2. Bölüm - IV (b)
Belli ki, içler acısı şarkıyı baştan sona ezbere biliyordu. Güzelim yaz havasında hoş bir ezgiyle yükselen sesi sanki mutlu bir karasevdayla yüklüydü. Şu haziran akşamı hiç bitmese, leğendeki çamaşırlar hiç tükenmese, orada yıllarca bebek bezlerini mandallayıp ipe sapa gelmez şarkılar söyleyip dursa, dünyanın en mutlu insanı olacaktı sanki. Ama Winston, birden, o güne kadar bir tek Parti üyesinin bile kendi başına ve içinden gelerek şarkı söylediğini duymamış olmasının ne kadar tuhaf olduğunu fark etti. Bir Parti üyesinin şarkı söylemesi herhalde hem bir yozluk hem de kendi kendine konuşmak kadar tehlikeli bir gariplik olarak görülürdü. Kim bilir, belki de, insanlar ancak açlık başlarına vurduğu zaman şarkı söylüyorlardı.
"Artık dönebilirsin," dedi Julia.
Winston arkasına dönünce onu bir an tanıyamadı. Aslında Julia'yı çırılçıplak görmeyi bekliyordu. Ama çıplak değildi. Gördüğü değişiklik çok daha şaşırtıcıydı. Makyaj yapmıştı.
Demek, proleter mahallesinde bir dükkâna girip bir sürü makyaj malzemesi almıştı. Dudaklarını kıpkırmızı boyamış, yanaklarına allık sürmüş, burnunu pudralamıştı; gözlerinin altına bile, daha parlak gösteren bir şey sürmüştü. Gerçi makyaj pek ustaca yapılmamıştı, ama Winston'ın bu konuda üstün bir beğenisi olduğu da söylenemezdi. Şimdiye kadar Partili bir kadını makyajlı olarak ne görmüş ne de hayal etmişti. Julia'nın görünüşündeki değişim şaşırtıcıydı. Doğru yerleri azıcık renklendirmek onu daha da güzelleştirmekle kalmamış, çok daha kadınsı kılmıştı. Ayrıca, kısacık saçları ve tulumuyla bir oğlan çocuğunu andırması, onu daha da dişi kılıyordu. Winston, Julia'yı kollarına aldığında, burnuna ucuz bir menekşe parfümünün kokusu çarptı. Bodrum katındaki mutfağın loş ışığını ve o kadının tek bir diş kalmamış ağzını anımsadı. Julia da aynı parfümü sürmüştü, ama o anda bir önemi yoktu.
"Demek parfüm de sürdün!" dedi.
"Evet, canım, parfüm de sürdüm. Bir dahaki gelişimde ne yapacağım biliyor musun? Bir yerden gerçek bir kadın elbisesi bulup şu rezil pantolonun yerine onu giyeceğim. Ayrıca ipek çoraplar ve yüksek topuklu ayakkabılar giyeceğim! Bu odadan içeri girdiğimde, Partili bir yoldaş değil, bir kadın olacağım."
Üstlerindekileri çıkarıp fırlattıkları gibi, koskocaman maun karyolaya attılar kendilerini. Winston, Julia'nın önünde ilk kez çırılçıplak soyunuyordu. Şimdiye kadar bembeyaz ve çelimsiz gövdesinden, baldırlarındaki varisli damarlardan, ayak bileğinin üzerindeki soluk çıbandan o kadar utanmıştı ki. Yatakta çarşaf yoktu, ama üstlerine örttükleri eski battaniye yumuşaktı; karyolanın çok geniş ve yaylı olması ikisini de çok şaşırtmıştı. Julia, "Tahtakurusundan geçilmiyordur herhalde, ama kimin umurunda," dedi. Çift kişilik karyolalara, proleterlerin evleri dışında, artık pek rastlanmıyordu. Winston'ın, çocukluğunda böyle karyolalarda yattığı olmuştu; Julia ise anımsadığı kadarıyla böyle bir karyolada hiç yatmamıştı.
Çok geçmeden uykuya daldılar. Winston uyandığında saat dokuza geliyordu. Hiç kıpırdamadı, çünkü Julia'nın başı kolunun üstündeydi. Makyajının Winston'ın yüzüne ve yastığa bulaşmış olmasına karşın, yüzünde kalan hafif allık gamzesinin güzelliğini ortaya çıkarıyordu. Batmakta olan güneşin sarı ışınları karyolanın ayakucuna vuruyor, cezvedeki suyun fokurdadığı ocağı aydınlatıyordu. Avludaki kadın şarkıyı kesmişti, ama uzaktan uzağa sokaktaki çocukların bağırtıları geliyordu. Winston, artık belleklerden silinmiş olan geçmişte, bir kadınla bir erkeğin serin bir yaz akşamı yatakta böyle çırılçıplak yatmaları, kendilerini kalkmak zorunda hissetmeden diledikleri zaman sevişmeleri, akıllarına geleni konuşmaları, orada öylece uzanıp dışarıdan gelen dingin sesleri dinlemeleri olağan bir şey miydi, diye geçirdi aklından. Bütün bunların olağan karşılandığı bir dönem asla yaşanmış olamazdı. Tam o sırada uyanan Julia dirseği üstünde doğrulup gaz sobasına baktı.
"Suyun yarısı buhar olup uçtu," dedi. "Şimdi kalkar, kahveyi yaparım. Bir saatimiz var. Senin apartmanda ışıkları kaçta kesiyorlar?"
"Yirmi üç otuzda."
"Yurtta yirmi üçte kesiyorlar. Ama içeriye daha erken girmek zorundasın, çünkü... Hişt! Defol, iğrenç yaratık!"
Birden yataktan aşağıya eğildi, yerden kaptığı bir ayakkabıyı, o sabah İki Dakika Nefret sırasında Goldstein'a sözlüğü nasıl fırlattıysa, tıpkı bir oğlan çocuğu gibi odanın köşesine fırlatıverdi.
Winston, şaşkınlık içinde, "Neydi o?" diye sordu.
"Sıçan. Ahşap kaplamanın arasından çirkin burnunu çıkardığını gördüm. Orada bir delik var. Neyse, ödü bokuna karıştı."
"Sıçan ha!" diye mırıldandı Winston. "Bu odada!"
Julia, yeniden yatağa uzanırken, "Ohoo, her yerde cirit atıyorlar," dedi umursamaz bir sesle. "Bizim yurdun mutfağında bile yakaladık. Londra'nın bazı mahalleleri kum gibi sıçan kaynıyor. Biliyor musun, çocuklara saldırıyorlar. Evet, resmen çocukların üstüne atlıyorlar. Öyle sokaklar var ki, kadınlar bebeklerini iki dakika yalnız bırakamıyorlar. Hani şu iri, kahverengi olanlar var ya, onlar işte. En fecisi de bu yaratıkların hep..."
Winston, gözleri sımsıkı kapalı, "Yeter, uzatma!" dedi.
"Bir tanem! Sapsarı kesildin. Ne oldu? Miden mi bulandı yoksa?"
"Sıçandan daha korkunç bir şey yoktur bu dünyada!"
Julia ona iyice sokuldu, bedeninin sıcaklığıyla güven vermek için kolları ve bacaklarıyla sarıp sarmaladı Winston'ı. Winston gözlerini hemen açmadı. Yaşamı boyunca zaman zaman gördüğü bir karabasanı bir kez daha görür gibi olmuştu. Hiç değişmiyordu. Karanlık bir duvarın önünde duruyordu; duvarın öbür yanında dayanılmaz bir şey, görmeyi göze alamayacağı bir şey vardı. Rüyasında, aslında karanlık duvarın ardında ne olduğunu bildiği için hep kendi kendini kandırdığı duygusuna kapılıyordu O şeyi, beyninin bir parçasını kopartıp çıkarıyormuşçasına korkunç bir çabayla tutup ortaya çıkarabilecekti sanki. Ama her seferinde, o şeyin ne olduğunu anlayamadan uyanıyordu; gel gör ki, lafını ağzına tıkadığında Julia'nın söylemekte olduğu şeyle bir bağlantısı vardı.
"Kusura bakma," dedi; "bir şey yok. Sıçanlardan nefret ederim de."
"Merak etme, bir tanem, o iğrenç yaratıklar buraya asla giremeyecek. Gitmeden kalın bir bezle tıkarım deliği. Bir dahaki gelişimizde de alçıyla sıvayıp kapatırım orayı."
Winston'ın kapıldığı ürkü biraz olsun yatışmıştı. Biraz da utanarak doğruldu, yatağın başucuna yaslandı. Julia kalkıp tulumunu giydi, kahveyi yaptı. Cezveden yükselen koku o denli yoğun ve çekiciydi ki, kimse fark edip kuşkulanmasın diye pencereyi kapatmak zorunda kaldılar. Kahvenin tadına bir diyecek yoktu, ama gerçek şekerle yapılmış kahvenin köpüğü olağanüstüydü, yıllardır şeker yerine sakarin kullanan Winston'ın nerdeyse unuttuğu bir şeydi bu. Julia, bir eli cebinde, bir elinde reçelli ekmek, odanın içinde geziniyor, kitaplığa öylesine göz gezdiriyor, açılır kapanır masanın neresinin onarılacağını gösteriyor, rahat olup olmadığını anlamak için kendini eski kanapeye bırakıyor, on iki rakamlı tuhaf saati muzip bakışlarla inceliyordu. Cam ağırlığı, ışıkta daha iyi görebilmek için yatağın yanına getirdi. Winston onu Julia'nın elinden aldı, iri bir yağmur damlasını andıran cama bir kez daha büyülenerek baktı.
"Sence nedir bu?" dedi Julia.
"Bence hiçbir şey değil... Diyeceğim, bir işe yaradığını sanmıyorum. O yüzden hoşuma gidiyor ya. Tarihin, değiştirmeyi unuttukları küçücük bir parçası. Yüz yıl önceden bir bildiri, okumasını bilene kuşkusuz."
"Ya şuradaki resim" –karşı duvardaki gravürü gösterdi– "o da yüz yıllık var mıdır?"
"Daha fazla. İki yüz yıllık falan olabilir. Kim bilir. Bugünlerde hiçbir şeyin yaşı anlaşılmıyor ki."
Julia gidip yakından baktı. Resmin hemen altındaki deliğe ayağıyla vurarak, "O pis hayvan burnunu buradan çıkardı işte," dedi. "Burası neresi dersin? Daha önce gördüm sanki."
"Bir kilise ya da bir zamanlar kiliseymiş. St. Clement Kilisesi'ymiş adı." Aklına, Bay Charrington'ın öğrettiği çocuk şarkısının sözleri geldi ve burnunun direği sızlayarak ekledi: "'Portakal var, limon var' diye çalar çanları St. Clement'in!"
Julia onun kaldığı yerden alıp devam edince, ağzı açık kaldı:
"Nerde benim üç çeyreğim" diye çalar çanları St. Martin'in,
"Ödesene şu borcunu" diye çalar çanları Old Bailey'nin...
"Sonrası nasıldı, hatırlamıyorum. Ama sonu aklımda, şöyle bitiyordu: 'Al şu mumu, doğru yatağına, yoksa yersin baltayı kafana!'"
Şarkı birbirini bütünleyen dizelerle sürüp gidiyordu. Ama "... diye çalar çanları Old Bailey'nin" sözlerinin ardından gelen bir dize daha olmalıydı. Belki biraz zorlasalar Bay Charrington anımsayıverirdi.
Winston, "Kim öğretti bunu sana?" diye sordu.
"Dedem. Küçükken hep söylerdi bana. Ben sekiz yaşındayken buharlaştırıldı, senin anlayacağın ortadan kayboldu," diye yanıtladı Julia. Sonra da hiç ilgisi yokken, "Limonun ne olduğunu hep merak etmişimdir," diye ekledi. "Portakal gördüm ama. Kalın kabuklu, sarı, yuvarlak bir meyve işte."
"Ben limonu hatırlıyorum," dedi Winston. "Ellili yıllarda çok vardı. O kadar ekşiydi ki, koklamak bile dişlerini kamaştırırdı"
"Bahse girerim, resmin arkası tahtakurusundan geçilmiyordur," dedi Julia. "Bir gün indireyim de, bir güzel temizleyeyim. Artık çıksak iyi olacak sanırım. Şu makyajı sileyim. Of, sıkıldım! Sonra da senin yüzündeki dudak boyalarını çıkarırım."
Winston yatakta biraz daha kaldı. Oda kararmaktaydı. Işığa doğru döndü, yattığı yerden cam kâğıt ağırlığını seyre daldı. İnsanın ondan gözünü alamamasının nedeni, içindeki mercan parçasından çok, bütünüyle camın içerisiydi. Dipsiz bir kuyu gibi olmasına karşın, handiyse hava kadar saydamdı. Sanki camın yüzeyi gökkubbeydi de, altında tekmil havaküresiyle küçük bir dünya vardı. Winston'a, bu küçük dünyanın içine girebilirmiş, dahası maun karyola, açılır kapanır masa, saat, çelik gravür ve kâğıt ağırlığının kendisi de bu dünyanın içindeymiş gibi geliyordu. Kâğıt ağırlığı Winston'ın içinde bulunduğu odaydı, mercan parçası da Julia'nın ve kendisinin kristalin tam ortasına sonsuza dek yerleşmiş yaşamları.