×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - VIII (c)

1. Bölüm - VIII (c)

Winston sırtını pencereye vermişti. Daha fazla soru sormanın anlamı yoktu. Bir bira daha ısmarlayacaktı ki, ihtiyar birden kalktı, ayaklarını sürüye sürüye meyhanenin yan tarafındaki, leş gibi kokan helaya yollandı. Fazladan içtiği bira hemen etkisini göstermişti. Winston birkaç dakika boş bardağına bakarak öylece oturdu, sonra farkında bile olmadan yeniden sokakta buldu kendini. Yirmi yıla kalmaz, şu basit ama müthiş soruyu, "Devrim'den önce hayat şimdikinden daha mı iyiydi?" sorusunu yanıtlayacak bir tek kişi kalmaz ortalıkta, diye geçirdi içinden. Gerçi bu sorunun yanıtını almak daha şimdiden olanaksızlaşmıştı, o günlerden sağ kalan birkaç kişi de eski ile yeniyi kıyaslamayı beceremiyordu. Milyonlarca ilgisiz ayrıntı anımsıyorlardı, bir iş arkadaşıyla yapılmış bir kavga, kayıp bir bisiklet pompasının nasıl arandığı, çok önce ölmüş bir kız kardeşin yüzü, yetmiş yıl önce rüzgârlı bir sabah havaya kalkan tez bulutları; önemli gerçeklerin tekmili birden belleklerden silinmişti. Küçük nesneleri görebilen, ama büyük nesneleri göremeyen karıncalara benziyorlardı. Bellekler şaşıp kayıtlar çarpıtılınca da, Parti'nin yaşam koşullarını iyileştirdiği yolundaki savını kabullenmekten başka çare kalmıyordu, çünkü bu savın sınanabileceği hiçbir ölçüt yoktu ve hiçbir zaman da olmayacaktı. Dalıp gittiği düşüncelerden birden sıyrıldı. Durup çevreye göz gezdirdi. Daracık bir sokaktaydı, evlerin arasına sıkışıp kalmış birkaç izbe dükkân göze çarpıyordu. Başının hemen yukarısında, bir zamanlar yaldızlı olduğu anlaşılan, rengini yitirmiş üç madeni top asılıydı. Bildiği bir yerdi sanki. Tabii! Güncesini yazdığı defteri aldığı eskici dükkânının önündeydi.

Tepeden tırnağa ürperdi. Defteri satın almakla bile kendini ateşe atmıştı zaten; sonradan, bir daha bu dükkânın yakınından bile geçmeyeceğine ant içmişti. Gel gör ki, başka düşüncelere dalar dalmaz, ayakları onu gerisingeri buraya getirmişti. Oysa günce tutmaya başlamakla, kendini intihardan farksız böylesi güdülere karşı korumaya alacağını ummuştu. Bu arada, nerdeyse akşamın dokuzu olmasına karşın dükkânın hâlâ açık olduğunu fark etti. Kaldırımda dikilip durmaktan daha az kuşku çekeceğini düşünerek dükkândan içeri girdi. Sorulacak olursa, jilet aradığını söyleyerek işin içinden sıyrılabilirdi.

Dükkân sahibinin yeni yaktığı anlaşılan, tavana asılı gaz lambasından baygın ama hoş bir koku yayılıyordu. Altmış yaşlarında, çelimsiz, kamburu çıkmış bir adamdı, haşmetli bir burnu vardı, gözleri gözlüğünün kalın camlarının ardında boncuk gibi kalmıştı. Saçı epeyce ağarmış olmasına karşın, kaşları çalı gibi ve hâlâ simsiyahtı. Gözlüğü, kibar ve nazik tavırları, eprimiş siyah kadife ceketi ona entelektüel bir hava veriyor, bir edebiyatçı ya da müzisyen olduğu izlenimini uyandırıyordu. Alçak perdeden yumuşak bir sesle konuşuyordu, şivesi proleterlerin çoğu kadar bozuk değildi.

"Sizi kaldırımda görür görmez tanıdım," dedi hemen. "Siz o genç hanımın hatıra defterini alan beysiniz. Harikulade bir kâğıdı var. Bir zamanlar kaymak kâğıt dedikleri cinsten. Aah ah, belki elli yıldır öyle kâğıt yapmıyorlar, azizim." Gözlüğünün üzerinden Winston'a baktı. "Sizin için ne yapabilirim? Yoksa sadece bir göz atmak mı istediniz?" Winston, "Buradan geçiyordum," dedi alçak sesle. "Öylesine uğradım. Bir şey alacak değilim." "Doğrusu sevindim," dedi adam, yumuşacık ellerini özür dilercesine açarak, "çünkü elimde size göre bir şey yok. Görüyorsunuz işte, dükkân tamtakır. Aramızda kalsın ama. Bu antika işi sonuna geldi. Alıcı da kalmadı, satacak mal da. Ne mobilya, ne porselen, ne kristal; hiçbir şey kalmadı. Maden işlerinin çoğu da eritildi tabii. Pirinç şamdan görmeyeli yıllar oldu diyebilirim." Aslında ufacık dükkân tıka basa doluydu, ama değerli sayılabilecek hemen hiçbir şey yoktu. Duvar diplerine çepeçevre tozlu resim çerçeveleri istif edilmiş olduğu için, içeride nerdeyse adım atacak yer kalmamıştı. Vitrinde tepsilerin içinde cıvatalar ve somunlar, eskimiş keskiler, bıçağı kırılmış çakılar, doğru dürüst çalışmayan kirli paslı saatler ve daha bir sürü ıvır zıvır göze çarpıyordu. Ancak köşedeki küçük bir masanın üstünde, aralarında ilginç bir şeyler bulunabileceği izlenimi uyandıran irili ufaklı nesneler duruyordu: mineli enfiye kutuları, akik taşından broşlar falan. Winston masaya yaklaştığında, gaz lambasının ışığında belli belirsiz parıldayan, yuvarlak, pürüzsüz bir nesne çarptı gözüne; uzanıp aldı.

Bir yanı kıvrık, bir yanı yassı, nerdeyse yarımküre biçiminde, irice bir cam parçasını andıran bir şeydi bu. Renginde ve dokusunda dalgalı bir yumuşaklık vardı. Tam ortasında, eğik yüzeyin büyülttüğü, bir gül ya da denizlalesini anıştıran, tuhaf, pembe, sarmal bir nesne görünüyordu.

Winston, büyülenmişçesine, "Nedir bu?" diye sordu.

"Buna mercan diyorlar, efendim," diye yanıtladı yaşlı adam. "Hint Okyanusu'ndan geliyor sanırım. Camın içine yerleştirirlermiş. En az yüz yıllık olmalı. Aslında daha da eski gibi görünüyor." "Çok güzel bir şey," dedi Winston. "Evet, harikulade," dedi yaşlı adam övgüyle. "Bugünlerde bunu anlayacak pek fazla insan kalmadı." Öksürdü. "Ola ki almak isterseniz, size dört dolara veririm. Böyle bir parçanın sekiz sterlin ettiği günleri hatırlıyorum; sekiz sterlin de ne ederdi şimdi çıkaramıyorum, ama çok paraydı. Bugün pek nadir bulundukları halde gerçek antika parçalar kimin umurunda ki?" Winston hemen dört doları verdi, gözünü alamadığı parçayı cebine attı. Ona çekici gelen, güzelliğinden çok, şimdikinden çok farklı bir çağa ait olduğu izlenimini uyandırmasıydı. Bu yumuşak, dalgalı cam nesne, daha önce gördüklerinin hiçbirine benzemiyordu. Gerçi Winston bir zamanlar kâğıt ağırlığı olarak kullanılmış olabileceğini kestirebiliyordu, ama artık hiçbir işe yaramaması onu bir kat daha çekici kılıyordu. Çok ağırdı, ama bereket cebinde şişkinlik yapmıyordu. Bir Parti üyesinin böyle bir nesneyi bulundurması biraz tuhaftı, dahası başına iş açabilirdi. Eski, o yüzden de güzel olan her şey, belli belirsiz de olsa kuşku çekiyordu. Dört doları cebine attıktan sonra yaşlı adamın neşesi bayağı yerine gelmişti. Belli ki, aslında üç, hatta iki dolara bile razıydı.

"Yukarıda bir oda daha var, belki bir göz atmak istersiniz," dedi. "Gerçi pek fazla bir şey yok. Birkaç parça bir şey işte. Yukarı çıkacaksak lambayı yakayım." Başka bir lambayı yakıp iki büklüm öne düştü, dik ve aşınmış merdivenleri ağır ağır çıkıp dar bir koridordan geçti; sokağa değil de bir taş avluya ve bacalar ormanına bakan bir odaya girdiler. Winston, içerisinin bir oturma odası gibi döşenmiş olduğunu fark etti. Yere ince uzun bir halı serilmişti, duvarda birkaç resim vardı, şöminenin önüne kirli bir kanepe yerleştirilmişti. Şömine rafının üstünde cam kapaklı, kadranı on iki rakamlı eski model bir saatin tıkırtıları duyuluyordu. Pencerenin altında, odanın nerdeyse dörtte birini kaplayan kocaman bir karyola vardı; şiltesi hâlâ üstündeydi.

Yaşlı adam, handiyse özür dilercesine, "Karım ölünceye kadar burada yaşadık," dedi. "Eşyaları yavaş yavaş satıyorum. Mesela, şu maun karyola harikulade bir parça; bir de tahtakurularından temizlenirse. Ama biraz kaba bulabilirsiniz tabii." Odanın tümünü aydınlatsın diye lambayı havaya kaldırmıştı; belki şaşırtıcıydı, ama loş ışıkta içerisi son derece çekici görünüyordu. Winston'ın aklından bir düşünce geçti: Tehlikeyi göze alırsa, odayı haftada birkaç dolara rahatlıkla kiralayabilirdi. Akla düşer düşmez kovulması gereken, çılgınca, umutsuz bir düşünceydi bu; ama oda onu bir tür nostaljiye, eski zaman anılarına sürüklemişti. Böyle bir odada, çaydanlık kaynayadursun, şöminenin karşısındaki kanepede ayaklarını uzatıp oturmak, hiç de yabancısı olmadığı bir şey gibi gelmişti: bir başına, tümüyle güvende, ne bir gözetleyen ne buyurgan bir duyuru, çaydanlığın fokurtusu ve saatin dostça tiktakları dışında ne bir ses ne bir nefes.

"Tele-ekran yok!" diye mırıldanmaktan alamadı kendini.

"Ya, evet," dedi yaşlı adam, "hiç olmadı. Çok pahalı. Hiç gerek de duymadım galiba. Köşede duran şu açılır kapanır masaya ne dersiniz? Ama kanatlarını açacaksanız menteşelerini yenilemeniz gerekir." Bu arada, Winston çoktan öbür köşedeki küçük kitaplığa yönelmişti. Kitaplıkta kitaptan başka her şey vardı. Kitap aramaları her yerde olduğu gibi proleter mahallelerinde de büyük bir titizlikle gerçekleştirilmiş, ele geçirilen tüm kitaplar yok edilmişti. Okyanusya'nın herhangi bir yerinde 1960'tan önce basılmış bir kitap bulmak hemen hemen olanaksızdı. Yaşlı adam, lamba hâlâ elinde, şöminenin öbür yanında karyolanın tam karşısındaki duvara asılı, gülağacı çerçeveli bir resmin önünde duruyordu.

"Bakın, eski baskılara merakınız varsa..." diyecek oldu nezaketten kırılırcasına. Winston resmin karşısına geçip inceledi. Dikdörtgen pencereleri olan, önünde küçük bir kule bulunan oval bir binanın betimlendiği bir metal baskıydı. Binanın yanından bir parmaklık dolanıyor, arkada da heykele benzer bir şey görünüyordu. Winston bir süre baktı. Heykeli pek anımsamıyordu, ama bina hiç yabancı gelmemişti.

Yaşlı adam, "Çerçeve duvara raptedilmiştir," dedi, "ama isterseniz hemen çıkarabilirim." Winston, sonunda, "Bu binayı biliyorum," dedi. "Şimdi harabe halinde. Adalet Sarayı'nın bulunduğu caddenin orta yerinde." "Haklısınız. Adliye'nin karşısında. Bombalanmıştı, hangi yıldı, çok yıl oldu. O zamanlar kiliseydi. St. Clement Kilisesi'ydi adı." Saçma bir şey söyleyeceğinin farkındaymışçasına, özür dilercesine gülümseyerek ekledi: "Portakal var, limon var' diye çalar çanları St. Clement'in!" "O da ne?" dedi Winston.

"Küçükken söylediğimiz çocuk şarkılarından biri işte; 'Portakal var, limon var, diye çalar çanları St. Clement'in.' Devamı nasıldı hatırlamıyorum, ama sonu aklımda: 'Al şu mumu, doğru yatağına, yoksa yersin baltayı kafana.' Bir tür dans da denebilir. Altından geçmen için kollarını kaldırırlar, tam 'Yoksa yersin baltayı kafana' derken de kollarını indirip seni yakalarlardı. Şarkı boyunca kilise adları sıralanırdı. Londra'da ne kadar kilise varsa, belli başlıları tabii."


1. Bölüm - VIII (c)

Winston sırtını pencereye vermişti. Daha fazla soru sormanın anlamı yoktu. There was no point in asking any more questions. Bir bira daha ısmarlayacaktı ki, ihtiyar birden kalktı, ayaklarını sürüye sürüye meyhanenin yan tarafındaki, leş gibi kokan helaya yollandı. He was about to order another beer, when the old man got up and shuffled off to the stinking toilet next to the tavern. Fazladan içtiği bira hemen etkisini göstermişti. The extra beer he drank took effect immediately. Winston birkaç dakika boş bardağına bakarak öylece oturdu, sonra farkında bile olmadan yeniden sokakta buldu kendini. Winston sat staring at his empty glass for a few moments, then unconsciously found himself on the street again. Yirmi yıla kalmaz, şu basit ama müthiş soruyu, "Devrim'den önce hayat şimdikinden daha mı iyiydi?" In twenty years' time, he will answer the simple but terrific question, "Was life better before the Revolution than it is now?" sorusunu yanıtlayacak bir tek kişi kalmaz ortalıkta, diye geçirdi içinden. There will be no one left to answer his question, he thought to himself. Gerçi bu sorunun yanıtını almak daha şimdiden olanaksızlaşmıştı, o günlerden sağ kalan birkaç kişi de eski ile yeniyi kıyaslamayı beceremiyordu. Although it was already impossible to get an answer to this question, the few survivors of those days were unable to compare the old with the new. Milyonlarca ilgisiz ayrıntı anımsıyorlardı, bir iş arkadaşıyla yapılmış bir kavga, kayıp bir bisiklet pompasının nasıl arandığı, çok önce ölmüş bir kız kardeşin yüzü, yetmiş yıl önce rüzgârlı bir sabah havaya kalkan tez bulutları; önemli gerçeklerin tekmili birden belleklerden silinmişti. They remembered millions of unrelated details, a fight with a co-worker, how a lost bicycle pump was searched, the face of a long-dead sister, the clouds of turmoil rising on a windy morning seventy years ago; All of the important facts were suddenly erased from memory. Küçük nesneleri görebilen, ama büyük nesneleri göremeyen karıncalara benziyorlardı. They looked like ants that could see small objects but not large ones. Bellekler şaşıp kayıtlar çarpıtılınca da, Parti'nin yaşam koşullarını iyileştirdiği yolundaki savını kabullenmekten başka çare kalmıyordu, çünkü bu savın sınanabileceği hiçbir ölçüt yoktu ve hiçbir zaman da olmayacaktı. When the memories were confused and the records were distorted, he was left with no choice but to accept the Party's argument that it had improved living conditions, because there were no benchmarks against which this argument could be tested, and there never will be. Dalıp gittiği düşüncelerden birden sıyrıldı. He was snapped out of his wandering thoughts. Durup çevreye göz gezdirdi. He stopped and looked around. Daracık bir sokaktaydı, evlerin arasına sıkışıp kalmış birkaç izbe dükkân göze çarpıyordu. It was in a narrow street, with a few shabby shops tucked between the houses. Başının hemen yukarısında, bir zamanlar yaldızlı olduğu anlaşılan, rengini yitirmiş üç madeni top asılıydı. Just above his head hung three discolored metal balls, apparently once gilded. Bildiği bir yerdi sanki. It was like a place he knew. Tabii! Of course! Güncesini yazdığı defteri aldığı eskici dükkânının önündeydi. He was in front of the vintage shop where he bought the notebook where he wrote his diary.

Tepeden tırnağa ürperdi. He shuddered from head to toe. Defteri satın almakla bile kendini ateşe atmıştı zaten; sonradan, bir daha bu dükkânın yakınından bile geçmeyeceğine ant içmişti. He had already thrown himself into the fire even by buying the notebook; Later, he had sworn never to go near this shop ever again. Gel gör ki, başka düşüncelere dalar dalmaz, ayakları onu gerisingeri buraya getirmişti. However, as soon as he was immersed in other thoughts, his feet had brought him back here. Oysa günce tutmaya başlamakla, kendini intihardan farksız böylesi güdülere karşı korumaya alacağını ummuştu. He had hoped, however, that by starting a diary, he would protect himself against such suicidal impulses. Bu arada, nerdeyse akşamın dokuzu olmasına karşın dükkânın hâlâ açık olduğunu fark etti. Meanwhile, he noticed that the shop was still open, even though it was almost nine in the evening. Kaldırımda dikilip durmaktan daha az kuşku çekeceğini düşünerek dükkândan içeri girdi. He walked into the shop, thinking it would arouse less suspicion than standing on the pavement. Sorulacak olursa, jilet aradığını söyleyerek işin içinden sıyrılabilirdi. If asked, he could get away with saying he was looking for a razor.

Dükkân sahibinin yeni yaktığı anlaşılan, tavana asılı gaz lambasından baygın ama hoş bir koku yayılıyordu. A faint but pleasant smell emanated from the oil lamp hanging from the ceiling, which the shopkeeper had apparently just lit. Altmış yaşlarında, çelimsiz, kamburu çıkmış bir adamdı, haşmetli bir burnu vardı, gözleri gözlüğünün kalın camlarının ardında boncuk gibi kalmıştı. He was a frail, hunched man in his sixties, with a majestic nose, his eyes beaded behind the thick glasses of his glasses. Saçı epeyce ağarmış olmasına karşın, kaşları çalı gibi ve hâlâ simsiyahtı. Although his hair was quite gray, his eyebrows were bushy and still jet black. Gözlüğü, kibar ve nazik tavırları, eprimiş siyah kadife ceketi ona entelektüel bir hava veriyor, bir edebiyatçı ya da müzisyen olduğu izlenimini uyandırıyordu. His spectacles, his polite demeanor, his worn black velvet jacket gave him an intellectual air, giving the impression of being a man of letters or a musician. Alçak perdeden yumuşak bir sesle konuşuyordu, şivesi proleterlerin çoğu kadar bozuk değildi. He spoke softly in a low tone, his accent not as distorted as most proletarians.

"Sizi kaldırımda görür görmez tanıdım," dedi hemen. “I recognized you as soon as I saw you on the pavement,” he said quickly. "Siz o genç hanımın hatıra defterini alan beysiniz. "You are the gentleman who bought that young lady's diary. Harikulade bir kâğıdı var. He has a wonderful paper. Bir zamanlar kaymak kâğıt dedikleri cinsten. The kind they once called cream paper. Aah ah, belki elli yıldır öyle kâğıt yapmıyorlar, azizim." Aah ah, maybe they haven't made paper like that for fifty years, my dear." Gözlüğünün üzerinden Winston'a baktı. He looked at Winston over his glasses. "Sizin için ne yapabilirim? "What can I do for you? Yoksa sadece bir göz atmak mı istediniz?" Or did you just want to take a look?" Winston, "Buradan geçiyordum," dedi alçak sesle. “I was passing by,” Winston said in a low voice. "Öylesine uğradım. "I was so hit. Bir şey alacak değilim." I'm not going to buy anything." "Doğrusu sevindim," dedi adam, yumuşacık ellerini özür dilercesine açarak, "çünkü elimde size göre bir şey yok. "I am glad, indeed," said the man, opening his soft hands apologetically, "because I have nothing for you. Görüyorsunuz işte, dükkân tamtakır. You see, the shop is full. Aramızda kalsın ama. But stay between us. Bu antika işi sonuna geldi. This antique business has come to an end. Alıcı da kalmadı, satacak mal da. There is no buyer, no goods to sell. Ne mobilya, ne porselen, ne kristal; hiçbir şey kalmadı. No furniture, no porcelain, no crystal; nothing left. Maden işlerinin çoğu da eritildi tabii. Most of the mining works were also melted down, of course. Pirinç şamdan görmeyeli yıllar oldu diyebilirim." I can say it's been years since I've seen a brass candlestick." Aslında ufacık dükkân tıka basa doluydu, ama değerli sayılabilecek hemen hiçbir şey yoktu. In fact, the tiny shop was jam-packed, but there was hardly anything of value. Duvar diplerine çepeçevre tozlu resim çerçeveleri istif edilmiş olduğu için, içeride nerdeyse adım atacak yer kalmamıştı. Dusty picture frames were piled all around the bottom of the walls, so there was hardly any room to set foot inside. Vitrinde tepsilerin içinde cıvatalar ve somunlar, eskimiş keskiler, bıçağı kırılmış çakılar, doğru dürüst çalışmayan kirli paslı saatler ve daha bir sürü ıvır zıvır göze çarpıyordu. Bolts and nuts, worn chisels, knives with broken blades, dirty rusty clocks that didn't work properly, and lots of other trinkets stood out in the trays in the window. Ancak köşedeki küçük bir masanın üstünde, aralarında ilginç bir şeyler bulunabileceği izlenimi uyandıran irili ufaklı nesneler duruyordu: mineli enfiye kutuları, akik taşından broşlar falan. But on a small table in the corner stood objects of various sizes, large and small, that gave the impression that something interesting could be found among them: enameled snuff boxes, agate brooches and so on. Winston masaya yaklaştığında, gaz lambasının ışığında belli belirsiz parıldayan, yuvarlak, pürüzsüz bir nesne çarptı gözüne; uzanıp aldı. As Winston approached the table, a round, smooth object caught his eye, shimmering faintly in the light of the kerosene lamp; reached out and took it.

Bir yanı kıvrık, bir yanı yassı, nerdeyse yarımküre biçiminde, irice bir cam parçasını andıran bir şeydi bu. It was something curved on one side, flat on the other, almost hemispherical, resembling a large piece of glass. Renginde ve dokusunda dalgalı bir yumuşaklık vardı. It had a wavy softness in its color and texture. Tam ortasında, eğik yüzeyin büyülttüğü, bir gül ya da denizlalesini anıştıran, tuhaf, pembe, sarmal bir nesne görünüyordu. In its center stood a strange pink spiral object, reminiscent of a rose or a sea tulip, magnified by the sloping surface.

Winston, büyülenmişçesine, "Nedir bu?" “What is it?” Winston said, fascinated. diye sordu. she asked.

"Buna mercan diyorlar, efendim," diye yanıtladı yaşlı adam. "They call it coral, sir," replied the old man. "Hint Okyanusu'ndan geliyor sanırım. "I think it comes from the Indian Ocean. Camın içine yerleştirirlermiş. They put it in the glass. En az yüz yıllık olmalı. It must be at least a hundred years old. Aslında daha da eski gibi görünüyor." It actually looks even older." "Çok güzel bir şey," dedi Winston. "It's a beautiful thing," said Winston. "Evet, harikulade," dedi yaşlı adam övgüyle. "Yes, it's wonderful," said the old man flatteringly. "Bugünlerde bunu anlayacak pek fazla insan kalmadı." "There aren't many people left to understand that these days." Öksürdü. He coughed. "Ola ki almak isterseniz, size dört dolara veririm. "If you want to buy it, I'll give it to you for four dollars. Böyle bir parçanın sekiz sterlin ettiği günleri hatırlıyorum; sekiz sterlin de ne ederdi şimdi çıkaramıyorum, ama çok paraydı. I remember the days when a piece like this cost eight pounds; What eight pounds would have cost, I can't make out now, but it was a lot of money. Bugün pek nadir bulundukları halde gerçek antika parçalar kimin umurunda ki?" Who cares about real antiques when they're so rare today?" Winston hemen dört doları verdi, gözünü alamadığı parçayı cebine attı. Winston immediately gave the four dollars and pocketed the piece that he couldn't take his eyes off. Ona çekici gelen, güzelliğinden çok, şimdikinden çok farklı bir çağa ait olduğu izlenimini uyandırmasıydı. What appealed to him more than his beauty was that it gave the impression of belonging to a very different era from the present. Bu yumuşak, dalgalı cam nesne, daha önce gördüklerinin hiçbirine benzemiyordu. This soft, wavy glass object was unlike anything he had seen before. Gerçi Winston bir zamanlar kâğıt ağırlığı olarak kullanılmış olabileceğini kestirebiliyordu, ama artık hiçbir işe yaramaması onu bir kat daha çekici kılıyordu. Though Winston could guess that it had once been used as a paperweight, its useless use made it even more attractive. Çok ağırdı, ama bereket cebinde şişkinlik yapmıyordu. It was very heavy, but it didn't bulge in the abundance pocket. Bir Parti üyesinin böyle bir nesneyi bulundurması biraz tuhaftı, dahası başına iş açabilirdi. It was a little strange for a Party member to have such an object, moreover, it could get him in trouble. Eski, o yüzden de güzel olan her şey, belli belirsiz de olsa kuşku çekiyordu. All that was old, and therefore beautiful, aroused suspicion, albeit vaguely. Dört doları cebine attıktan sonra yaşlı adamın neşesi bayağı yerine gelmişti. After putting the four dollars in his pocket, the old man's mood was quite good. Belli ki, aslında üç, hatta iki dolara bile razıydı. Evidently, he was actually willing to settle for three or even two dollars.

"Yukarıda bir oda daha var, belki bir göz atmak istersiniz," dedi. "There's another room upstairs, maybe you'd like to take a look," he said. "Gerçi pek fazla bir şey yok. "Not much though. Birkaç parça bir şey işte. Just a few pieces of something. Yukarı çıkacaksak lambayı yakayım." If we're going up, I'll turn on the lamp." Başka bir lambayı yakıp iki büklüm öne düştü, dik ve aşınmış merdivenleri ağır ağır çıkıp dar bir koridordan geçti; sokağa değil de bir taş avluya ve bacalar ormanına bakan bir odaya girdiler. He lit another lamp and bent forward, slowly climbing the steep, worn staircase and down a narrow corridor; they entered a room that did not face the street but a stone courtyard and a forest of chimneys. Winston, içerisinin bir oturma odası gibi döşenmiş olduğunu fark etti. Winston noticed that the interior was furnished like a living room. Yere ince uzun bir halı serilmişti, duvarda birkaç resim vardı, şöminenin önüne kirli bir kanepe yerleştirilmişti. A long, thin carpet was spread on the floor, there were several pictures on the wall, a dirty sofa was placed in front of the fireplace. Şömine rafının üstünde cam kapaklı, kadranı on iki rakamlı eski model bir saatin tıkırtıları duyuluyordu. Pencerenin altında, odanın nerdeyse dörtte birini kaplayan kocaman bir karyola vardı; şiltesi hâlâ üstündeydi. Under the window was a large bedstead, which took up almost a quarter of the room; His mattress was still on him.

Yaşlı adam, handiyse özür dilercesine, "Karım ölünceye kadar burada yaşadık," dedi. "We lived here until my wife died," said the old man, almost apologetically. "Eşyaları yavaş yavaş satıyorum. "I'm slowly selling things. Mesela, şu maun karyola harikulade bir parça; bir de tahtakurularından temizlenirse. For example, that mahogany headboard is a marvelous piece; and if it is cleaned of bedbugs. Ama biraz kaba bulabilirsiniz tabii." But you might find it a little rude, of course." Odanın tümünü aydınlatsın diye lambayı havaya kaldırmıştı; belki şaşırtıcıydı, ama loş ışıkta içerisi son derece çekici görünüyordu. He had held the lamp up to illuminate the whole room; maybe it was surprising, but in the dim light it looked extremely attractive. Winston'ın aklından bir düşünce geçti: Tehlikeyi göze alırsa, odayı haftada birkaç dolara rahatlıkla kiralayabilirdi. A thought crossed Winston's mind: If he took the risk, he could easily rent the room for a few dollars a week. Akla düşer düşmez kovulması gereken, çılgınca, umutsuz bir düşünceydi bu; ama oda onu bir tür nostaljiye, eski zaman anılarına sürüklemişti. It was a crazy, hopeless thought that should be dismissed as soon as it came to mind; but the room had drawn him into a kind of nostalgia, old-time memories. Böyle bir odada, çaydanlık kaynayadursun, şöminenin karşısındaki kanepede ayaklarını uzatıp oturmak, hiç de yabancısı olmadığı bir şey gibi gelmişti: bir başına, tümüyle güvende, ne bir gözetleyen ne buyurgan bir duyuru, çaydanlığın fokurtusu ve saatin dostça tiktakları dışında ne bir ses ne bir nefes. In such a room, with the kettle boiling, sitting on the sofa by the fireplace with one's feet stretched out felt like something he was familiar with: all alone, completely safe, neither a spying nor a commanding announcement, not a sound, not a breath, save for the bubbling of the kettle and the friendly ticking of the clock. .

"Tele-ekran yok!" "No telescreen!" diye mırıldanmaktan alamadı kendini. she couldn't help muttering.

"Ya, evet," dedi yaşlı adam, "hiç olmadı. "Oh, yes," said the old man, "it never happened. Çok pahalı. Very expensive. Hiç gerek de duymadım galiba. I guess I never needed it. Köşede duran şu açılır kapanır masaya ne dersiniz? How about that folding table in the corner? Ama kanatlarını açacaksanız menteşelerini yenilemeniz gerekir." But if you're going to open its wings, you'll have to renew its hinges." Bu arada, Winston çoktan öbür köşedeki küçük kitaplığa yönelmişti. Meanwhile, Winston had already made his way to the little bookcase on the other corner. Kitaplıkta kitaptan başka her şey vardı. The library had everything but books. Kitap aramaları her yerde olduğu gibi proleter mahallelerinde de büyük bir titizlikle gerçekleştirilmiş, ele geçirilen tüm kitaplar yok edilmişti. Searches for books were carried out meticulously in the proletarian quarters, as elsewhere, and all the seized books were destroyed. Okyanusya'nın herhangi bir yerinde 1960'tan önce basılmış bir kitap bulmak hemen hemen olanaksızdı. It was almost impossible to find a book published before 1960 anywhere in Oceania. Yaşlı adam, lamba hâlâ elinde, şöminenin öbür yanında karyolanın tam karşısındaki duvara asılı, gülağacı çerçeveli bir resmin önünde duruyordu. The old man, still holding the lamp, was standing in front of a rosewood-framed painting on the wall opposite the bed, on the other side of the fireplace.

"Bakın, eski baskılara merakınız varsa..." diyecek oldu nezaketten kırılırcasına. "Look, if you're interested in old prints..." he started to say out of courtesy. Winston resmin karşısına geçip inceledi. Winston walked over to the picture and studied it. Dikdörtgen pencereleri olan, önünde küçük bir kule bulunan oval bir binanın betimlendiği bir metal baskıydı. It was a metal engraving depicting an oval building with rectangular windows and a small tower in front. Binanın yanından bir parmaklık dolanıyor, arkada da heykele benzer bir şey görünüyordu. A railing ran around the side of the building, and something resembling a statue appeared behind it. Winston bir süre baktı. Winston stared for a moment. Heykeli pek anımsamıyordu, ama bina hiç yabancı gelmemişti. He didn't remember much of the statue, but the building didn't seem foreign at all.

Yaşlı adam, "Çerçeve duvara raptedilmiştir," dedi, "ama isterseniz hemen çıkarabilirim." "The frame is attached to the wall," said the old man, "but I can remove it right away if you want." Winston, sonunda, "Bu binayı biliyorum," dedi. “I know this building,” Winston said at last. "Şimdi harabe halinde. "Now it's in ruins. Adalet Sarayı'nın bulunduğu caddenin orta yerinde." In the middle of the street where the Palace of Justice is located." "Haklısınız. "You are right. Adliye'nin karşısında. Opposite the Courthouse. Bombalanmıştı, hangi yıldı, çok yıl oldu. It was bombed, which year, it's been many years. O zamanlar kiliseydi. It was a church back then. St. st. Clement Kilisesi'ydi adı." Clement's Church." Saçma bir şey söyleyeceğinin farkındaymışçasına, özür dilercesine gülümseyerek ekledi: "Portakal var, limon var' diye çalar çanları St. He added, smiling apologetically, as if he knew he was going to say something absurd: "There's oranges, there's lemons." Clement'in!" Clement's!" "O da ne?" dedi Winston.

"Küçükken söylediğimiz çocuk şarkılarından biri işte; 'Portakal var, limon var, diye çalar çanları St. "Here's one of the children's songs we sang when we were little; 'There's an orange, there's a lemon,' it rings. Clement'in.' Devamı nasıldı hatırlamıyorum, ama sonu aklımda: 'Al şu mumu, doğru yatağına, yoksa yersin baltayı kafana.' I don't remember how the sequel was, but the end is in my mind: 'Take that candle, right to your bed, or you'll eat the ax on your head.' Bir tür dans da denebilir. It can also be called a kind of dance. Altından geçmen için kollarını kaldırırlar, tam 'Yoksa yersin baltayı kafana' derken de kollarını indirip seni yakalarlardı. Şarkı boyunca kilise adları sıralanırdı. Church names were lined up throughout the song. Londra'da ne kadar kilise varsa, belli başlıları tabii." As many churches as there are in London, the main ones, of course."