×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - II (b)

2. Bölüm - II (b)

Julia, "Her şeyin nedeni şu rezil şey," diyerek Seks Karşıtı Gençlik Birliği'nin kızıl kuşağını belinden çıkardı, bir dalın üstüne fırlattı. Sonra, elini beline götürünce bir şey anımsamışçasına elini tulumunun cebine soktu, küçük bir parça çikolata çıkardı. İkiye bölüp yarısını Winston'a uzattı. Winston daha kokusundan bambaşka bir çikolata olduğunu anlamıştı. Gümüş yaldızlı bir kâğıda sarılı, siyah ve parlak bir çikolataydı. Bildik çikolatalar ise soluk kahverengiydi, durduk yerde un ufak olurlardı; tadı, her nasılsa, yakılan çöplerin dumanını çağrıştırırdı. Ama kızın şimdi kendisine verdiği çikolatadan da yediğini anımsıyordu. Burnuna gelen ilk koku, tam olarak çıkaramadığı, ama güçlü ve boğucu bir anıyı canlandırmıştı.

"Nereden buldun bunu?" diye sordu.

Kız, öylesine, "Karaborsadan," dedi. "Aslında ben görünüşte o dediğin kızlardan farklı sayılmam. Oyunlarda iyiyimdir. Bir ara Casuslar'da bölük komutanıydım. Haftanın üç akşamı Seks Karşıtı Gençlik Birliği'nde gönüllü çalışıyorum. Saatlerce Londra'nın dört bir yanını dolaşıp onların o hastalıklı düşüncelerini yayıyorum. Geçit törenlerinde flamanın bir ucunu mutlaka ben tutarım. Her zaman neşeli görünürüm, asla görevden kaçmam. Kalabalık bağırıyorsa ben de bağırırım. Güvende olmanın tek yolu bu."

Çikolatanın ilk parçası Winston'ın ağzında dağılmıştı. Nefisti. Ama olanca gücüyle duyumsadığı, ne ki insanın göz ucuyla görebildiği bir nesne gibi tam olarak biçimlendiremediği o anı hâlâ belleğinin kıyısında dolanıp duruyordu. Kafasından silip atmaya çalıştığı bu anının, unutmayı çok istemesine karşın bir türlü unutamadığı bir olayla ilgili olduğunun ayırdındaydı.

"Çok gençsin," dedi. "Benden on on beş yaş gençsin. Benim gibi bir adamın nesini beğenmiş olabilirsin ki?"

"Yüzünde fark ettiğim bir şey çekti beni. Şansımı deneyeyim dedim. Bağlılık duymayanları saptamakta üstüme yoktur. Seni görür görmez onlara karşı olduğunu anladım."

Onlar derken Parti'yi, en çok da İç Parti'yi kastediyordu anlaşılan; ancak Julia'nın Parti üyelerinden apaçık ve alaycı bir nefretle söz etmesi, burada olabildiğince güvende olduklarını bilmesine karşın Winston'ı tedirgin ediyordu. Konuşmasının kabalığına ise şaşırıyordu. Parti üyelerinin küfretmemeleri gerekiyordu, Winston da pek küfretmezdi zaten, edecekse de içinden ederdi. Julia ise, Parti'den, özellikle de İç Parti'den söz açılmayagörsün, kenar mahalle sokaklarının duvarlarında rastlanan sözleri kullanmadan edemiyordu. Aslında Winston bundan hoşlanmıyor değildi. Partiye ve Partinin tüm kurallarına isyan edişinin bir belirtisinden başka bir şey değildi; ayrıca, bir atın samanı beğenmeyince aksırması gibi doğal ve sağlıklı bir davranıştı. Açık alandan ayrılmışlardı, arada bir gün ışığının vurduğu gölgelik yolda yürüyorlar, yolun yan yana yürünecek kadar genişlediği yerlerde kollarını birbirlerinin beline doluyorlardı. Julia'nın belinin, kuşağı çıkardıktan sonra çok daha yumuşak olduğunu fark etti. Yalnız fısıldayarak konuşuyorlardı. Julia'ya bakılırsa, açık alanda olmadıkları sürece seslerini yükseltmemekte yarar vardı. Çok geçmeden korunun sonuna vardıklarında Julia Winston'ı durdurdu.

"Açık alana çıkma. Biri gözetliyor olabilir. Dalların ardında kaldığımız sürece güvendeyiz."

Alçak boylu, çalımsı fındık ağaçlarının gölgesindeydiler. Sayısız yaprağın arasından süzülen gün ışığı yüzlerini hâlâ ısıtıyordu. Winston uzanıp giden çayıra baktı ve birden garip bir şaşkınlık içinde, burayı bildiğini sezinledi. Daha önce görmüştü burayı. Kupkuru kalmış, eski bir otlak, ortasından bir patika geçiyor, sağda solda köstebek yuvaları göze çarpıyor. Karşıdaki kırık dökük çitin içinde kalan karaağaçların dalları hafif rüzgârda salınıyor, gür yaprakları kadın saçı gibi uçuşuyor. Yakınlarda bir yerde, gözle görülmese de, yeşil gölcüklerinde sazanların yüzdüğü bir dere olmalı.

Winston, "Buralarda bir yerde bir dere yok mu?" diye fısıldadı.

"Haklısın, var. Yandaki çayırın ucunda. Üstelik balıklar var içinde, çok iri balıklar. Söğütlerin altındaki gölcüklerde kuyruklarını çırparak dolaştıklarını görebilirsin."

"Sanki Altın Ülke," diye mırıldandı Winston.

"Altın Ülke mi?"

"Boş ver. Bazen rüyama giren bir görünüm."

"Şuraya bak!" diye fısıldadı Julia.

Biraz ileride, göz hizasındaki bir dala bir ardıçkuşu konmuştu. Herhalde onları görmemişti. Ardıçkuşu gün ışığında, onlar ise gölgedeydiler. Kanatlarını iki yana açtıktan sonra özenle kapattı, güneşi selamlarcasına başını eğip kaldırdı ve bir güzel şakımaya başladı. İkindi sessizliğinde insanı şaşkına çeviren bir ses çıkartıyordu. Winston ile Julia büyülenmişçesine birbirlerine sarıldılar. Ardıçkuşunun ezgisi, bir kez olsun tekrara düşmeden, şaşırtıcı çeşitlemelerle sürüp gidiyordu; tüm hünerlerini göstermek istiyor gibiydi. Bazen birkaç saniye susup kanatlarını açıp kapatıyor, sonra benekli gerdanını şişirip yeniden ötmeye başlıyordu. Winston kendinden geçmişçesine seyrediyordu. Bu kuş kimin için, niçin ötüyordu? Ortalıkta ne eşi vardı ne de bir rakibi. Neydi onu böyle korunun kıyısında bir dala kondurup bir başına söyleten? Birden, Winston'ın aklına, yakınlarda bir yerde gizli bir mikrofon olabileceği geldi. O kadar alçak sesle konuşmuşlardı ki, sesleri duyulmuş olamazdı; ama ardıçkuşunun sesi duyuluyor olabilirdi. Belki de, aletin öbür ucunda ufak tefek, böceksi bir adam, dikkat kesilmiş, can kulağıyla bunu dinliyordu. Ama su gibi akıp giden ezgi, çok geçmeden, Winston'ın kafasındaki tüm kuşkuları aldı götürdü. Sanki tepesinden dökülen sular bedenini baştan ayağa yıkıyor, yaprakların arasından süzülen gün ışığına karışıyordu. Artık düşünmeyi bırakmış, yalnızca duyumsuyordu. Kızın beli, kolunun altında, yumuşacık ve sıcacıktı. Kızı kendine çekip kucakladı, göğüsleri göğsündeydi artık; bedeni bedeninde eriyordu sanki. Elleriyle gezindiği her yeri teslim alıyordu. Ağızları birbirine yapıştı; bu kez, önceki yabanıl öpüşmelerinden çok farklıydı. Dudakları ayrıldığında ikisi de derin bir iç çekti. Ardıçkuşu ürktü, kanat çırparak uzaklaştı.

Winston, dudaklarını kızın kulağına dayayarak, "Hadi," diye fısıldadı.

Julia da fısıltıyla, "Burada olmaz," dedi. "Gel, gizli köşemize gidelim. Daha güvenli orası."

Yerlerdeki ince dallara bastıkça çıtırtılar çıkararak çabucak açıklığa döndüler. Körpe ağaçların ortasına geldiklerinde, Julia dönüp Winston'a baktı. İkisi de soluk soluğaydı, ama Julia'nın dudaklarının kıyısındaki o gülümseyiş yeniden belirmişti. Bir an öylece Winston'a baktıktan sonra tulumunun fermuarına uzandı. Ve işte! Nerdeyse Winston'ın düşlediği gibiydi. Winston'ın aklından geçirmesine kalmadan çıkarıverdiği giysilerini akla zarar bir buyurganlıkla fırlatıp atarken koca bir uygarlığı silip atıyordu sanki. Bembeyaz vücudu gün ışığında pırıl pırıldı. Oysa Winston kızın vücuduna bir süre bakmadı; gözlerini, Julia'nın çilli yüzündeki o belli belirsiz, ama meydan okuyan gülümseyişten alamadı. Önünde diz çöküp ellerini ellerine aldı.

Daha önce de yaptın mı bunu?"

"Tabii. Yüzlerce kez yaptım... yüzlerce kez olmasa da pek çok kez."

"Parti üyeleriyle mi?"

"Evet, hep Parti üyeleriyle."

"İç Parti üyeleriyle mi?"

"Yok, o alçaklarla hiç yapmadım. Ama bir sürüsü eline fırsat geçse yapmak için neler vermez. Herkese azizlik taslarlar, yutturabildiklerine tabii."

Winston'ın yüreğine su serpilmişti. Demek Julia bunu pek çok kez yapmıştı; keşke yüzlerce, binlerce kez yapmış olsaydı. Yozluğu anıştıran her şey onda her zaman çılgınca bir umut doğururdu. Kim bilir, belki de Parti içten içe çürümüştü, emek ve özveriye tapınma kötülükleri örtbas eden bir yalından başka bir şey değildi belki de. Ah, hepsine birden cüzam ya da frengi bulaştırmak ne kadar hoş olurdu! Parti'yi çürütmek, güçsüz kılmak, yerle bir etmek için neler vermezdi! Julia'yı da aşağıya çekti; şimdi ikisi de dizlerinin üstünde, yüz yüzeydiler.

"Bak. Ne kadar çok erkekle yattıysan, seni o kadar çok seviyorum. Anladın mı?"

"Evet, çok iyi anladım."

"Saflıktan tiksiniyorum, iyilikten tiksiniyorum! Erdem diye bir şey olmasın istiyorum. Herkes dipten doruğa yozlaşsın istiyorum."

"İyi ya, demek tam istediğin gibiyim, sevgilim. Benden yozunu bulamazsın."

"Yapmak hoşuna gidiyor mu? Benimle yapmaktan söz etmiyorum, bu işi yapmayı seviyor musun?"

"Hem de nasıl."

Winston'ın duymak istediği tam da buydu. Birine duyulan aşk değil de, o hayvansal içgüdü, o basit, bozulmamış arzu: Parti'yi paramparça edecek güç buydu işte. Julia'yı, ağaçlardan dökülmüş çançiçekleriyle örtülü çimenlerin üstüne yatırdı. Bu sefer hiçbir güçlük çıkmadı. Çok geçmeden göğüslerinin inip kalkışı yavaşlayarak normale döndü ve keyifli bir umarsızlıkla birbirlerinden ayrıldılar. Güneş sanki ortalığı daha da ısıtmıştı. İkisinin de uykusu gelmişti. Winston çıkardıkları tulumları aldı, Julia'nın üstünü örttü. Çabucak uykuya daldılar ve yarım saat kadar uyudular.

İlk uyanan Winston oldu. Oturduğu yerden, elini başına yastık yapmış, mışıl mışıl uyuyan Julia'nın çilli yüzünü seyre koyuldu. Ağzı dışında, güzel olduğu söylenemezdi. Yakından bakıldığında, gözlerinin çevresinde bir iki kırışık göze çarpıyordu. Kısacık siyah saçları olağanüstü gür ve yumuşaktı. Birden kızın soyadını da, nerede oturduğunu da hâlâ bilmediğini fark etti.

Julia'nın genç, güçlü bedeninin şimdi uykusunda savunmasızca uzanıp yatışı Winston'da bir acıma, koruma duygusu uyandırdı. Yine de, ardıçkuşu şakırken fındık ağacının altında kapılmış olduğu, en küçük bir önyargı taşımayan sevecenlikten uzak bir duyguydu bu seferki. Tulumları kızın üstünden çekip aldı, pürüzsüz, beyaz gövdesini seyre daldı. Eskiden bir erkek bir kızın bedenine bakınca safça baştan çıkardı, diye geçirdi aklından. Oysa artık katıksız aşk ya da katıksız şehvet diye bir şey kalmamıştı. Her şeye korku ve nefret karıştığı için, artık hiçbir duygu katıksız değildi. Sevişmeleri bir savaş, doyumun doruğuna varışları bir zafer olmuştu sanki. Parti'ye indirilmiş bir darbeden farksızdı. Siyasal bir eylemdi.


2. Bölüm - II (b)

Julia, "Her şeyin nedeni şu rezil şey," diyerek Seks Karşıtı Gençlik Birliği'nin kızıl kuşağını belinden çıkardı, bir dalın üstüne fırlattı. Sonra, elini beline götürünce bir şey anımsamışçasına elini tulumunun cebine soktu, küçük bir parça çikolata çıkardı. Then, as if remembering something, he put his hand in the pocket of his overalls and took out a small piece of chocolate. İkiye bölüp yarısını Winston'a uzattı. He cut it in half and handed half to Winston. Winston daha kokusundan bambaşka bir çikolata olduğunu anlamıştı. Winston realized that it was a different kind of chocolate from its smell. Gümüş yaldızlı bir kâğıda sarılı, siyah ve parlak bir çikolataydı. It was a shiny black chocolate wrapped in gilded paper. Bildik çikolatalar ise soluk kahverengiydi, durduk yerde un ufak olurlardı; tadı, her nasılsa, yakılan çöplerin dumanını çağrıştırırdı. The familiar chocolates, on the other hand, were pale brown, crumbling out of nowhere; its taste, however, was reminiscent of the smoke of burning garbage. Ama kızın şimdi kendisine verdiği çikolatadan da yediğini anımsıyordu. But he remembered that the girl had also eaten the chocolate she had given him now. Burnuna gelen ilk koku, tam olarak çıkaramadığı, ama güçlü ve boğucu bir anıyı canlandırmıştı. The first smell that came to his nose evoked a powerful and suffocating memory that he couldn't quite put out.

"Nereden buldun bunu?" "Where did you find this?" diye sordu. she asked.

Kız, öylesine, "Karaborsadan," dedi. “From the black market,” the girl said casually. "Aslında ben görünüşte o dediğin kızlardan farklı sayılmam. "Actually, I'm not different from those girls on the face of it. Oyunlarda iyiyimdir. I'm good at games. Bir ara Casuslar'da bölük komutanıydım. I was a company commander at the Spies for a while. Haftanın üç akşamı Seks Karşıtı Gençlik Birliği'nde gönüllü çalışıyorum. I volunteer with the Youth Against Sex League three nights a week. Saatlerce Londra'nın dört bir yanını dolaşıp onların o hastalıklı düşüncelerini yayıyorum. I've been traveling all over London for hours spreading their sickly thoughts. Geçit törenlerinde flamanın bir ucunu mutlaka ben tutarım. I always hold one end of the pennant at parades. Her zaman neşeli görünürüm, asla görevden kaçmam. I always look cheerful, I never run from duty. Kalabalık bağırıyorsa ben de bağırırım. If the crowd is shouting, I'll shout too. Güvende olmanın tek yolu bu." It's the only way to be safe."

Çikolatanın ilk parçası Winston'ın ağzında dağılmıştı. The first piece of chocolate had dispersed in Winston's mouth. Nefisti. delicious. Ama olanca gücüyle duyumsadığı, ne ki insanın göz ucuyla görebildiği bir nesne gibi tam olarak biçimlendiremediği o anı hâlâ belleğinin kıyısında dolanıp duruyordu. But that memory, which he felt with all his might, but could not properly form like an object that one could see out of the corner of the eye, still hovered on the edge of his memory. Kafasından silip atmaya çalıştığı bu anının, unutmayı çok istemesine karşın bir türlü unutamadığı bir olayla ilgili olduğunun ayırdındaydı. He was aware that this memory, which he was trying to erase from his mind, was related to an event that he could not forget, even though he wanted to forget it very much.

"Çok gençsin," dedi. “You are very young,” he said. "Benden on on beş yaş gençsin. "You're fifteen years younger than me. Benim gibi bir adamın nesini beğenmiş olabilirsin ki?" What could you possibly like about a man like me?"

"Yüzünde fark ettiğim bir şey çekti beni. “Something I noticed on his face attracted me. Şansımı deneyeyim dedim. I thought I'd try my luck. Bağlılık duymayanları saptamakta üstüme yoktur. I am not good at detecting those who are not committed. Seni görür görmez onlara karşı olduğunu anladım." As soon as I saw you, I knew you were against them."

Onlar derken Parti'yi, en çok da İç Parti'yi kastediyordu anlaşılan; ancak Julia'nın Parti üyelerinden apaçık ve alaycı bir nefretle söz etmesi, burada olabildiğince güvende olduklarını bilmesine karşın Winston'ı tedirgin ediyordu. By them he apparently meant the Party, most notably the Inner Party; but Julia's blatant and sarcastic hatred of the Party members made Winston uneasy, even though he knew they were as safe as possible here. Konuşmasının kabalığına ise şaşırıyordu. He was surprised at the rudeness of his speech. Parti üyelerinin küfretmemeleri gerekiyordu, Winston da pek küfretmezdi zaten, edecekse de içinden ederdi. Party members weren't supposed to curse, and Winston didn't swear much anyway, and if he did, he would. Julia ise, Parti'den, özellikle de İç Parti'den söz açılmayagörsün, kenar mahalle sokaklarının duvarlarında rastlanan sözleri kullanmadan edemiyordu. Julia, on the other hand, could not help but use the words found on the walls of the slum streets, no matter what the Party, especially the Inner Party, was mentioned. Aslında Winston bundan hoşlanmıyor değildi. Actually, Winston didn't like it. Partiye ve Partinin tüm kurallarına isyan edişinin bir belirtisinden başka bir şey değildi; ayrıca, bir atın samanı beğenmeyince aksırması gibi doğal ve sağlıklı bir davranıştı. It was nothing but a symptom of his rebellion against the Party and all its rules; It was also a natural and healthy behavior for a horse to sneeze when it dislikes hay. Açık alandan ayrılmışlardı, arada bir gün ışığının vurduğu gölgelik yolda yürüyorlar, yolun yan yana yürünecek kadar genişlediği yerlerde kollarını birbirlerinin beline doluyorlardı. They had left the open space, walking on the shadowy path that occasionally sunk in the sunlight, wrapping their arms around each other's waists where the path was wide enough to walk side-by-side. Julia'nın belinin, kuşağı çıkardıktan sonra çok daha yumuşak olduğunu fark etti. He noticed that Julia's waist was much softer after removing the belt. Yalnız fısıldayarak konuşuyorlardı. They only spoke in whispers. Julia'ya bakılırsa, açık alanda olmadıkları sürece seslerini yükseltmemekte yarar vardı. According to Julia, it was better not to raise their voices unless they were out in the open. Çok geçmeden korunun sonuna vardıklarında Julia Winston'ı durdurdu. Soon, as they reached the end of the grove, Julia stopped Winston.

"Açık alana çıkma. "Don't go out into the open. Biri gözetliyor olabilir. Someone might be watching. Dalların ardında kaldığımız sürece güvendeyiz." As long as we stay behind the branches, we're safe."

Alçak boylu, çalımsı fındık ağaçlarının gölgesindeydiler. They were in the shade of low, bushy hazelnut trees. Sayısız yaprağın arasından süzülen gün ışığı yüzlerini hâlâ ısıtıyordu. The sunlight filtering through the countless leaves still warmed their faces. Winston uzanıp giden çayıra baktı ve birden garip bir şaşkınlık içinde, burayı bildiğini sezinledi. Winston looked at the stretching meadow, and suddenly realized, with strange surprise, that he knew it. Daha önce görmüştü burayı. He had seen this place before. Kupkuru kalmış, eski bir otlak, ortasından bir patika geçiyor, sağda solda köstebek yuvaları göze çarpıyor. It is an old, dry grassland, with a path running through it, molehills stand out on the right and left. Karşıdaki kırık dökük çitin içinde kalan karaağaçların dalları hafif rüzgârda salınıyor, gür yaprakları kadın saçı gibi uçuşuyor. The branches of the elm trees swaying in the light wind, remaining in the broken fence across the street, their bushy leaves flutter like a woman's hair. Yakınlarda bir yerde, gözle görülmese de, yeşil gölcüklerinde sazanların yüzdüğü bir dere olmalı. There must be a creek nearby, invisible though it may be, where carp swim in its green ponds.

Winston, "Buralarda bir yerde bir dere yok mu?" Winston said, "Isn't there a creek around here?" diye fısıldadı. she whispered.

"Haklısın, var. "You're right, there is. Yandaki çayırın ucunda. At the edge of the meadow next door. Üstelik balıklar var içinde, çok iri balıklar. Moreover, there are fish in it, very large fish. Söğütlerin altındaki gölcüklerde kuyruklarını çırparak dolaştıklarını görebilirsin." You can see them flapping their tails in the ponds under the willows."

"Sanki Altın Ülke," diye mırıldandı Winston. “Like the Golden Country,” Winston muttered.

"Altın Ülke mi?" "The Gold Country?"

"Boş ver. "Nevermind. Bazen rüyama giren bir görünüm." A vision that sometimes haunts me."

"Şuraya bak!" "Look at there!" diye fısıldadı Julia. whispered Julia.

Biraz ileride, göz hizasındaki bir dala bir ardıçkuşu konmuştu. A little further on, a thrush perched on a branch at eye level. Herhalde onları görmemişti. He probably hadn't seen them. Ardıçkuşu gün ışığında, onlar ise gölgedeydiler. The thrush was in daylight, they were in the shade. Kanatlarını iki yana açtıktan sonra özenle kapattı, güneşi selamlarcasına başını eğip kaldırdı ve bir güzel şakımaya başladı. He spread his wings to both sides, carefully closed them, bowed his head as if greeting the sun, and began to sing a beautiful song. İkindi sessizliğinde insanı şaşkına çeviren bir ses çıkartıyordu. In the late afternoon silence he made a startling sound. Winston ile Julia büyülenmişçesine birbirlerine sarıldılar. Winston and Julia hugged each other as if fascinated. Ardıçkuşunun ezgisi, bir kez olsun tekrara düşmeden, şaşırtıcı çeşitlemelerle sürüp gidiyordu; tüm hünerlerini göstermek istiyor gibiydi. The thrush's tune continued in surprising variations, not once repeated; He seemed to want to show off all his skills. Bazen birkaç saniye susup kanatlarını açıp kapatıyor, sonra benekli gerdanını şişirip yeniden ötmeye başlıyordu. Sometimes he would be silent for a few seconds, opening and closing his wings, then puffing up his spotted throat and starting to sing again. Winston kendinden geçmişçesine seyrediyordu. Winston watched in ecstasy. Bu kuş kimin için, niçin ötüyordu? For whom and why was this bird singing? Ortalıkta ne eşi vardı ne de bir rakibi. He had neither a wife nor a rival. Neydi onu böyle korunun kıyısında bir dala kondurup bir başına söyleten? What was it that made him put it on a branch on the edge of the grove and say it alone? Birden, Winston'ın aklına, yakınlarda bir yerde gizli bir mikrofon olabileceği geldi. It suddenly occurred to Winston that there might be a hidden microphone somewhere nearby. O kadar alçak sesle konuşmuşlardı ki, sesleri duyulmuş olamazdı; ama ardıçkuşunun sesi duyuluyor olabilirdi. They had spoken so softly that their voices could not have been heard; but the thrush could be heard. Belki de, aletin öbür ucunda ufak tefek, böceksi bir adam, dikkat kesilmiş, can kulağıyla bunu dinliyordu. Perhaps, at the other end of the instrument, a small insect-like man was listening intently and attentively. Ama su gibi akıp giden ezgi, çok geçmeden, Winston'ın kafasındaki tüm kuşkuları aldı götürdü. But the flowing melody soon cleared all doubts from Winston's mind. Sanki tepesinden dökülen sular bedenini baştan ayağa yıkıyor, yaprakların arasından süzülen gün ışığına karışıyordu. It was as if the waters pouring from his top were washing his body from head to toe, mixing with the sunlight filtering through the leaves. Artık düşünmeyi bırakmış, yalnızca duyumsuyordu. He stopped thinking now, just feeling. Kızın beli, kolunun altında, yumuşacık ve sıcacıktı. Her waist was soft and warm under her arm. Kızı kendine çekip kucakladı, göğüsleri göğsündeydi artık; bedeni bedeninde eriyordu sanki. He pulled her to himself and embraced her, her breasts on his chest now; It was as if his body was melting in his body. Elleriyle gezindiği her yeri teslim alıyordu. He was taking delivery of every place he wandered with his hands. Ağızları birbirine yapıştı; bu kez, önceki yabanıl öpüşmelerinden çok farklıydı. Their mouths stuck together; this time, it was very different from their previous wild kisses. Dudakları ayrıldığında ikisi de derin bir iç çekti. They both took a deep sigh as their lips parted. Ardıçkuşu ürktü, kanat çırparak uzaklaştı. The thrush was startled, flapping its wings away.

Winston, dudaklarını kızın kulağına dayayarak, "Hadi," diye fısıldadı. "Come on," Winston whispered, pressing his lips to her ear.

Julia da fısıltıyla, "Burada olmaz," dedi. “Not here,” Julia said in a whisper. "Gel, gizli köşemize gidelim. "Come, let's go to our secret corner. Daha güvenli orası." It's safer there."

Yerlerdeki ince dallara bastıkça çıtırtılar çıkararak çabucak açıklığa döndüler. They quickly returned to the clearing, crackling as they stepped on the twigs on the ground. Körpe ağaçların ortasına geldiklerinde, Julia dönüp Winston'a baktı. When they were in the middle of the young trees, Julia turned to look at Winston. İkisi de soluk soluğaydı, ama Julia'nın dudaklarının kıyısındaki o gülümseyiş yeniden belirmişti. They were both panting, but the smile on Julia's lips reappeared. Bir an öylece Winston'a baktıktan sonra tulumunun fermuarına uzandı. He stared at Winston for a moment, then reached for the zipper of his overalls. Ve işte! Nerdeyse Winston'ın düşlediği gibiydi. It was almost as Winston had imagined. Winston'ın aklından geçirmesine kalmadan çıkarıverdiği giysilerini akla zarar bir buyurganlıkla fırlatıp atarken koca bir uygarlığı silip atıyordu sanki. It was as if he was wiping away an entire civilization as he threw away his clothes, which Winston had taken off with mindless impertinence, before he could think of it. Bembeyaz vücudu gün ışığında pırıl pırıldı. His white body gleamed in the sunlight. Oysa Winston kızın vücuduna bir süre bakmadı; gözlerini, Julia'nın çilli yüzündeki o belli belirsiz, ama meydan okuyan gülümseyişten alamadı. Yet Winston did not look at her body for a while; He couldn't take his eyes off the faint but defiant smile on Julia's freckled face. Önünde diz çöküp ellerini ellerine aldı. He knelt before her and took her hands in his.

Daha önce de yaptın mı bunu?" Have you done this before?"

"Tabii. Yüzlerce kez yaptım... yüzlerce kez olmasa da pek çok kez." I've done it hundreds of times... many, if not hundreds of times."

"Parti üyeleriyle mi?" "With party members?"

"Evet, hep Parti üyeleriyle." "Yes, always with Party members."

"İç Parti üyeleriyle mi?" "With members of the Inner Party?"

"Yok, o alçaklarla hiç yapmadım. "No, I've never done anything with those bastards. Ama bir sürüsü eline fırsat geçse yapmak için neler vermez. But what a flock wouldn't give to do if they had the chance. Herkese azizlik taslarlar, yutturabildiklerine tabii." They are saintly to everyone, to what they can pass off, of course."

Winston'ın yüreğine su serpilmişti. Winston's heart was filled with water. Demek Julia bunu pek çok kez yapmıştı; keşke yüzlerce, binlerce kez yapmış olsaydı. So Julia had done this many times; If only he had done it hundreds, thousands of times. Yozluğu anıştıran her şey onda her zaman çılgınca bir umut doğururdu. Anything suggestive of corruption always gave rise to wild hope in him. Kim bilir, belki de Parti içten içe çürümüştü, emek ve özveriye tapınma kötülükleri örtbas eden bir yalından başka bir şey değildi belki de. Who knows, maybe the Party had rotted inside, and the worship of labor and self-sacrifice was nothing more than a simple cover-up of evils. Ah, hepsine birden cüzam ya da frengi bulaştırmak ne kadar hoş olurdu! Oh, how nice it would be to infect them all with leprosy or syphilis! Parti'yi çürütmek, güçsüz kılmak, yerle bir etmek için neler vermezdi! What he would not give to refute, weaken, and destroy the Party! Julia'yı da aşağıya çekti; şimdi ikisi de dizlerinin üstünde, yüz yüzeydiler. He also brought Julia down; now they were both on their knees, face to face.

"Bak. Ne kadar çok erkekle yattıysan, seni o kadar çok seviyorum. The more guys you've slept with, the more I love you. Anladın mı?"

"Evet, çok iyi anladım." "Yes, I understand very well."

"Saflıktan tiksiniyorum, iyilikten tiksiniyorum! "I loathe naiveté, I loathe goodness! Erdem diye bir şey olmasın istiyorum. I want no such thing as virtue. Herkes dipten doruğa yozlaşsın istiyorum." I want everyone to degenerate from the bottom to the top."

"İyi ya, demek tam istediğin gibiyim, sevgilim. "Well, I'm exactly what you mean, darling. Benden yozunu bulamazsın." You won't find a degenerate from me."

"Yapmak hoşuna gidiyor mu? "Do you like doing it? Benimle yapmaktan söz etmiyorum, bu işi yapmayı seviyor musun?" I'm not talking about doing it with me, do you like doing this job?"

"Hem de nasıl." "In spades."

Winston'ın duymak istediği tam da buydu. That was exactly what Winston wanted to hear. Birine duyulan aşk değil de, o hayvansal içgüdü, o basit, bozulmamış arzu: Parti'yi paramparça edecek güç buydu işte. Not love for someone, but that animal instinct, that simple, uncorrupted desire: that was the force that would shatter the Party. Julia'yı, ağaçlardan dökülmüş çançiçekleriyle örtülü çimenlerin üstüne yatırdı. He laid Julia on the grass covered with bellflowers that had fallen from the trees. Bu sefer hiçbir güçlük çıkmadı. This time there were no difficulties. Çok geçmeden göğüslerinin inip kalkışı yavaşlayarak normale döndü ve keyifli bir umarsızlıkla birbirlerinden ayrıldılar. Before long, their chest heaving slowed to normal, and they parted in blissful desperation. Güneş sanki ortalığı daha da ısıtmıştı. The sun seemed to warm the air even more. İkisinin de uykusu gelmişti. They were both sleepy. Winston çıkardıkları tulumları aldı, Julia'nın üstünü örttü. Winston took the overalls they had taken off and covered Julia. Çabucak uykuya daldılar ve yarım saat kadar uyudular. They quickly fell asleep and slept for half an hour.

İlk uyanan Winston oldu. Winston was the first to wake up. Oturduğu yerden, elini başına yastık yapmış, mışıl mışıl uyuyan Julia'nın çilli yüzünü seyre koyuldu. From where he sat, he gazed at the freckled face of Julia, who was sleeping soundly with her hands on her pillows. Ağzı dışında, güzel olduğu söylenemezdi. Other than her mouth, she couldn't be said to be beautiful. Yakından bakıldığında, gözlerinin çevresinde bir iki kırışık göze çarpıyordu. On closer inspection, a wrinkle or two could be seen around his eyes. Kısacık siyah saçları olağanüstü gür ve yumuşaktı. His short black hair was extraordinarily thick and soft. Birden kızın soyadını da, nerede oturduğunu da hâlâ bilmediğini fark etti. He suddenly realized that he still didn't know the girl's last name or where he lived.

Julia'nın genç, güçlü bedeninin şimdi uykusunda savunmasızca uzanıp yatışı Winston'da bir acıma, koruma duygusu uyandırdı. The way Julia's young, strong body now lay defenseless in her sleep, aroused in Winston a sense of pity, of protection. Yine de, ardıçkuşu şakırken fındık ağacının altında kapılmış olduğu, en küçük bir önyargı taşımayan sevecenlikten uzak bir duyguydu bu seferki. Yet it was an unkind feeling, without the slightest prejudice, that he had been caught under the hazel tree while the thrush was singing. Tulumları kızın üstünden çekip aldı, pürüzsüz, beyaz gövdesini seyre daldı. He snatched the overalls off her, contemplating her smooth, white body. Eskiden bir erkek bir kızın bedenine bakınca safça baştan çıkardı, diye geçirdi aklından. A guy used to naively seduce when he looked at a girl's body, she thought. Oysa artık katıksız aşk ya da katıksız şehvet diye bir şey kalmamıştı. But there was no such thing as pure love or pure lust anymore. Her şeye korku ve nefret karıştığı için, artık hiçbir duygu katıksız değildi. No emotion was pure anymore, for fear and hatred mixed with everything. Sevişmeleri bir savaş, doyumun doruğuna varışları bir zafer olmuştu sanki. It was as if their making love had been a battle, their culmination a victory. Parti'ye indirilmiş bir darbeden farksızdı. It was no different than a blow to the Party. Siyasal bir eylemdi. It was a political act.