×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - III (b)

2. Bölüm - III (b)

İlk ilişkisini on altı yaşındayken, altmış yaşında bir Parti üyesiyle yaşamış, daha sonra adam tutuklanmamak için intihar etmişti. "İyi de oldu,"dedi Julia,"konuştursalardı adımı verebilirdi." Sonradan başkaları da olmuştu tabii. Hayat, onun gözünde, çok basitti. Sen gününü gün etmek istiyordun; "onlar", yani Parti bunu engellemek istiyordu; sen de bir yolunu bulup kuralları çiğniyordun. Görünen o ki, "onlar"ın seni her türlü zevkten yoksun kılmak istemelerini, senin yakayı ele vermemek istemen kadar doğal buluyordu. Parti den nefret ettiği gibi, bunu en yakası açılmadık sözlerle dile getiriyor, ama hiçbir zaman Parti'nin genel bir eleştirisini yapmıyordu. Kendi yaşamına dokunmadıkça, Parti öğretisi onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Winston, günlük dile girmiş sözcükler dışında Yenisöylem sözcüklerini hiç kullanmadığını fark etmişti. Julia, Kardeşlik'ten söz edildiğini hayatında duymamıştı, kaldı ki varlığına inanmaya bile yanaşmıyordu. Parti'ye karşı her türlü örgütlü başkaldırının önünde sonunda yenilgiye uğramaya mahkûm olduğunu düşünüyor ve böyle şeyleri çok aptalca buluyordu. Aklı olan, hem kuralları çiğner hem de hayatta kalırdı. Winston, genç kuşakta onun gibi Devrim dünyasında yetişmiş, başka hiçbir şey bilmeyen, Partiyi gökyüzü gibi değişmez bir şey olarak kabul eden, Parti'nin egemenliğine baş kaldırmak yerine, köpeği atlatıp kaçan tavşan gibi yalnızca paçayı kurtarmaya bakan kaç kişi vardır acaba, diye geçirdi aklından.

Evlenmekten hiç söz açmadılar. Henüz düşünülemeyecek kadar uzak bir olasılıktı. Winston karısı Katharine'den kurtulacak olsa bile, evlenmelerini onaylayacak bir kurul çıkmazdı. Rüyasında görse inanmazdı.

"Karın nasıl bir kadındı?" dedi Julia.

"Nasıl anlatayım... Yenisöylem'de iyiniyetküpü diye bir sözcük vardır, bilir misin? Doğuştan eski kafalı, aklından kötülük geçmeyen biri işte."

"Hayır, o sözcüğü bilmiyorum, ama o tür insanları bilirim."

Winston evlilik hikâyesini anlatmaya başladıysa da, Julia hikâyenin özünü biliyordu sanki. Winston'a, sanki gözüyle görmüş ya da yüreğinde duyumsamışçasına, ona dokunur dokunmaz Katharine'in gövdesinin nasıl kaskatı kesildiğini, ona sımsıkı sarılmışken bile onu var gücüyle nasıl ittiğini anlatmaya koyuldu. Winston, Julia'yla böyle şeyleri konuşurken en küçük bir güçlük çekmiyordu: Kaldı ki, Katharine çoktan yürek burkan bir anı olmaktan çıkmış, tatsız bir anıya dönüşmüştü.

"Bir şey var ki, onu yapmasaydı sonuna kadar katlanabilirdim," dedi Winston. Julia'ya, Katharine'in onu her hafta aynı gece zorladığı o küçük frijit töreni anlattı. "O da nefret ediyordu, ama bir türlü vazgeçemiyordu. Ne ad verdiğini mümkünü yok tahmin edemezsin."

"Parti'ye karşı görevimiz," deyiverdi Julia.

"Nasıl bildin?"

"Herhalde ben de okula gittim, bir tanem. On altısını geçenler için ayda bir kez yapılan o seks derslerini nasıl bilmem. Sonra da Gençlik Hareketi'nde... Yıllarca beynini yıkarlar. Çoğu zaman işe yaradığını söylemeliyim. Ama yine de bilemezsin tabii; insanlar o kadar ikiyüzlüdür ki."

Giderek konunun ayrıntılarına girdi. Önünde sonunda her şeyi kendi cinselliğine getiriyordu. Bu konuda kafası çok iyi çalışıyordu. Winston gibi değildi, Parti'nin cinsellik konusundaki softalığının ardında yatanı çok iyi kavramıştı. Burada söz konusu olan, cinsel içgüdünün, Parti'nin denetleyemediği, kendine özgü bir dünya yarattığı için elden geldiğince yok edilmesi gerektiği değildi yalnızca. Daha da önemlisi, cinselliğin bastırılması isteriyi tetikliyordu; bu da Parti'nin istediği bir şeydi, çünkü savaş coşkusuna ve öndere tapınmaya dönüştürülebiliyordu. Julia bunu şöyle yorumluyordu:

"Seviştiğin zaman içindeki enerjiyi boşaltırsın; sonra da kendini mutlu hisseder ve hiçbir şeyi iplemezsin. Ama senin bu halin onların hiç hoşuna gitmez. Her zaman enerji yüklü olmanı isterler. Bütün o yürüyüşler, bağrını yırtarcasına bağırış çağırışlar, bayrak sallamalar, ekşiyip bozulmuş cinsellikten başka bir şey değildir. Gönlün ferah, keyfin yerindeyse, Büyük Birader'miş, Üç Yıllık Plan'mış, İki Dakika Nefret'miş, bütün o iğrençlikler neden kendinden geçirsin ki seni?"

Winston, çok haklı, diye geçirdi içinden. Sofuluk ile siyasal softalık arasında doğrudan ve yakın bir bağıntı vardı. Parti'nin, üyelerinde gerekli gördüğü korku, nefret ve çılgınca bağlılık, o güçlü içgüdü bastırılıp itici bir güç olarak kullanılmadan nasıl kıvamında tutulabilirdi ki? Parti, kendisi için tehlikeli bulduğu cinsellik güdüsünü kendi yararına yönlendirmişti. Ana babalık içgüdüsü konusunda da benzer bir oyun oynanıyordu. Aile tümden ortadan kaldırılamadığı için, insanlar eskiden olduğu gibi çocuklarını sevmeye özendiriliyordu. Buna karşılık, çocuklar ana babalarına karşı sistemli bir biçimde kışkırtılıyor, onları ispiyonlamaları ve sapmalarını ihbar etmeleri öğretiliyordu. Aile, Düşünce Polisi'nin bir uzantısı olup çıkmıştı. Artık aile herkesin gece gündüz kendisini yakından tanıyan muhbirlerle kuşatılmasını sağlayan bir aygıttı.

Birden aklına Katharine geldi. Katharine, eğer Parti'yle aynı düşüncede olmadığını çıkaramayacak kadar aptal olmasaydı, ne yapar eder, onu Düşünce Polisi'ne ihbar ederdi. Ama Katharine'i o sırada asıl aklına düşüren, öğleden sonranın boğucu sıcağında alnının terlemiş olmasıydı. Julia'ya, on bir yıl önce yine yakıcı bir öğleden sonra olanı ya da daha doğrusu olamayanı anlatmaya başladı.

Evlenmelerinin üzerinden üç dört ay geçmişti. Kent dolaylarında çıktıkları bir toplu doğa yürüyüşünde yollarını kaybetmişlerdi. Aslında öbürlerinden yalnızca birkaç dakika geride kalmalarına karşın, yanlış yola sapmışlar, sonunda kendilerini eski bir kireçtaşı ocağının kıyısında bulmuşlardı. Dibinde iri kaya parçalarının bulunduğu, on beş yirmi metrelik dik bir çukurun başındaydılar. Ortalıkta yolu soracakları hiç kimse yoktu. Katharine, kaybolduklarını anlar anlamaz çok tedirgin olmuştu. Yürüyüşteki şamatacı kalabalıktan bir an uzak kalmak bile onda bir suçluluk duygusu uyandırmıştı. Geldikleri yoldan çabucak geri dönmek, ötekilerin gittiği yönü bir an önce bulmak istiyordu. Ama tam o sırada Winston'ın gözüne, altlarındaki sarp kayalığın çatlakları arasında bitmiş yabani çiçekler çarpmıştı. Aynı kökten çıkan bir çiçek öbeği iki renkliydi, mor ve kiremit rengiydi. Winston, daha önce hiç böyle bir şey görmemiş olduğundan, gelip görmesi için Katharine'e seslenmişti.

"Baksana, Katharine! Şu çiçeklere bak. Şu dipteki öbek. Görüyor musun, iki ayrı renkteler!"

Katharine, tam oradan uzaklaşırken öfkeyle geri dönmüş, kayalığın başına gelip eğilerek Winston'ın gösterdiği yere bakmıştı. Winston biraz gerisinde duruyor, düşmesin diye belinden tutuyordu. O anda birden ne kadar yapayalnız olduklarını fark etmişti. Ortalıkta hiç kimse olmadığı gibi, ne bir yaprak hışırtısı duyuluyordu ne de bir kuş sesi. Böyle bir yerde gizli bir mikrofon bulunması olasılığı çok düşüktü; kaldı ki, mikrofon olsa bile ancak sesleri alabilirdi. Öğleden sonranın en sıcak, en durağan saatleriydi. Güneş yakıp kavuruyordu, Winston'ın yüzü ter içindeydi. Ve birden kafasında bir şimşek çaktı...

"Şöyle bir itiverseydin ya!" dedi Julia. "Ben olsam iterdim."

"Evet, canım, sen olsan iterdin. Şimdiki aklım olsa ben de iterdim. Ne bileyim, belki de itmezdim, emin değilim."

"İtmediğine pişman mısın?"

"Evet. Sonuçta pişmanım itmediğim için."

Toz içindeki yerde yan yana oturuyorlardı. Julia'yı kendine çekti. Julia başını onun omzuna yasladı; saçının hoş kokusu güvercin pisliği kokusunu bastırdı. Çok genç, diye düşündü Winston, hâlâ hayattan beklediği bir şeyler var, başına bela olan birini uçurumdan aşağıya itmenin hiçbir şeyi çözmeyeceğini anlayamıyor.

"Aslında hiçbir şey fark etmezdi," dedi.

"Öyleyse neden pişmansın itmediğine?"

"Sırf bir şey yapmayı hiçbir şey yapmamaya yeğlediğim için. Şu oynadığımız oyundan kazançlı çıkmamız olanaksız. Kimi yenilgiler kimilerinden daha iyi olabilir, o kadar."

Winston, Julia'nın omuz silkişinden kendisine katılmadığını anladı. Ne zaman bu tür şeyler söylemeye kalksa, Julia karşı çıkıyordu. Bireyin hep yenik düşmesinin bir doğa yasası olduğunu kabullenmeye yanaşmıyordu. Aslına bakılırsa, kendisinin de yenilgiye yazgılı olduğunu, Düşünce Polisi'nin önünde sonunda onu da yakalayıp öldüreceğini fark ediyor, ama insanın dilediği gibi yaşayabileceği gizli bir dünya kurmasının mümkün olduğuna inanmaktan da vazgeçemiyordu. Şanslı, uyanık ve cesur olmak yeterliydi. Mutluluk diye bir şey olmadığını, zaferi şu yaşadıkları hayatta asla göremeyeceklerini, Parti'ye karşı savaş açtın mı kendini ölmüş bilmen gerektiğini anlayamıyordu.

"Biz ölüyüz," dedi Winston.

Julia, "Daha değil," diye karşı koydu.

"Bedence ölmemiş olabiliriz. Ama ne kadar dayanabiliriz ki? Altı ay mı, bir yıl mı, beş yıl mı? Ben ölümden korkuyorum. Sen gençsin, benden daha çok korkuyor olman gerekir. Kuşkusuz, ölümü elden geldiğince geciktireceğiz. Ama pek bir şey değişmez. Sonuç olarak insanız, ölümle yaşam aynı kapıya çıkar."

"Hadi oradan, saçmalama! Benimle mi sevişmeyi yeğlersin, yoksa iskeletimle mi? Yaşıyor olmaktan memnun değil misin? Kendini hissetmek, bu benim, bu benim elim, bu benim bacağım, ben gerçeğim, somutum, canlıyım diyebilmek hoşuna gitmiyor mu? Söylesene, sahiden hoşuna gitmiyor mu?"

Dönüp göğsünü Winston'a yasladı. Winston, kızın tulumunun içindeki diri ve sert memelerini hissedebiliyordu. Julia'nın bedeninin gençlik ve canlılığı onun bedenine akıyordu sanki.

"Hoşuma gitmez olur mu," dedi.

"Öyleyse ölümden konuşmayı kes de beni dinle, sevgilim. Bir daha ne zaman buluşacağımızı ayarlamamız gerekiyor. Ormandaki yere de gidebiliriz. Epeydir gitmedik. Ama bu sefer başka bir yoldan gitmelisin oraya. Ben her şeyi düşündüm. Sen trenle gideceksin; bak, çizeyim istersen."

Her zamanki becerikliliğiyle, yerdeki tozları eliyle toparladı, güvercin yuvasından minik bir dal parçası alıp bir kroki çizmeye koyuldu.


2. Bölüm - III (b)

İlk ilişkisini on altı yaşındayken, altmış yaşında bir Parti üyesiyle yaşamış, daha sonra adam tutuklanmamak için intihar etmişti. She had her first relationship at the age of sixteen with a sixty-year-old Party member, who later committed suicide to avoid arrest. "İyi de oldu,"dedi Julia,"konuştursalardı adımı verebilirdi." "That's fine," said Julia, "she could have given my name if they had spoken." Sonradan başkaları da olmuştu tabii. There were others, of course. Hayat, onun gözünde, çok basitti. Life, in his eyes, was very simple. Sen gününü gün etmek istiyordun; "onlar", yani Parti bunu engellemek istiyordu; sen de bir yolunu bulup kuralları çiğniyordun. You wanted to make your day; "they", that is, the Party, wanted to prevent this; And you found a way to break the rules. Görünen o ki, "onlar"ın seni her türlü zevkten yoksun kılmak istemelerini, senin yakayı ele vermemek istemen kadar doğal buluyordu. He seemed to have found it as natural that "they" wanted to deprive you of all pleasures as much as your wanting to not get caught. Parti den nefret ettiği gibi, bunu en yakası açılmadık sözlerle dile getiriyor, ama hiçbir zaman Parti'nin genel bir eleştirisini yapmıyordu. As he hated the Party, he expressed it in the most unflattering terms, but never made a general criticism of the Party. Kendi yaşamına dokunmadıkça, Parti öğretisi onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Unless it touched his own life, Party doctrine did not interest him at all. Winston, günlük dile girmiş sözcükler dışında Yenisöylem sözcüklerini hiç kullanmadığını fark etmişti. Winston had noticed that he never used the words Newspeak except colloquial words. Julia, Kardeşlik'ten söz edildiğini hayatında duymamıştı, kaldı ki varlığına inanmaya bile yanaşmıyordu. Julia had never heard of the Fellowship mentioned in her life, besides, she was reluctant to believe in its existence. Parti'ye karşı her türlü örgütlü başkaldırının önünde sonunda yenilgiye uğramaya mahkûm olduğunu düşünüyor ve böyle şeyleri çok aptalca buluyordu. He thought that any organized revolt against the Party was doomed eventually to defeat, and he found such things very silly. Aklı olan, hem kuralları çiğner hem de hayatta kalırdı. The sane would break the rules and survive. Winston, genç kuşakta onun gibi Devrim dünyasında yetişmiş, başka hiçbir şey bilmeyen, Partiyi gökyüzü gibi değişmez bir şey olarak kabul eden, Parti'nin egemenliğine baş kaldırmak yerine, köpeği atlatıp kaçan tavşan gibi yalnızca paçayı kurtarmaya bakan kaç kişi vardır acaba, diye geçirdi aklından. Winston wondered how many people in the younger generation were like him, who grew up in the Revolution world, knew nothing else, regarded the Party as something as immutable as the sky, and instead of rebelling against the Party's domination, just looking to get away like the rabbit that got away with the dog and ran away. .

Evlenmekten hiç söz açmadılar. They never talked about getting married. Henüz düşünülemeyecek kadar uzak bir olasılıktı. It was an unthinkable possibility. Winston karısı Katharine'den kurtulacak olsa bile, evlenmelerini onaylayacak bir kurul çıkmazdı. Even if Winston were to get rid of his wife, Katharine, there would be no committee to approve their marriage. Rüyasında görse inanmazdı. He wouldn't believe it if he saw it in his dreams.

"Karın nasıl bir kadındı?" "What kind of woman was your wife?" dedi Julia. said Julia.

"Nasıl anlatayım... Yenisöylem'de iyiniyetküpü diye bir sözcük vardır, bilir misin? "How can I explain... Newspeak has a word called goodwill cube, you know? Doğuştan eski kafalı, aklından kötülük geçmeyen biri işte." He's just born old-fashioned, with no bad thoughts in mind."

"Hayır, o sözcüğü bilmiyorum, ama o tür insanları bilirim." "No, I don't know that word, but I do know those kinds of people."

Winston evlilik hikâyesini anlatmaya başladıysa da, Julia hikâyenin özünü biliyordu sanki. Although Winston began to tell the story of the marriage, Julia seemed to know the gist of the story. Winston'a, sanki gözüyle görmüş ya da yüreğinde duyumsamışçasına, ona dokunur dokunmaz Katharine'in gövdesinin nasıl kaskatı kesildiğini, ona sımsıkı sarılmışken bile onu var gücüyle nasıl ittiğini anlatmaya koyuldu. He set out to tell Winston, as if he had seen it with his own eyes or felt it in his heart, how Katharine's body stiffened as soon as he touched her, and how he had pushed her with all his might, even as he held her so tightly. Winston, Julia'yla böyle şeyleri konuşurken en küçük bir güçlük çekmiyordu: Kaldı ki, Katharine çoktan yürek burkan bir anı olmaktan çıkmış, tatsız bir anıya dönüşmüştü. Winston had not the slightest difficulty talking to Julia about such things: after all, Katharine had long since ceased to be a heartbreaking memory, but had become an unpleasant one.

"Bir şey var ki, onu yapmasaydı sonuna kadar katlanabilirdim," dedi Winston. "One thing is, if he hadn't done it, I would have put up with it," said Winston. Julia'ya, Katharine'in onu her hafta aynı gece zorladığı o küçük frijit töreni anlattı. He told Julia about the little frigid ceremony that Katharine forced him into on the same night every week. "O da nefret ediyordu, ama bir türlü vazgeçemiyordu. "She hated it too, but she just couldn't give up. Ne ad verdiğini mümkünü yok tahmin edemezsin." You can't guess what it's called."

"Parti'ye karşı görevimiz," deyiverdi Julia. "Our duty to the Party," said Julia.

"Nasıl bildin?" "How did you know?"

"Herhalde ben de okula gittim, bir tanem. "I guess I went to school too, sweetheart. On altısını geçenler için ayda bir kez yapılan o seks derslerini nasıl bilmem. I don't know how those sex classes are held once a month for those over sixteen. Sonra da Gençlik Hareketi'nde... Yıllarca beynini yıkarlar. And then in the Youth Movement... They brainwash you for years. Çoğu zaman işe yaradığını söylemeliyim. I must say it works most of the time. Ama yine de bilemezsin tabii; insanlar o kadar ikiyüzlüdür ki." But you still can't know; People are so hypocritical."

Giderek konunun ayrıntılarına girdi. He went into the details of the subject. Önünde sonunda her şeyi kendi cinselliğine getiriyordu. After all, she was bringing everything to her sexuality. Bu konuda kafası çok iyi çalışıyordu. He was working very well on this. Winston gibi değildi, Parti'nin cinsellik konusundaki softalığının ardında yatanı çok iyi kavramıştı. He wasn't like Winston, he had a very good grasp of what lay behind the Party's penchant for sexuality. Burada söz konusu olan, cinsel içgüdünün, Parti'nin denetleyemediği, kendine özgü bir dünya yarattığı için elden geldiğince yok edilmesi gerektiği değildi yalnızca. It was not merely that the sexual instinct had to be destroyed as much as possible, as it had created a world of its own that the Party could not control. Daha da önemlisi, cinselliğin bastırılması isteriyi tetikliyordu; bu da Parti'nin istediği bir şeydi, çünkü savaş coşkusuna ve öndere tapınmaya dönüştürülebiliyordu. More importantly, suppression of sexuality triggered hysteria; which was what the Party wanted, because it could be converted into warfare and leader-worship. Julia bunu şöyle yorumluyordu: Julia interpreted it this way:

"Seviştiğin zaman içindeki enerjiyi boşaltırsın; sonra da kendini mutlu hisseder ve hiçbir şeyi iplemezsin. “When you make love, you drain the energy inside you, and then you feel happy and you don't give a fuck about anything. Ama senin bu halin onların hiç hoşuna gitmez. But they don't like the way you are. Her zaman enerji yüklü olmanı isterler. They always want you to be energized. Bütün o yürüyüşler, bağrını yırtarcasına bağırış çağırışlar, bayrak sallamalar, ekşiyip bozulmuş cinsellikten başka bir şey değildir. All those marches are nothing but heartbreaking shouting, flag waving, sour and spoiled sex. Gönlün ferah, keyfin yerindeyse, Büyük Birader'miş, Üç Yıllık Plan'mış, İki Dakika Nefret'miş, bütün o iğrençlikler neden kendinden geçirsin ki seni?" If you're at ease and in good spirits, Big Brother, Three Years Plan, Two Minutes Hate, why should you be ecstatic with all that abomination?"

Winston, çok haklı, diye geçirdi içinden. Winston is quite right, he thought. Sofuluk ile siyasal softalık arasında doğrudan ve yakın bir bağıntı vardı. There was a direct and close connection between piety and political piety. Parti'nin, üyelerinde gerekli gördüğü korku, nefret ve çılgınca bağlılık, o güçlü içgüdü bastırılıp itici bir güç olarak kullanılmadan nasıl kıvamında tutulabilirdi ki? How could the fear, hatred, and frantic devotion that the Party deems necessary in its members be maintained without that strong instinct being suppressed and used as a driving force? Parti, kendisi için tehlikeli bulduğu cinsellik güdüsünü kendi yararına yönlendirmişti. The Party had channeled the sexual drive, which it found dangerous for itself, to its advantage. Ana babalık içgüdüsü konusunda da benzer bir oyun oynanıyordu. A similar game was being played with regard to the parenting instinct. Aile tümden ortadan kaldırılamadığı için, insanlar eskiden olduğu gibi çocuklarını sevmeye özendiriliyordu. Since the family could not be completely destroyed, people were encouraged to love their children as they used to. Buna karşılık, çocuklar ana babalarına karşı sistemli bir biçimde kışkırtılıyor, onları ispiyonlamaları ve sapmalarını ihbar etmeleri öğretiliyordu. In turn, children were systematically incited against their parents, taught to spy on them and report their deviations. Aile, Düşünce Polisi'nin bir uzantısı olup çıkmıştı. The family had become an extension of the Thought Police. Artık aile herkesin gece gündüz kendisini yakından tanıyan muhbirlerle kuşatılmasını sağlayan bir aygıttı. Now the family was a device by which everyone was surrounded day and night by informants who knew him well.

Birden aklına Katharine geldi. Suddenly, Katharine came to mind. Katharine, eğer Parti'yle aynı düşüncede olmadığını çıkaramayacak kadar aptal olmasaydı, ne yapar eder, onu Düşünce Polisi'ne ihbar ederdi. What would Katharine do, if she hadn't been too stupid to admit that she disagreed with the Party, she would have reported her to the Thought Police. Ama Katharine'i o sırada asıl aklına düşüren, öğleden sonranın boğucu sıcağında alnının terlemiş olmasıydı. But what really struck Katharine at the time was that her brow was sweaty in the stifling heat of the afternoon. Julia'ya, on bir yıl önce yine yakıcı bir öğleden sonra olanı ya da daha doğrusu olamayanı anlatmaya başladı. He began to tell Julia what had happened, or rather what had not happened, on another scorching afternoon eleven years ago.

Evlenmelerinin üzerinden üç dört ay geçmişti. It had been three or four months since their marriage. Kent dolaylarında çıktıkları bir toplu doğa yürüyüşünde yollarını kaybetmişlerdi. They had lost their way in a group nature walk around the city. Aslında öbürlerinden yalnızca birkaç dakika geride kalmalarına karşın, yanlış yola sapmışlar, sonunda kendilerini eski bir kireçtaşı ocağının kıyısında bulmuşlardı. Although they were actually only a few minutes behind the others, they had taken the wrong path and eventually found themselves on the edge of an old limestone quarry. Dibinde iri kaya parçalarının bulunduğu, on beş yirmi metrelik dik bir çukurun başındaydılar. They were at the head of a steep pit of fifteen or twenty meters with boulders at the bottom. Ortalıkta yolu soracakları hiç kimse yoktu. There was no one around to ask the way. Katharine, kaybolduklarını anlar anlamaz çok tedirgin olmuştu. Katharine was very agitated as soon as she realized they had disappeared. Yürüyüşteki şamatacı kalabalıktan bir an uzak kalmak bile onda bir suçluluk duygusu uyandırmıştı. Even being away from the boisterous crowd on the march made him feel guilty. Geldikleri yoldan çabucak geri dönmek, ötekilerin gittiği yönü bir an önce bulmak istiyordu. He wanted to quickly turn back the way they had come, to find the direction the others were going as soon as possible. Ama tam o sırada Winston'ın gözüne, altlarındaki sarp kayalığın çatlakları arasında bitmiş yabani çiçekler çarpmıştı. But just then Winston's eye caught the wild flowers blooming in the cracks of the cliff below them. Aynı kökten çıkan bir çiçek öbeği iki renkliydi, mor ve kiremit rengiydi. A cluster of flowers from the same root was bicolored, purple and terracotta. Winston, daha önce hiç böyle bir şey görmemiş olduğundan, gelip görmesi için Katharine'e seslenmişti. Winston, having never seen anything like it before, had called for Katharine to come and see it.

"Baksana, Katharine! "Look, Katharine! Şu çiçeklere bak. Look at those flowers. Şu dipteki öbek. That chunk at the bottom. Görüyor musun, iki ayrı renkteler!" See, they're two different colors!"

Katharine, tam oradan uzaklaşırken öfkeyle geri dönmüş, kayalığın başına gelip eğilerek Winston'ın gösterdiği yere bakmıştı. Just as Katharine was walking away, she had turned angrily back to the top of the cliff and bent down to look where Winston had pointed. Winston biraz gerisinde duruyor, düşmesin diye belinden tutuyordu. Winston stood a little behind, holding her by the waist so she wouldn't fall. O anda birden ne kadar yapayalnız olduklarını fark etmişti. He suddenly realized how lonely they were. Ortalıkta hiç kimse olmadığı gibi, ne bir yaprak hışırtısı duyuluyordu ne de bir kuş sesi. There was no one around, neither the rustling of leaves nor the sound of birds. Böyle bir yerde gizli bir mikrofon bulunması olasılığı çok düşüktü; kaldı ki, mikrofon olsa bile ancak sesleri alabilirdi. The probability of a hidden microphone in such a place was very low; Moreover, even if there was a microphone, he could only pick up sounds. Öğleden sonranın en sıcak, en durağan saatleriydi. It was the hottest, most still hours of the afternoon. Güneş yakıp kavuruyordu, Winston'ın yüzü ter içindeydi. The sun was scorching, and Winston's face was sweaty. Ve birden kafasında bir şimşek çaktı... And suddenly there was a flash of lightning in his head...

"Şöyle bir itiverseydin ya!" "If only you could push!" dedi Julia. said Julia. "Ben olsam iterdim." "I would push it if it were me."

"Evet, canım, sen olsan iterdin. "Yes, dear, you would push it. Şimdiki aklım olsa ben de iterdim. If I had my current mind, I would push it too. Ne bileyim, belki de itmezdim, emin değilim." I don't know, maybe I wouldn't push it, I'm not sure."

"İtmediğine pişman mısın?" "Do you regret not pushing?"

"Evet. "Yes. Sonuçta pişmanım itmediğim için." In the end, I regret not pushing it."

Toz içindeki yerde yan yana oturuyorlardı. They were sitting side by side on the dusty floor. Julia'yı kendine çekti. He drew Julia to him. Julia başını onun omzuna yasladı; saçının hoş kokusu güvercin pisliği kokusunu bastırdı. Julia rested her head on his shoulder; The pleasant scent of her hair overpowered the scent of pigeon droppings. Çok genç, diye düşündü Winston, hâlâ hayattan beklediği bir şeyler var, başına bela olan birini uçurumdan aşağıya itmenin hiçbir şeyi çözmeyeceğini anlayamıyor. He's so young, thought Winston, that he still has something to look forward to in life, not realizing that pushing a troublemaker off a cliff isn't going to solve anything.

"Aslında hiçbir şey fark etmezdi," dedi. "Actually, it wouldn't have mattered," he said.

"Öyleyse neden pişmansın itmediğine?" "Then why do you regret not pushing it?"

"Sırf bir şey yapmayı hiçbir şey yapmamaya yeğlediğim için. "Just because I'd rather do something than do nothing. Şu oynadığımız oyundan kazançlı çıkmamız olanaksız. It is impossible for us to profit from the game we are playing. Kimi yenilgiler kimilerinden daha iyi olabilir, o kadar." Some defeats may be better than others, that's all."

Winston, Julia'nın omuz silkişinden kendisine katılmadığını anladı. Winston knew from Julia's shrug that he disagreed. Ne zaman bu tür şeyler söylemeye kalksa, Julia karşı çıkıyordu. Whenever she tried to say such things, Julia objected. Bireyin hep yenik düşmesinin bir doğa yasası olduğunu kabullenmeye yanaşmıyordu. He was unwilling to accept that it was a law of nature that the individual always succumbed. Aslına bakılırsa, kendisinin de yenilgiye yazgılı olduğunu, Düşünce Polisi'nin önünde sonunda onu da yakalayıp öldüreceğini fark ediyor, ama insanın dilediği gibi yaşayabileceği gizli bir dünya kurmasının mümkün olduğuna inanmaktan da vazgeçemiyordu. As a matter of fact, he realized that he too was destined for defeat and that the Thought Police would eventually catch him and kill him, but he could not stop believing that it was possible to establish a secret world in which one could live as he wished. Şanslı, uyanık ve cesur olmak yeterliydi. It was enough to be lucky, vigilant and brave. Mutluluk diye bir şey olmadığını, zaferi şu yaşadıkları hayatta asla göremeyeceklerini, Parti'ye karşı savaş açtın mı kendini ölmüş bilmen gerektiğini anlayamıyordu. He could not understand that there is no such thing as happiness, that they will never see victory in the life they live in, that when you declare war against the Party you must consider yourself dead.

"Biz ölüyüz," dedi Winston. "We are dead," said Winston.

Julia, "Daha değil," diye karşı koydu. "Not yet," Julia countered.

"Bedence ölmemiş olabiliriz. "We may not be physically dead. Ama ne kadar dayanabiliriz ki? But how long can we last? Altı ay mı, bir yıl mı, beş yıl mı? Six months, one year, five years? Ben ölümden korkuyorum. I am afraid of death. Sen gençsin, benden daha çok korkuyor olman gerekir. You're young, you must be more afraid of me. Kuşkusuz, ölümü elden geldiğince geciktireceğiz. Of course, we will delay death as much as possible. Ama pek bir şey değişmez. But not much changes. Sonuç olarak insanız, ölümle yaşam aynı kapıya çıkar." As a result, we are human, so life and death are the same.”

"Hadi oradan, saçmalama! "Get out of there, don't be silly! Benimle mi sevişmeyi yeğlersin, yoksa iskeletimle mi? Would you rather have sex with me or with my skeleton? Yaşıyor olmaktan memnun değil misin? Aren't you happy to be alive? Kendini hissetmek, bu benim, bu benim elim, bu benim bacağım, ben gerçeğim, somutum, canlıyım diyebilmek hoşuna gitmiyor mu? Don't you like feeling yourself, being able to say this is me, this is my hand, this is my leg, I am real, tangible, alive? Söylesene, sahiden hoşuna gitmiyor mu?" Tell me, don't you really like it?"

Dönüp göğsünü Winston'a yasladı. He turned and pressed his chest against Winston. Winston, kızın tulumunun içindeki diri ve sert memelerini hissedebiliyordu. Winston could feel her firm, firm breasts in her overalls. Julia'nın bedeninin gençlik ve canlılığı onun bedenine akıyordu sanki. The youth and vitality of Julia's body seemed to flow into her.

"Hoşuma gitmez olur mu," dedi. “Wouldn't I like it,” he said.

"Öyleyse ölümden konuşmayı kes de beni dinle, sevgilim. "Then stop talking about death and listen to me, darling. Bir daha ne zaman buluşacağımızı ayarlamamız gerekiyor. We need to arrange when to meet again. Ormandaki yere de gidebiliriz. We can also go to the place in the forest. Epeydir gitmedik. We haven't been in a long time. Ama bu sefer başka bir yoldan gitmelisin oraya. But this time you have to go another way. Ben her şeyi düşündüm. I thought of everything. Sen trenle gideceksin; bak, çizeyim istersen." You will go by train; Look, let me draw if you want."

Her zamanki becerikliliğiyle, yerdeki tozları eliyle toparladı, güvercin yuvasından minik bir dal parçası alıp bir kroki çizmeye koyuldu. With his usual dexterity, he picked up the dust from the ground with his hand, took a small twig from the pigeon's nest and began to draw a sketch.