting to think again that proletarians or slaves will rise up and overthrow us? Çıkar at kafandan bunu. Get this out of your head. Onlar, hayvanlar gibi, âcizdirler. They are helpless, like animals. İnsanlık Parti'dir. Humanity Party. Ötekiler adamdan sayılmaz, unut gitsin." Others don't count as men, forget it."

Umurumda değil. I do not care. Sonunda sizi alt edecekler. In the end, they will beat you. Er geç sizin ne olduğunuzu anlayacaklar, işte o zaman sizi paramparça edecekler." Sooner or later they'll realize what you are, and then they'll tear you apart."

"Bunun böyle olacağına ilişkin bir kanıt var mı ortada? "Is there any evidence that this will happen? Ya böyle olması gerektiğine ilişkin bir neden?" And a reason why it should be like that?"

"Hayır. "No. Yalnızca böyle olacağına inanıyorum. I just believe it will be like this. Başaramayacağınızı biliyorum. I know you can't make it. Evrende bir şey var, bilemiyorum, bir ruh, bir cevher, işte onu hiçbir zaman yenemeyeceksiniz." There's something in the universe, I don't know, a soul, a gem, you'll never be able to beat it."

"Tanrı'ya inanıyor musun, Winston?" "Do you believe in God, Winston?"

"Hayır."

"O zaman, bizi yeneceğini söylediğin bu cevher nedir?" "Then what is this gem that you say will beat us?"

"Bilmiyorum. "I do not know. İnsan ruhu." The human spirit."

"Peki, sen kendini insan olarak mı görüyorsun?" "Well, do you see yourself as a human being?"

"Evet." "Yes."

"Sen insansan, Winston, son insansın. "If you are human, Winston, you are the last human. Senin soyun tükendi, yerini biz aldık. Your lineage is extinct, we took your place. Bir başına olduğunun farkında mısın? Do you realize that you are alone? Sen tarihin dışındasın, yoksun." You're out of history, you're gone." Tavrı değişmiş, daha bir sertleşmişti: "Yalanlarımız ve gaddarlığımızdan ötürü kendini ahlâki olarak bizden üstün görüyorsun, değil mi?" His demeanor had changed, becoming more stern: "You consider yourself morally superior to us because of our lies and cruelty, don't you?"

"Evet, kendimi sizden üstün görüyorum." "Yes, I consider myself superior to you."

O'Brien sesini çıkarmadı. O'Brien remained silent. Odanın içinde başka iki ses duyuldu. Two other voices were heard inside the room. Winston, çok geçmeden, bu seslerden birinin kendi sesi olduğunu fark etti. Winston soon realized that one of these voices was his own. Kardeşlik örgütüne yazıldığı gece O'Brien'la yaptığı konuşmanın ses bandıydı bu. It was the audio tape of the conversation he had with O'Brien the night he signed up for the fraternity. Konuşmada, yalan söyleyeceğine, çalıp çırpacağına, sahtekârlık yapacağına, adam öldüreceğine, insanları uyuşturucu kullanmaya ve fuhuşa özendireceğine, zührevi hastalıkların yayılmasını sağlayacağına, gerekirse bir çocuğun yüzüne kezzap atacağına söz veriyordu. In the speech, he promised to lie, steal, cheat, murder, encourage people to use drugs and prostitution, spread venereal diseases, and, if necessary, smack a child's face with bitterness. O'Brien, bu gösteriye pek de gerek olmadığını belirtmek istercesine sabırsızca bir el hareketi yaptı. O'Brien gestured impatiently to indicate that there was little need for this demonstration. Sonra bir düğmeyi çevirdi ve sesler kesildi. Then he flipped a switch and the sounds stopped.

"Kalk o yataktan," dedi. “Get out of that bed,” he said.

Kayışlar gevşemişti. The straps were loose. Winston yataktan aşağıya indi; ayakta zor duruyordu. Winston got down from the bed; it was hard to stand.

"Sen, son insan," dedi O'Brien. "You, the last human," said O'Brien. "İnsan ruhunun yılmaz bekçisi. "The indomitable keeper of the human spirit. Şimdi kendini olduğun gibi gör bakalım. Now see yourself as you are. Çıkar üstündekileri." Take them off."

Winston, tulumunu tutan ipi çözdü. Winston untied the rope holding his overalls. Tulumun fermuarı çoktan sökülüp alınmıştı. The zipper of the jumpsuit had already been ripped off. Tutuklandığından beri üstündeki giysiyi çıkarıp çıkarmadığını anımsamıyordu. He could not remember whether he had taken off his clothes since his arrest. Tulumun içinden, iç çamaşırı demek için bin şahit isteyen, sapsarı olmuş, kirli paçavralara sarılı bedeni ortaya çıktı. From the inside of the overalls, his yellow body, wrapped in dirty rags, emerged, demanding a thousand witnesses to say underwear. Üstündekileri yere bırakırken, odanın karşı tarafında üç kanatlı bir ayna olduğunu fark etti. As he dropped his clothes on the floor, he noticed that there was a three-bladed mirror on the opposite side of the room. Aynaya doğru giderken ansızın durdu. He stopped abruptly on his way to the mirror. İstençdışı bir çığlık koptu içinden. An involuntary shriek broke out of him.

"Git," dedi O'Brien. "Go," said O'Brien. "Aynanın iki kanadı arasında dur. "Stand between the two wings of the mirror. Kendini bir de yandan gör." See yourself from the side."

Winston korktuğu için durmuştu. Winston had stopped because he was afraid. İki büklüm olmuş, kırçıllaşmış, iskelete dönmüş bir yaratık kendisine doğru geliyordu. A crooked, grizzled, skeletal creature was coming towards him. Korkmasının nedeni, yalnızca bu yaratığın kendisi olduğunu bilmesi değil, aynı zamanda görünüşünün gerçekten ürkünç olmasıydı. He was afraid not only because he knew that this creature was him, but also because its appearance was truly terrifying. Aynaya biraz daha yaklaştı. He moved a little closer to the mirror. Yaratığın yüzü, eğik durduğu için uzamış görünüyordu. The creature's face looked elongated as it stood bent. Ağlamaklı, avurdu avurduna geçmiş, hapishane kaçkını bir surat, çıplak tepesiyle birleşen çıkık bir alın, çarpık bir burun, vahşi ve ürkek gözler. A tearful, grumpy, jailbroken face, a prominent forehead that joins the bare top, a crooked nose, wild and timid eyes. Yüzü kırış kırış olmuş, ağzı sanki içine göçmüştü. His face was wrinkled and his mouth seemed to sink into it. Evet, bu yüz kesinlikle kendi yüzüydü, ama yüzündeki değişiklik iç dünyasındaki değişimden daha fazla gibiydi. Yes, this face was definitely his own, but the change in his face seemed more like a change in his inner world. Belli ki, yüreğinden geçenleri yansıtmayacaktı artık. Obviously, he would no longer reflect what was in his heart. Saçları yer yer dökülmüştü. His hair was falling out. İlkin saçlarının kırlaşmış olduğunu sandı, oysa kırlaşan yalnızca kafa derisiydi. At first he thought his hair was gray, but it was only his scalp that turned gray. Nicedir biriken kirden, elleri ve yüzü dışında tüm bedeni kurşuni bir renge bürünmüştü. His whole body, except for his hands and face, was gray from the dirt that had accumulated over a long period of time. Kir tabakasının altından yer yer yara izleri göze çarpıyordu; ayak bileğinin oradaki varis çıbanı irinli bir yaraya dönüşmüş, derisi pul pul olmuştu. Under the dirt layer, scars were visible in places; the varicose boil on his ankle had turned into a pus-filled wound and his skin was flaky. Ama asıl korkuncu, iskeleti çıkmış, bir deri bir kemik kalmış olmasıydı; bacakları o kadar incelmişti ki, dizleri baldırlarından daha kalın görünüyordu. But what was terrifying was that his skeleton was gone, emaciated; Her legs were so thin that her knees looked thicker than her calves. O'Brien'ın, kendisini bir de yandan görmesini söylerken ne demek istediğini şimdi anlıyordu. He understood now what O'Brien had meant when he had told her to see him from the side. İki büklüm olmuştu. I was double-crossed. İncecik omuzları öne bükülüp kamburu çıkınca göğsü içeri göçmüştü. His chest caved in as his slender shoulders hunched forward and hunched over. Kürdan gibi boynu, kafasının ağırlığı altında kırılıverecek gibiydi. His neck, like a toothpick, looked like it would break under the weight of his head. Onu gören, ölümcül bir hastalığa yakalanmış altmış yaşında bir adam sanırdı. Anyone who saw him would have thought it was a sixty-year-old man with a terminal illness.

"Yüzümün –bir İç Parti üyesinin yüzünün– yaşlı ve yorgun göründüğünü düşündüğün oldu," dedi O'Brien. “Sometimes you thought my face—the face of an Inner Party member—looked old and tired,” O'Brien said. "Şimdi kendi yüzün için ne düşünüyorsun bakalım?" "Now what do you think of your own face?"

Winston'ı omzundan tuttuğu gibi kendine çevirdi. He grabbed Winston by the shoulder and turned him towards him.

"Şu haline bir bak!" "Look at you!" dedi. said. "Şu bedenine bir bak, tepeden tırnağa pislik içindesin. "Look at your body, you're filthy from head to toe. Şu ayak parmaklarının arasındaki kirlere bak. Look at the dirt between those toes. Bacağındaki şu kokuşmuş yaraya bir bak, insanın midesini bulandırıyor. Look at that stinking wound on your leg, it's making you sick to my stomach. Leş gibi koktuğunun farkında mısın? Do you realize that you stink? Belki de artık fark etmiyorsundur. Maybe you don't notice anymore. Canlı cenazeye dönmüşsün. You're back in a living burial. Görebiliyor musun? Can you see? Pazın başparmağım ile işaretparmağımın arasına sığıyor. Your biceps fit between my thumb and index finger. Boynun kürdan gibi kalmış, şöyle bir sıksam kopuverecek. Your neck is stuck like a toothpick, if I squeeze it, it will break. Elimize düştüğünden beri yirmi beş kilo verdiğini biliyor musun? Do you know you've lost twenty-five kilos since we got it? Saçların tutam tutam dökülüyor. Your hair is falling out in clumps. Bak!" Uzanıp saçına yapıştı, bir tutam saç elinde kaldı. He reached out and clung to her hair, a lock of hair remaining in his hand. "Ağzını aç bakayım. "Let me open your mouth. Dokuz, on, on bir, evet, on bir dişin kalmış. Nine, ten, eleven, yes, eleven teeth left. Bize geldiğinde kaç dişin vardı peki? How many teeth did you have when you came to us? Kalanlar da döküldü dökülecek. The rest will be spilled. Bak!"

Winston'ın ön dişlerinden birini güçlü parmaklarıyla tuttu. He gripped one of Winston's front teeth with his strong fingers. Winston çenesinde ani bir acı duydu. Winston felt a sudden pain in his jaw. O'Brien dişi kökünden söküp alıvermişti. O'Brien had uprooted the tooth. Hücrenin bir köşesine fırlatıp attı. He threw it in a corner of the cell.

"Çürüyorsun," dedi; "parça parça dağılıyorsun. "You are rotting," he said; "You're falling apart. Sen nesin, biliyor musun? What are you, do you know? Bir pislik torbası. A scumbag. Şimdi dön arkanı da, yeniden bir bak şu aynaya. Şu sana bakan şeyi görüyor musun? See that thing staring at you? Son insan bu işte. This is the last person. Sen insansan, işte insanlık bu. If you're human, that's humanity. Şimdi giy şu giysilerini bakalım." Now put on your clothes."

Winston ağır ağır giyinmeye başladı. Winston began to dress slowly. O ana kadar, ne kadar zayıf ve güçsüz olduğunu fark etmemişti. Until that moment, he hadn't realized how weak and powerless he was. Kafasını kurcalayan tek bir düşünce vardı: Burada sandığından daha uzun bir süredir bulunuyor olmalıydı. There was only one thought that preoccupied him: He must have been here longer than he thought. Sonra birden, o kirli paçavralara yeniden sarınırken, harabeye dönmüş bedenine bakıp yüreği paralandı. Then all of a sudden, as she wrapped herself in those dirty rags again, her heart broke as she stared at her devastated body. Farkında olmadan yatağın yanındaki küçük tabureye çöktü ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Unwittingly, she collapsed onto the small stool next to the bed and began to sob. Çiğ ışığın altında, pislik içindeki iç çamaşırlarıyla mumya gibi oturmuş ağlarken ne kadar çirkin olduğunun farkındaydı, ama kendini alamıyordu. She was aware of how ugly she was as she sat like a mummy crying in the raw light, in her filthy underwear, but she couldn't help herself. O'Brien, nerdeyse sevecenlikle, elini omzuna koydu. O'Brien put his hand on her shoulder, almost tenderly.

"Hep böyle gidecek değil," dedi. "It won't always be like this," he said. "Bu durumdan istediğin zaman kurtulabilirsin. "You can get out of this situation whenever you want. Her şey sana bağlı." Everything depends on you."

Winston, hıçkırarak, "Siz yaptınız," dedi. “You did it,” Winston said, sobbing. "Beni bu hale sokan sizsiniz." "You're the one who got me into this situation."

"Hayır, Winston, kendini bu hale sokan sensin. "No, Winston, you're the one who got yourself into this situation. Partinin karşısına dikilmeye karar verdiğin an, böyle olabileceğini kabullenmiştin. The moment you decided to stand in front of the party, you accepted that this could happen. O ilk eylem bütün bunları içeriyordu. That first act contained all of this. Önceden bilmediğin hiçbir şey gelmedi başına." Nothing happened to you that you didn't know before."

Bir an durdu, sonra devam etti: He paused for a moment, then continued:

"Seni alt ettik, Winston. "We beat you, Winston. Perişan ettik seni. We destroyed you. Bedeninin ne hale geldiğini gördün. You've seen what your body has become. Zihnin de aynı durumda. So is your mind. Onurun ayaklar altına alındı. Your honor has been trampled on. Tekmelendin, sopa yedin, sövüldün, acı içinde haykırdın, kendi kanın ve kusmuğunun içinde yerlerde süründün. You've been kicked, stabbed, abused, screamed in pain, crawled in your own blood and vomit. Yalvar yakar oldun, aman diledin, herkesi ele verdin, bildiğin ne varsa söyledin. You begged, begged for mercy, betrayed everyone, told everything you know. Bir insan daha fazla küçük düşebilir mi?" Can a man be humiliated any more?"

Winston, gözlerinden hâlâ yaşlar gelmekle birlikte, artık ağlamıyordu. Winston was no longer crying, though tears still flowed from his eyes. Başını kaldırıp O'Brien'a baktı. He looked up at O'Brien.

"Julia'ya ihanet etmedim," dedi. "I didn't betray Julia," he said.

O'Brien, tedirgin bir biçimde ona baktı. O'Brien looked at him uneasily. "Evet," dedi, "evet; çok haklısın. “Yes,” he said, “yes; you are quite right. Julia'ya ihanet etmedin." You didn't betray Julia."

Winston, O'Brien'a duyduğu o tuhaf saygıyı, o hiçbir şeyin yok edemediği saygıyı bir kez daha yüreğinde hissetti. Winston felt again in his heart the strange respect he had for O'Brien, the respect that nothing could destroy. Ne kadar zeki, diye geçirdi aklından, ne kadar zeki! How clever, he thought, how clever! O'Brien, kendisine söyleneni bir kez olsun anlamazlık etmiyordu. Not once did O'Brien fail to understand what was said to him. Başka kim olsa, hiç duraksamadan, Julia'ya ihanet ettiğini söylerdi. İşkence altında söyletmedikleri ne kalmıştı ki? What was left that they did not say under torture? Julia hakkında bildiği ne varsa söylemişti onlara, alışkanlıklarını, karakterini, geçmişini; buluştuklarında neler yaptıklarını, birbirlerine neler söylediklerini, karaborsadan aldıkları yiyecekleri, yasadışı sevişmelerini, Partiye karşı içten içe kurdukları komploları, her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı. He had told them everything he knew about Julia, her habits, her character, her past; He described everything, down to the last detail, what they did when they met, what they said to each other, the food they bought on the black market, their illegal sex, their secret plots against the Party. Ama yine de kendi anladığı anlamda, ihanet etmemişti ona. But still, he had not betrayed her, in his own sense. Onu sevmekten hiç vazgeçmemişti; ona karşı duydukları hiç değişmemişti. She had never stopped loving him; His feelings for her had not changed at all. O'Brien, Winston'ın ne demek istediğini açıklamaya gerek kalmadan anlayıvermişti. O'Brien understood without explaining what Winston meant.

"Söyler misiniz," dedi Winston, "beni ne zaman kurşuna dizerler?" "Tell me," said Winston, "when will they shoot me?"

"Kim bilir, belki çok sonra," dedi O'Brien. "Sen müzmin bir vakasın. "You're a chronic case. Ama umudunu kesme. But don't give up hope. Önünde sonunda herkes tedavi edilir. In the end, everyone is cured. Ondan sonra da kurşuna dizeriz." And then we'll shoot him."