×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - VIII (d)

1. Bölüm - VIII (d)

Winston kilisenin hangi yüzyıla ait olduğunu çıkarmaya çalıştı. Londra'daki binaların hangi yüzyılda yapıldığını anlamak hiç de kolay değildi. Büyük ve göz alıcı tüm binaların, hele görünüşleri de yeniyse, Devrim'den sonra yapıldığını ileri sürüyorlar, daha eski oldukları çok belli olan binaları ise Ortaçağ dedikleri karanlık bir döneme yakıştırıyorlardı. Kapitalizmin egemenliği altında geçen çağlarda değerli hiçbir şey yapılmadığı söyleniyordu. İnsan, tarihi, kitaplardan öğrenemediği gibi mimariden de öğrenemiyordu. Heykeller, yazıtlar, anıtlar, sokak adları... geçmişe ışık tutabilecek her şey sistemli bir biçimde değiştirilmişti.

"Eskiden kilise olduğunu bilmiyordum," dedi. Yaşlı adam, "Aslına bakarsanız, böyle çok kilise var," dedi, "ama artık başka amaçlarla kullanılıyorlar. Tüh, nasıldı şu şarkının devamı? Hah, tamam! Hatırladım işte!

'Portakal var, limon var' diye çalar çanları St. Clement'in, 'Nerde benim üç çeyreğim' diye çalar çanları St. Martin'in... evet evet, galiba böyleydi. Çeyrek dedikleri küçük bir bakır paraydı, bir sent gibi bir şey." "St. Martin neredeydi, peki?" dedi Winston.

"St. Martin mi? Nerede olacak, olduğu yerde duruyor. Zafer Meydanı'nda, resim galerisinin hemen yanında. Hani, girişinde üçgen bir alınlığı ile koca koca sütunları, bir sürü merdiveni olan bina var ya, o işte." Winston binayı çok iyi biliyordu. Çeşitli propaganda sergilerinin açıldığı, tepkili bombalar ve Yüzen Kaleler'in modellerinin, balmumundan yapılmış heykellerle düşmanın gaddarlıklarını betimleyen sahnelerin sergilendiği bir müzeydi. "Eskiden Kırların St. Martin'i derlerdi," diye ekledi yaşlı adam, "gerçi oralarda kır mır görmedim ama." Winston resmi almadı. Bu resmi almak kâğıt ağırlığını almaktan da uygunsuz olacaktı, üstelik çerçevesinden çıkarmadan eve kadar taşımak da olanaksızdı. Yaşlı adamla çene çalarak dükkânın içinde biraz daha dolandı; sohbet sırasında, adamın adının vitrinde yazdığı gibi Weeks değil, Charrington olduğunu öğrendi. Bay Charrington, anlattıklarına bakılırsa, altmış üç yaşında bir duldu ve otuz yıldır bu dükkânı işletiyordu. Bunca zamandır hep vitrindeki adı değiştirmeye niyetlenmiş, ama bir türlü eli değmemişti işte. İhtiyarın yarım yamalak anımsadığı çocuk şarkısı sohbet boyunca Winston'ın kafasında dolandı durdu. Portakal var, limon var, diye çalar çanları St. Clement'in / Nerde benim üç çeyreğim, diye çalar çanları St. Martin'in! Tuhaftı; ama şarkıyı kendi kendinize söylerken çanların sesini, yitip gitmiş olsa da bir yerlerde başka bir görünüme bürünmüş ve unutulmuş olarak hâlâ var olan Londra'nın çanlarının sesini duyar gibi oluyordunuz. Winston, kiliselerin çan kulelerinin karaltıları arasında birbiri ardı sıra yükselen çan seslerini duyar gibiydi. Oysa, anımsadığı kadarıyla, hayatında hiç çan sesi duymamıştı.

Dışarı çıkmadan sokağı kolaçan ettiğini Bay Charrington'ın görmesini istemediği için, yaşlı adamın elinden kurtulup kendini hemen merdivenden alt kata attı. Aslında bir ay gibi uygun bir aradan sonra dükkâna yeniden uğrama tehlikesini göze almaya çoktan karar vermişti bile. Gerçi Merkez'i bir akşam kırmaktan daha tehlikeli değildi belki de. Asıl enayiliği, günceyi aldıktan sonra buraya yeniden gelmekle yapmıştı; hem de dükkân sahibinin güvenilir biri olup olmadığını öğrenmeden. Ama neylersin işte!..

Evet, kararını vermişti, buraya yeniden gelecekti. O güzelim işe yaramaz şeylerden alacaktı yine. St. Clement Kilisesi gravürünü alacak, çerçevesinden çıkarıp ceketinin altına gizleyerek eve götürecekti. Bir yolunu bulup şarkının geri kalan sözlerini Bay Charrington'dan öğrenecekti. Üst kattaki odayı kiralamak gibi çılgınca bir düşünce bile aklından bir kez daha geçti. Kısacık bir süre için de olsa aşka gelince dikkati dağıldı ve dışarıyı kolaçan etmeden kendini sokağa attı. Dahası, çocuk şarkısını o anda uydurduğu bir ezgiyle mırıldanmaya başlamıştı:

"'Portakal var, limon var,' diye çalar çanları St. Clement'in, 'Nerde benim üç çeyreğim,' diye çalar..." Birden yüreği ağzına geldi, aklı başından gitti. Karşıdan mavi tulumlu biri geliyordu, aralarında on metre var yoktu. Kurmaca Dairesi'nde çalışan siyah saçlı kızdı gelen. Ortalık aydınlık olmamasına karşın Winston onu kolayca tanımıştı. Kız Winston'la göz göze geldi, ama onu hiç görmemiş gibi geçip gitti. Winston birkaç saniye kadar hiç kımıldamadan öylece kaldı. Sonra sağa döndü, yanlış yöne gittiğinin farkına varmadan ağır ağır uzaklaştı. Hiç değilse bir sorun çözülmüştü. Artık kızın kendisini sürekli gözetlediğinden kuşkusu kalmamıştı. Genç kızın Parti üyelerinin yaşadığı yerlerden kilometrelerce uzaklarda, aynı akşam ve aynı karanlık arka sokakta dolaşıyor olması asla bir rastlantı olamayacağına göre, onu buraya kadar izlemiş olmalıydı. Rastlantının böylesi mümkün değildi. Gerçekten de Düşünce Polisi'nin bir ajanı mı, yoksa yalnızca meraklı bir amatör casus mu olduğu pek önemli değildi. Onun meyhaneye girdiğini de görmüş olsa gerekti.

Winston güçlükle yürüyordu. Cebindeki iri cam parçası her adım atışında bacağına çarpıyor, cebinden çıkarıp atmak geçiyordu içinden. En fecisi de midesine saplanan sancıydı. Bir ara, kendini hemen bir helaya atmazsa ölecekmiş gibisinden bir duyguya kapıldı. Ne ki, böyle bir mahallede umumi hela bulmak olanaksızdı. Sonunda midesindeki spazm geçti, ardında bir buruntu kaldı.

Bir çıkmaz sokaktaydı. Durdu, ne yapması gerektiğini düşünerek kısa bir süre bekledi, sonra dönüp gerisingeri yürümeye başladı. Genç kız yanından geçip gideli yalnızca birkaç dakika olmuştu, koşsa ona yetişebilirdi. İzini sürüp tenha bir yerde kıstırabilir, sonra da bir kaldırım taşıyla kafasını ezebilirdi. Aslında cebindeki iri cam parçası da bu işi görebilirdi. Ama çabucak vazgeçti bu düşünceden, çünkü zor kullanmayı aklından geçirmek bile dayanılmaz gelmişti. Üstelik koşması da, birine vurması da olanaksızdı. Kaldı ki, kız hem genç hem de güçlü kuvvetliydi, kendini savunması işten bile değildi. Bu arada, kendini hemen Dernek Merkezi'ne atmayı ve kapanıncaya kadar orada kalmayı geçirdi aklından; böylece akşam boyunca orada olduğunu kanıtlayabilirdi. Ne ki, bu da olanaksızdı. Kendini çok bitkin hissediyordu. Bir an önce eve gitmekten, oturup sakinleşmekten başka bir şey istemiyordu.

Eve vardığında akşamın onunu geçiyordu. Ana girişin ışıkları on bir buçukta söndürülürdü. Mutfağa gitti, bir çay fincanı Zafer Cini'ni mideye indirdi. Oturma odasındaki girintide bulunan masanın başına oturup çekmeceden günceyi çıkardı. Ama hemen açmadı. Tele-ekranda, bir kadın ciyak ciyak bağırarak milliyetçi bir şarkı söylüyordu. Oturduğu yerde gözlerini defterin ebrulu kapağına dikerek kulaklarını tele-ekrandan gelen sese tıkamaya çalıştı, ama boşuna.

Sizi götürmek için gece gelirlerdi, her zaman geceleri. En doğrusu, sizi ele geçirmelerine fırsat vermeden canınıza kıymaktı. Besbelli, bazıları böyle yapmıştı. Ortadan kaybolanların birçoğu aslında intihar etmişti. Ama ateşli silahların ya da çabuk ve kesin etki eden zehirlerin asla bulunamadığı bir ortamda insanın intihar edebilmesi için gözü dönecek kadar umarsız olması gerekiyordu. Acı ve korkunun biyolojik yararsızlığını, tam da özel bir çaba göstermek gerektiğinde hemen her zaman donup kalan insanın bedeninin ihanetini nerdeyse şaşkınlıkla geçirdi aklından. Yeterince hızlı davransa, siyah saçlı kızın işini bitirmiş olacaktı; ama tehlikenin büyüklüğü karşısında eyleme geçememişti. Gerilimli anlarda insanın bir dış düşmana karşı değil de, hep kendi bedenine karşı savaştığını fark ediyordu. Şimdi bile, içtiği cine karşın, midesindeki buruntu doğru dürüst düşünmesini engelliyordu. Bunun destansı ya da trajik görünen tüm durumlar için de geçerli olduğunu anlıyordu şimdi. Uğrunda savaştığınız davalar, savaş alanında, işkence odasında, batmakta olan bir gemide hep unutuluveriyordu, çünkü beden şişip büyüyerek tüm evreni kaplıyordu; korkudan çarpılmadığınız ya da acı içinde haykırmadığınız durumlarda bile, yaşam her an açlığa, soğuğa, uykusuzluğa, mide buruntusuna ya da diş ağrısına karşı verilen bir savaşımdı.

Winston günceyi açtı. Bir şeyler yazması gerekiyordu. Tele-ekrandaki kadın yeni bir şarkıya başlamıştı. Kadının sesi, sanki sivri cam parçaları gibi beynine saplanıyordu. Günceyi uğruna ya da hitaben yazdığı O'Brien'ı düşünmek istediyse de, Düşünce Polisi tarafından alınıp götürüldükten sonra başına gelecekleri düşünmeye başladı. Hemen öldürülmek hiç sorun değildi. Öldürülmek, beklenen bir şeydi. Asıl önemlisi, ölmeden önce (kimsenin ağzına almadığı, ama herkesin bildiği) o konuşturma işleminden geçmek gerekiyordu: yerlerde sürünüp çığlıklar atarak merhamet dilenmek, kırılan kemiklerin çatırtısı, dökülen dişler ve kan pıhtılarıyla keçeleşen saçlar. Madem sonuç değişmeyecekti, bütün bunlara katlanmaya değer miydi? Hayatınızdan birkaç gün ya da birkaç haftayı çıkarıp atmak neden mümkün değildi? Yakalanmaktan kurtulan da, konuşmamayı başaran da yoktu. Başınıza düşüncesuçu dolanmayagörsün, önünde sonunda ölüm kesindi. Öyleyse, neden hiçbir şeyi değiştirmeyen bu dehşetle yaşamak zorundaydınız?

O'Brien'ı gözünün önüne getirmek için kendini biraz daha zorladı. "Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız," demişti O'Brien. Bu sözün ne anlama geldiğini biliyor ya da bildiğini sanıyordu. Karanlığın olmadığı yer, düşlenen gelecekti; hiçbir zaman göremeyeceğimiz, ama belli belirsiz de olsa paylaşabileceğimizi sezdiğimiz gelecek. Ama tele-ekrandan kulaklarını tırmalayan ses yüzünden, düşünmeyi daha fazla sürdüremedi. Ağzına bir sigara iliştirdi. Tütünün yarısı diline dökülüverdi, acımsı tütünleri güçlükle tükürmeye çalıştı. O'Brien'ın yüzü silindi, Büyük Birader'in yüzü geldi gözlerinin önüne. Birkaç gün önce yaptığı gibi, cebinden bir bozuk para çıkarıp baktı. Büyük Birader kaba, dingin, koruyucu bakışlarla ona dikmişti gözlerini; bu siyah bıyığın altında nasıl bir gülümseyiş gizliydi acaba? O kurşun gibi ağır sözler yeniden düştü aklına:

SAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR CAHİLLİK GÜÇTÜR.


1. Bölüm - VIII (d) Chapter 1 - VIII (d)

Winston kilisenin hangi yüzyıla ait olduğunu çıkarmaya çalıştı. Winston tried to figure out what century the church belonged to. Londra'daki binaların hangi yüzyılda yapıldığını anlamak hiç de kolay değildi. It was not easy to understand what century the buildings in London were built. Büyük ve göz alıcı tüm binaların, hele görünüşleri de yeniyse, Devrim'den sonra yapıldığını ileri sürüyorlar, daha eski oldukları çok belli olan binaları ise Ortaçağ dedikleri karanlık bir döneme yakıştırıyorlardı. They claimed that all large and glamorous buildings, especially if they were new in appearance, were built after the Revolution, and they attributed the obviously older buildings to a dark period they called the Middle Ages. Kapitalizmin egemenliği altında geçen çağlarda değerli hiçbir şey yapılmadığı söyleniyordu. It was said that nothing worthwhile had been done in the ages passed under capitalism. İnsan, tarihi, kitaplardan öğrenemediği gibi mimariden de öğrenemiyordu. Man could not learn history from architecture, just as he could not learn from books. Heykeller, yazıtlar, anıtlar, sokak adları... geçmişe ışık tutabilecek her şey sistemli bir biçimde değiştirilmişti. Statues, inscriptions, monuments, street names—everything that could shed light on the past had been systematically changed.

"Eskiden kilise olduğunu bilmiyordum," dedi. “I didn't know it used to be a church,” he said. Yaşlı adam, "Aslına bakarsanız, böyle çok kilise var," dedi, "ama artık başka amaçlarla kullanılıyorlar. "Actually, there are many such churches," said the old man, "but they are now used for other purposes. Tüh, nasıldı şu şarkının devamı? Whoops, how was the rest of that song? Hah, tamam! ah, ok! Hatırladım işte! I just remembered!

'Portakal var, limon var' diye çalar çanları St. 'There are oranges, there are lemons', the bells are ringing in St. Clement'in,  'Nerde benim üç çeyreğim' diye çalar çanları St. Clement's bells ringing, 'Where are my three quarters? Martin'in... Martin's... evet evet, galiba böyleydi. yes yes, it was probably like that. Çeyrek dedikleri küçük bir bakır paraydı, bir sent gibi bir şey." What they called a quarter was a small copper coin, something like a cent." "St. "St. Martin neredeydi, peki?" Where was Martin, then?" dedi Winston. said Winston.

"St. "St. Martin mi? Martin? Nerede olacak, olduğu yerde duruyor. Where it will be, it stays where it is. Zafer Meydanı'nda, resim galerisinin hemen yanında. In Victory Square, right next to the picture gallery. Hani, girişinde üçgen bir alınlığı ile koca koca sütunları, bir sürü merdiveni olan bina var ya, o işte." You know, the building with a triangular pediment, huge columns and lots of stairs at the entrance, that's it." Winston binayı çok iyi biliyordu. Winston knew the building very well. Çeşitli propaganda sergilerinin açıldığı, tepkili bombalar ve Yüzen Kaleler'in modellerinin, balmumundan yapılmış heykellerle düşmanın gaddarlıklarını betimleyen sahnelerin sergilendiği bir müzeydi. It was a museum where various propaganda exhibits were held, models of reactive bombs and Floating Fortresses, wax statues and scenes depicting the atrocities of the enemy. "Eskiden Kırların St. "Formerly the St. Martin'i derlerdi," diye ekledi yaşlı adam, "gerçi oralarda kır mır görmedim ama." They called Martin,” the old man added, “although I didn't see any redwood there.” Winston resmi almadı. Winston did not take the picture. Bu resmi almak kâğıt ağırlığını almaktan da uygunsuz olacaktı, üstelik çerçevesinden çıkarmadan eve kadar taşımak da olanaksızdı. It would be more inconvenient to take this picture than the paperweight, and it would be impossible to carry it home without removing it from its frame. Yaşlı adamla çene çalarak dükkânın içinde biraz daha dolandı; sohbet sırasında, adamın adının vitrinde yazdığı gibi Weeks değil, Charrington olduğunu öğrendi. He wandered a little further around the shop, chatting with the old man; During the conversation, she learned that the man's name was Charrington, not Weeks, as it was written on the window display. Bay Charrington, anlattıklarına bakılırsa, altmış üç yaşında bir duldu ve otuz yıldır bu dükkânı işletiyordu. Mr Charrington was, by his accounts, a widow of sixty-three and had run the shop for thirty years. Bunca zamandır hep vitrindeki adı değiştirmeye niyetlenmiş, ama bir türlü eli değmemişti işte. All this time, he had always intended to change the name on the window display, but it was untouched. İhtiyarın yarım yamalak anımsadığı çocuk şarkısı sohbet boyunca Winston'ın kafasında dolandı durdu. The old boy's half-remembered children's song swirled in Winston's mind throughout the conversation. Portakal var, limon var, diye çalar çanları St. There is an orange, there is a lemon, the bells of St. Clement'in / Nerde benim üç çeyreğim, diye çalar çanları St. Clement's / Where are my three quarters? Martin'in! Martin's! Tuhaftı; ama şarkıyı kendi kendinize söylerken çanların sesini, yitip gitmiş olsa da bir yerlerde başka bir görünüme bürünmüş ve unutulmuş olarak hâlâ var olan Londra'nın çanlarının sesini duyar gibi oluyordunuz. It was strange; but as you sang the song to yourself you seemed to hear the chimes of the bells of London, which, though lost, still exists somewhere else, disguised and forgotten. Winston, kiliselerin çan kulelerinin karaltıları arasında birbiri ardı sıra yükselen çan seslerini duyar gibiydi. Winston seemed to hear the bells ringing one after another in the silhouette of the church steeples. Oysa, anımsadığı kadarıyla, hayatında hiç çan sesi duymamıştı. Yet, as far as he could remember, he had never heard bells in his life.

Dışarı çıkmadan sokağı kolaçan ettiğini Bay Charrington'ın görmesini istemediği için, yaşlı adamın elinden kurtulup kendini hemen merdivenden alt kata attı. Not wanting Mr Charrington to see that he was prowling the street before he went out, he escaped the old man's grasp and hurried down the stairs to the lower floor. Aslında bir ay gibi uygun bir aradan sonra dükkâna yeniden uğrama tehlikesini göze almaya çoktan karar vermişti bile. In fact, he had already decided to take the risk of visiting the shop again after a convenient one-month hiatus. Gerçi Merkez'i bir akşam kırmaktan daha tehlikeli değildi belki de. Maybe it wasn't more dangerous than breaking the Center in one evening, though. Asıl enayiliği, günceyi aldıktan sonra buraya yeniden gelmekle yapmıştı; hem de dükkân sahibinin güvenilir biri olup olmadığını öğrenmeden. The real fool was to come back here after getting the diary; without knowing if the owner of the shop is trustworthy. Ama neylersin işte!.. But what are you!

Evet, kararını vermişti, buraya yeniden gelecekti. Yes, he had made up his mind, he would come here again. O güzelim işe yaramaz şeylerden alacaktı yine. He would buy those beautiful useless things again. St. Clement Kilisesi gravürünü alacak, çerçevesinden çıkarıp ceketinin altına gizleyerek eve götürecekti. Clement Church would take the engraving, take it out of its frame, hide it under his jacket, and take it home. Bir yolunu bulup şarkının geri kalan sözlerini Bay Charrington'dan öğrenecekti. He would find a way to learn the rest of the song from Mr Charrington. Üst kattaki odayı kiralamak gibi çılgınca bir düşünce bile aklından bir kez daha geçti. Even the crazy thought of renting an upstairs room crossed his mind once again. Kısacık bir süre için de olsa aşka gelince dikkati dağıldı ve dışarıyı kolaçan etmeden kendini sokağa attı. When it came to love, even for a short time, he was distracted and threw himself into the street without looking outside. Dahası, çocuk şarkısını o anda uydurduğu bir ezgiyle mırıldanmaya başlamıştı: Moreover, the boy began to hum his song to a tune he had just made up:

"'Portakal var, limon var,' diye çalar çanları St. "'There's an orange, there's a lemon,' the bells of St. Clement'in,  'Nerde benim üç çeyreğim,' diye çalar..." Clement's ringing, 'Where are my three quarters? Birden yüreği ağzına geldi, aklı başından gitti. All of a sudden, his heart was in his mouth, his mind was gone. Karşıdan mavi tulumlu biri geliyordu, aralarında on metre var yoktu. A person in a blue overalls was coming from the opposite direction, there was no ten meters between them. Kurmaca Dairesi'nde çalışan siyah saçlı kızdı gelen. It was the black-haired girl who worked in the Fiction Department. Ortalık aydınlık olmamasına karşın Winston onu kolayca tanımıştı. Kız Winston'la göz göze geldi, ama onu hiç görmemiş gibi geçip gitti. The girl made eye contact with Winston, but passed by as if she had never seen him. Winston birkaç saniye kadar hiç kımıldamadan öylece kaldı. Winston remained motionless for a few seconds. Sonra sağa döndü, yanlış yöne gittiğinin farkına varmadan ağır ağır uzaklaştı. Then he turned right, slowly walking away, not realizing that he was going in the wrong direction. Hiç değilse bir sorun çözülmüştü. At least one problem was solved. Artık kızın kendisini sürekli gözetlediğinden kuşkusu kalmamıştı. Now he had no doubt that the girl was constantly spying on him. Genç kızın Parti üyelerinin yaşadığı yerlerden kilometrelerce uzaklarda, aynı akşam ve aynı karanlık arka sokakta dolaşıyor olması asla bir rastlantı olamayacağına göre, onu buraya kadar izlemiş olmalıydı. He must have followed her here, since it could never be a coincidence that the young girl was wandering miles away from the place where the Party members lived, on the same evening and in the same dark alley. Rastlantının böylesi mümkün değildi. Such coincidence was not possible. Gerçekten de Düşünce Polisi'nin bir ajanı mı, yoksa yalnızca meraklı bir amatör casus mu olduğu pek önemli değildi. It didn't really matter whether he was an agent of the Thought Police or just a curious amateur spy. Onun meyhaneye girdiğini de görmüş olsa gerekti. He must have seen her enter the tavern.

Winston güçlükle yürüyordu. Winston could hardly walk. Cebindeki iri cam parçası her adım atışında bacağına çarpıyor, cebinden çıkarıp atmak geçiyordu içinden. The big piece of glass in his pocket hit his leg with every step he took, and he wanted to take it out of his pocket and throw it away. En fecisi de midesine saplanan sancıydı. Worst of all was the pain in his stomach. Bir ara, kendini hemen bir helaya atmazsa ölecekmiş gibisinden bir duyguya kapıldı. At one point he had the feeling that he was going to die if he didn't throw himself into a latrine immediately. Ne ki, böyle bir mahallede umumi hela bulmak olanaksızdı. However, it was impossible to find a public toilet in such a neighborhood. Sonunda midesindeki spazm geçti, ardında bir buruntu kaldı. Finally, the spasm in his stomach passed, leaving a nosebleed.

Bir çıkmaz sokaktaydı. It was in a cul-de-sac. Durdu, ne yapması gerektiğini düşünerek kısa bir süre bekledi, sonra dönüp gerisingeri yürümeye başladı. He paused, paused for a moment, contemplating what to do, then turned and began walking backwards. Genç kız yanından geçip gideli yalnızca birkaç dakika olmuştu, koşsa ona yetişebilirdi. It had only been a few minutes since the young girl had passed him, and had she run, she would have been able to catch up. İzini sürüp tenha bir yerde kıstırabilir, sonra da bir kaldırım taşıyla kafasını ezebilirdi. He could track it down and snag it in a secluded spot, then smash his head with a cobblestone. Aslında cebindeki iri cam parçası da bu işi görebilirdi. In fact, the large piece of glass in his pocket could do the trick. Ama çabucak vazgeçti bu düşünceden, çünkü zor kullanmayı aklından geçirmek bile dayanılmaz gelmişti. But he quickly gave up on the thought, for it was unbearable to even think about using force. Üstelik koşması da, birine vurması da olanaksızdı. Moreover, it was impossible for him to run or hit someone. Kaldı ki, kız hem genç hem de güçlü kuvvetliydi, kendini savunması işten bile değildi. Besides, the girl was both young and strong, and she could hardly defend herself. Bu arada, kendini hemen Dernek Merkezi'ne atmayı ve kapanıncaya kadar orada kalmayı geçirdi aklından; böylece akşam boyunca orada olduğunu kanıtlayabilirdi. Meanwhile, he thought of throwing himself into the Association Center immediately and staying there until it closed; so he could prove he was there all evening. Ne ki, bu da olanaksızdı. However, that was also impossible. Kendini çok bitkin hissediyordu. He felt very tired. Bir an önce eve gitmekten, oturup sakinleşmekten başka bir şey istemiyordu. He wanted nothing more than to go home as soon as possible, to sit down and calm down.

Eve vardığında akşamın onunu geçiyordu. It was past ten in the evening when he got home. Ana girişin ışıkları on bir buçukta söndürülürdü. The lights of the main entrance were turned off at half past eleven. Mutfağa gitti, bir çay fincanı Zafer Cini'ni mideye indirdi. He went to the kitchen, devoured a teacup of Victory Gin. Oturma odasındaki girintide bulunan masanın başına oturup çekmeceden günceyi çıkardı. He sat down at the desk in the recess in the living room and pulled out the diary from the drawer. Ama hemen açmadı. But it didn't open right away. Tele-ekranda, bir kadın ciyak ciyak bağırarak milliyetçi bir şarkı söylüyordu. On the telescreen, a woman was squealing and singing a nationalist song. Oturduğu yerde gözlerini defterin ebrulu kapağına dikerek kulaklarını tele-ekrandan gelen sese tıkamaya çalıştı, ama boşuna. He sat staring at the marbled cover of the notebook, trying to block his ears to the sound of the telescreen, but to no avail.

Sizi götürmek için gece gelirlerdi, her zaman geceleri. They would come at night to take you, always at night. En doğrusu, sizi ele geçirmelerine fırsat vermeden canınıza kıymaktı. The best thing to do was to kill yourself before they could get hold of you. Besbelli, bazıları böyle yapmıştı. Obviously, some did. Ortadan kaybolanların birçoğu aslında intihar etmişti. Many of those who disappeared had actually committed suicide. Ama ateşli silahların ya da çabuk ve kesin etki eden zehirlerin asla bulunamadığı bir ortamda insanın intihar edebilmesi için gözü dönecek kadar umarsız olması gerekiyordu. But in an environment where no firearms or quick-acting poisons could ever be found, one had to be desperate enough to commit suicide. Acı ve korkunun biyolojik yararsızlığını, tam da özel bir çaba göstermek gerektiğinde hemen her zaman donup kalan insanın bedeninin ihanetini nerdeyse şaşkınlıkla geçirdi aklından. He thought with almost astonishment at the biological futility of pain and fear, the betrayal of the human body, which almost always freezes when a special effort is needed. Yeterince hızlı davransa, siyah saçlı kızın işini bitirmiş olacaktı; ama tehlikenin büyüklüğü karşısında eyleme geçememişti. Had he acted fast enough, he would have finished off the black-haired girl; but he was unable to act in the face of the enormity of the danger. Gerilimli anlarda insanın bir dış düşmana karşı değil de, hep kendi bedenine karşı savaştığını fark ediyordu. He realized that in moments of tension, one is always fighting against one's own body, not against an external enemy. Şimdi bile, içtiği cine karşın, midesindeki buruntu doğru dürüst düşünmesini engelliyordu. Even now, despite the gin he had been drinking, the nose in his stomach prevented him from thinking properly. Bunun destansı ya da trajik görünen tüm durumlar için de geçerli olduğunu anlıyordu şimdi. He understood now that this was true of any situation that seemed epic or tragic. Uğrunda savaştığınız davalar, savaş alanında, işkence odasında, batmakta olan bir gemide hep unutuluveriyordu, çünkü beden şişip büyüyerek tüm evreni kaplıyordu; korkudan çarpılmadığınız ya da acı içinde haykırmadığınız durumlarda bile, yaşam her an açlığa, soğuğa, uykusuzluğa, mide buruntusuna ya da diş ağrısına karşı verilen bir savaşımdı. The causes you fought for were always forgotten on the battlefield, in the torture chamber, on a sinking ship, because the body swelled and engulfed the entire universe; Even when you were not struck by fear or screaming in pain, life was always a struggle against hunger, cold, insomnia, stomach ache, or toothache.

Winston günceyi açtı. Winston opened the diary. Bir şeyler yazması gerekiyordu. He had to write something. Tele-ekrandaki kadın yeni bir şarkıya başlamıştı. The woman on the telescreen had started a new song. Kadının sesi, sanki sivri cam parçaları gibi beynine saplanıyordu. The woman's voice pierced his brain like sharp pieces of glass. Günceyi uğruna ya da hitaben yazdığı O'Brien'ı düşünmek istediyse de, Düşünce Polisi tarafından alınıp götürüldükten sonra başına gelecekleri düşünmeye başladı. He wanted to think about O'Brien, for whom he wrote the diary, for or for the sake of it, but after he was taken away by the Thought Police, he began to think about what would happen to him. Hemen öldürülmek hiç sorun değildi. Getting killed right away was no problem. Öldürülmek, beklenen bir şeydi. Being killed was expected. Asıl önemlisi, ölmeden önce (kimsenin ağzına almadığı, ama herkesin bildiği) o konuşturma işleminden geçmek gerekiyordu: yerlerde sürünüp çığlıklar atarak merhamet dilenmek, kırılan kemiklerin çatırtısı, dökülen dişler ve kan pıhtılarıyla keçeleşen saçlar. Most importantly, before he died he had to go through that speech-making process (which no one uttered, but which everyone knew): crawling on the floor screaming for mercy, the crackling of broken bones, teeth falling out, and hair matted with blood clots. Madem sonuç değişmeyecekti, bütün bunlara katlanmaya değer miydi? If the result would not change, was it worth putting up with all this? Hayatınızdan birkaç gün ya da birkaç haftayı çıkarıp atmak neden mümkün değildi? Why was it not possible to remove a few days or weeks from your life? Yakalanmaktan kurtulan da, konuşmamayı başaran da yoktu. There was no escaping capture, and no one managed to not speak. Başınıza düşüncesuçu dolanmayagörsün, önünde sonunda ölüm kesindi. As soon as you think guilt trips over you, death was certain, sooner or later. Öyleyse, neden hiçbir şeyi değiştirmeyen bu dehşetle yaşamak zorundaydınız? So why did you have to live with this horror that didn't change anything?

O'Brien'ı gözünün önüne getirmek için kendini biraz daha zorladı. He forced himself a little harder to picture O'Brien. "Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız," demişti O'Brien. "We'll meet someday where there's no darkness," O'Brien had said. Bu sözün ne anlama geldiğini biliyor ya da bildiğini sanıyordu. He knew, or thought he knew, what that word meant. Karanlığın olmadığı yer, düşlenen gelecekti; hiçbir zaman göremeyeceğimiz, ama belli belirsiz de olsa paylaşabileceğimizi sezdiğimiz gelecek. Where there was no darkness was the dreamed future; a future we may never see, but vaguely sense that we can share. Ama tele-ekrandan kulaklarını tırmalayan ses yüzünden, düşünmeyi daha fazla sürdüremedi. But he couldn't keep thinking any longer because of the raspy voice from the telescreen. Ağzına bir sigara iliştirdi. He put a cigarette in his mouth. Tütünün yarısı diline dökülüverdi, acımsı tütünleri güçlükle tükürmeye çalıştı. Half of the tobacco fell on his tongue, and he tried to spit out the bitter tobacco with difficulty. O'Brien'ın yüzü silindi, Büyük Birader'in yüzü geldi gözlerinin önüne. O'Brien's face faded, the face of Big Brother flashed before his eyes. Birkaç gün önce yaptığı gibi, cebinden bir bozuk para çıkarıp baktı. He took a coin out of his pocket, as he had done a few days earlier, and looked at it. Büyük Birader kaba, dingin, koruyucu bakışlarla ona dikmişti gözlerini; bu siyah bıyığın altında nasıl bir gülümseyiş gizliydi acaba? Big Brother stared at him with a rough, calm, protective gaze; I wonder what kind of smile was hidden under that black mustache? O kurşun gibi ağır sözler yeniden düştü aklına: Those leaden heavy words came back to his mind:

SAVAŞ BARIŞTIR  ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR  CAHİLLİK GÜÇTÜR. WAR IS PEACE FREEDOM IS SLAVERY IGNORANCE IS STRENGTH.