×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - VIII (b)

1. Bölüm - VIII (b)

Yaşlı adam, omuzlarını kaldırarak, "Adam gibi soruyoruz, değil mi?" dedi.

"Yani sen şimdi şu rezil meyhanede bir payntlık bir bardağın olmadığını söylüyorsun, öyle mi?" Barmen, ellerini tezgâha dayayıp öne eğilerek, "Paynt da neymiş ulan?" dedi.

"Şuna bakın! Payntın ne olduğunu bilmiyor, bir de kendine barmen diyor! Bilmiyorsan öğren, bir paynt kuartın yarısıdır, dört kuart da bir galon eder. İstersen işe alfabeden başlayalım." Barmen, "Hiçbirini duymadım," diye kestirip attı. "Bizim burada litrelik, bir de yarım litrelik bira var. Bak, bardaklar karşındaki rafta işte." "Ben paynt isterim," diye diretti ihtiyar. "İstesen, bir payntlık bira çekiverirsin şuracıkta. Bizim gençliğimizde litre mitre yoktu." Barmen, göz ucuyla öteki müşterilere bakarak, "Sizin gençliğinizde biz daha beşikteydik," dedi. Bir kahkaha patladı; Winston'ın gelişinin yarattığı tedirginlik ortadan kalkmış gibiydi. İhtiyarın bembeyaz yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Homurdanarak arkasına dönünce Winston'a tosladı. Winston usulca kolundan tuttu.

"Size bir içki söyleyebilir miyim?" dedi.

"Çok naziksiniz," dedi ihtiyar yine omuzlarını kaldırarak. Winston'ın mavi tulumunun farkında değil gibiydi. Barmene dönüp, "Paynt!" diye ekledi sert bir sesle. "Kallavi olsun." Barmen, tezgâhın altındaki kovada yıkadığı iki kalın bardağa yarımşar litre siyah bira doldurdu. Proleterlerin gittiği meyhanelerde içilebilen tek içki biraydı. Proleterler, cin içmemeleri gerekmesine karşın, pek çok yerde kolayca cin bulabiliyorlardı. Dart oyunu yeniden bütün hızıyla başlamış, bardakiler ise piyango biletlerinden söz etmeye koyulmuşlardı. Winston'ı unutmuş gibiydiler. Pencerenin önünde, Winston'ın yaşlı adamla kimse duymadan konuşabileceği bir oyun masası vardı. Gerçi ihtiyarla oturup sohbet etmek yine de çok tehlikeliydi, ama neyse ki meyhaneye tele-ekran yerleştirilmemişti; Winston içeri girer girmez saptamıştı bunu.

Yaşlı adam, bardağının başına çökerken, "Bir payntlık doldursaydı eli mi kırılırdı?" diye homurdandı. "Yarım litre kesmiyor. Beti bereketi yok. Bir litre de fazla geliyor. Hem kesene zarar, hem de durmadan helaya taşınıyorsun." Winston, "Gençliğinizden beri kim bilir ne değişikliklere tanık oldunuz," diye yokladı ihtiyarı. Yaşlı adamın soluk mavi gözleri, sanki bütün değişiklikler bu meyhanede yaşanmış gibi, dart tahtasından bara, bardan erkekler tuvaletinin kapısına gezindi.

Sonunda, "Eskiden biralar daha iyiydi," dedi. "Hem de daha ucuzdu! O zamanlar kallavi derdik, beyaz biranın bir payntı dört peniydi. Savaştan önce tabii." "Hangi savaştan?" diye sordu Winston.

"Savaştan ne zaman başımızı alabildik ki," dedi ihtiyar duyulur duyulmaz bir sesle. Yine omuzlarını dikleştirerek bardağını kaldırdı. "Hadi bakalım, sağlığına!" İncecik boynundaki sivri âdemelmasının şaşırtıcı bir hızla inip kalkmasıyla biranın bitmesi bir oldu. Winston bara gidip yarımşar litrelik iki bira daha getirdi. Yaşlı adam, bir litre fazla geliyor dediğini çoktan unutmuş gibiydi.

Winston, "Siz benden çok büyüksünüz," dedi. "Sanırım ben daha doğmadan siz koca adamdınız. Devrimden önceki eski günleri anımsıyorsunuzdur. Benim yaşımdakiler o günleri hiç bilmiyorlar. Ancak kitaplardan okuyabiliyoruz, o da doğruysa tabii. Sizin ne düşündüğünüzü bilmek isterim. Tarih kitaplarında, Devrim'den önceki hayatın şimdikinden tümüyle farklı olduğu yazıyor. Bugün hayal bile edemeyeceğimiz kadar korkunç bir baskı, adaletsizlik ve yoksulluk varmış. Burada, Londra'da bile halkın büyük çoğunluğu yarı aç yarı tok yaşıyormuş. Halkın yarısının ayağına giyecek ayakkabısı bile yokmuş. Günde on iki saat çalışır, dokuz yaşında okulu terk eder, bir odada on kişi yatarlarmış. Buna karşılık, kapitalist dedikleri zengin ve güçlü küçük bir azınlık varmış ki, sayıları birkaç bini geçmezmiş. Her şeyin sahibi onlarmış. Otuz uşağın hizmet ettiği görkemli konaklarda otururlar, otomobilleri ve dört atlı arabalarıyla gezerler, şampanya içerler, silindir şapkalar takarlarmış..." Birden ihtiyarın gözleri parladı.

"Silindir şapkalar, ha!" dedi.

"Çok matrak doğrusu. Nedense aynı şey daha dün benim de kafamdan geçti. Düşündüm de, silindir şapka görmeyeli yıllar olmuş. Silindir şapka tarih oldu, evlat. En son baldızımın cenazesinde takmıştım. Tam gününü söyleyemem, ama elli yıl olmuştur herhalde. Cenaze için kiralamıştım tabii, bilirsin işte." Winston, dişini sıkarak, "Boş verin şimdi silindir şapkaları," dedi. "Asıl sorun, şu kapitalistler ve onlardan nasiplenen avukatlar ve rahipler; bu dünyanın efendileri kapitalistlermiş. Her şey onların çıkarı içinmiş. Sizler –sıradan insanlar, emekçiler– onların kölesiymişsiniz. Ne isterlerse yapabilirlermiş size. Sığır sürüsü gibi bir gemiye doldurup Kanada'ya yollayabilirlermiş. Canları çekerse, kızlarınızla yatabilirlermiş. Dokuz kamçılı kırbaçlarla dövdürebilirlermiş. Önlerinde şapkanızı çıkarmak zorundaymışsınız. Uşakları yanlarından eksik olmazmış..." Yaşlı adamın yeniden gözleri parladı.

"Uşaklar, ha!" dedi.

"Yıllardır duymamıştım bu kelimeyi. Uşaklar! Yıllar öncesine götürdü beni. Hatırlıyorum, senelerce senelerce evveldi, pazar günleri öğleden sonra Hyde Park'a gider, birtakım heriflerin çektikleri nutukları dinlerdim. Selamet Ordusu, Katoliği, Yahudisi, Hintlisi, hepsi. Hele bir herif vardı ki, şimdi adı aklıma gelmiyor, müthiş bir hatipti, kimse eline su dökemezdi. Hepsinin canına okurdu. 'Uşaklar!' derdi, 'Burjuvazinin uşakları! Egemen sınıfın çanak yalayıcıları!' 'Asalaklar,' derdi bir de. 'Sırtlanlar,' derdi. Evet, evet, 'Sırtlanlar,' derdi onlara. Tabii ki İşçi Partisi'ni kerteriz veriyordu, anlarsın ya." Winston, ayrı tellerden çaldıklarının farkındaydı.

"Benim asıl bilmek istediğim şu," dedi. "Bugün eskisinden daha özgür olduğunuzu söyleyebilir misiniz? Bugün daha mı insanca davranılıyor size? Bir zamanlar, zenginler, baştakiler..." Yaşlı adam, birden aklına gelmişçesine Winston'ın lafını keserek, "Lordlar Kamarası," diyecek oldu. "Tamam, Lordlar Kamarası. Ama benim sorduğum şu: Sırf onlar zengin, siz yoksul olduğunuz için adam yerine koymuyorlar mıydı sizi? Örneğin, gerçekten de onlara 'Efendim' demek, önlerinde şapkanızı çıkarmak zorunda mıydınız?" Yaşlı adam bir an dalıp gitti. Birasından koca bir yudum aldıktan sonra yanıtladı.

"Evet," dedi. "Karşılarında selama durmanız hoşlarına giderdi. Onlara saygı duyduğunuzu gösterirdi. Gerçi bana ters gelirdi, ama ben de yapmışımdır kaç kere. Yapmak zorunda kalmışımdır, diyelim istersen." "Peki –tarih kitaplarında okuduklarımdan aktarıyorum–, o insanlar ve uşakları sizleri kaldırımdan çamurların içine mi iterlerdi hep?" "Bir keresinde biri itmişti beni," dedi ihtiyar. "Dünmüş gibi hatırımda. İçki Yarışı gecesiydi –İçki Yarışı gecesi korkunç kabalaşırlardı–, Shaftesbury Caddesi'nde gençten bir herife toslamayayım mı! Efendiden birine benziyordu; smokin, silindir şapka, siyah palto. Kaldırımda yalpalaya yalpalaya gidiyordu, ben de bindiriverdim herifçioğluna, bir kazadır oldu işte. 'Önüne baksana, ulan!' demesin mi! Ben de, 'Koca kaldırımı satın mı aldın?' deyiverdim. 'Ulan, bana efelenme, beynini dağıtırım,' deyince, ben de, 'Sarhoşsun sen,' dedim, 'polis çağırayım da aklın başına gelsin.' İster inan, ister inanma, herif yakamdan tutup öyle bir itti ki, az daha otobüsün altında kalıyordum. O zamanlar delikanlıydık icabında, bir geçirsem bir de yerden yerdi, ama..." Winston artık iyice çaresizliğe kapılmıştı. Yaşlı adamın belleği tam bir ayrıntı çöplüğüne dönmüştü. Akşama kadar soru sorsa hiçbir şey öğrenemeyecekti. Ama Parti tarihi az çok doğru olabilirdi, hatta tümüyle doğru bile olabilirdi. Son bir kez şansını denedi.

"Galiba ne demek istediğimi iyi anlatamadım," dedi. "Söylemek istediğim şu ki, çok uzun bir süredir yaşıyorsunuz, hayatınızın yarısı Devrim öncesinde geçmiş. Örneğin, 1925'te yetişkin bir insandınız. Anımsadığınız kadarıyla söyler misiniz, 1925'te hayat şimdikinden daha mı iyiydi, yoksa daha mı kötüydü? Seçme şansınız olsaydı, o zaman mı yaşamak isterdiniz, şimdi mi?" Yaşlı adam dart tahtasına bakarak dalıp gitti. Öncekinden daha yavaş yudumlayarak birasını bitirdi. Birayı içince yumuşamışçasına, hoşgörülü, filozofça bir edayla konuşmaya başladı.

"Ne söylememi istediğini biliyorum," dedi. "Keşke genç olaydım, dememi bekliyorsun benden. Pek çok insan, sorulduğunda, keşke genç olaydım, der. Gençken sağlıklısındır, gücün kuvvetin yerindedir. Ama benim yaşıma gelmeyegör, hastalıktan başını alamazsın. Ayaklarım başıma dert, sidiktorbam rezalet. Geceleri altı-yedi kere çişe kalkıyorum. Hoş, yaşlılığın faydaları da yok değil. Bazı sorunlar ortadan kalkıyor. Mesela, kadınlarla işin kalmıyor, muazzam bir şey bu. İnanır mısın, bir kadınla yatmayalı nerdeyse otuz yıl oluyor. Canım da istemedi zaten."


1. Bölüm - VIII (b)

Yaşlı adam, omuzlarını kaldırarak, "Adam gibi soruyoruz, değil mi?" The old man shrugged, "We're asking like men, aren't we?" dedi. said.

"Yani sen şimdi şu rezil meyhanede bir payntlık bir bardağın olmadığını söylüyorsun, öyle mi?" "So you're saying now that you don't have a pint glass in that lousy tavern?" Barmen, ellerini tezgâha dayayıp öne eğilerek, "Paynt da neymiş ulan?" The bartender, leaning forward with his hands on the counter, said, "What the hell is Paynt?" dedi. said.

"Şuna bakın! "Look at this! Payntın ne olduğunu bilmiyor, bir de kendine barmen diyor! He doesn't know what Paynt is, and he calls himself a bartender! Bilmiyorsan öğren, bir paynt kuartın yarısıdır, dört kuart da bir galon eder. If you don't know, find out, a quart is half a quart, and four quarts is a gallon. İstersen işe alfabeden başlayalım." Let's start with the alphabet if you want." Barmen, "Hiçbirini duymadım," diye kestirip attı. "I haven't heard any of it," the bartender snapped. "Bizim burada litrelik, bir de yarım litrelik bira var. "We have a liter and a half liter of beer here. Bak, bardaklar karşındaki rafta işte." Look, the glasses are on the shelf across from you." "Ben paynt isterim," diye diretti ihtiyar. “I want a paynt,” the old man insisted. "İstesen, bir payntlık bira çekiverirsin şuracıkta. "If you want, you can grab a pint of beer right here. Bizim gençliğimizde litre mitre yoktu." In our youth, there was no liter mitre." Barmen, göz ucuyla öteki müşterilere bakarak, "Sizin gençliğinizde biz daha beşikteydik," dedi. “We were in the cradle when you were younger,” the bartender said, glancing at the other customers. Bir kahkaha patladı; Winston'ın gelişinin yarattığı tedirginlik ortadan kalkmış gibiydi. A laugh broke out; The uneasiness of Winston's arrival seemed to have vanished. İhtiyarın bembeyaz yüzü kıpkırmızı kesilmişti. The old man's pale face turned crimson. Homurdanarak arkasına dönünce Winston'a tosladı. He turned around, grunting, and bumped into Winston. Winston usulca kolundan tuttu. Winston gently took her arm.

"Size bir içki söyleyebilir miyim?" "Can I order you a drink?" dedi. said.

"Çok naziksiniz," dedi ihtiyar yine omuzlarını kaldırarak. "You're very kind," said the old man, raising his shoulders again. Winston'ın mavi tulumunun farkında değil gibiydi. He seemed unaware of Winston's blue overalls. Barmene dönüp, "Paynt!" Turning to the bartender, "Paynt!" diye ekledi sert bir sesle. he added in a stern voice. "Kallavi olsun." "God bless you." Barmen, tezgâhın altındaki kovada yıkadığı iki kalın bardağa yarımşar litre siyah bira doldurdu. The bartender poured half a liter of black beer into two thick glasses, which he had washed in the bucket under the counter. Proleterlerin gittiği meyhanelerde içilebilen tek içki biraydı. The only drink that could be drunk in the taverns where the proletarians went was beer. Proleterler, cin içmemeleri gerekmesine karşın, pek çok yerde kolayca cin bulabiliyorlardı. Although the proletarians were not supposed to drink gin, they could easily find gin in many places. Dart oyunu yeniden bütün hızıyla başlamış, bardakiler ise piyango biletlerinden söz etmeye koyulmuşlardı. The darts game was back in full swing, and the bartender was talking about lottery tickets. Winston'ı unutmuş gibiydiler. They seemed to have forgotten about Winston. Pencerenin önünde, Winston'ın yaşlı adamla kimse duymadan konuşabileceği bir oyun masası vardı. There was a game table in front of the window where Winston could talk to the old man without anyone hearing. Gerçi ihtiyarla oturup sohbet etmek yine de çok tehlikeliydi, ama neyse ki meyhaneye tele-ekran yerleştirilmemişti; Winston içeri girer girmez saptamıştı bunu. It was still very dangerous to sit and chat with the old man, but fortunately the telescreen was not installed in the tavern; Winston had spotted it as soon as he entered.

Yaşlı adam, bardağının başına çökerken, "Bir payntlık doldursaydı eli mi kırılırdı?" As the old man slumped over his glass, "Would he have broken his hand if he had filled a square?" diye homurdandı. he grumbled. "Yarım litre kesmiyor. "Half a liter doesn't cut it. Beti bereketi yok. There is no good fortune. Bir litre de fazla geliyor. One liter is too much. Hem kesene zarar, hem de durmadan helaya taşınıyorsun." It hurts your purse, and you're constantly moving to the latrine." Winston, "Gençliğinizden beri kim bilir ne değişikliklere tanık oldunuz," diye yokladı ihtiyarı. "Who knows what changes you've seen since your youth," Winston polled the old man. Yaşlı adamın soluk mavi gözleri, sanki bütün değişiklikler bu meyhanede yaşanmış gibi, dart tahtasından bara, bardan erkekler tuvaletinin kapısına gezindi. The old man's pale blue eyes wandered from the dartboard to the bar, from the bar to the door of the men's room, as if all the changes had taken place in this tavern.

Sonunda, "Eskiden biralar daha iyiydi," dedi. "Beers used to be better," he finally said. "Hem de daha ucuzdu! "And it was cheaper! O zamanlar kallavi derdik, beyaz biranın bir payntı dört peniydi. Back then, we used to call it kallavi, a quart of white beer was fourpence. Savaştan önce tabii." Before the war, of course." "Hangi savaştan?" "From what war?" diye sordu Winston. ' asked Winston.

"Savaştan ne zaman başımızı alabildik ki," dedi ihtiyar duyulur duyulmaz bir sesle. "When did we ever get rid of the war," said the old man audibly. Yine omuzlarını dikleştirerek bardağını kaldırdı. Again he straightened his shoulders and raised his glass. "Hadi bakalım, sağlığına!" "Come on, your health!" İncecik boynundaki sivri âdemelmasının şaşırtıcı bir hızla inip kalkmasıyla biranın bitmesi bir oldu. The end of the beer was at once as the pointed man's mane on his slender neck rose and fell with surprising speed. Winston bara gidip yarımşar litrelik iki bira daha getirdi. Winston went to the bar and brought two more pints of beer. Yaşlı adam, bir litre fazla geliyor dediğini çoktan unutmuş gibiydi. The old man seemed to have forgotten that he had said that a liter was too much.

Winston, "Siz benden çok büyüksünüz," dedi. "You're much older than me," Winston said. "Sanırım ben daha doğmadan siz koca adamdınız. "I guess you were a big man before I was even born. Devrimden önceki eski günleri anımsıyorsunuzdur. You remember the old days before the revolution. Benim yaşımdakiler o günleri hiç bilmiyorlar. People my age don't know those days at all. Ancak kitaplardan okuyabiliyoruz, o da doğruysa tabii. We can only read from books, if that's true. Sizin ne düşündüğünüzü bilmek isterim. I would like to know what you think. Tarih kitaplarında, Devrim'den önceki hayatın şimdikinden tümüyle farklı olduğu yazıyor. History books say that life before the Revolution was completely different from what it is now. Bugün hayal bile edemeyeceğimiz kadar korkunç bir baskı, adaletsizlik ve yoksulluk varmış. Today, there was oppression, injustice and poverty, which we cannot even imagine. Burada, Londra'da bile halkın büyük çoğunluğu yarı aç yarı tok yaşıyormuş. Even here in London, the majority of the people lived half-starved. Halkın yarısının ayağına giyecek ayakkabısı bile yokmuş. Half of the people did not even have shoes to wear. Günde on iki saat çalışır, dokuz yaşında okulu terk eder, bir odada on kişi yatarlarmış. They worked twelve hours a day, left school at the age of nine, slept ten people in one room. Buna karşılık, kapitalist dedikleri zengin ve güçlü küçük bir azınlık varmış ki, sayıları birkaç bini geçmezmiş. On the other hand, there was a small rich and powerful minority, called capitalists, whose number did not exceed a few thousand. Her şeyin sahibi onlarmış. They own everything. Otuz uşağın hizmet ettiği görkemli konaklarda otururlar, otomobilleri ve dört atlı arabalarıyla gezerler, şampanya içerler, silindir şapkalar takarlarmış..." They lived in magnificent mansions served by thirty servants, rode in automobiles and chariots, drank champagne, and wore top hats..." Birden ihtiyarın gözleri parladı. Suddenly, the old man's eyes lit up.

"Silindir şapkalar, ha!" "Top hats, huh!" dedi. said.

"Çok matrak doğrusu. "Very funny indeed. Nedense aynı şey daha dün benim de kafamdan geçti. For some reason the same thing just crossed my mind yesterday. Düşündüm de, silindir şapka görmeyeli yıllar olmuş. I thought, it's been years since I've seen a top hat. Silindir şapka tarih oldu, evlat. The top hat is out of date, son. En son baldızımın cenazesinde takmıştım. Last time I wore it at my sister-in-law's funeral. Tam gününü söyleyemem, ama elli yıl olmuştur herhalde. I can't say the exact day, but it must have been fifty years. Cenaze için kiralamıştım tabii, bilirsin işte." I rented it for the funeral, of course, you know." Winston, dişini sıkarak, "Boş verin şimdi silindir şapkaları," dedi. "Never mind the top hats," said Winston, gritting his teeth. "Asıl sorun, şu kapitalistler ve onlardan nasiplenen avukatlar ve rahipler; bu dünyanın efendileri kapitalistlermiş. “The real problem is these capitalists and the lawyers and priests who have been parted from them; the capitalists are the masters of this world. Her şey onların çıkarı içinmiş. Everything is for their benefit. Sizler –sıradan insanlar, emekçiler– onların kölesiymişsiniz. You—ordinary people, laborers—were their slaves. Ne isterlerse yapabilirlermiş size. They can do whatever they want to you. Sığır sürüsü gibi bir gemiye doldurup Kanada'ya yollayabilirlermiş. They could have packed it on a ship like a herd of cattle and sent it to Canada. Canları çekerse, kızlarınızla yatabilirlermiş. They can sleep with your girls if they feel like it. Dokuz kamçılı kırbaçlarla dövdürebilirlermiş. They could be beaten with nine whips. Önlerinde şapkanızı çıkarmak zorundaymışsınız. You had to take off your hat in front of them. Uşakları yanlarından eksik olmazmış..." Their servants were always with them..." Yaşlı adamın yeniden gözleri parladı. The old man's eyes lit up again.

"Uşaklar, ha!" "The servants, huh!" dedi.

"Yıllardır duymamıştım bu kelimeyi. "I haven't heard that word for years. Uşaklar! Butlers! Yıllar öncesine götürdü beni. It took me years ago. Hatırlıyorum, senelerce senelerce evveldi, pazar günleri öğleden sonra Hyde Park'a gider, birtakım heriflerin çektikleri nutukları dinlerdim. I remember, years and years ago, I used to go to Hyde Park on Sunday afternoons and listen to some of the guys' speeches. Selamet Ordusu, Katoliği, Yahudisi, Hintlisi, hepsi. Salvation Army, Catholic, Jewish, Indian, all. Hele bir herif vardı ki, şimdi adı aklıma gelmiyor, müthiş bir hatipti, kimse eline su dökemezdi. Especially there was a guy whose name I can't remember now, he was a great orator, no one could pour water on his hand. Hepsinin canına okurdu. He was killing all of them. 'Uşaklar!' 'Butlers!' derdi, 'Burjuvazinin uşakları! he used to say, 'The servants of the bourgeoisie! Egemen sınıfın çanak yalayıcıları!' Dish lickers of the ruling class!' 'Asalaklar,' derdi bir de. 'The parasites,' he would say. 'Sırtlanlar,' derdi. 'The hyenas,' he would say. Evet, evet, 'Sırtlanlar,' derdi onlara. Yes, yes, 'The hyenas,' he would tell them. Tabii ki İşçi Partisi'ni kerteriz veriyordu, anlarsın ya." Of course he was bearing the Labor Party, you know." Winston, ayrı tellerden çaldıklarının farkındaydı. Winston was aware that they were playing on separate strings.

"Benim asıl bilmek istediğim şu," dedi. “This is what I really want to know,” he said. "Bugün eskisinden daha özgür olduğunuzu söyleyebilir misiniz? “Can you say you are more free today than before? Bugün daha mı insanca davranılıyor size? Are you being treated more humanely today? Bir zamanlar, zenginler, baştakiler..." Once upon a time, the rich, the chiefs..." Yaşlı adam, birden aklına gelmişçesine Winston'ın lafını keserek, "Lordlar Kamarası," diyecek oldu. "The House of Lords," the old man began to say, interrupting Winston as if it had occurred to him. "Tamam, Lordlar Kamarası. "Okay, House of Lords. Ama benim sorduğum şu: Sırf onlar zengin, siz yoksul olduğunuz için adam yerine koymuyorlar mıydı sizi? But what I'm asking is: Didn't they just pretend you were rich and you were poor? Örneğin, gerçekten de onlara 'Efendim' demek, önlerinde şapkanızı çıkarmak zorunda mıydınız?" For example, did you really have to call them 'Sir' and take off your hat in front of them?" Yaşlı adam bir an dalıp gitti. The old man was lost for a moment. Birasından koca bir yudum aldıktan sonra yanıtladı. He answered after taking a large swig of his beer.

"Evet," dedi. “Yes,” he said. "Karşılarında selama durmanız hoşlarına giderdi. "It would be nice if you greet them in front of them. Onlara saygı duyduğunuzu gösterirdi. It would show you respect them. Gerçi bana ters gelirdi, ama ben de yapmışımdır kaç kere. Although it would be against me, but I have done it too many times. Yapmak zorunda kalmışımdır, diyelim istersen." I've had to, let's say if you want." "Peki –tarih kitaplarında okuduklarımdan aktarıyorum–, o insanlar ve uşakları sizleri kaldırımdan çamurların içine mi iterlerdi hep?" "Well—I'm quoting from what I've read in history books—did those people and their servants always push you off the pavement into the mud?" "Bir keresinde biri itmişti beni," dedi ihtiyar. “Someone pushed me once,” the old man said. "Dünmüş gibi hatırımda. "I remember it like it was yesterday. İçki Yarışı gecesiydi –İçki Yarışı gecesi korkunç kabalaşırlardı–, Shaftesbury Caddesi'nde gençten bir herife toslamayayım mı! It was Drink Race night—they got terribly rude on Drink Race night—should I bump into a young guy on Shaftesbury Street! Efendiden birine benziyordu; smokin, silindir şapka, siyah palto. He looked like one of the masters; tuxedo, top hat, black coat. Kaldırımda yalpalaya yalpalaya gidiyordu, ben de bindiriverdim herifçioğluna, bir kazadır oldu işte. He was staggering on the pavement, so I put his son on it, it was an accident. 'Önüne baksana, ulan!' 'Look ahead, man!' demesin mi! don't you say! Ben de, 'Koca kaldırımı satın mı aldın?' And I said, 'Did you buy the big sidewalk?' deyiverdim. I said. 'Ulan, bana efelenme, beynini dağıtırım,' deyince, ben de, 'Sarhoşsun sen,' dedim, 'polis çağırayım da aklın başına gelsin.' When he said, 'Dude, don't bother me, I'll blow your mind,' I said, 'You're drunk,' I said, 'I'll call the police so you can come to your senses.' İster inan, ister inanma, herif yakamdan tutup öyle bir itti ki, az daha otobüsün altında kalıyordum. Believe it or not, the guy grabbed me by the collar and pushed me so hard that I almost fell under the bus. O zamanlar delikanlıydık icabında, bir geçirsem bir de yerden yerdi, ama..." We were young people back then, if I had to, he'd eat it once, but..." Winston artık iyice çaresizliğe kapılmıştı. Winston was now completely despondent. Yaşlı adamın belleği tam bir ayrıntı çöplüğüne dönmüştü. The old man's memory had become a complete garbage dump. Akşama kadar soru sorsa hiçbir şey öğrenemeyecekti. He wouldn't have learned anything if he had asked questions until the evening. Ama Parti tarihi az çok doğru olabilirdi, hatta tümüyle doğru bile olabilirdi. But the history of the Party could be more or less correct, or even entirely correct. Son bir kez şansını denedi. He tried his luck one last time.

"Galiba ne demek istediğimi iyi anlatamadım," dedi. "I guess I didn't explain well what I meant," he said. "Söylemek istediğim şu ki, çok uzun bir süredir yaşıyorsunuz, hayatınızın yarısı Devrim öncesinde geçmiş. “What I mean is that you've been living for a very long time, half of your life passed before the Revolution. Örneğin, 1925'te yetişkin bir insandınız. For example, you were an adult in 1925. Anımsadığınız kadarıyla söyler misiniz, 1925'te hayat şimdikinden daha mı iyiydi, yoksa daha mı kötüydü? Can you tell me as far as you remember, was life better or worse in 1925 than it is now? Seçme şansınız olsaydı, o zaman mı yaşamak isterdiniz, şimdi mi?" If you had the choice, would you rather live then or now?" Yaşlı adam dart tahtasına bakarak dalıp gitti. The old man was distracted, looking at the dartboard. Öncekinden daha yavaş yudumlayarak birasını bitirdi. He finished his beer, sipping slower than before. Birayı içince yumuşamışçasına, hoşgörülü, filozofça bir edayla konuşmaya başladı. As if he had softened after drinking his beer, he began to speak in a tolerant, philosophical tone.

"Ne söylememi istediğini biliyorum," dedi. "I know what you want me to say," he said. "Keşke genç olaydım, dememi bekliyorsun benden. "I wish I was younger, you expect me to say. Pek çok insan, sorulduğunda, keşke genç olaydım, der. Many people, when asked, wish they were younger. Gençken sağlıklısındır, gücün kuvvetin yerindedir. When you are young, you are healthy, your strength is in place. Ama benim yaşıma gelmeyegör, hastalıktan başını alamazsın. But if you come to my age, you can't get sick of the disease. Ayaklarım başıma dert, sidiktorbam rezalet. My feet are trouble for me, my urination is a disgrace. Geceleri altı-yedi kere çişe kalkıyorum. I get up to pee six or seven times a night. Hoş, yaşlılığın faydaları da yok değil. Well, old age has its benefits. Bazı sorunlar ortadan kalkıyor. Some problems disappear. Mesela, kadınlarla işin kalmıyor, muazzam bir şey bu. For example, you have nothing to do with women, this is a great thing. İnanır mısın, bir kadınla yatmayalı nerdeyse otuz yıl oluyor. Would you believe it, it's been almost thirty years since I slept with a woman. Canım da istemedi zaten." My soul didn't want it anyway."