×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 3. Bölüm - I (a)

3. Bölüm - I (a)

I

Nerede olduğunu bilmiyordu. Büyük olasılıkla Sevgi Bakanlığı'ndaydı; ama bunu anlamak olanaksızdı.

Duvarları parlak beyaz fayans kaplı, yüksek tavanlı, penceresiz bir hücredeydi. Gizlenmiş lambalardan içeriye çiğ bir ışık vuruyor, havalandırmayla ilgili olduğunu sandığı sürekli bir uğultu geliyordu. Ancak oturulabilecek genişlikte bir tahta sıra duvarı kapıya kadar çevreliyordu; kapının tam karşısında ise, tahta oturağı olmayan bir tuvalet vardı. Dört duvara da birer tele+ekran yerleştirilmişti.

Karnına dinmek bilmeyen bir ağrı saplanmıştı. Üstü kapalı yük arabasına tıkıp götürdüklerinden beri ağrıyordu karnı. Ama bir yandan da midesi kazınıyor, açlıktan gözleri kararıyordu. Belki yirmi dört saattir hiçbir şey yememişti, belki de otuz altı saattir. Tutuklandığında sabah mı, yoksa akşam mı olduğunu hâlâ bilmiyordu, herhalde hiçbir zaman bilemeyecekti de. Tutuklandığından bu yana hiç yemek vermemişlerdi.

Daracık sıranın üstünde, ellerini dizinde kenetlemiş, hiç kıpırdamadan oturuyordu. Daha şimdiden hiç kıpırdamadan oturmayı öğrenmişti. Beklenmedik bir hareket yaparsan, tele+ekrandan hemen bağırmaya başlıyorlardı. Ama açlık gittikçe bastırıyordu. Tulumunun cebinde ekmek kırıntıları olabileceği geldi aklına. Cebindeki bir şeyin arada sırada bacağına sürtündüğüne bakılırsa, irice bir ekmek parçası bile olabilirdi. Sonunda, cebinde ne olduğunu anlamanın çekiciliği korkusuna ağır bastı ve elini cebine attı.

Tele+ekrandan bir ses, "Smith!" diye bağırdı. "6079 Smith W! Hücrede elleri cebe sokmak yok!"

Yeniden ellerini dizinde kenetleyip hiç kımıldamadan oturdu. Oraya getirilmeden önce, sıradan bir hapishaneye ya da devriyeler tarafından kullanılan geçici bir tutukevine götürülmüştü. Orada ne kadar kaldığını bilmiyordu, en azından birkaç saat kalmış olmalıydı; saat olmadığı gibi, içeriye gün ışığı da girmediğinden, ne kadar zaman geçtiğini kestirmek zordu. Hem gürültülü hem de leş gibi kokan bir yerdi. Onu, şimdikine benzeyen ama pislik içinde ve on on beş kişinin doluştuğu bir hücreye koymuşlardı. Çoğu adi suçlu olmakla birlikte, aralarında birkaç siyasi mahkûm da vardı. Ne zamandır su yüzü görmemiş bir sürü bedenin arasına sığışıp duvarın dibinde sessizce oturmuştu; korkudan ve karnındaki ağrıdan çevresindekilerle pek ilgilenememiş, ama Partili mahkûmlarla adi tutukluların tavırları arasındaki fark da gözünden kaçmamıştı. Partili mahkûmlar hep suskun ve ürkektiler, adi suçlular ise göründüğü kadarıyla hiçbir şeye aldırmadıkları gibi, hiç kimseyi de umursamıyorlardı. Muhafızlara ana avrat sövüyorlar, eşyalarına el konulduğunda var güçleriyle direniyorlar, yerlere açık saçık laflar yazıyorlar, giysilerinin olmadık yerlerinden çıkardıkları kaçak yiyecekleri yiyorlar, dahası düzeni sağlamaya kalkıştığı zaman tele+ekrana küfürler yağdırmaktan bile çekinmiyorlardı. Buna karşılık, bazılarının muhafızlarla arası çok iyiydi, onlara lakaplarıyla sesleniyorlar, kapıdaki gözetleme deliğinden bir sigara alabilmek için sırnaşıp yaltaklanıyorlardı. Muhafızlar da, sertlik göstermeleri gerektiği zaman bile, adi suçlulardan belirli bir hoşgörüyü esirgemiyorlardı. Mahkûmların çoğunun gönderilmeyi bekledikleri çalışma kampları dillerden düşmüyordu. Söylenenlere bakılırsa, adamını bulursan ve işini bilen biriysen, çalışma kamplarında "geçinip gidebilirdin". Rüşvetin, adam kayırmanın, haraççılığın her türlüsü kol geziyordu, eşcinsellik ve fuhuştan geçilmiyordu, gizli gizli patatesten alkol bile imal ediliyordu. Kilit yerlere yalnızca adi suçlular, özellikle de bir çeşit beylik oluşturan soyguncular ve caniler getiriliyordu. Bütün iğrenç işler ise siyasilere yaptırılıyordu.

Tutukevinden her çeşit mahkûm gelip geçiyordu: uyuşturucu satıcıları, hırsızlar, haydutlar, karaborsacılar, sarhoşlar, fahişeler. Kimi sarhoşlar o kadar azgın oluyordu ki, öteki mahkûmlar onları ancak elbirliğiyle durdurabiliyorlardı. Altmış yaşlarında, koca memeleri karnına sarkmış, ak saçları darmadağınık, harabeye dönmüş bir kadın getirmişler, güçbela içeri sokmuşlardı; tekmeler savuran, bağırıp çağıran kadını dört muhafız zor zapt ediyordu. Tekmeler savurmaya çalıştığı botlarını güçlükle çıkardıktan sonra, kadını tuttukları gibi Winston'ın kucağına fırlatmışlardı; az daha uyluk kemikleri kırılacaktı Winston'ın. Kadın yerinden doğrulup muhafızların arkasından, "O... çocukları!" diye haykırmıştı. Sonra da, münasebetsiz bir yerde oturduğunu fark ederek Winston'ın dizlerinin üstünden tahta sıraya kaymıştı.

"Pardon, yavrum," demişti. "İsteyerek oturmadım kucağına, o fırlamalar ittiler. Herifçioğulları bir hanfendiye nasıl muamele edileceğini bilmiyorlar." Birden durmuş, memelerini toparlamış ve öğürmüştü. "Kusura kalma," demişti, "kafam biraz iyi de."

Sonra öne eğilmiş, midesinde ne var ne yoksa çıkarmıştı.

Gözlerini kapayıp arkasına yaslanarak, "Rahatladım be," demişti. "Hep söylerim, asla içinde tutmayacaksın. Mideye indirir indirmez çıkar gitsin."

Biraz toparlanmıştı, dönüp Winston'a bakmıştı, hemen kanı kaynamış gibiydi. Tombul kolunu Winston'ın omzuna atıp onu kendine çekmişti, ağzından bira ve kusmuk kokuları yayılıyordu.

"Senin adın ne bakayım, yavrum?" demişti.

"Smith," demişti Winston.

"Smith mi?" demişti kadın. "Çok matrak. Benim adım da Smith." Sonra da üzünçlü bir sesle eklemişti: "Kim bilir, belki de ananımdır senin."

Gerçekten de annem olabilir, diye düşünmüştü Winston. Yaşı tutuyordu, uzaktan andırıyordu da, insan çalışma kampında yirmi yıl kaldıktan sonra biraz değişiyordu herhalde.

Winston'la başka konuşan olmamıştı. Adi suçlular Partili mahkûmları fena halde dışlıyorlardı. Umursamadıkları gibi, "Siyasiler," diye aşağılıyorlardı onları. Partili mahkûmlar başkalarıyla, en çok da birbirleriyle konuşmaktan çekiniyor gibiydiler. Ancak bir keresinde, yan yana oturan iki kadının telaşla fısıldaşmaları içerideki gürültü patırtı arasında Winston'ın kulağına çalınmıştı; "yüz bir numaralı oda'dan söz edildiğini duymuş, ama bir şey anlamamıştı.

Oraya getirileli herhalde iki üç saat olmuştu. Karnındaki ağrı dinmek bilmiyordu; bazen hafifliyor, bazen şiddetleniyor, zihni de buna uygun olarak bir açılıyor, bir bulanıyordu. Şiddetlendiğinde, ağrının kendisinden ve yemek yeme isteğinden başka bir şey düşünemiyordu. Hafiflediğinde ise, ürküye kapılıyordu. Zaman zaman, başına gelecekleri öyle elle tutulur, gözle görülür bir biçimde kestirebiliyordu ki, yüreği daralıyor, soluksuz kalıyordu. Kollarına coplarla vurulduğunu, bacaklarının kabaralı postallarla tekmelendiğini duyumsuyor, kırık dişleri arasından yalvarıp yakardığını, yerlerde sürünerek aman dilediğini görür gibi oluyordu. Julia'yı pek düşündüğü yoktu. Zihnini ona veremiyordu. Gerçi onu seviyordu, ona ihanet etmeyi aklından geçirmiyordu; ama bu, aritmetik kurallarını bilmek gibi, bilinen bir olgudan öteye geçmiyordu. Aslında ona karşı en küçük bir sevgi duymuyor, başına neler gelmiş olabileceğini pek umursamıyordu. O'Brien'ı daha sık düşünüyor, onu düşündükçe içinde ufak da olsa bir umut ışığı yanıyordu. O'Brien, tutuklandığını biliyor olmalıydı. Kardeşliğin, hiçbir zaman üyelerini kurtarmaya kalkışmadığını söylemişti. Ama jiletten söz etmişti; bir yolunu bulurlarsa içeriye jilet gönderiyorlardı. Muhafızlar hücresine dalıncaya kadar belki beş saniyelik bir zamanı olacaktı. Jilet yakıcı bir soğuklukla etine girecek, jileti tutan parmakları bile kemiğe kadar kesilecekti. Hasta bedeninin en küçük bir acı karşısında tir tir titreyip büzüldüğünü anımsadı. Fırsatını bulsa bile jileti kullanacağından kuşkuluydu. Birazcık daha hayatta kalmak, sonunda işkence olduğunu bile bile on dakika fazla yaşamayı kabullenmek ona daha doğal geliyordu.

Bazen hücrenin duvarındaki fayansları saymaya çalışıyordu. Kolayca sayabilmesi gerekirken, bir yerde hep sayıyı şaşırıyordu. Sık sık da, nerede olduğunu, gündüz mü gece mi olduğunu bile anlayamıyordu. Dışarısının apaydınlık olduğunu düşünürken, çok geçmeden kapkaranlık olduğu sanısına kapılıveriyordu. İçgüdüleri, orada ışıkların hiç söndürülmediğini söylüyordu. Orası karanlığın olmadığı yerdi: Yaptığı göndermeyi O'Brien'ın neden kavramış göründüğünü şimdi anlıyordu. Sevgi Bakanlığı'nda hiç pencere yoktu. Hücresi binanın tam ortasında da olabilirdi, dışarıya bakan bir duvarın içerisinde de; yerin on kat altında da olabilirdi, otuz kat yukarısında da. Kafasının içinde oradan oraya dolaşıyor, bedeniyle duyumsayarak tepelerde bir yerde mi, yoksa yeraltının derinliklerinde mi olduğunu belirlemeye çalışıyordu.

Dışarıdan, yaklaşan postal sesleri geldi. Çelik kapı gıcırdayarak açıldı. Siyah deri üniforması pırıl pırıl parlayan, solgun, keskin hatlı yüzü balmumundan bir maskı andıran, genç ve yakışıklı bir subay, kapının eşiğinde zıpkın gibi dikildi. Dışarıdaki muhafızlara yanlarındaki mahkûmu içeri getirmeleri için işaret etti. Şair Ampleforth ayaklarını sürüyerek hücreden içeri girdi. Kapı yeniden gıcırdayarak kapandı.

Ampleforth, dışarı çıkılacak başka bir kapı olduğunu sanıyormuşçasına sağa sola birkaç ürkek adım attıktan sonra, hücrenin içinde bir aşağı bir yukarı dolanmaya başladı. Henüz Winston'ı fark etmemişti. Tedirgin bakışları Winston'ın başının bir metre üzerinden duvara dikilmişti. Ayakkabıları yoktu; iri, kirli parmakları çoraplarındaki deliklerden dışarı fırlamıştı. Belli ki birkaç gündür tıraş olmamıştı. Yanaklarını örten fırça gibi sakal, yüzüne, kırılgan yapısı ve ürkek davranışlarıyla hiç uyuşmayan acımasız bir görünüm vermişti.

Winston bedenini saran uyuşukluktan biraz olsun sıyrıldı. Tele+ekrandan gelebilecek uyarıyı göze alarak Ampleforth'la konuşmalıydı. Ampleforth'un jileti getirmiş olması bile mümkündü.

"Ampleforth," dedi Winston.

Tele+ekrandan hiçbir uyarı gelmedi. Ampleforth, biraz şaşırmışçasına, öyle kaldı. Bakışları ağır ağır Winston'a çevrildi.

"Vay, Smith!"dedi. "Demek sen de!"

"Neden içeri aldılar seni?"

"Aslına bakarsan..." Winston'ın karşısındaki sıranın ucuna ilişti. "Aslında bir tek suç vardır, değil mi?"

"Sen de o suçu işledin, öyle mi?"

"Öyle görünüyor."

Elini alnına götürdü, bir şey anımsamaya çalışıyormuşçasına ellerini şakaklarına bastırdı.

"Oluyor işte," diye mırıldandıktan sonra, başını kaldırıp Winston'a bakarak sinirli bir sesle ekledi: "Beni tutuklamalarına yol açmış olabilecek bir tek olay geliyor aklıma. Tam bir kafasızlıktı. Kipling'in şiirlerinin son basımını hazırlıyorduk. Bir dizenin sonundaki 'Tanrı' sözcüğünü değiştirmedim. Ne yapayım, elim gitmedi! Değiştirmek olanaksızdı. 'Tanrı', 'sanrı' sözcüğüyle uyak yapıyordu. Bilmem, dilimizde 'sanrı' ile uyak yapan pek az sözcük olduğunu biliyor musun? Günlerce kafa patlattım. Başka uyak bulamadım."

Yüzünün ifadesi değişmişti. Öfkesi geçip gitmiş, yerini handiyse bir hoşnutluğa bırakmıştı. Kirli ve sert sakalının arasından, işe yaramaz bir olguyu keşfetmiş bilgiç bir bilginin aydınca coşkusu, sevinci yansıyordu.

"Hiç aklına gelir miydi?" dedi. "İngiliz şiirinin tarihine baktığında, İngiliz dilinin uyak bakımından ne kadar yoksul olduğunu görüyorsun."

Hayır, böyle bir şey Winston'ın aklının ucundan bile geçmediği gibi, şu içinde bulundukları durumda en küçük bir önemi ya da ilginçliği de yoktu.

"Saatin kaç olduğunu biliyor musun?" diye sordu.

Ampleforth, afallayarak, "Doğrusu hiç farkında değilim," dedi. "Beni iki gün önce tutukladılar, belki de üç gün olmuştur, ne bileyim." Biraz da bir pencere bulabileceği beklentisiyle, duvarlara bakındı. "Burada gece ile gündüz arasında hiçbir fark yok. Saatin kaç olduğu nasıl anlaşılır ki?"

Bir süre havadan sudan konuştular, sonra birden, durup dururken, birisi tele+ekrandan haykırarak susmalarını buyurdu. Winston, ellerini dizlerinin üstünde kavuşturup sessizce oturdu. Daracık sıraya bir türlü sığamayan Ampleforth, ince uzun ellerini önce bir dizinde, sonra öbür dizinde kenetleyerek sağa sola kıpraşıp durdu. Tele+ekrandan, kıpırdamadan oturması için bir bağırtı daha geldi. Bir süre öyle oturdular. Yirmi dakika mı, bir saat mi, anlamak güçtü. Dışarıdan yine postal sesleri geldi. Winston'ın içi çekildi. Birazdan, az sonra, belki beş dakikaya kadar, belki hemen o anda, postal sesleri iyice yaklaşacak, sıranın ona geldiği anlaşılacaktı.

Kapı açıldı. Donuk yüzlü genç subay hücreye girdi. Eliyle Ampleforth'u işaret etti.

"101 Numaralı Oda'ya," dedi.

Ampleforth, yüzünde hafif bir tedirginlik belirse de pek bir şey anlamadan, muhafızların arasında ağır ağır yürüyerek çıktı gitti.


3. Bölüm - I (a) Part 3 - I (a)

I

Nerede olduğunu bilmiyordu. He didn't know where he was. Büyük olasılıkla Sevgi Bakanlığı'ndaydı; ama bunu anlamak olanaksızdı. He was most likely in the Ministry of Love; but it was impossible to understand.

Duvarları parlak beyaz fayans kaplı, yüksek tavanlı, penceresiz bir hücredeydi. He was in a high-ceilinged, windowless cell with glossy white tiles on the walls. Gizlenmiş lambalardan içeriye çiğ bir ışık vuruyor, havalandırmayla ilgili olduğunu sandığı sürekli bir uğultu geliyordu. A raw light was pouring in from the concealed lamps, and there was a constant hum, which he thought was related to the ventilation. Ancak oturulabilecek genişlikte bir tahta sıra duvarı kapıya kadar çevreliyordu; kapının tam karşısında ise, tahta oturağı olmayan bir tuvalet vardı. However, a row of boards wide enough to sit on surrounded the wall up to the door; directly opposite the door was a toilet without a wooden seat. Dört duvara da birer tele+ekran yerleştirilmişti. A tele+screen was placed on each of the four walls.

Karnına dinmek bilmeyen bir ağrı saplanmıştı. An unrelenting pain pierced his stomach. Üstü kapalı yük arabasına tıkıp götürdüklerinden beri ağrıyordu karnı. His stomach ached ever since they had crammed him into the covered wagon. Ama bir yandan da midesi kazınıyor, açlıktan gözleri kararıyordu. But at the same time, his stomach was being scraped and his eyes were dark with hunger. Belki yirmi dört saattir hiçbir şey yememişti, belki de otuz altı saattir. Maybe he hadn't eaten for twenty-four hours, maybe thirty-six. Tutuklandığında sabah mı, yoksa akşam mı olduğunu hâlâ bilmiyordu, herhalde hiçbir zaman bilemeyecekti de. He still did not know, and probably never would have known, whether it was morning or evening when he was arrested. Tutuklandığından bu yana hiç yemek vermemişlerdi. They had not given any food since his arrest.

Daracık sıranın üstünde, ellerini dizinde kenetlemiş, hiç kıpırdamadan oturuyordu. He was sitting on the narrow bench, his hands clasped on his knees, motionless. Daha şimdiden hiç kıpırdamadan oturmayı öğrenmişti. He had already learned to sit still. Beklenmedik bir hareket yaparsan, tele+ekrandan hemen bağırmaya başlıyorlardı. If you made an unexpected move, they would immediately start shouting from the tele+screen. Ama açlık gittikçe bastırıyordu. But the hunger was getting worse. Tulumunun cebinde ekmek kırıntıları olabileceği geldi aklına. It occurred to him that there might be breadcrumbs in the pocket of his overalls. Cebindeki bir şeyin arada sırada bacağına sürtündüğüne bakılırsa, irice bir ekmek parçası bile olabilirdi. It might even have been a large piece of bread, judging by the occasional rubbing of something in his pocket against his leg. Sonunda, cebinde ne olduğunu anlamanın çekiciliği korkusuna ağır bastı ve elini cebine attı. Finally, the temptation to find out what was in his pocket outweighed his fear, and he reached into his pocket.

Tele+ekrandan bir ses, "Smith!" A voice from the tele+screen said, "Smith!" diye bağırdı. yell. "6079 Smith W! "6079 Smith W! Hücrede elleri cebe sokmak yok!" No pocketing hands in the cell!"

Yeniden ellerini dizinde kenetleyip hiç kımıldamadan oturdu. He sat still, clasping his hands on his knees again. Oraya getirilmeden önce, sıradan bir hapishaneye ya da devriyeler tarafından kullanılan geçici bir tutukevine götürülmüştü. Before being brought there, he was taken to an ordinary prison or a makeshift detention facility used by patrols. Orada ne kadar kaldığını bilmiyordu, en azından birkaç saat kalmış olmalıydı; saat olmadığı gibi, içeriye gün ışığı da girmediğinden, ne kadar zaman geçtiğini kestirmek zordu. He did not know how long he had been there, he must have been at least a few hours; Since there was no clock and no daylight entered, it was difficult to estimate how much time had passed. Hem gürültülü hem de leş gibi kokan bir yerdi. It was a noisy and stinking place. Onu, şimdikine benzeyen ama pislik içinde ve on on beş kişinin doluştuğu bir hücreye koymuşlardı. They had put him in a cell similar to the one now, but filthy and filled with fifteen people. Çoğu adi suçlu olmakla birlikte, aralarında birkaç siyasi mahkûm da vardı. While most were common criminals, there were also a few political prisoners among them. Ne zamandır su yüzü görmemiş bir sürü bedenin arasına sığışıp duvarın dibinde sessizce oturmuştu; korkudan ve karnındaki ağrıdan çevresindekilerle pek ilgilenememiş, ama Partili mahkûmlarla adi tutukluların tavırları arasındaki fark da gözünden kaçmamıştı. How long had he been sitting silently by the wall, nestled among many bodies that had not seen the water for a long time; He could not pay much attention to the people around him because of fear and pain in his stomach, but he did not miss the difference between the attitudes of Party prisoners and ordinary prisoners. Partili mahkûmlar hep suskun ve ürkektiler, adi suçlular ise göründüğü kadarıyla hiçbir şeye aldırmadıkları gibi, hiç kimseyi de umursamıyorlardı. Party prisoners were always silent and timid, while common criminals seemed to care nothing, and no one seemed to care. Muhafızlara ana avrat sövüyorlar, eşyalarına el konulduğunda var güçleriyle direniyorlar, yerlere açık saçık laflar yazıyorlar, giysilerinin olmadık yerlerinden çıkardıkları kaçak yiyecekleri yiyorlar, dahası düzeni sağlamaya kalkıştığı zaman tele+ekrana küfürler yağdırmaktan bile çekinmiyorlardı. They cursed the guards' main character, resisted with all their might when their belongings were confiscated, wrote obscene words on the floor, ate contraband food they had taken out of their clothes, and moreover, they did not hesitate to curse the tele+screen when they tried to restore order. Buna karşılık, bazılarının muhafızlarla arası çok iyiydi, onlara lakaplarıyla sesleniyorlar, kapıdaki gözetleme deliğinden bir sigara alabilmek için sırnaşıp yaltaklanıyorlardı. In contrast, some of them were very good with the guards, calling them by nicknames, sneering and fawning to get a cigarette from the peephole in the door. Muhafızlar da, sertlik göstermeleri gerektiği zaman bile, adi suçlulardan belirli bir hoşgörüyü esirgemiyorlardı. The guards, too, did not withhold a certain indulgence from common criminals, even when they had to be tough. Mahkûmların çoğunun gönderilmeyi bekledikleri çalışma kampları dillerden düşmüyordu. The labor camps, where most of the prisoners were waiting to be sent, were not lost. Söylenenlere bakılırsa, adamını bulursan ve işini bilen biriysen, çalışma kamplarında "geçinip gidebilirdin". That being said, if you found your man and you were a know-it-all, you could "get by" in the labor camps. Rüşvetin, adam kayırmanın, haraççılığın her türlüsü kol geziyordu, eşcinsellik ve fuhuştan geçilmiyordu, gizli gizli patatesten alkol bile imal ediliyordu. All kinds of bribery, nepotism and racketeering were rampant, homosexuality and prostitution were not tolerated, even alcohol was secretly produced from potatoes. Kilit yerlere yalnızca adi suçlular, özellikle de bir çeşit beylik oluşturan soyguncular ve caniler getiriliyordu. Only common criminals were brought to key places, especially robbers and criminals who formed a kind of dynasty. Bütün iğrenç işler ise siyasilere yaptırılıyordu. All the disgusting things were done by politicians.

Tutukevinden her çeşit mahkûm gelip geçiyordu: uyuşturucu satıcıları, hırsızlar, haydutlar, karaborsacılar, sarhoşlar, fahişeler. Prisoners of all kinds came and went through the prison: drug dealers, thieves, bandits, black marketers, drunks, prostitutes. Kimi sarhoşlar o kadar azgın oluyordu ki, öteki mahkûmlar onları ancak elbirliğiyle durdurabiliyorlardı. Some drunks were so raging that the other prisoners could only stop them by co-operation. Altmış yaşlarında, koca memeleri karnına sarkmış, ak saçları darmadağınık, harabeye dönmüş bir kadın getirmişler, güçbela içeri sokmuşlardı; tekmeler savuran, bağırıp çağıran kadını dört muhafız zor zapt ediyordu. They brought a woman in her sixties, in ruins, with her big breasts hanging down on her stomach, and her white hair was disheveled, and they had barely put her inside; The four guards barely restrained the kicking and shouting woman. Tekmeler savurmaya çalıştığı botlarını güçlükle çıkardıktan sonra, kadını tuttukları gibi Winston'ın kucağına fırlatmışlardı; az daha uyluk kemikleri kırılacaktı Winston'ın. They had snatched her up into Winston's lap after the kicks had barely taken off her boots; Winston's thigh bones were almost broken. Kadın yerinden doğrulup muhafızların arkasından, "O... The woman straightened up and said from behind the guards, "He... çocukları!" children!” diye haykırmıştı. he had exclaimed. Sonra da, münasebetsiz bir yerde oturduğunu fark ederek Winston'ın dizlerinin üstünden tahta sıraya kaymıştı. Then, realizing he was sitting in an awkward spot, he had slipped off Winston's knees onto the wooden bench.

"Pardon, yavrum," demişti. "Sorry, kid," he said. "İsteyerek oturmadım kucağına, o fırlamalar ittiler. "I didn't sit on his lap voluntarily, those jumps pushed him. Herifçioğulları bir hanfendiye nasıl muamele edileceğini bilmiyorlar." The sons of Herifci don't know how to treat a lady." Birden durmuş, memelerini toparlamış ve öğürmüştü. She stopped abruptly, gathered her breasts, and gagged. "Kusura kalma," demişti, "kafam biraz iyi de." "Sorry," he said, "but I'm a little high."

Sonra öne eğilmiş, midesinde ne var ne yoksa çıkarmıştı. Then he leaned forward and removed whatever was in his stomach.

Gözlerini kapayıp arkasına yaslanarak, "Rahatladım be," demişti. "I'm relieved," he said, closing his eyes and leaning back. "Hep söylerim, asla içinde tutmayacaksın. "I always say, you'll never keep it inside. Mideye indirir indirmez çıkar gitsin." Let it go as soon as you ingest it."

Biraz toparlanmıştı, dönüp Winston'a bakmıştı, hemen kanı kaynamış gibiydi. He had recovered a little, turned to look at Winston, his blood suddenly boiling. Tombul kolunu Winston'ın omzuna atıp onu kendine çekmişti, ağzından bira ve kusmuk kokuları yayılıyordu. He had put his chubby arm around Winston's shoulder and pulled him into himself, the odor of beer and vomit wafting from his mouth.

"Senin adın ne bakayım, yavrum?" "What's your name, baby?" demişti. he said.

"Smith," demişti Winston. “Smith,” Winston had said.

"Smith mi?" "Is it Smith?" demişti kadın. said the woman. "Çok matrak. "It's very tame. Benim adım da Smith." My name is Smith too." Sonra da üzünçlü bir sesle eklemişti: "Kim bilir, belki de ananımdır senin." Then he added in a sad voice: "Who knows, maybe it's your mother."

Gerçekten de annem olabilir, diye düşünmüştü Winston. It might indeed be my mother, Winston thought. Yaşı tutuyordu, uzaktan andırıyordu da, insan çalışma kampında yirmi yıl kaldıktan sonra biraz değişiyordu herhalde. It was age-old, remotely reminiscent, but it must have changed a little after twenty years in a labor camp.

Winston'la başka konuşan olmamıştı. No one else spoke to Winston. Adi suçlular Partili mahkûmları fena halde dışlıyorlardı. Common criminals grossly excluded Party prisoners. Umursamadıkları gibi, "Siyasiler," diye aşağılıyorlardı onları. "Politicians," they insulted them as they didn't care. Partili mahkûmlar başkalarıyla, en çok da birbirleriyle konuşmaktan çekiniyor gibiydiler. Party inmates seemed to be reluctant to talk to others, most of all to each other. Ancak bir keresinde, yan yana oturan iki kadının telaşla fısıldaşmaları içerideki gürültü patırtı arasında Winston'ın kulağına çalınmıştı; "yüz bir numaralı oda'dan söz edildiğini duymuş, ama bir şey anlamamıştı. But once, in the tumult inside, Winston heard the hasty whisperings of two women sitting next to each other; He had heard talk of "Room one hundred and one," but he didn't understand anything.

Oraya getirileli herhalde iki üç saat olmuştu. It must have been two or three hours since he had been brought there. Karnındaki ağrı dinmek bilmiyordu; bazen hafifliyor, bazen şiddetleniyor, zihni de buna uygun olarak bir açılıyor, bir bulanıyordu. The pain in his stomach did not go away; sometimes it was getting lighter, sometimes it was getting worse, and his mind was clearing and blurring accordingly. Şiddetlendiğinde, ağrının kendisinden ve yemek yeme isteğinden başka bir şey düşünemiyordu. When it got worse, he couldn't think of anything but the pain itself and the urge to eat. Hafiflediğinde ise, ürküye kapılıyordu. When he got lighter, he was frightened. Zaman zaman, başına gelecekleri öyle elle tutulur, gözle görülür bir biçimde kestirebiliyordu ki, yüreği daralıyor, soluksuz kalıyordu. At times he could so tangibly and visibly predict what would happen to him that his heart was constricting and he was out of breath. Kollarına coplarla vurulduğunu, bacaklarının kabaralı postallarla tekmelendiğini duyumsuyor, kırık dişleri arasından yalvarıp yakardığını, yerlerde sürünerek aman dilediğini görür gibi oluyordu. He felt his arms being hit with batons, his legs being kicked with hobnail boots, and he seemed to see him begging and begging through his broken teeth, crawling on the ground begging for mercy. Julia'yı pek düşündüğü yoktu. He didn't think much of Julia. Zihnini ona veremiyordu. He couldn't make up his mind to her. Gerçi onu seviyordu, ona ihanet etmeyi aklından geçirmiyordu; ama bu, aritmetik kurallarını bilmek gibi, bilinen bir olgudan öteye geçmiyordu. Though he loved her, he did not think of betraying her; but this was nothing more than a well-known fact, like knowing the rules of arithmetic. Aslında ona karşı en küçük bir sevgi duymuyor, başına neler gelmiş olabileceğini pek umursamıyordu. In fact, he didn't feel the slightest bit of love for her, didn't care much about what might have happened to him. O'Brien'ı daha sık düşünüyor, onu düşündükçe içinde ufak da olsa bir umut ışığı yanıyordu. He thought of O'Brien more often, and the more he thought of him, the more hopeful a glimmer of hope burned in him. O'Brien, tutuklandığını biliyor olmalıydı. O'Brien should have known he had been arrested. Kardeşliğin, hiçbir zaman üyelerini kurtarmaya kalkışmadığını söylemişti. He said that the Brotherhood never attempted to save its members. Ama jiletten söz etmişti; bir yolunu bulurlarsa içeriye jilet gönderiyorlardı. But he had mentioned the razor; If they found a way, they would send razors inside. Muhafızlar hücresine dalıncaya kadar belki beş saniyelik bir zamanı olacaktı. He would have maybe five seconds before the guards burst into his cell. Jilet yakıcı bir soğuklukla etine girecek, jileti tutan parmakları bile kemiğe kadar kesilecekti. The razor would go into his flesh with a burning cold, and even the fingers holding the razor would be cut to the bone. Hasta bedeninin en küçük bir acı karşısında tir tir titreyip büzüldüğünü anımsadı. He remembered how his sick body trembled and shrunk at the slightest pain. Fırsatını bulsa bile jileti kullanacağından kuşkuluydu. He doubted that he would use the razor even if he had the chance. Birazcık daha hayatta kalmak, sonunda işkence olduğunu bile bile on dakika fazla yaşamayı kabullenmek ona daha doğal geliyordu. It seemed more natural to him to survive a little longer, to accept that he lived ten minutes longer, knowing it was torture in the end.

Bazen hücrenin duvarındaki fayansları saymaya çalışıyordu. Sometimes he was trying to count the tiles on the wall of the cell. Kolayca sayabilmesi gerekirken, bir yerde hep sayıyı şaşırıyordu. He should have been able to count easily, but at some point he was always confused. Sık sık da, nerede olduğunu, gündüz mü gece mi olduğunu bile anlayamıyordu. More often than not, he couldn't even tell where he was, whether it was day or night. Dışarısının apaydınlık olduğunu düşünürken, çok geçmeden kapkaranlık olduğu sanısına kapılıveriyordu. While he thought it was bright outside, he soon assumed it was dark. İçgüdüleri, orada ışıkların hiç söndürülmediğini söylüyordu. Instinct told him the lights were never turned off there. Orası karanlığın olmadığı yerdi: Yaptığı göndermeyi O'Brien'ın neden kavramış göründüğünü şimdi anlıyordu. There was no darkness there: he understood now why O'Brien seemed to have grasped his reference. Sevgi Bakanlığı'nda hiç pencere yoktu. There were no windows in the Ministry of Love. Hücresi binanın tam ortasında da olabilirdi, dışarıya bakan bir duvarın içerisinde de; yerin on kat altında da olabilirdi, otuz kat yukarısında da. His cell could be right in the middle of the building, or inside a wall facing out; It could be ten floors below the ground, or thirty floors above it. Kafasının içinde oradan oraya dolaşıyor, bedeniyle duyumsayarak tepelerde bir yerde mi, yoksa yeraltının derinliklerinde mi olduğunu belirlemeye çalışıyordu. He rummaged around in his head, feeling with his body trying to determine whether he was somewhere in the hills or deep underground.

Dışarıdan, yaklaşan postal sesleri geldi. From outside came the sounds of approaching boots. Çelik kapı gıcırdayarak açıldı. The steel door creaked open. Siyah deri üniforması pırıl pırıl parlayan, solgun, keskin hatlı yüzü balmumundan bir maskı andıran, genç ve yakışıklı bir subay, kapının eşiğinde zıpkın gibi dikildi. A handsome young officer, his black leather uniform gleaming, and his pale, sharp face like a wax mask, stood like a harpoon in the doorway. Dışarıdaki muhafızlara yanlarındaki mahkûmu içeri getirmeleri için işaret etti. He gestured to the guards outside to bring the prisoner with them inside. Şair Ampleforth ayaklarını sürüyerek hücreden içeri girdi. The poet Ampleforth shuffled into the cell. Kapı yeniden gıcırdayarak kapandı. The door creaked shut again.

Ampleforth, dışarı çıkılacak başka bir kapı olduğunu sanıyormuşçasına sağa sola birkaç ürkek adım attıktan sonra, hücrenin içinde bir aşağı bir yukarı dolanmaya başladı. Ampleforth took a few timid steps back and forth, as if he thought there was another door to get out, and then began to pace up and down the cell. Henüz Winston'ı fark etmemişti. He hadn't noticed Winston yet. Tedirgin bakışları Winston'ın başının bir metre üzerinden duvara dikilmişti. His anxious gaze was fixed on the wall, a meter above Winston's head. Ayakkabıları yoktu; iri, kirli parmakları çoraplarındaki deliklerden dışarı fırlamıştı. They had no shoes; big, dirty fingers sticking out of the holes in his socks. Belli ki birkaç gündür tıraş olmamıştı. He obviously hadn't shaved in a few days. Yanaklarını örten fırça gibi sakal, yüzüne, kırılgan yapısı ve ürkek davranışlarıyla hiç uyuşmayan acımasız bir görünüm vermişti. The brush-like beard that covered his cheeks gave his face a brutal look that didn't quite match his fragile nature and timid demeanor.

Winston bedenini saran uyuşukluktan biraz olsun sıyrıldı. Winston recovered a little from the numbness that gripped his body. Tele+ekrandan gelebilecek uyarıyı göze alarak Ampleforth'la konuşmalıydı. He should have spoken to Ampleforth, risking the warning from the tele+screen. Ampleforth'un jileti getirmiş olması bile mümkündü. It was even possible that Ampleforth had brought the razor.

"Ampleforth," dedi Winston. “Ampleforth,” Winston said.

Tele+ekrandan hiçbir uyarı gelmedi. There was no warning from Tele+screen. Ampleforth, biraz şaşırmışçasına, öyle kaldı. Ampleforth remained, somewhat surprised. Bakışları ağır ağır Winston'a çevrildi. His gaze shifted slowly to Winston.

"Vay, Smith!"dedi. “Wow, Smith!” he said. "Demek sen de!" "So you too!"

"Neden içeri aldılar seni?" "Why did they let you in?"

"Aslına bakarsan..." Winston'ın karşısındaki sıranın ucuna ilişti. “As a matter of fact…” He perched on the end of the bench across from Winston. "Aslında bir tek suç vardır, değil mi?" "Actually, there is only one crime, right?"

"Sen de o suçu işledin, öyle mi?" "You committed that crime too, did you?"

"Öyle görünüyor." "It seems so."

Elini alnına götürdü, bir şey anımsamaya çalışıyormuşçasına ellerini şakaklarına bastırdı. He brought his hand to his forehead, pressed his hands to his temples as if trying to remember something.

"Oluyor işte," diye mırıldandıktan sonra, başını kaldırıp Winston'a bakarak sinirli bir sesle ekledi: "Beni tutuklamalarına yol açmış olabilecek bir tek olay geliyor aklıma. "It's happening," he muttered, then looked up at Winston and added angrily, "I can only think of one incident that might have led them to arrest me. Tam bir kafasızlıktı. It was utter nonsense. Kipling'in şiirlerinin son basımını hazırlıyorduk. We were preparing the final edition of Kipling's poems. Bir dizenin sonundaki 'Tanrı' sözcüğünü değiştirmedim. I didn't change the word 'God' at the end of a line. Ne yapayım, elim gitmedi! What should I do, my hand is not gone! Değiştirmek olanaksızdı. It was impossible to change. 'Tanrı', 'sanrı' sözcüğüyle uyak yapıyordu. 'God' was rhyming with the word 'delusion'. Bilmem, dilimizde 'sanrı' ile uyak yapan pek az sözcük olduğunu biliyor musun? I don't know, do you know that there are very few words in our language that rhyme with 'delusion'? Günlerce kafa patlattım. I've been banging my head for days. Başka uyak bulamadım." I couldn't find any other rhyme."

Yüzünün ifadesi değişmişti. His facial expression had changed. Öfkesi geçip gitmiş, yerini handiyse bir hoşnutluğa bırakmıştı. His anger had passed, almost giving way to contentment. Kirli ve sert sakalının arasından, işe yaramaz bir olguyu keşfetmiş bilgiç bir bilginin aydınca coşkusu, sevinci yansıyordu. Through his scruffy and hard beard, the enlightened enthusiasm and joy of a wise scholar who had discovered a useless phenomenon was reflected.

"Hiç aklına gelir miydi?" "Did it ever occur to you?" dedi. said. "İngiliz şiirinin tarihine baktığında, İngiliz dilinin uyak bakımından ne kadar yoksul olduğunu görüyorsun." "When you look at the history of English poetry, you see how poor the English language is in rhyme."

Hayır, böyle bir şey Winston'ın aklının ucundan bile geçmediği gibi, şu içinde bulundukları durumda en küçük bir önemi ya da ilginçliği de yoktu. No, such a thing had never crossed Winston's mind, nor was it of the least importance or interest in their present situation.

"Saatin kaç olduğunu biliyor musun?" "Do you know what time it is?" diye sordu. she asked.

Ampleforth, afallayarak, "Doğrusu hiç farkında değilim," dedi. "I honestly don't know," said Ampleforth, stunned. "Beni iki gün önce tutukladılar, belki de üç gün olmuştur, ne bileyim." "They arrested me two days ago, maybe three days ago, I don't know." Biraz da bir pencere bulabileceği beklentisiyle, duvarlara bakındı. He glanced at the walls, hoping that he might find a window as well. "Burada gece ile gündüz arasında hiçbir fark yok. “There is no difference between night and day here. Saatin kaç olduğu nasıl anlaşılır ki?" How do you know what time it is?"

Bir süre havadan sudan konuştular, sonra birden, durup dururken, birisi tele+ekrandan haykırarak susmalarını buyurdu. They talked about the air for a while, then suddenly, out of the blue, someone shouted from the tele+screen and ordered them to shut up. Winston, ellerini dizlerinin üstünde kavuşturup sessizce oturdu. Winston sat quietly with his hands folded on his knees. Daracık sıraya bir türlü sığamayan Ampleforth, ince uzun ellerini önce bir dizinde, sonra öbür dizinde kenetleyerek sağa sola kıpraşıp durdu. Unable to fit into the tight bench, Ampleforth scrambled to and fro, clasping her slender hands first on one knee, then on the other. Tele+ekrandan, kıpırdamadan oturması için bir bağırtı daha geldi. Another shout came from the tele+screen for him to sit still. Bir süre öyle oturdular. They sat like that for a while. Yirmi dakika mı, bir saat mi, anlamak güçtü. Twenty minutes or an hour, it was hard to tell. Dışarıdan yine postal sesleri geldi. Again the sounds of mail came from outside. Winston'ın içi çekildi. Winston sighed. Birazdan, az sonra, belki beş dakikaya kadar, belki hemen o anda, postal sesleri iyice yaklaşacak, sıranın ona geldiği anlaşılacaktı. Soon, in a little while, maybe in five minutes, maybe just then, the sound of boots would get closer and it would be clear that it was his turn.

Kapı açıldı. Door opened. Donuk yüzlü genç subay hücreye girdi. The dull-faced young officer entered the cell. Eliyle Ampleforth'u işaret etti. He gestured to Ampleforth.

"101 Numaralı Oda'ya," dedi. “To Room 101,” he said.

Ampleforth, yüzünde hafif bir tedirginlik belirse de pek bir şey anlamadan, muhafızların arasında ağır ağır yürüyerek çıktı gitti. Ampleforth walked out slowly among the guards, a slight uneasiness on his face, but not understanding much.