×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - VIII (b)

2. Bölüm - VIII (b)

"Her şeyi yapmaya hazırız," dedi Winston, "elimizden ne gelirse."

O'Brien, iskemlesinde hafifçe Winston'a doğru dönmüştü. Winston'ın onun adına da konuşabileceğini düşündüğüne bakılırsa, Julia'yı pek önemsemiyordu. Bir an gözlerini kapadı. Sonra, yanıtların çoğunu bildiği sıradan bir sorgulama yapıyormuşçasına, alçak sesle, duyarsızca soruları sıralamaya başladı.

"Hayatınızı vermeye hazır mısınız?"

"Evet."

"Cinayet işlemeye hazır mısınız?"

"Evet."

"Yüzlerce masum insanın ölmesine yol açabilecek sabotaj eylemlerine girişmeye?"

"Evet."

"Vatanınızı yabancı devletlere satmaya?"

"Evet."

"Düzenbazlık, sahtekârlık, şantaj yapmaya, çocukların zihinlerini bulandırmaya, alışkanlık yapan uyuşturucular dağıtmaya, fahişeliği özendirmeye, zührevi hastalıkları yaymaya, sözün kısası moral bozukluğu yaratacak ve Parti'nin gücünü kıracak her şeyi yapmaya hazır mısınız?"

"Evet."

"Peki, çıkarlarımız bir çocuğun yüzüne kezzap atmayı gerektirse, bunu da yapmaya hazır mısınız?"

"Evet."

"Kimliğinizden vazgeçip hayatınızın sonuna kadar garsonluk ya da tersane işçiliği yapmaya hazır mısınız?"

"Evet."

"Size emrettiğimiz anda canınıza kıymaya hazır mısınız?"

"Evet."

"Birbirinizden ayrılmaya ve birbirinizi bir daha hiç görmemeye hazır mısınız?"

'Hayır!" diye patladı Julia.

Winston bu son soruyu yanıtlayıncaya kadar asırlar geçti. Bir ara dili tutulur gibi oldu. Sözcükler adeta diline yapıştı. Ne diyeceğini bilemedi. En sonunda, "Hayır," dedi.

"Bak, söylediğiniz iyi oldu," dedi O'Brien. "Her şeyi bilelim de."

Julia'ya dönüp biraz daha duyarlı bir sesle ekledi:

"Yaşasa bile bambaşka biri olacağını bilmelisiniz. Ona yeni bir kimlik vermek zorunda kalabiliriz. Yüzü, davranışları, ellerinin biçimi, saçının rengi, hatta sesi bile değişebilir. Siz de farklı birine dönüşebilirsiniz. Cerrahlarımız insanları tanınmayacak kadar değiştirebiliyorlar. Bazen gerekiyor da. Kolu bacağı kestiğimiz bile oluyor.

Winston, Martin'in Moğolsu yüzüne bir kez daha göz ucuyla bakmadan edemedi. Yüzünde hiçbir yara izi görünmüyordu. Julia'nın yüzü bembeyaz kesilmiş, çilleri daha bir ortaya çıkmıştı, ama gözlerini cesaretle O'Brien'a dikmişti. Onayladığını belli eden bir şeyler mırıldandı.

"İyi. Sorun yok o zaman."

Masanın üstünde gümüş bir sigaralık duruyordu. Dalgın görünen O'Brien sigaralığı onlara doğru iterken içinden bir sigara aldı, sonra yerinden kalkıp ayakta daha iyi düşünüyormuşçasına odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Sigaralar çok esaslıydı, hem kalındı hem de ipek gibi bir kâğıda sarılmıştı. O'Brien bir kez daha kolundaki saate baktı.

"Martin, sen şimdi doğru kilere," dedi. "Tele-ekranı on beş dakikaya kadar açacağım. Gitmeden bu yoldaşların yüzlerine iyice bir bak. Onları yeniden göreceksin. Ben göremeyebilirim."

Ufak tefek adam, daha önce ön kapıda yaptığı gibi, siyah gözlerini Julia ile Winston'ın yüzlerinde gezdirdi. Bakışlarında dostluktan eser yoktu. Onlara en küçük bir ilgi duymadan, yüzlerini ezberlemeye çalışıyordu. Winston, yapay bir yüzün belki de ifadesini hiç değiştiremeyeceğini geçirdi aklından. Martin, bir şey demeden, hatta selam bile vermeden odadan çıktı, kapıyı ardından usulca kapattı. O'Brien, bir eli siyah tulumunun cebinde, bir elinde sigarası, bir aşağı bir yukarı dolanıyordu.

"Sizin anlayacağınız," dedi, "karanlıkta savaşıyor olacaksınız. Hep karanlıkta olacaksınız. Aldığınız emirleri nedenini bilmeden yerine getireceksiniz. Size, daha sonra, yaşadığımız toplumun gerçek yüzünü ve onu yok etmek için izleyeceğimiz stratejiyi öğreneceğiniz bir kitap göndereceğim. Kitabı okuduktan sonra Kardeşliğin gerçek üyeleri olacaksınız. Fakat uğrunda savaştığımız genel amaçlar ile günün gerektirdiği görevlerden başka hiçbir şey bilmeyeceksiniz. Size Kardeşliğin var olduğunu söylüyorum, yüz üyesi mi var, yoksa on milyon üyesi mi, söyleyemem. Siz bir düzinesini bile asla bilmeyeceksiniz. Üç dört bağlantınız olacak, onlar da ortadan kayboldukça yerlerini yenileri alacak. Bu sizin ilk bağlantınız olduğu için hep sürecek. Aldığınız emirler benden gelecek. Sizinle bağlantıya geçmemiz gerekirse, bunu Martin aracılığıyla yapacağız. Bir gün yakalanırsanız, itiraf edersiniz. Bu kaçınılmazdır. Ama kendi eylemleriniz dışında itiraf edecek pek az şeyiniz olacak. Bir avuç önemsiz insan dışında kimseyi ele veremeyeceksiniz. Büyük olasılıkla beni bile ele veremeyeceksiniz, çünkü o zamana kadar ben ya ölmüş ya da farklı bir yüzü olan farklı birine dönüşmüş olacağım."

Yumuşak halının üstünde bir aşağı bir yukarı gezinmeyi sürdürüyordu. Gövdesinin iriliğine karşın, hareketlerinde gözle görülür bir zarafet vardı. Elini cebine sokuşunda ya da sigara içişinde hemen göze çarpıyordu. Karşısındakinde, güçlü biri olduğu izleniminden çok, güvenilir ve alaycılığı eksik etmeyen anlayışlı biri olduğu izlenimini bırakıyordu. Onca ciddiliğine karşın, onda bağnazlara özgü sığlıktan eser yoktu. Cinayetten, intihardan, zührevi hastalıktan, kesilen kollar ve bacaklardan, değiştirilen yüzlerden belli belirsiz bir küçümsemeyle söz ediyordu. Sesinde, "Bütün bunlar şimdilik kaçınılmaz," diyen bir şey vardı sanki, "bunları hiç çekinmeden yapmak zorundayız. Ama hayatı yeniden yaşanılır kıldığımızda böyle şeyler yapmayacağız. "Winston'da O'Brien'a karşı bir hayranlık belirmişti, handiyse tapınacaktı O'Brien'a. Goldstein'ın o belli belirsiz görüntüsü bir an için silinmişti zihninden. O'Brien'ın güçlü omuzlarına, çirkin ama uygar bir izlenim uyandıran ablak yüzüne baktığınızda, onun alt edilmesi olanaksız biri olduğuna inanıyordunuz. Üstesinden gelemeyeceği hiçbir tuzak, önceden göremeyeceği hiçbir tehlike yoktu. Julia bile etkilenmiş görünüyordu. Adamın anlattıklarına kendini o kadar kaptırmıştı ki, sigarasının söndüğünün farkında değildi. O'Brien devam etti:

"Kulağınıza Kardeşliğin var olduğuna ilişkin söylentiler mutlaka gelmiştir. Hiç kuşkusuz, kafanızda bir resim canlanmıştır. Büyük olasılıkla, mahzenlerde gizlice buluşan, duvarlara sloganlar yazan, birbirlerini kod adlarıyla ya da özel el işaretleriyle tanıyan gizli örgüt üyelerinin oluşturduğu kocaman bir yeraltı dünyası canlandırmışsınızdır kafanızda. Bilesiniz ki, böyle bir şey yok. Kardeşlik üyelerinin birbirlerini tanımaları için böyle yöntemlere gerek yoktur, bir üyenin birkaç üyeden fazlasının kimliğini bilmesi olanaksızdır. Goldstein bile, Düşünce Polisi'nin eline düşecek olsa, tam bir üye listesi ya da tam bir listeye ulaşmalarını sağlayacak hiçbir bilgi veremez. Böyle bir liste yok. Kardeşlik, bildik anlamda bir örgüt olmadığı için ortadan kaldırılamaz. Onu, yok edilmesi olanaksız bir düşünceden başka bir arada tutan bir şey yoktur. Sizin de o düşünceden başka hiçbir desteğiniz olmayacak. Size yoldaşlık eden, omuz veren hiç kimse olmayacak. Bir gün yakalanacak olursanız, kimseden yardım görmeyeceksiniz. Biz üyelerimize hiçbir zaman yardım etmeyiz. Eğer birinin ille de susturulması gerekiyorsa, tutuklunun hücresine gizlice jilet soktuğumuz olur, hepsi o kadar. Hiçbir sonuç beklemeden, hiçbir umuda kapılmadan yaşamaya alışmanız gerekecek. Bir süre çalışacak, yakalanacak, itiraf edecek, sonra da öleceksiniz. Görüp göreceğiniz tek sonuç bunlar olacak. Bizim yaşadığımız dönemde gözle görülür bir değişiklik olma olasılığı sıfır. Biz ölüyüz. Bizim biricik gerçek yaşamımız gelecekte. O da, bir avuç toprak ve kemik parçaları olarak. Ama bu gelecek ne kadar uzakta, bilen yok. Bin yıl sonra da olabilir. Şimdilik aklın alanını azar azar genişletmekten başka hiçbir şey mümkün değil. Ortak hareket edemeyiz. Ancak bilgimizi başkalarına, bireyden bireye, kuşaktan kuşağa yayabiliriz. Düşünce Polisi varken, başka bir yol yok."

Sustu ve üçüncü kez saatine baktı.

"Artık yavaş yavaş gitseniz iyi olacak, yoldaş," dedi Julia'ya. "Ama bir dakika. Şarabın yarısı duruyor daha.''

Kadehleri doldurduktan sonra kendi kadehini kaldırdı.

Yine işin alayındaymış gibi, "Bu sefer neye içeceğiz?" dedi. "Düşünce Polisi'ni adatmaya mı? Büyük Birader'in ölümüne mi? İnsanlığa mı? Yoksa geleceğe mi?"

"Geçmişe," dedi Winston.

O'Brien, ciddi bir sesle, "Evet, geçmiş daha önemli," diye onayladı. İçkiler biter bitmez Julia gitmek için kalktı. O'Brien, dolabın üstünde duran küçük bir kutuyu aldı, içinden çıkardığı yassı beyaz tableti Julia'ya uzatarak dilinin üstüne koymasını söyledi. Dışarıda ağzı şarap kokmamalıydı, asansör görevlileri çok dikkatliydi. Julia dışarı çıkıp kapıyı kapatır kapatmaz, O'Brien onun varlığını unutmuştu bile. Odanın içinde birkaç kez daha gidip geldikten sonra durdu.

"Konuşulması gereken bazı ayrıntılar var," dedi. "Umarım gizli bir yeriniz vardır."

Winston, Bay Charrington'ın dükkânının üst katındaki odayı söyledi.

"Şimdilik işinizi görür. Bir süre sonra size başka bir yer buluruz. Gizli yerler sık sık değiştirilmeli. Bu arada, en kısa zamanda size kitabın..." –Winston, O'Brien'ın bile bu sözcüğe özel bir vurgu yaptığını fark etti– "yani Goldstein'ın kitabının bir nüshasını göndereceğim. Bulmam birkaç gün alabilir. Tahmin edebileceğiniz gibi kolay bulunmuyor. Biz elimizden geldiği kadar hızlı basıyoruz, ama Düşünce Polisi de nerdeyse bizim kadar hızlı, kitapları bir bir bulup yok ediyor. Ama pek bir şey fark etmiyor. Kitabın kendisini ortadan kaldırmaları mümkün değil. Son nüsha bile yok olsa, kelimesi kelimesine yeniden basabiliriz. İşe çantayla mı gidiyorsunuz?"

"Evet, çoğu zaman."

"Nasıl bir çanta?"

"Siyah, çok eski. İki kayışı var.''

"Siyah, iki kayışı var, çok eski... tamamdır. Pek yakında –gün veremem– sabah çalıştığınız sırada gelen mesajlardan birinde yanlış dizilmiş bir sözcük görecek ve yeniden gönderilmesini istemek zorunda kalacaksınız. Ertesi gün işe giderken çantanızı almayacaksınız. O gün sokakta bir adam kolunuza dokunup, "Galiba çantanızı düşürdünüz," diyecek ve size bir çanta uzatacak. Size verdiği çantada, Goldstein'ın kitabının bir nüshasını bulacaksınız. Kitabı iki hafta içinde geri vermeniz gerekiyor."

O'Brien, bir anlık sessizliğin ardından, "Birazdan gitseniz iyi olur," dedi. "Yeniden görüşeceğiz... görüşebilirsek tabii..."

Winston başını kaldırıp O'Brien'a baktı. İkircikli bir sesle, "Karanlığın olmadığı yerde mi?" dedi.

O'Brien, şaşırmamış görünerek, başıyla onayladı. Winston'ın ne demek istediğini anlamışçasına, "Karanlığın olmadığı yerde," dedi. "Ha, bu arada, gitmeden söylemek istediğiniz bir şey var mı? Bildirmek istediğiniz bir şey? Sormak istediğiniz bir soru?"

Winston biraz düşündü. Sormak istediği başka bir şey yoktu; büyük laflar etmek ise hiç gelmiyordu içinden. Doğrudan O'Brien ya da Kardeşlik'le ilgili birtakım şeyler yerine, annesinin son günlerini geçirdiği karanlık yatak odası, Bay Charrington'ın dükkânının üstündeki küçük oda, cam kâğıt ağırlığı ve gülağacı çerçeveli metalbaskı gravür birbiri ardı sıra aklına düştü.

Birden, "'Portakal var, limon var, diye çalar çanları St. Clement'in' diye başlayan şu eski çocuk şarkısını anımsıyor musunuz?" diye sormaktan alamadı kendini.

O'Brien yine başıyla onayladıktan sonra, ağırbaşlı bir incelikle dörtlüğü tamamlayıverdi:

"'Portakal var, limon var,' diye çalar çanları St. Clement'in,

'Nerde benim üç çeyreğim,' diye çalar çanları St. Martin'in,

'Ödesene şu borcunu,' diye çalar çanları Old Bailey'nin,

'Hele bir zengin olayım,' diye çalar çanları Shoreditch'in."

"Demek son dizeyi biliyorsunuz!" diye atıldı Winston.

"Evet, son dizeyi biliyorum. Eh, artık gitmeniz gerekiyor sanırım. Ama bir dakika. Şu tabletlerden bir tane de size versem iyi olacak."

Winston yerinden kalkarken, O'Brien elini uzattı. Elini o kadar sert sıktı ki, Winston parmakları kırılıyor sandı. Kapıdan çıkarken dönüp baktığında, O'Brien artık onu kafasından silmeye hazırlanır gibiydi. Eli tele-ekranın düğmesinde, bekliyordu. Winston, O'Brien'ın arkasında, yeşil başlıklı lambasıyla yazı masasını, söyleyaz'ı ve ağzına kadar kâğıt dolu telgraf sepetlerini gördü. Olay bitmişti. Belli ki, O'Brien az sonra Parti'yle ilgili yarım kalmış, çok önemli işlerin başına dönecekti.


2. Bölüm - VIII (b)

"Her şeyi yapmaya hazırız," dedi Winston, "elimizden ne gelirse." "We are ready to do anything," said Winston, "whatever we can."

O'Brien, iskemlesinde hafifçe Winston'a doğru dönmüştü. O'Brien had turned slightly in his chair towards Winston. Winston'ın onun adına da konuşabileceğini düşündüğüne bakılırsa, Julia'yı pek önemsemiyordu. He didn't care much for Julia, considering that Winston thought he could speak for her as well. Bir an gözlerini kapadı. He closed his eyes for a moment. Sonra, yanıtların çoğunu bildiği sıradan bir sorgulama yapıyormuşçasına, alçak sesle, duyarsızca soruları sıralamaya başladı. Then he began sorting through the questions in a low voice, insensitively, as if he were conducting a casual interrogation, where he knew most of the answers.

"Hayatınızı vermeye hazır mısınız?" "Are you ready to give your life?"

"Evet." "Yes."

"Cinayet işlemeye hazır mısınız?" "Are you ready to commit murder?"

"Evet." "Yes."

"Yüzlerce masum insanın ölmesine yol açabilecek sabotaj eylemlerine girişmeye?" "To engage in acts of sabotage that could lead to the death of hundreds of innocent people?"

"Evet."

"Vatanınızı yabancı devletlere satmaya?" "To sell your homeland to foreign states?"

"Evet."

"Düzenbazlık, sahtekârlık, şantaj yapmaya, çocukların zihinlerini bulandırmaya, alışkanlık yapan uyuşturucular dağıtmaya, fahişeliği özendirmeye, zührevi hastalıkları yaymaya, sözün kısası moral bozukluğu yaratacak ve Parti'nin gücünü kıracak her şeyi yapmaya hazır mısınız?" "Are you ready to deceive, deceive, blackmail, confuse children, distribute addictive drugs, promote prostitution, spread venereal diseases, in short, do anything to demoralize and break the Party's power?"

"Evet."

"Peki, çıkarlarımız bir çocuğun yüzüne kezzap atmayı gerektirse, bunu da yapmaya hazır mısınız?" "Well, if our interests required rubbing a child's face, are you ready to do that too?"

"Evet."

"Kimliğinizden vazgeçip hayatınızın sonuna kadar garsonluk ya da tersane işçiliği yapmaya hazır mısınız?" "Are you ready to give up your identity and work as a waitress or shipyard worker for the rest of your life?"

"Evet."

"Size emrettiğimiz anda canınıza kıymaya hazır mısınız?" "Are you ready to take your life as soon as we command you?"

"Evet." "Yes."

"Birbirinizden ayrılmaya ve birbirinizi bir daha hiç görmemeye hazır mısınız?" "Are you ready to part from each other and never see each other again?"

'Hayır!" 'No!" diye patladı Julia. exclaimed Julia.

Winston bu son soruyu yanıtlayıncaya kadar asırlar geçti. Centuries passed before Winston answered this last question. Bir ara dili tutulur gibi oldu. For a while, it was as if his tongue was being held. Sözcükler adeta diline yapıştı. The words stuck to his tongue. Ne diyeceğini bilemedi. He didn't know what to say. En sonunda, "Hayır," dedi. “No,” he finally said.

"Bak, söylediğiniz iyi oldu," dedi O'Brien. "Look, it's good that you said it," said O'Brien. "Her şeyi bilelim de." "Let's know everything."

Julia'ya dönüp biraz daha duyarlı bir sesle ekledi: He turned to Julia and added in a slightly more sensitive voice:

"Yaşasa bile bambaşka biri olacağını bilmelisiniz. “Even if he lives, you should know that he will be a different person. Ona yeni bir kimlik vermek zorunda kalabiliriz. We may have to give it a new identity. Yüzü, davranışları, ellerinin biçimi, saçının rengi, hatta sesi bile değişebilir. His face, behavior, the shape of his hands, the color of his hair, even his voice can change. Siz de farklı birine dönüşebilirsiniz. You too can turn into a different person. Cerrahlarımız insanları tanınmayacak kadar değiştirebiliyorlar. Our surgeons can change people beyond recognition. Bazen gerekiyor da. Sometimes it's necessary. Kolu bacağı kestiğimiz bile oluyor. We even cut off an arm or leg.

Winston, Martin'in Moğolsu yüzüne bir kez daha göz ucuyla bakmadan edemedi. Winston couldn't help but glance at Martin's Mongolian face once more. Yüzünde hiçbir yara izi görünmüyordu. No scars were visible on his face. Julia'nın yüzü bembeyaz kesilmiş, çilleri daha bir ortaya çıkmıştı, ama gözlerini cesaretle O'Brien'a dikmişti. Julia's face turned white and her freckles reappeared, but she stared boldly at O'Brien. Onayladığını belli eden bir şeyler mırıldandı. He muttered something that indicated his approval.

"İyi. "Good. Sorun yok o zaman." It's okay then."

Masanın üstünde gümüş bir sigaralık duruyordu. There was a silver cigarette holder on the table. Dalgın görünen O'Brien sigaralığı onlara doğru iterken içinden bir sigara aldı, sonra yerinden kalkıp ayakta daha iyi düşünüyormuşçasına odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Looking distracted, O'Brien took a cigarette out as he pushed the cigarette holder toward them, then got up and began walking up and down the room as if thinking better while standing. Sigaralar çok esaslıydı, hem kalındı hem de ipek gibi bir kâğıda sarılmıştı. The cigarettes were very basic, both thick and wrapped in silky paper. O'Brien bir kez daha kolundaki saate baktı. O'Brien glanced at his watch once more.

"Martin, sen şimdi doğru kilere," dedi. “Martin, you're right in the pantry now,” he said. "Tele-ekranı on beş dakikaya kadar açacağım. "I'll turn on the telescreen in about fifteen minutes. Gitmeden bu yoldaşların yüzlerine iyice bir bak. Before you go, take a good look at the faces of these comrades. Onları yeniden göreceksin. You will see them again. Ben göremeyebilirim." I may not see it."

Ufak tefek adam, daha önce ön kapıda yaptığı gibi, siyah gözlerini Julia ile Winston'ın yüzlerinde gezdirdi. The little man ran his black eyes over Julia and Winston's faces, as he had done before at the front door. Bakışlarında dostluktan eser yoktu. There was no trace of friendship in his eyes. Onlara en küçük bir ilgi duymadan, yüzlerini ezberlemeye çalışıyordu. He was trying to memorize their faces, without paying the slightest attention to them. Winston, yapay bir yüzün belki de ifadesini hiç değiştiremeyeceğini geçirdi aklından. It occurred to Winston that perhaps an artificial face would never change its expression. Martin, bir şey demeden, hatta selam bile vermeden odadan çıktı, kapıyı ardından usulca kapattı. Without a word or even a greeting, Martin left the room, closing the door softly behind him. O'Brien, bir eli siyah tulumunun cebinde, bir elinde sigarası, bir aşağı bir yukarı dolanıyordu. O'Brien was pacing up and down, one hand in the pocket of his black overalls, a cigarette in the other.

"Sizin anlayacağınız," dedi, "karanlıkta savaşıyor olacaksınız. "You see," he said, "you will be fighting in the dark. Hep karanlıkta olacaksınız. You will always be in the dark. Aldığınız emirleri nedenini bilmeden yerine getireceksiniz. You will carry out the orders you receive without knowing why. Size, daha sonra, yaşadığımız toplumun gerçek yüzünü ve onu yok etmek için izleyeceğimiz stratejiyi öğreneceğiniz bir kitap göndereceğim. I will then send you a book where you will learn the true face of the society we live in and the strategy we will follow to destroy it. Kitabı okuduktan sonra Kardeşliğin gerçek üyeleri olacaksınız. After reading the book, you will become true members of the Brotherhood. Fakat uğrunda savaştığımız genel amaçlar ile günün gerektirdiği görevlerden başka hiçbir şey bilmeyeceksiniz. But you will know nothing but the general purposes for which we are fighting and the duties of the day. Size Kardeşliğin var olduğunu söylüyorum, yüz üyesi mi var, yoksa on milyon üyesi mi, söyleyemem. I'm telling you the Brotherhood exists, I can't tell if it has a hundred members or ten million members. Siz bir düzinesini bile asla bilmeyeceksiniz. You will never know a dozen of them. Üç dört bağlantınız olacak, onlar da ortadan kayboldukça yerlerini yenileri alacak. You will have three or four connections, and as they disappear, new ones will take their place. Bu sizin ilk bağlantınız olduğu için hep sürecek. Since this is your first connection, it will always last. Aldığınız emirler benden gelecek. Your orders will come from me. Sizinle bağlantıya geçmemiz gerekirse, bunu Martin aracılığıyla yapacağız. If we need to contact you, we will do so through Martin. Bir gün yakalanırsanız, itiraf edersiniz. If you get caught one day, you'll admit it. Bu kaçınılmazdır. This is inevitable. Ama kendi eylemleriniz dışında itiraf edecek pek az şeyiniz olacak. But you will have little to confess except your own actions. Bir avuç önemsiz insan dışında kimseyi ele veremeyeceksiniz. You won't be able to betray anyone but a handful of unimportant people. Büyük olasılıkla beni bile ele veremeyeceksiniz, çünkü o zamana kadar ben ya ölmüş ya da farklı bir yüzü olan farklı birine dönüşmüş olacağım." You probably won't even be able to betray me, because by then I'll either be dead or have turned into a different person with a different face."

Yumuşak halının üstünde bir aşağı bir yukarı gezinmeyi sürdürüyordu. He kept pacing up and down the soft carpet. Gövdesinin iriliğine karşın, hareketlerinde gözle görülür bir zarafet vardı. Despite the massiveness of his body, there was a noticeable grace in his movements. Elini cebine sokuşunda ya da sigara içişinde hemen göze çarpıyordu. It stood out whenever he put his hand in his pocket or smoked a cigarette. Karşısındakinde, güçlü biri olduğu izleniminden çok, güvenilir ve alaycılığı eksik etmeyen anlayışlı biri olduğu izlenimini bırakıyordu. He gave the impression that he was trustworthy and understanding with a lot of sarcasm, rather than an impression of being strong. Onca ciddiliğine karşın, onda bağnazlara özgü sığlıktan eser yoktu. Despite his seriousness, there was no trace of the fanatical shallowness in him. Cinayetten, intihardan, zührevi hastalıktan, kesilen kollar ve bacaklardan, değiştirilen yüzlerden belli belirsiz bir küçümsemeyle söz ediyordu. He spoke with vague contempt of murder, suicide, venereal disease, amputated limbs, altered faces. Sesinde, "Bütün bunlar şimdilik kaçınılmaz," diyen bir şey vardı sanki, "bunları hiç çekinmeden yapmak zorundayız. "All this is unavoidable for now," there was something in his voice as if saying, "We must do this without hesitation. Ama hayatı yeniden yaşanılır kıldığımızda böyle şeyler yapmayacağız. But we will not do such things when we make life livable again. "Winston'da O'Brien'a karşı bir hayranlık belirmişti, handiyse tapınacaktı O'Brien'a. "Winston had developed an admiration for O'Brien, he almost adored O'Brien. Goldstein'ın o belli belirsiz görüntüsü bir an için silinmişti zihninden. The vague image of Goldstein had vanished from his mind for a moment. O'Brien'ın güçlü omuzlarına, çirkin ama uygar bir izlenim uyandıran ablak yüzüne baktığınızda, onun alt edilmesi olanaksız biri olduğuna inanıyordunuz. When you looked at O'Brien's strong shoulders, his ugly but civilized large face, you believed he was an invincible man. Üstesinden gelemeyeceği hiçbir tuzak, önceden göremeyeceği hiçbir tehlike yoktu. There was no trap he could not overcome, no danger he could not foresee. Julia bile etkilenmiş görünüyordu. Even Julia looked impressed. Adamın anlattıklarına kendini o kadar kaptırmıştı ki, sigarasının söndüğünün farkında değildi. She was so caught up in what the man was saying that she didn't realize that her cigarette had gone out. O'Brien devam etti: O'Brien continued:

"Kulağınıza Kardeşliğin var olduğuna ilişkin söylentiler mutlaka gelmiştir. “You must have heard rumors that the Brotherhood exists. Hiç kuşkusuz, kafanızda bir resim canlanmıştır. Undoubtedly, a picture has come to life in your mind. Büyük olasılıkla, mahzenlerde gizlice buluşan, duvarlara sloganlar yazan, birbirlerini kod adlarıyla ya da özel el işaretleriyle tanıyan gizli örgüt üyelerinin oluşturduğu kocaman bir yeraltı dünyası canlandırmışsınızdır kafanızda. You've probably envisioned a huge underground world of secret organization members meeting secretly in cellars, writing slogans on walls, recognizing each other by code names or special hand signals. Bilesiniz ki, böyle bir şey yok. You know, there is no such thing. Kardeşlik üyelerinin birbirlerini tanımaları için böyle yöntemlere gerek yoktur, bir üyenin birkaç üyeden fazlasının kimliğini bilmesi olanaksızdır. There is no need for such methods for fraternity members to know each other, it is impossible for a member to know the identity of more than a few members. Goldstein bile, Düşünce Polisi'nin eline düşecek olsa, tam bir üye listesi ya da tam bir listeye ulaşmalarını sağlayacak hiçbir bilgi veremez. Even Goldstein would be unable to provide a full list of members, or any information that would allow them to reach a complete list, should the Thought Police fall into their hands. Böyle bir liste yok. There is no such list. Kardeşlik, bildik anlamda bir örgüt olmadığı için ortadan kaldırılamaz. Brotherhood cannot be abolished because it is not an organization in the conventional sense. Onu, yok edilmesi olanaksız bir düşünceden başka bir arada tutan bir şey yoktur. Nothing holds it together but an indestructible thought. Sizin de o düşünceden başka hiçbir desteğiniz olmayacak. You will have no support other than that thought. Size yoldaşlık eden, omuz veren hiç kimse olmayacak. Bir gün yakalanacak olursanız, kimseden yardım görmeyeceksiniz. If you get caught one day, you won't get help from anyone. Biz üyelerimize hiçbir zaman yardım etmeyiz. We never help our members. Eğer birinin ille de susturulması gerekiyorsa, tutuklunun hücresine gizlice jilet soktuğumuz olur, hepsi o kadar. If someone has to be silenced, we sometimes smuggle a razor into the prisoner's cell, that's all. Hiçbir sonuç beklemeden, hiçbir umuda kapılmadan yaşamaya alışmanız gerekecek. You will have to get used to living without expecting any results, without any hope. Bir süre çalışacak, yakalanacak, itiraf edecek, sonra da öleceksiniz. You'll work for a while, get caught, confess, and then die. Görüp göreceğiniz tek sonuç bunlar olacak. These will be the only results you will see and see. Bizim yaşadığımız dönemde gözle görülür bir değişiklik olma olasılığı sıfır. The probability of a noticeable change in the period we live in is zero. Biz ölüyüz. We are dead. Bizim biricik gerçek yaşamımız gelecekte. Our only real life is in the future. O da, bir avuç toprak ve kemik parçaları olarak. And that, as a handful of earth and bone fragments. Ama bu gelecek ne kadar uzakta, bilen yok. But how far this future is, no one knows. Bin yıl sonra da olabilir. Maybe a thousand years from now. Şimdilik aklın alanını azar azar genişletmekten başka hiçbir şey mümkün değil. For now, nothing is possible but to expand the field of the mind little by little. Ortak hareket edemeyiz. We cannot cooperate. Ancak bilgimizi başkalarına, bireyden bireye, kuşaktan kuşağa yayabiliriz. But we can spread our knowledge to others, from individual to individual, from generation to generation. Düşünce Polisi varken, başka bir yol yok." With the Thought Police, there is no other way."

Sustu ve üçüncü kez saatine baktı. He paused and looked at his watch for the third time.

"Artık yavaş yavaş gitseniz iyi olacak, yoldaş," dedi Julia'ya. "You'd better go slowly now, comrade," he said to Julia. "Ama bir dakika. Şarabın yarısı duruyor daha.'' There's still half the wine left."

Kadehleri doldurduktan sonra kendi kadehini kaldırdı. After filling the glasses, he raised his own glass.

Yine işin alayındaymış gibi, "Bu sefer neye içeceğiz?" Again, mockingly, "What are we going to drink to this time?" dedi. said. "Düşünce Polisi'ni adatmaya mı? "To dedicate the Thought Police? Büyük Birader'in ölümüne mi? To Big Brother's death? İnsanlığa mı? To humanity? Yoksa geleceğe mi?" Or to the future?"

"Geçmişe," dedi Winston. “To the past,” Winston said.

O'Brien, ciddi bir sesle, "Evet, geçmiş daha önemli," diye onayladı. "Yes, the past is more important," O'Brien agreed gravely. İçkiler biter bitmez Julia gitmek için kalktı. As soon as the drinks were finished, Julia got up to leave. O'Brien, dolabın üstünde duran küçük bir kutuyu aldı, içinden çıkardığı yassı beyaz tableti Julia'ya uzatarak dilinin üstüne koymasını söyledi. O'Brien picked up a small box from the cupboard, handed Julia the flat white tablet she had taken out and told her to put it on her tongue. Dışarıda ağzı şarap kokmamalıydı, asansör görevlileri çok dikkatliydi. He shouldn't have smelled of wine outside, the elevator attendants were very attentive. Julia dışarı çıkıp kapıyı kapatır kapatmaz, O'Brien onun varlığını unutmuştu bile. As soon as Julia walked out and closed the door, O'Brien had forgotten she even existed. Odanın içinde birkaç kez daha gidip geldikten sonra durdu. After a few more walks around the room, he stopped.

"Konuşulması gereken bazı ayrıntılar var," dedi. "There are some details that need to be discussed," he said. "Umarım gizli bir yeriniz vardır." "I hope you have a secret place."

Winston, Bay Charrington'ın dükkânının üst katındaki odayı söyledi. Winston said the room above Mr Charrington's shop.

"Şimdilik işinizi görür. "It will do the job for now. Bir süre sonra size başka bir yer buluruz. We'll find you another place in a while. Gizli yerler sık sık değiştirilmeli. Hidden places should be changed frequently. Bu arada, en kısa zamanda size kitabın..." –Winston, O'Brien'ın bile bu sözcüğe özel bir vurgu yaptığını fark etti– "yani Goldstein'ın kitabının bir nüshasını göndereceğim. By the way, I'm going to send you a copy of the book as soon as..."—Winston noticed that even O'Brien put special emphasis on that word—"so I'm going to send you a copy of Goldstein's book. Bulmam birkaç gün alabilir. It may take me a few days to find it. Tahmin edebileceğiniz gibi kolay bulunmuyor. As you can imagine, it is not easy to find. Biz elimizden geldiği kadar hızlı basıyoruz, ama Düşünce Polisi de nerdeyse bizim kadar hızlı, kitapları bir bir bulup yok ediyor. We're printing as fast as we can, but the Thought Police is almost as fast as we are, finding and destroying books one by one. Ama pek bir şey fark etmiyor. But it doesn't make much difference. Kitabın kendisini ortadan kaldırmaları mümkün değil. It is impossible for them to destroy the book itself. Son nüsha bile yok olsa, kelimesi kelimesine yeniden basabiliriz. Even if the last copy is gone, we can reprint it word for word. İşe çantayla mı gidiyorsunuz?" Do you go to work with a bag?"

"Evet, çoğu zaman."

"Nasıl bir çanta?" "What kind of bag?"

"Siyah, çok eski. "Black, very old. İki kayışı var.'' It has two straps.”

"Siyah, iki kayışı var, çok eski... tamamdır. "Black, has two straps, very old…okay. Pek yakında –gün veremem– sabah çalıştığınız sırada gelen mesajlardan birinde yanlış dizilmiş bir sözcük görecek ve yeniden gönderilmesini istemek zorunda kalacaksınız. Very soon—I can't give you a date—you will see a misspelled word in one of the messages you receive in the morning while you are working, and you will have to ask for it to be sent again. Ertesi gün işe giderken çantanızı almayacaksınız. You won't get your bag on the way to work the next day. O gün sokakta bir adam kolunuza dokunup, "Galiba çantanızı düşürdünüz," diyecek ve size bir çanta uzatacak. That day, a man on the street will touch your arm and say, "I think you dropped your bag," and hand you a bag. Size verdiği çantada, Goldstein'ın kitabının bir nüshasını bulacaksınız. In the bag he gave you, you will find a copy of Goldstein's book. Kitabı iki hafta içinde geri vermeniz gerekiyor." You must return the book within two weeks."

O'Brien, bir anlık sessizliğin ardından, "Birazdan gitseniz iyi olur," dedi. "You'd better get going soon," said O'Brien after a moment of silence. "Yeniden görüşeceğiz... görüşebilirsek tabii..." "We'll see each other again... if we can, of course..."

Winston başını kaldırıp O'Brien'a baktı. Winston looked up at O'Brien. İkircikli bir sesle, "Karanlığın olmadığı yerde mi?" "Where there is no darkness?" dedi. said.

O'Brien, şaşırmamış görünerek, başıyla onayladı. O'Brien nodded, looking not surprised. Winston'ın ne demek istediğini anlamışçasına, "Karanlığın olmadığı yerde," dedi. "Where there is no darkness," he said as if he understood what Winston meant. "Ha, bu arada, gitmeden söylemek istediğiniz bir şey var mı? "Oh, by the way, is there anything you want to say before you go? Bildirmek istediğiniz bir şey? Something you want to report? Sormak istediğiniz bir soru?" A question you want to ask?"

Winston biraz düşündü. Winston thought for a moment. Sormak istediği başka bir şey yoktu; büyük laflar etmek ise hiç gelmiyordu içinden. There was nothing else he wanted to ask; It never occurred to him to say big words. Doğrudan O'Brien ya da Kardeşlik'le ilgili birtakım şeyler yerine, annesinin son günlerini geçirdiği karanlık yatak odası, Bay Charrington'ın dükkânının üstündeki küçük oda, cam kâğıt ağırlığı ve gülağacı çerçeveli metalbaskı gravür birbiri ardı sıra aklına düştü. Instead of something directly related to O'Brien or the Brotherhood, he remembered one after another the dark bedroom where his mother had spent his last days, the small room above Mr.

Birden, "'Portakal var, limon var, diye çalar çanları St. Suddenly, "'There's oranges, there's lemons,' the bells are ringing in St. Clement'in' diye başlayan şu eski çocuk şarkısını anımsıyor musunuz?" Do you remember that old children's song that starts with Clement's? diye sormaktan alamadı kendini. she couldn't help asking.

O'Brien yine başıyla onayladıktan sonra, ağırbaşlı bir incelikle dörtlüğü tamamlayıverdi: O'Brien nodded again, then finished the stanza with solemn delicacy:

"'Portakal var, limon var,' diye çalar çanları St. "'There's oranges, there's lemons,' the bells of St. Clement'in, of Clement,

'Nerde benim üç çeyreğim,' diye çalar çanları St. 'Where are my three quarters,' the bells of St. Martin'in, Martin's,

'Ödesene şu borcunu,' diye çalar çanları Old Bailey'nin, 'Pay your debt,' the Old Bailey bells tolling,

'Hele bir zengin olayım,' diye çalar çanları Shoreditch'in."

"Demek son dizeyi biliyorsunuz!" "So you know the last line!" diye atıldı Winston. ' snapped Winston.

"Evet, son dizeyi biliyorum. "Yes, I know the last line. Eh, artık gitmeniz gerekiyor sanırım. Well, I guess you have to go now. Ama bir dakika. But wait a minute. Şu tabletlerden bir tane de size versem iyi olacak." I'd better give you one of those tablets, too."

Winston yerinden kalkarken, O'Brien elini uzattı. O'Brien held out his hand as Winston rose from his seat. Elini o kadar sert sıktı ki, Winston parmakları kırılıyor sandı. He clenched his hand so hard that Winston thought his fingers were breaking. Kapıdan çıkarken dönüp baktığında, O'Brien artık onu kafasından silmeye hazırlanır gibiydi. O'Brien looked as if he was now preparing to wipe it from his mind as he turned as he walked out the door. Eli tele-ekranın düğmesinde, bekliyordu. His hand was on the telescreen button, waiting. Winston, O'Brien'ın arkasında, yeşil başlıklı lambasıyla yazı masasını, söyleyaz'ı ve ağzına kadar kâğıt dolu telgraf sepetlerini gördü. Behind O'Brien, Winston saw the writing desk with its green-hooded lamp, the scribble, and telegraph baskets brimming with paper. Olay bitmişti. The event was over. Belli ki, O'Brien az sonra Parti'yle ilgili yarım kalmış, çok önemli işlerin başına dönecekti. It was clear that O'Brien would soon return to the very important, unfinished business of the Party.