×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - VIII (a)

1. Bölüm - VIII (a)

Bir pasajın dibinde bir yerden sokağa kavrulmuş kahve –Zafer Kahvesi değil, gerçek kahve– kokusu yayılıyordu. Winston elinde olmadan durdu. Birkaç saniyeliğine, çocukluğunun nerdeyse unutulup gitmiş dünyasına gitti. Sonra bir kapı küttedek kapandı ve sanki bir ses kesilir gibi kesiliverdi kahve kokusu.

Winston kaldırımlarda birkaç kilometre yürümüştü, varis çıbanı zonkluyordu. Dernek Merkezindeki akşam toplantısını üç haftadır ikinci kez kaçırıyordu: Pek akıllıca sayılmazdı bu yaptığı, çünkü Merkez'e devamlılığın sürekli denetlendiği kesindi. Bir Parti üyesinin ilke olarak hiç boş vaktinin olmaması ve yatak dışında hiç yalnız kalmaması gerekiyordu. Çalışmak, yemek yemek ya da uyumak dışında kalan zamanlarda mutlaka ortaklaşa bir etkinliğe katılmalıydı: Yalnızlıktan keyif aldığını gösteren herhangi bir şey yapması, dahası kendi başına yürüyüşe çıkması bile her zaman biraz tehlikeli olabilirdi. Yenisöylem'de buna, bireycilik ve ayrıksılık anlamında ayrıyaşam deniyordu. Ama o akşam Bakanlık'tan çıktığında, nisan havasının dinginliğine kapılmıştı Winston. Göğün mavisi o yıl hiç olmadığı kadar canlıydı; Merkez de geçirilecek uzun, gürültülü bir akşam, sıkıcı, bıktırıcı oyunlar, cinle pekiştirilen zoraki dostluklar birden gözünde büyümüştü. Ani bir dürtüyle otobüs durağından geri dönmüş, Londra'nın dolambaçlı yollarına dalmış, ilkin güneye, sonra doğuya, sonra yeniden kuzeye vurmuş, ne yöne gittiğini umursamaksızın hiç bilmediği sokaklarda kaybolmuştu. Güncesine, "Bir umut varsa, proleterlerde," diye yazmıştı. Belirsiz bir gerçeği ve apaçık bir saçmalığı dile getiren bu sözcükler sürekli aklına düşüyordu. Bir zamanlar Saint Pancras İstasyonu'nun bulunduğu yerin kuzeyine ve doğusuna düşen, gün görmez, kör karanlık kenar mahallelerden birindeydi. Sıçan deliklerini andıran kırık dökük kapıları doğruca kaldırıma açılan küçük, iki katlı evlerin sıralandığı, taş döşeli bir sokakta yürüyordu. Taşların aralarında yer yer kirli su birikintileri oluşmuştu. Karanlık eşiklerin ardı önü, sokağın iki yanındaki dar aralıklar mahşer gibiydi: serilip serpilmiş, sürüp sürüştürmüş kızlar, onların peşinden ayrılmayan delikanlılar, kızların on yıl sonra neye benzeyeceklerinin kanıtı, göbek salmış, paytak kadınlar, kocaman ayaklarını sürüyerek yürüyen iki büklüm ihtiyarlar, kirli su birikintilerinin içinde oynarken analarının öfkeli bağırtılarıyla çil yavrusu gibi dağılan, yalınayak başı kabak çocuklar. Sokağa bakan camların pek çoğu kırıktı, tahtalarla kapatılmıştı. İnsanların çoğunun Winston'a aldırış ettiği yoktu; bazıları ise ürkek bir merakla, göz ucuyla bakıyorlardı. Bir kapının ağzında, kadana gibi iki kadın, ıstakoz gibi olmuş kollarını önlüğünün üstünde kavuşturmuş, gevezelik ediyordu. Winston yanlarından geçerken, kulağına birkaç laf çalındı.

"'Evet, hakkın var,' dedim karıya. 'Başım gözüm üstüne, ama benim yerimde olaydın sen de aynını yapardın. Atıp tutmak kolay. Bendeki dertler sende olaydı görürdüm seni.'" "Hay, aklınla bin yaşa, kardeşim. Helal olsun, valla. Fazla yüz vermiyceksin böylelerine." Cırlak sesler birden kesiliverdi. Kadınlar, önlerinden geçen Winston'ı düşmanca bakışlarla süzdüler. Aslında, tam olarak düşmanlık da denemezdi buna; insanların, yanlarından geçen ne idüğü belirsiz bir hayvan karşısındaki temkinliliği, bir anlık sakınganlığı vardı bakışlarında. Böyle bir sokakta Parti'nin mavi tulumlarına pek sık rastlanmazdı. Belirli bir işiniz olmadıkça, böyle yerlerde dolaşmak pek akıllıca sayılmazdı. Kaldı ki, devriyelerle karşılaşırsanız sizi durdurabilirlerdi. "Belgelerinizi görebilir miyim, yoldaş? Ne işiniz var burada? İşten kaçta çıktınız? Eve hep bu yoldan mı gidersiniz?"... falan filan. Gerçi eve alışılmadık bir yoldan gidilemez diye bir kural yoktu, ama Düşünce Polisi'nin kulağına gitmeyegörsün, yıldırımları üzerinize çekmek için yeter de artardı bile. Birden ortalık birbirine girdi. Millet çığlık çığlığaydı. İnsanlar tavşanlar gibi kaçışıyor, kapılardan içeri atıyorlardı kendilerini. Winston'ın hemen önündeki bir kapıdan genç bir kadın fırladığı gibi su birikintisinin içinde oynayan küçük bir çocuğu kaptı, çabucak önlüğüne sarıp yeniden kapıdan içeri daldı. Tam o sırada, yandaki aralıklardan birinden fırlayan, akordeon gibi olmuş siyah takım elbiseli bir adam, göğü işaret ederek deliler gibi Winston'a koştu. "Dikkat, gemi!" diye haykırdı. "Aman, babalık! Tepemizde patlayacak! Çabuk yere yat!" Proleterler, nedense, bombaya "gemi" diyorlardı. Winston kendini hemen yüzükoyun yere attı. Proleterler bu tür uyarılarda bulunduklarında hemen hep haklı çıkarlardı. Bombalar sesten hızlı yol almasına karşın, proleterlerin bir bombanın gelmekte olduğunu birkaç saniye öncesinden sezmelerini sağlayan bir içgüdüleri vardı sanki. Winston ellerini başının üstünde kavuşturdu. Kaldırım yerinden oynuyormuşçasına bir gümbürtü koptu; sırtına patır patır bir şeyler yağdı. Ayağa kalktığında, sırtının, en yakındaki pencereden yağan cam kırıklarıyla kaplı olduğunu fark etti.

Yeniden yürümeye başladı. Bomba, sokağın iki yüz metre kadar yukarısındaki evleri göçertmişti. Göğü kaplayan kapkara dumanların altında, sıva tozlarının yükseldiği yıkıntıların çevresinde bir kalabalık toplanmaya başlamıştı. Winston'ın gözüne, az ilerideki sıva yığınının ortasında kıpkırmızı bir şey ilişti. Biraz yaklaşınca, bunun, bilekten kopmuş bir el olduğunu gördü. Koptuğu yer dışında, alçıdan dökülmüş bir yontu gibi bembeyazdı.

Winston eli yolun kıyısına doğru tekmeledi, sonra kalabalığın içine düşmemek için sağdaki bir ara sokağa girdi. Üç dört dakika sonra, bombanın etkilediği bölgenin dışındaydı artık; sokaklardaki kitlelerin mahşer yerine çevirdiği yaşam hiçbir şey olmamışçasına sürüyordu. Nerdeyse akşamın sekiziydi ve proleterlerin gittikleri içkili lokantalar (onlar "meyhane" diyorlardı) adam almıyordu. Durmadan açılıp kapanan kirli kapılardan hela, talaş ve ekşi bira kokuları geliyordu. Bir evin çıkıntı yaptığı köşede üç adam birbirine sokulmuş dikiliyor, ortadakinin elinde tuttuğu katlanmış gazeteyi öbür ikisi onun omuzlarının üzerinden okuyordu. Winston, daha yüzlerini doğru dürüst görecek kadar yaklaşmamış olmasına karşın, tepeden tırnağa dikkat kesilmiş olduklarını anlamıştı. Belli ki ciddi bir haberi okuyorlardı. Aralarında birkaç adım kalmıştı ki, adamlar birden birbirlerinden koptular ve ikisi ağız dalaşına tutuştu. Nerdeyse yumruk yumruğa geleceklerdi.

"Bi dakka sus da dinle, be adam! Ne diyorum ben sana, sonu yediyle biten hiçbir numara on dört aydır kazanmadı!" "Bal gibi de kazandı!" "Hayır, kazanmadı işte! İki yıldan fazla oldu, evde hepsini bir kâğıda döküyorum, bir bir kaydını tutuyorum, kaz kafalı! Anlasana, sonu yediyle biten hiçbir numara..." "Kazandı ulan, kazandı! Anasını sattığımın numarasını bile söyleyebilirim. Dört sıfır yediyle bitiyordu. Şubattaydı... Şubatın ikinci haftası..." "Başlatma şimdi şubatından! Hepsini yazdım diyorum sana. Anlamıyorsun ki, sonu yediyle..." Sonunda, üçüncü adam, "Kesin be, yeter artık!" dedi.

Piyangodan söz ediyorlardı. Winston otuz metre kadar yürüdükten sonra dönüp arkasına baktı. Hâlâ tartışıyorlardı, suratları pancar gibiydi. Her hafta inanılmaz ikramiyeler dağıtan Piyango, proleterlerin büyük bir ciddiyetle izledikleri tek toplumsal olaydı. Büyük olasılıkla, milyonlarca proleterin biricik olmasa da başlıca varlık nedeniydi. Piyango'dan başka bir eğlenceleri, çılgınlıkları, afyonları, zihinsel uyarıcıları yoktu. İş Piyango'ya geldi mi, kör cahiller bile en karışık hesapları yapabiliyorlar, bir gördükleri numarayı bir daha unutmuyorlardı. Bir sürü insan sırf Piyango'da kazanma sistemleri, tahminler ve tılsımlar satarak geçiniyordu. Winston'ın, Varlık Bakanlığı'nca yürütülen Piyango'nun işleyişi konusunda pek bilgisi yoktu, ama ikramiyelerin çoğunlukla hayali olduğunun farkındaydı (aslında Parti'deki herkes farkındaydı). Yalnızca küçük ikramiyeler ödeniyordu, büyük ikramiyeleri kazananlar ise gerçekte var olmayan kişilerdi. Okyanusya'nın bir bölgesi ile başka bir bölgesi arasında doğru dürüst bir iletişim bulunmadığı için, bunu ayarlamak zor değildi. Biricik umut proleterlerdeydi. Buna sımsıkı sarılmak zorundaydınız. Söylendiğinde akla yatkın geliyordu, ama sokakta yanınızdan geçen insanlara bir göz attığınızda, bunun bir inançtan öteye gitmediğini görüyordunuz. Girdiği sokaktan yokuş aşağı iniliyordu. Buralardan daha önce de geçtiğini, az ileride bir yerden ana caddeye çıkıldığını sanıyordu. Yakınlarda bir yerden bağırtılar geliyordu. Birden keskin bir dönüş yapan sokak, birkaç basamakla, pazarcıların buruş buruş olmuş sebzeler sattıkları saklı bir aralığa indi. Winston o anda nerede olduğunu anımsayıverdi. İndiği aralık ana caddeye çıkıyordu; ilk sapaktan beş dakika kadar yürüyünce, şimdi günce olarak kullandığı not defterini aldığı eskici dükkânına varılıyordu. Biraz ilerideki küçük kırtasiyeciden de kalem sapıyla mürekkep şişesini almıştı.

Basamakların başında bir an durdu. Tam karşıda salaş bir meyhane çarptı gözüne, camları buzlanmış gibi görünüyorsa da aslında tozla kaplanmıştı. Posbıyıklı, çok yaşlı, iki büklüm yürüyebilen bir adam meyhanenin kapısını itip içeri girdi. Winston, durduğu yerden izlerken, en az sekseninde olan bu ihtiyar Devrim meydana geldiği sırada orta yaşlıydı herhalde, diye geçirdi aklından. O ve onun gibiler, yitip gitmiş kapitalizm dünyasıyla bugünün son bağlantılarıydı. Parti içinde, düşünceleri Devrimden önce oluşmuş pek fazla insan kalmamıştı. Eski kuşak elliler ve altmışların büyük temizlik hareketleri sırada büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, sağ kalanlar ise çoktandır tam bir düşünsel teslimiyete zorlanmışlardı. Hâlâ hayatta olup da yüzyıl başlarında olup bitenlere ilişkin doğru bilgi verebilecek tek kişi ancak proleterler arasından çıkabilirdi. Winston birden tarih kitabından güncesine aktardığı bölümü anımsadı ve çılgınca bir isteğe kapıldı. Meyhaneden içeri girecek, ihtiyarla muhabbeti koyultacak ve sorguya çekecekti. "Senin çocukluğunda nasıl bir hayat yaşanıyordu? Şimdiki hayata benziyor muydu? Durum bugünkünden daha mı iyiydi, yoksa daha mı kötüydü?" diyecekti yaşlı adama.

Korkuya kapılıp vazgeçmemek için bir koşu basamakları indi, dar sokağa dalıp karşıya geçti. Tam bir çılgınlıktı bu yaptığı. Gerçi proleterlerle konuşulmayacak, onların gittiği meyhanelere gidilmeyecek diye bir kural yoktu, ama yine de kimsenin gözünden kaçmayacak kadar olağandışı bir davranıştı bu. Devriyelerle karşılaşırsa baygınlık geçirdiğini söyleyebilirdi, ama yutmazlardı. Meyhanenin kapısını araladığında, insanın burnunun direğini kıran berbat bir ekşi bira kokusu çarptı suratına. Winston içeri girer girmez, sesler kesilir gibi oldu. Herkesin gözünü mavi tulumuna diktiğinin ayırdındaydı. Bir köşede dart oynayanlar oyuna otuz saniye kadar ara verdiler. İzlediği ihtiyar, barda dikilmiş, iriyarı, demir bilekli, gaga burunlu, genç barmene kafa tutuyordu. Bazıları da, ellerinde bardaklarıyla çevrelerini almışlar, onları izliyorlardı.


1. Bölüm - VIII (a)

Bir pasajın dibinde bir yerden sokağa kavrulmuş kahve –Zafer Kahvesi değil, gerçek kahve– kokusu yayılıyordu. From somewhere at the bottom of a passage, the smell of roasted coffee—not Victory Coffee, but real coffee—was spreading into the street. Winston elinde olmadan durdu. Winston stopped helplessly. Birkaç saniyeliğine, çocukluğunun nerdeyse unutulup gitmiş dünyasına gitti. For a few seconds, he went into the almost forgotten world of his childhood. Sonra bir kapı küttedek kapandı ve sanki bir ses kesilir gibi kesiliverdi kahve kokusu. Then a door knuckle closed and the smell of coffee ceased, as if a voice ceased.

Winston kaldırımlarda birkaç kilometre yürümüştü, varis çıbanı zonkluyordu. Winston had walked several miles on the sidewalks, his varicose boil throbbing. Dernek Merkezindeki akşam toplantısını üç haftadır ikinci kez kaçırıyordu: Pek akıllıca sayılmazdı bu yaptığı, çünkü Merkez'e devamlılığın sürekli denetlendiği kesindi. It was the second time in three weeks that he missed the evening meeting at the Association Headquarters: it wasn't very wise, for sure, attendance at the Center was constantly monitored. Bir Parti üyesinin ilke olarak hiç boş vaktinin olmaması ve yatak dışında hiç yalnız kalmaması gerekiyordu. A Party member was in principle supposed to have no free time and never be alone outside of bed. Çalışmak, yemek yemek ya da uyumak dışında kalan zamanlarda mutlaka ortaklaşa bir etkinliğe katılmalıydı: Yalnızlıktan keyif aldığını gösteren herhangi bir şey yapması, dahası kendi başına yürüyüşe çıkması bile her zaman biraz tehlikeli olabilirdi. Other than working, eating, or sleeping, he had to participate in a communal activity: doing anything that showed he enjoyed solitude, even taking a walk by himself, could always be a bit dangerous. Yenisöylem'de buna, bireycilik ve ayrıksılık anlamında ayrıyaşam deniyordu. In Newspeak it was called separatelife in the sense of individualism and eccentricity. Ama o akşam Bakanlık'tan çıktığında, nisan havasının dinginliğine kapılmıştı Winston. But when he came out of the Ministry that evening, Winston was overcome by the calm of the April air. Göğün mavisi o yıl hiç olmadığı kadar canlıydı; Merkez de geçirilecek uzun, gürültülü bir akşam, sıkıcı, bıktırıcı oyunlar, cinle pekiştirilen zoraki dostluklar birden gözünde büyümüştü. The blue of the sky was more vibrant than ever that year; A long, noisy evening in the center, boring, tedious games, forced friendships reinforced by genie suddenly grew in his eyes. Ani bir dürtüyle otobüs durağından geri dönmüş, Londra'nın dolambaçlı yollarına dalmış, ilkin güneye, sonra doğuya, sonra yeniden kuzeye vurmuş, ne yöne gittiğini umursamaksızın hiç bilmediği sokaklarda kaybolmuştu. On a sudden impulse he had come back from the bus stop, plunged into the winding roads of London, struck first south, then east, then north again, lost in streets he had never known, not caring which way he was going. Güncesine, "Bir umut varsa, proleterlerde," diye yazmıştı. “If there is any hope, it is in the proletarians,” he wrote in his diary. Belirsiz bir gerçeği ve apaçık bir saçmalığı dile getiren bu sözcükler sürekli aklına düşüyordu. Expressing an obscure truth and blatant nonsense, these words kept popping up in his mind. Bir zamanlar Saint Pancras İstasyonu'nun bulunduğu yerin kuzeyine ve doğusuna düşen, gün görmez, kör karanlık kenar mahallelerden birindeydi. It was in one of the slums of blind darkness that fell to the north and east of where Saint Pancras Station had once stood. Sıçan deliklerini andıran kırık dökük kapıları doğruca kaldırıma açılan küçük, iki katlı evlerin sıralandığı, taş döşeli bir sokakta yürüyordu. He was walking down a cobbled street lined with small, two-story houses with smashed rat-holes that led straight to the pavement. Taşların aralarında yer yer kirli su birikintileri oluşmuştu. Dirty puddles were formed in places between the stones. Karanlık eşiklerin ardı önü, sokağın iki yanındaki dar aralıklar mahşer gibiydi: serilip serpilmiş, sürüp sürüştürmüş kızlar, onların peşinden ayrılmayan delikanlılar, kızların on yıl sonra neye benzeyeceklerinin kanıtı, göbek salmış, paytak kadınlar, kocaman ayaklarını sürüyerek yürüyen iki büklüm ihtiyarlar, kirli su birikintilerinin içinde oynarken analarının öfkeli bağırtılarıyla çil yavrusu gibi dağılan, yalınayak başı kabak çocuklar. Behind the dark thresholds, the narrow gaps on either side of the street seemed like an apocalypse: sprawling and scurrying girls, young men who followed them, proof of what girls would look like in ten years' time, ragged, ragged women, bent old people shuffling their huge feet, swept away by dirty puddles. barefooted squash children, scattered like freckles by the angry shouts of their mothers while playing in it. Sokağa bakan camların pek çoğu kırıktı, tahtalarla kapatılmıştı. Most of the windows facing the street were broken and boarded up. İnsanların çoğunun Winston'a aldırış ettiği yoktu; bazıları ise ürkek bir merakla, göz ucuyla bakıyorlardı. Most people didn't mind Winston; while others were looking at them with timid curiosity. Bir kapının ağzında, kadana gibi iki kadın, ıstakoz gibi olmuş kollarını önlüğünün üstünde kavuşturmuş, gevezelik ediyordu. In a doorway, two women, like kadana, were chattering, their arms folded over their aprons, like lobsters. Winston yanlarından geçerken, kulağına birkaç laf çalındı. As Winston passed by, he heard a few words.

"'Evet, hakkın var,' dedim karıya. "'Yes, you're right,' I said to the wife. 'Başım gözüm üstüne, ama benim yerimde olaydın sen de aynını yapardın. 'I'm in awe, but you would have done the same if you had been in my place. Atıp tutmak kolay. It's easy to throw. Bendeki dertler sende olaydı görürdüm seni.'" I would have seen you if my troubles had happened to you.'" "Hay, aklınla bin yaşa, kardeşim. "Hey, live your mind, bro. Helal olsun, valla. Good luck. Fazla yüz vermiyceksin böylelerine." You will not give too much credit to such people." Cırlak sesler birden kesiliverdi. The shrill voices suddenly ceased. Kadınlar, önlerinden geçen Winston'ı düşmanca bakışlarla süzdüler. The women gave Winston a hostile glance as he passed by. Aslında, tam olarak düşmanlık da denemezdi buna; insanların, yanlarından geçen ne idüğü belirsiz bir hayvan karşısındaki temkinliliği, bir anlık sakınganlığı vardı bakışlarında. In fact, it could not exactly be called hostility; There was a cautious, momentary wariness in their eyes when faced with an unknown animal passing by. Böyle bir sokakta Parti'nin mavi tulumlarına pek sık rastlanmazdı. Party's blue overalls were not often found on such a street. Belirli bir işiniz olmadıkça, böyle yerlerde dolaşmak pek akıllıca sayılmazdı. Unless you have a specific job, it wouldn't be wise to wander around in places like this. Kaldı ki, devriyelerle karşılaşırsanız sizi durdurabilirlerdi. Moreover, if you encounter patrols, they could stop you. "Belgelerinizi görebilir miyim, yoldaş? "Can I see your documents, comrade? Ne işiniz var burada? What are you doing here? İşten kaçta çıktınız? What time did you leave work? Eve hep bu yoldan mı gidersiniz?"... Do you always go home this way?" falan filan. BLA bla. Gerçi eve alışılmadık bir yoldan gidilemez diye bir kural yoktu, ama Düşünce Polisi'nin kulağına gitmeyegörsün, yıldırımları üzerinize çekmek için yeter de artardı bile. Although there was no rule that one couldn't go home by an unconventional route, it would have been enough to draw the lightning bolts on you, just in case the Thought Police had heard of it. Birden ortalık birbirine girdi. All of a sudden, things got mixed up. Millet çığlık çığlığaydı. The people were screaming. İnsanlar tavşanlar gibi kaçışıyor, kapılardan içeri atıyorlardı kendilerini. People were running like rabbits, throwing themselves through doors. Winston'ın hemen önündeki bir kapıdan genç bir kadın fırladığı gibi su birikintisinin içinde oynayan küçük bir çocuğu kaptı, çabucak önlüğüne sarıp yeniden kapıdan içeri daldı. From a door just in front of Winston, a young woman sprang up and grabbed a little boy playing in the puddle, quickly wrapped her in her apron, and dashed through the door again. Tam o sırada, yandaki aralıklardan birinden fırlayan, akordeon gibi olmuş siyah takım elbiseli bir adam, göğü işaret ederek deliler gibi Winston'a koştu. Just then, a man in a black suit, accordion-like, bursting out of one of the side cracks, pointing at the sky, rushed madly at Winston. "Dikkat, gemi!" "Attention, ship!" diye haykırdı. she cried. "Aman, babalık! "Oh, daddy! Tepemizde patlayacak! It will explode above us! Çabuk yere yat!" Get down quickly!" Proleterler, nedense, bombaya "gemi" diyorlardı. The proletarians, for some reason, called the bomb a "ship". Winston kendini hemen yüzükoyun yere attı. Winston immediately threw himself face down to the ground. Proleterler bu tür uyarılarda bulunduklarında hemen hep haklı çıkarlardı. The proletarians were almost always right when they made such warnings. Bombalar sesten hızlı yol almasına karşın, proleterlerin bir bombanın gelmekte olduğunu birkaç saniye öncesinden sezmelerini sağlayan bir içgüdüleri vardı sanki. Although the bombs were traveling faster than sound, the proletarians seemed to have an instinct to sense a bomb coming a few seconds beforehand. Winston ellerini başının üstünde kavuşturdu. Winston clasped his hands above his head. Kaldırım yerinden oynuyormuşçasına bir gümbürtü koptu; sırtına patır patır bir şeyler yağdı. There was a rumble, as if the pavement was moving; something rained on his back. Ayağa kalktığında, sırtının, en yakındaki pencereden yağan cam kırıklarıyla kaplı olduğunu fark etti. When he got to his feet, he realized that his back was covered with shards of glass falling from the nearest window.

Yeniden yürümeye başladı. He started walking again. Bomba, sokağın iki yüz metre kadar yukarısındaki evleri göçertmişti. The bomb had smashed houses about two hundred meters up the street. Göğü kaplayan kapkara dumanların altında, sıva tozlarının yükseldiği yıkıntıların çevresinde bir kalabalık toplanmaya başlamıştı. A crowd had begun to gather around the ruins, where plaster dust had risen, under the black smoke that covered the sky. Winston'ın gözüne, az ilerideki sıva yığınının ortasında kıpkırmızı bir şey ilişti. Something crimson caught his eye in the middle of the plaster pile up ahead. Biraz yaklaşınca, bunun, bilekten kopmuş bir el olduğunu gördü. As he got closer, he saw that it was a hand severed from the wrist. Koptuğu yer dışında, alçıdan dökülmüş bir yontu gibi bembeyazdı. Except where it had snapped, it was as white as a plaster cast.

Winston eli yolun kıyısına doğru tekmeledi, sonra kalabalığın içine düşmemek için sağdaki bir ara sokağa girdi. Winston kicked his hand against the side of the road, then took a right into an alley to avoid falling into the crowd. Üç dört dakika sonra, bombanın etkilediği bölgenin dışındaydı artık; sokaklardaki kitlelerin mahşer yerine çevirdiği yaşam hiçbir şey olmamışçasına sürüyordu. Three or four minutes later, he was outside the area affected by the bomb; The life that the masses in the streets had turned into a place of apocalypse continued as if nothing had happened. Nerdeyse akşamın sekiziydi ve proleterlerin gittikleri içkili lokantalar (onlar "meyhane" diyorlardı) adam almıyordu. It was almost eight o'clock in the evening, and the liquor stores (they called "taverns") where the proletarians went were not hiring. Durmadan açılıp kapanan kirli kapılardan hela, talaş ve ekşi bira kokuları geliyordu. The smells of latrines, sawdust and sour beer came from the dirty doors that were constantly opening and closing. Bir evin çıkıntı yaptığı köşede üç adam birbirine sokulmuş dikiliyor, ortadakinin elinde tuttuğu katlanmış gazeteyi öbür ikisi onun omuzlarının üzerinden okuyordu. In a corner where a house protrudes, three men stood huddled together, the other two reading over his shoulders the folded newspaper the middle one was holding. Winston, daha yüzlerini doğru dürüst görecek kadar yaklaşmamış olmasına karşın, tepeden tırnağa dikkat kesilmiş olduklarını anlamıştı. Although Winston had not yet come close enough to see their faces properly, he could tell that they had been paying close attention from head to toe. Belli ki ciddi bir haberi okuyorlardı. They were obviously reading a serious piece of news. Aralarında birkaç adım kalmıştı ki, adamlar birden birbirlerinden koptular ve ikisi ağız dalaşına tutuştu. There were only a few feet between them when the men suddenly broke apart and the two of them quarreled. Nerdeyse yumruk yumruğa geleceklerdi. They almost came to blows.

"Bi dakka sus da dinle, be adam! "Just shut up and listen, man! Ne diyorum ben sana, sonu yediyle biten hiçbir numara on dört aydır kazanmadı!" What am I telling you, no number ending in seven has won in fourteen months!” "Bal gibi de kazandı!" "She won like honey!" "Hayır, kazanmadı işte! "No, he didn't win! İki yıldan fazla oldu, evde hepsini bir kâğıda döküyorum, bir bir kaydını tutuyorum, kaz kafalı! It's been over two years, at home I've been putting it all down on a piece of paper, keeping a record one by one, goose-head! Anlasana, sonu yediyle biten hiçbir numara..." See, no numbers ending in seven..." "Kazandı ulan, kazandı! "He won, he won! Anasını sattığımın numarasını bile söyleyebilirim. I can even tell you the number that I sold his mother. Dört sıfır yediyle bitiyordu. Four zeros ended in seven. Şubattaydı... Şubatın ikinci haftası..." It was in February... the second week of February..." "Başlatma şimdi şubatından! "Start now from February! Hepsini yazdım diyorum sana. I'm telling you I wrote it all. Anlamıyorsun ki, sonu yediyle..." You don't understand that the end is seven..." Sonunda, üçüncü adam, "Kesin be, yeter artık!" Finally, the third man said, "Sure, enough is enough!" dedi. said.

Piyangodan söz ediyorlardı. They were talking about the lottery. Winston otuz metre kadar yürüdükten sonra dönüp arkasına baktı. Winston walked about thirty yards and then turned and looked back. Hâlâ tartışıyorlardı, suratları pancar gibiydi. They were still arguing, their faces like beets. Her hafta inanılmaz ikramiyeler dağıtan Piyango, proleterlerin büyük bir ciddiyetle izledikleri tek toplumsal olaydı. The Lottery, which gave out incredible prizes every week, was the only social event that the proletarians watched with great seriousness. Büyük olasılıkla, milyonlarca proleterin biricik olmasa da başlıca varlık nedeniydi. It was probably the main, if not the sole, raison d'etre of millions of proletarians. Piyango'dan başka bir eğlenceleri, çılgınlıkları, afyonları, zihinsel uyarıcıları yoktu. They had no entertainment, no madness, no opium, no mental stimuli other than the lottery. İş Piyango'ya geldi mi, kör cahiller bile en karışık hesapları yapabiliyorlar, bir gördükleri numarayı bir daha unutmuyorlardı. When it came to the lottery, even blind and ignorant people could make the most complicated calculations, and they would never forget the number they saw once. Bir sürü insan sırf Piyango'da kazanma sistemleri, tahminler ve tılsımlar satarak geçiniyordu. Lots of people made a living just selling winning systems, predictions and charms on the Lottery. Winston'ın, Varlık Bakanlığı'nca yürütülen Piyango'nun işleyişi konusunda pek bilgisi yoktu, ama ikramiyelerin çoğunlukla hayali olduğunun farkındaydı (aslında Parti'deki herkes farkındaydı). Winston didn't know much about the workings of the Lottery run by the Wealth Ministry, but he was aware (in fact, everyone in the Party did) that the prizes were mostly fictitious. Yalnızca küçük ikramiyeler ödeniyordu, büyük ikramiyeleri kazananlar ise gerçekte var olmayan kişilerdi. Only small jackpots were paid, and the winners of the big jackpots were non-existent people. Okyanusya'nın bir bölgesi ile başka bir bölgesi arasında doğru dürüst bir iletişim bulunmadığı için, bunu ayarlamak zor değildi. Adjusting this was not difficult, as there was no proper communication between one part of Oceania and another. Biricik umut proleterlerdeydi. The only hope was in the proletarians. Buna sımsıkı sarılmak zorundaydınız. You had to hold on tight to it. Söylendiğinde akla yatkın geliyordu, ama sokakta yanınızdan geçen insanlara bir göz attığınızda, bunun bir inançtan öteye gitmediğini görüyordunuz. It sounded plausible when said, but when you took a glance at the people passing by you on the street, you saw that it was no more than a belief. Girdiği sokaktan yokuş aşağı iniliyordu. It was going downhill from the street he had entered. Buralardan daha önce de geçtiğini, az ileride bir yerden ana caddeye çıkıldığını sanıyordu. He thought he had passed by here before, and that a little further on, there was a way to the main street. Yakınlarda bir yerden bağırtılar geliyordu. There was shouting from somewhere nearby. Birden keskin bir dönüş yapan sokak, birkaç basamakla, pazarcıların buruş buruş olmuş sebzeler sattıkları saklı bir aralığa indi. The street suddenly turned sharply and descended a few steps into a hidden alley where market vendors were selling crumpled vegetables. Winston o anda nerede olduğunu anımsayıverdi. Winston remembered where he was at that moment. İndiği aralık ana caddeye çıkıyordu; ilk sapaktan beş dakika kadar yürüyünce, şimdi günce olarak kullandığı not defterini aldığı eskici dükkânına varılıyordu. The range from which he had landed led to the main street; After walking for about five minutes from the first turn, you could reach the old-fashioned shop, where he bought the notebook he now used as a diary. Biraz ilerideki küçük kırtasiyeciden de kalem sapıyla mürekkep şişesini almıştı. He had bought the pen handle and the ink bottle from the little stationer's shop just ahead.

Basamakların başında bir an durdu. He paused for a moment at the top of the steps. Tam karşıda salaş bir meyhane çarptı gözüne, camları buzlanmış gibi görünüyorsa da aslında tozla kaplanmıştı. Opposite him, a shabby tavern caught his eye, and although its windows seemed to be frosted, it was actually covered with dust. Posbıyıklı, çok yaşlı, iki büklüm yürüyebilen bir adam meyhanenin kapısını itip içeri girdi. A very old man with a mustache, who could walk bent over, pushed the door of the tavern and entered. Winston, durduğu yerden izlerken, en az sekseninde olan bu ihtiyar Devrim meydana geldiği sırada orta yaşlıydı herhalde, diye geçirdi aklından. This old man, at least eighty, must have been middle-aged at the time of the Revolution, Winston thought as he stood watching. O ve onun gibiler, yitip gitmiş kapitalizm dünyasıyla bugünün son bağlantılarıydı. He and others like him were today's last contact with the vanished world of capitalism. Parti içinde, düşünceleri Devrimden önce oluşmuş pek fazla insan kalmamıştı. There weren't many people left in the Party whose ideas had been formed before the Revolution. Eski kuşak elliler ve altmışların büyük temizlik hareketleri sırada büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, sağ kalanlar ise çoktandır tam bir düşünsel teslimiyete zorlanmışlardı. The older generation was largely wiped out during the great cleansing movements of the fifties and sixties, while those who survived had long since been forced into complete intellectual surrender. Hâlâ hayatta olup da yüzyıl başlarında olup bitenlere ilişkin doğru bilgi verebilecek tek kişi ancak proleterler arasından çıkabilirdi. Only the proletarians could be the only person still alive who could give accurate information about what happened at the beginning of the century. Winston birden tarih kitabından güncesine aktardığı bölümü anımsadı ve çılgınca bir isteğe kapıldı. Winston suddenly recalled the passage he had quoted from his history book, and was seized with a frantic desire. Meyhaneden içeri girecek, ihtiyarla muhabbeti koyultacak ve sorguya çekecekti. He would enter the tavern, have a conversation with the old man, and interrogate him. "Senin çocukluğunda nasıl bir hayat yaşanıyordu? "What was your life like as a child? Şimdiki hayata benziyor muydu? Was it like the present life? Durum bugünkünden daha mı iyiydi, yoksa daha mı kötüydü?" Was the situation better or worse than it is today?" diyecekti yaşlı adama. he would say to the old man.

Korkuya kapılıp vazgeçmemek için bir koşu basamakları indi, dar sokağa dalıp karşıya geçti. In order not to get scared and give up, he descended the steps for a run, plunged into the narrow street and crossed the street. Tam bir çılgınlıktı bu yaptığı. What he did was pure madness. Gerçi proleterlerle konuşulmayacak, onların gittiği meyhanelere gidilmeyecek diye bir kural yoktu, ama yine de kimsenin gözünden kaçmayacak kadar olağandışı bir davranıştı bu. Although there was no rule that one could not talk to the proletarians or go to the taverns they went to, this was an unusual behavior that could not escape anyone's notice. Devriyelerle karşılaşırsa baygınlık geçirdiğini söyleyebilirdi, ama yutmazlardı. He could tell he was fainting if he encountered the patrols, but they wouldn't swallow it. Meyhanenin kapısını araladığında, insanın burnunun direğini kıran berbat bir ekşi bira kokusu çarptı suratına. When he opened the door of the tavern, a terrible smell of sour beer hit his nose that broke one's nose. Winston içeri girer girmez, sesler kesilir gibi oldu. The voices seemed to cease as soon as Winston entered. Herkesin gözünü mavi tulumuna diktiğinin ayırdındaydı. He was aware that everyone was staring at his blue overalls. Bir köşede dart oynayanlar oyuna otuz saniye kadar ara verdiler. Those playing darts in a corner paused the game for about thirty seconds. İzlediği ihtiyar, barda dikilmiş, iriyarı, demir bilekli, gaga burunlu, genç barmene kafa tutuyordu. The old man he was watching was standing at the bar, challenging the burly, iron-wrung, beak-nosed young bartender. Bazıları da, ellerinde bardaklarıyla çevrelerini almışlar, onları izliyorlardı. Others, with glasses in their hands, took their surroundings and watched them.