×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - III (b)

1. Bölüm - III (b)

Bazıları taş zeminde oturuyorlardı, bazıları da birbirlerine sokulup demir ranzaların üstüne yığılmışlardı. Winston, annesi ve babası taş zeminin üstünde bir yer bulmuşlardı; yanı başlarında yaşlı bir adamla yaşlı bir kadın bir ranzanın üstünde yan yana oturuyorlardı. Yaşlı adamın sırtında temiz pak koyu bir giysi, başında bembeyaz saçlarını açıkta bırakacak biçimde arkaya itilmiş siyah bir kumaş kasket vardı: Yüzü kıpkırmızıydı, mavi gözlerinde yaşlar birikmişti. Ağzından cin kokuları saçılıyordu. Teninden ter kokusu değil de cin kokusu yayılıyordu sanki, gözlerinde birikenin yaş değil, saf cin olduğu söylense yeriydi. Hafif sarhoş olmakla birlikte, belli ki gerçek ve dayanılmaz bir acı çekiyordu. Winston, o çocuk aklıyla bile, az önce korkunç bir şeyin, bağışlanamayacak, asla umarı olmayan bir şeyin meydana geldiğini anlamıştı. Sanki ne olduğunu da anlamış gibiydi. Yaşlı adamın çok sevdiği biri, belki de küçük torunlarından biri öldürülmüştü sanki. Yaşlı adam ikide bir aynı sözleri yineliyordu:

"Onlara güvenmicektik. Ben demiştim, hatun, di mi? Onlara güvenirsen böyle olur işte hep söylemiştim. O alçak heriflere güvenmicektik." Ama hangi alçak heriflere güvenmemeleri gerektiğini Winston artık anımsayamıyordu.

O zamandan bu yana savaş dur durak bilmeden sürmüştü, ama hep aynı savaş mıydı sürüp giden, orası belli değildi. Çocukluğunda, Londra'nın göbeğinde aylarca süren, ne idüğü belirsiz sokak çatışmaları olmuştu, bazıları hâlâ gözünün önünden gitmiyordu. Gel gör ki, bütün bir dönemin tarihini çıkarmak, kimin kiminle savaştığını söyleyebilmek artık kesinlikle olanaksızdı, çünkü şimdiki saflaşmanın dışında bir saflaşmaya ilişkin ne yazılı bir kayıt kalmıştı ne de söylenmiş bir söz. Şu anda, yani 1984 yılında (gerçekten yıllardan 1984 ise tabii) Okyanusya Avrasya'yla savaşmaktaydı ve Doğuasya'yla bağlaşma içindeydi. Bu üç devletin daha önceleri farklı bir saflaşma içinde oldukları ne resmi ağızlarca ne de birilerince doğrulanmıştı. Aslına bakılırsa, Winston'ın çok iyi bildiği gibi, Okyanusya daha dört yıl önce Doğuasya'ya savaş açıp Avrasya'yla bağlaşmaya girmişti. Ne ki, bu, belleği yeterince denetim altında olmadığı için aklında tutabildiği gizli bir bilgiydi. Bağlaşmalarda resmi olarak bir değişiklik yoktu. Okyanusya Avrasya'yla savaştaydı: Demek, Okyanusya Avrasya'yla hep savaşta olmuştu. O andaki düşman her zaman mutlak kötülüğün temsilcisi olmuştu, o yüzden onunla geçmişte de, gelecekte de herhangi bir anlaşma söz konusu olamazdı.

Omuzlarını acı içinde geriye çekerken (eller kalçalarda, gövdelerini belden yana döndürüyorlardı, bu egzersizin sırt kaslarına iyi geldiği söyleniyordu), kim bilir kaçıncı kez, en korkuncu bütün bunların doğru olabileceği, diye geçirdi aklından Parti geçmişe el koyabiliyor ve şu ya da bu olayın hiçbir zaman olmadığını söyleyebiliyorsa, bu hiç kuşkusuz işkenceden de, ölümden de beter bir şeydi.

Parti, Okyanusya'nın Avrasya'yla hiçbir zaman bağlaşmaya girmediğini söylüyordu. Ama o, Winston Smith olarak, Okyanusya'nın daha dört yıl önce Avrasya'yla bağlaşma içinde olduğunu biliyordu. Peki, bu bilgi neredeydi? Yalnızca kafasının içinde, o da pek yakında yok edilip gidecekti nasıl olsa. Ve eğer başka herkes Parti'nin dayattığı yalanı kabulleniyorsa –eğer bütün kayıtlar aynı masalı söylüyorsa–, o zaman yalan tarihe geçecek ve gerçek olacaktı. Parti sloganında ne deniyordu: "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar." Üstelik geçmiş, doğası gereği değiştirilebilir olmasına karşın, hiçbir zaman değiştirilmemişti. Şimdi gerçek olan, sonsuza dek gerçekti. Çok basitti. Tek gereken, kendi belleğinize karşı sonu gelmeyen zaferler kazanmanızda "Gerçeklik denetimi" diyorlardı buna: Yenisöylem'de ise "çiftdüşün". "Rahat!" diye bağırdı kadın eğitmen, biraz daha güler yüzle.

Winston kollarını yana indirerek havayı yeniden yavaş yavaş içine çekti. Aklı çiftdüşünün dolambaçlı dünyasına kayıp gitmişti. Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlâka sahip çıktığını söylerken ahlâkı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak. İşin asıl inceliği de buradaydı: bilinçli bir biçimde bilinçsizliği özendirmek, sonra da, bir kez daha, az önce uygulamış olduğunuz uykuya yatırmanın ayırdında olmamak. "Çiftdüşün" dünyasını anlayabilmek bile çiftdüşünü kullanmayı gerektiriyordu. Bu arada, tele-ekrandaki kadın eğitmen yeniden hazır ol komutu verdi. "Haydi, görelim bakalım," dedi coşkulu bir sesle, "kim parmak uçlarına dokunabilecek! Lütfen belinizi bükmeden eğilin, yoldaşlar. Bir, ki! Bir, ki!.." Winston, topuklarından kalçalarına kadar canını yakan, çoğu kez de sonunda yeni bir öksürük nöbetine yol açan bu egzersizden nefret ederdi. Daldığı düşüncelerin tadı tuzu kalmamıştı. Geçmiş yalnızca değiştirilmekle kalmamış, resmen yok edilmiş, diye geçirdi aklından. İnsan, kendi belleği dışında hiçbir kayıt olmayınca en belirgin gerçeği bile nasıl kanıtlayabilirdi ki? Büyük Birader'den söz edildiğini ilk kez hangi yıl duyduğunu anımsamaya çalıştı. Altmışlarda olmalı, diye düşündü, ama kesin bir şey söylemek olanaksızdı. Büyük Birader, hiç kuşkusuz, Parti'nin tarih kitaplarında en baştan beri Devrim'in önderi ve koruyucusu olarak görünüyordu. Gösterdiği kahramanlıklar, zamanla kapitalistlerin, kafalarında o garip silindir şapkalarla, Londra caddelerinde kocaman, ışıltılı otomobiller ya da iki yanı camlı faytonlarla gezindikleri kırklı ve otuzlu yılların görkemli günlerini kapsayacak kadar geriye götürülmüştü. Bu efsanenin ne kadarının gerçek, ne kadarının uydurma olduğunu bilmek olanaksızdı. Winston, Parti'nin hangi tarihte oluştuğunu bile anımsayamıyordu. İngsos sözcüğünü 1960'tan önce duyduğunu hiç sanmıyordu, ama Eskisöylem'deki biçimiyle –yani "İngiliz Sosyalizmi" olarak– daha önce de var olmuş olabilirdi. Her şey bilmece gibiydi. Bazen bir yalanı saptamak mümkün olabiliyordu. Örneğin, Parti'nin tarih kitaplarında ileri sürüldüğü gibi, uçakları Parti'nin icat ettiği doğru değildi. Winston daha küçük bir çocukken bile uçakların var olduğunu anımsıyordu. Ama hiçbir şeyi kanıtlamak mümkün değildi. Ortada hiçbir kanıt yoktu. Tarihsel bir olayın çarpıtıldığının şaşmaz belgeli kanıtını hayatı boyunca yalnızca bir kez ele geçirebilmişti. Ama o zaman da...

Tele-ekrandaki kadın, "Smith!" diye bağırdı şirret bir sesle. "6079 Smith W! Evet, sen! Biraz daha eğilir misin, lütfen! Bence daha iyisini yapabilirsin. Kendini vermiyorsun ki. Az daha eğil, lütfen! Tamam, böyle daha iyi, yoldaş. Şimdi rahat! Herkes beni izlesin." Winston birden tepeden tırnağa tere batmıştı. Ama yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Korkunu asla gösterme! Öfkeni asla belli etme! Gözlerindeki ufacık bir kıpırtı seni ele verebilir. Winston durduğu yerden, kollarını başının üzerine kaldıran ve –zarafetle değilse bile, olağanüstü bir beceri ve ustalıkla– öne eğilerek el parmaklarının ilk eklemini ayak parmaklarına değdiren eğitmeni izledi.

"Tamam mı, yoldaşlar! Aynen böyle yapmanızı istiyorum. Bir bakın bana. Otuz dokuz yaşındayım ve dört çocuk doğurdum. Şimdi beni izleyin. Yeniden öne eğildi. "Bakın, dizlerimi bükmüyorum." Sonra yeniden doğrulurken, "Hepiniz yapabilirsiniz, yeter ki isteyin," diye ekledi. "Kırk beş yaşının altındaki herkes pekâlâ ayak parmaklarına dokunabilir. Gerçi hepimiz ön saflarda savaşma ayrıcalığına sahip değiliz, ama hiç değilse hepimiz bedenimizi sağlam tutabiliriz. Malabar cephesindeki evlatlarımızı anımsayın! Yüzen Kaleler'deki denizcileri anımsayın! Onların neler çektiklerini bir düşünün," dedi ve "Haydi bakalım, şimdi yeniden deneyin. Evet, şimdi daha iyi, yoldaş, şimdi çok daha iyi,"diye ekledi yüreklendirici bir sesle. Winston, büyük bir çaba göstererek, yıllardır ilk kez dizlerini bükmeden ayak parmaklarına dokunmayı başardı.


1. Bölüm - III (b)

Bazıları taş zeminde oturuyorlardı, bazıları da birbirlerine sokulup demir ranzaların üstüne yığılmışlardı. Winston, annesi ve babası taş zeminin üstünde bir yer bulmuşlardı; yanı başlarında yaşlı bir adamla yaşlı bir kadın bir ranzanın üstünde yan yana oturuyorlardı. Winston and his parents had found a place on the stone floor; Beside them, an old man and an old woman were sitting side by side on a bunk bed. Yaşlı adamın sırtında temiz pak koyu bir giysi, başında bembeyaz saçlarını açıkta bırakacak biçimde arkaya itilmiş siyah bir kumaş kasket vardı: Yüzü kıpkırmızıydı, mavi gözlerinde yaşlar birikmişti. The old man wore a clean, clean dark robe, and on his head a black cloth cap pushed back, revealing his white hair: his face was red and tears welled in his blue eyes. Ağzından cin kokuları saçılıyordu. The smell of gin was pouring from his mouth. Teninden ter kokusu değil de cin kokusu yayılıyordu sanki, gözlerinde birikenin yaş değil, saf cin olduğu söylense yeriydi. It was as if the smell of gin, not the smell of sweat, was emanating from his skin, it would be nice if it was said that it was not tears but pure gin that accumulated in his eyes. Hafif sarhoş olmakla birlikte, belli ki gerçek ve dayanılmaz bir acı çekiyordu. Although slightly intoxicated, he was clearly in real and excruciating pain. Winston, o çocuk aklıyla bile, az önce korkunç bir şeyin, bağışlanamayacak, asla umarı olmayan bir şeyin meydana geldiğini anlamıştı. Even in that childish mind, Winston understood that something terrible had just happened, something inexcusable, never hopeless. Sanki ne olduğunu da anlamış gibiydi. It was as if he understood what was happening. Yaşlı adamın çok sevdiği biri, belki de küçük torunlarından biri öldürülmüştü sanki. It was as if someone dearly loved by the old man, perhaps one of his grandchildren, had been murdered. Yaşlı adam ikide bir aynı sözleri yineliyordu: The old man kept repeating the same words:

"Onlara güvenmicektik. "We wouldn't trust them. Ben demiştim, hatun, di mi? I told you, babe, right? Onlara güvenirsen böyle olur işte hep söylemiştim. That's what happens when you trust them, that's what I always said. O alçak heriflere güvenmicektik." We weren't going to trust those bastards." Ama hangi alçak heriflere güvenmemeleri gerektiğini Winston artık anımsayamıyordu. But Winston could no longer remember which scoundrels they should not trust.

O zamandan bu yana savaş dur durak bilmeden sürmüştü, ama hep aynı savaş mıydı sürüp giden, orası belli değildi. Since then the war had continued unabated, but whether it was always the same war, it was unclear. Çocukluğunda, Londra'nın göbeğinde aylarca süren, ne idüğü belirsiz sokak çatışmaları olmuştu, bazıları hâlâ gözünün önünden gitmiyordu. As a child, there had been months of inexplicable street fighting in the heart of London, some of which still haunted him. Gel gör ki, bütün bir dönemin tarihini çıkarmak, kimin kiminle savaştığını söyleyebilmek artık kesinlikle olanaksızdı, çünkü şimdiki saflaşmanın dışında bir saflaşmaya ilişkin ne yazılı bir kayıt kalmıştı ne de söylenmiş bir söz. However, it was now absolutely impossible to date an entire era, to tell who was fighting whom, because apart from the present one, there was no written record or word of any sorting out. Şu anda, yani 1984 yılında (gerçekten yıllardan 1984 ise tabii) Okyanusya Avrasya'yla savaşmaktaydı ve Doğuasya'yla bağlaşma içindeydi. At this time, that is, in 1984 (if it really is 1984, of course), Oceania was at war with Eurasia and was in alliance with Eastasia. Bu üç devletin daha önceleri farklı bir saflaşma içinde oldukları ne resmi ağızlarca ne de birilerince doğrulanmıştı. The fact that these three states were in a different alignment before was neither official nor confirmed by anyone. Aslına bakılırsa, Winston'ın çok iyi bildiği gibi, Okyanusya daha dört yıl önce Doğuasya'ya savaş açıp Avrasya'yla bağlaşmaya girmişti. In fact, Oceania had declared war on Eastasia and entered into alliance with Eurasia only four years earlier, as Winston knew very well. Ne ki, bu, belleği yeterince denetim altında olmadığı için aklında tutabildiği gizli bir bilgiydi. However, this was secret information that he could retain because his memory was not adequately controlled. Bağlaşmalarda resmi olarak bir değişiklik yoktu. There was no official change in the alliances. Okyanusya Avrasya'yla savaştaydı: Demek, Okyanusya Avrasya'yla hep savaşta olmuştu. Oceania was at war with Eurasia: So Oceania had always been at war with Eurasia. O andaki düşman her zaman mutlak kötülüğün temsilcisi olmuştu, o yüzden onunla geçmişte de, gelecekte de herhangi bir anlaşma söz konusu olamazdı. The enemy at that moment had always been the representative of absolute evil, so there could be no agreement with him in the past or in the future.

Omuzlarını acı içinde geriye çekerken (eller kalçalarda, gövdelerini belden yana döndürüyorlardı, bu egzersizin sırt kaslarına iyi geldiği söyleniyordu), kim bilir kaçıncı kez, en korkuncu bütün bunların doğru olabileceği, diye geçirdi aklından Parti geçmişe el koyabiliyor ve şu ya da bu olayın hiçbir zaman olmadığını söyleyebiliyorsa, bu hiç kuşkusuz işkenceden de, ölümden de beter bir şeydi. Pulling his shoulders back painfully (hands on hips, turning their torso to the waist, this exercise was said to be good for the back muscles), he thought for the last time, the scariest of all, that all this could be true, the Party can reclaim the past, and this or that event will never happen. If he could say that he was not alive, it was surely worse than torture and death.

Parti, Okyanusya'nın Avrasya'yla hiçbir zaman bağlaşmaya girmediğini söylüyordu. The party said that Oceania had never entered into alliance with Eurasia. Ama o, Winston Smith olarak, Okyanusya'nın daha dört yıl önce Avrasya'yla bağlaşma içinde olduğunu biliyordu. But he knew, as Winston Smith, that Oceania had been in conjunction with Eurasia only four years ago. Peki, bu bilgi neredeydi? So where was this information? Yalnızca kafasının içinde, o da pek yakında yok edilip gidecekti nasıl olsa. It was just in his head, and it was going to be destroyed soon anyway. Ve eğer başka herkes Parti'nin dayattığı yalanı kabulleniyorsa –eğer bütün kayıtlar aynı masalı söylüyorsa–, o zaman yalan tarihe geçecek ve gerçek olacaktı. And if everyone else accepted the Party-imposed lie—if all records tell the same tale—then the lie would go down in history and become the truth. Parti sloganında ne deniyordu: "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar." What the party slogan said: "He who controls the past controls the future; he who controls the present controls the past." Üstelik geçmiş, doğası gereği değiştirilebilir olmasına karşın, hiçbir zaman değiştirilmemişti. Moreover, the past, although changeable in nature, was never changed. Şimdi gerçek olan, sonsuza dek gerçekti. What was real now was real forever. Çok basitti. It was very simple. Tek gereken, kendi belleğinize karşı sonu gelmeyen zaferler kazanmanızda "Gerçeklik denetimi" diyorlardı buna: Yenisöylem'de ise "çiftdüşün". All it took was a "Reality check" in your endless victories over your own memory: "doublethink" in Newspeak. "Rahat!" diye bağırdı kadın eğitmen, biraz daha güler yüzle. cried the female trainer, a little more smiling.

Winston kollarını yana indirerek havayı yeniden yavaş yavaş içine çekti. Winston lowered his arms to the side and slowly inhaled the air again. Aklı çiftdüşünün dolambaçlı dünyasına kayıp gitmişti. His mind had slipped into the winding world of doublethink. Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlâka sahip çıktığını söylerken ahlâkı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak. Knowing and not knowing, being aware of the whole truth while telling ingenious lies on the one hand, defending two views at the same time refuting each other, knowing that they contradict and believing both; to use logic against reason, to deny morality while claiming to have morality, to believe both in the impossibility of democracy and that the Party is the protector of democracy; To forget what should be forgotten, to remember as soon as necessary, and then to forget again: most importantly, to apply the same process to the process itself. İşin asıl inceliği de buradaydı: bilinçli bir biçimde bilinçsizliği özendirmek, sonra da, bir kez daha, az önce uygulamış olduğunuz uykuya yatırmanın ayırdında olmamak. Here was the tricky part: consciously encouraging the unconscious, and then, once again, being unaware of the put to sleep you just practiced. "Çiftdüşün" dünyasını anlayabilmek bile çiftdüşünü kullanmayı gerektiriyordu. Even understanding the world of "doublethink" required using doublethink. Bu arada, tele-ekrandaki kadın eğitmen yeniden hazır ol komutu verdi. Meanwhile, the female trainer on the telescreen commanded to be ready again. "Haydi, görelim bakalım," dedi coşkulu bir sesle, "kim parmak uçlarına dokunabilecek! "Come on, let's see," he said enthusiastically, "who can touch his fingertips! Lütfen belinizi bükmeden eğilin, yoldaşlar. Please bend your back, comrades. Bir, ki! Bir, ki!.." Winston, topuklarından kalçalarına kadar canını yakan, çoğu kez de sonunda yeni bir öksürük nöbetine yol açan bu egzersizden nefret ederdi. Winston hated this exercise, which hurt him from his heels to his hips, often leading to a new coughing fit. Daldığı düşüncelerin tadı tuzu kalmamıştı. His thoughts had no flavor. Geçmiş yalnızca değiştirilmekle kalmamış, resmen yok edilmiş, diye geçirdi aklından. The past has not only been changed, it has been officially destroyed, he thought. İnsan, kendi belleği dışında hiçbir kayıt olmayınca en belirgin gerçeği bile nasıl kanıtlayabilirdi ki? How could one prove even the most obvious truth when there were no records except in one's own memory? Büyük Birader'den söz edildiğini ilk kez hangi yıl duyduğunu anımsamaya çalıştı. He tried to remember what year he first heard about Big Brother. Altmışlarda olmalı, diye düşündü, ama kesin bir şey söylemek olanaksızdı. He must have been in the sixties, he thought, but it was impossible to say for sure. Büyük Birader, hiç kuşkusuz, Parti'nin tarih kitaplarında en baştan beri Devrim'in önderi ve koruyucusu olarak görünüyordu. Big Brother undoubtedly appeared in the history books of the Party as the leader and protector of the Revolution from the very beginning. Gösterdiği kahramanlıklar, zamanla kapitalistlerin, kafalarında o garip silindir şapkalarla, Londra caddelerinde kocaman, ışıltılı otomobiller ya da iki yanı camlı faytonlarla gezindikleri kırklı ve otuzlu yılların görkemli günlerini kapsayacak kadar geriye götürülmüştü. His heroism was eventually traced back to the glorious days of the forties and thirties, when capitalists rode through the streets of London with those strange top hats on, in huge shiny automobiles or carriages with glass on both sides. Bu efsanenin ne kadarının gerçek, ne kadarının uydurma olduğunu bilmek olanaksızdı. It was impossible to know how much of this myth was true and how much was fabrication. Winston, Parti'nin hangi tarihte oluştuğunu bile anımsayamıyordu. Winston could not even remember what date the Party was formed. İngsos sözcüğünü 1960'tan önce duyduğunu hiç sanmıyordu, ama Eskisöylem'deki biçimiyle –yani "İngiliz Sosyalizmi" olarak– daha önce de var olmuş olabilirdi. He never thought he had heard the word Ingsoc before 1960, but in its Oldspeak form—that is, "British Socialism"—it may have existed before. Her şey bilmece gibiydi. Everything was like a riddle. Bazen bir yalanı saptamak mümkün olabiliyordu. Sometimes it was possible to detect a lie. Örneğin, Parti'nin tarih kitaplarında ileri sürüldüğü gibi, uçakları Parti'nin icat ettiği doğru değildi. For example, it was not true that the Party invented airplanes, as claimed in the Party's history books. Winston daha küçük bir çocukken bile uçakların var olduğunu anımsıyordu. Even as a child Winston remembered that airplanes existed. Ama hiçbir şeyi kanıtlamak mümkün değildi. But it was impossible to prove anything. Ortada hiçbir kanıt yoktu. There was no evidence. Tarihsel bir olayın çarpıtıldığının şaşmaz belgeli kanıtını hayatı boyunca yalnızca bir kez ele geçirebilmişti. Only once in his life had he come across infallible documentary evidence that a historical event had been distorted. Ama o zaman da... But then too...

Tele-ekrandaki kadın, "Smith!" The woman on the telescreen says, "Smith!" diye bağırdı şirret bir sesle. "6079 Smith W! Evet, sen! Biraz daha eğilir misin, lütfen! Could you bend over a little more, please! Bence daha iyisini yapabilirsin. I think you can do better. Kendini vermiyorsun ki. You don't give yourself Az daha eğil, lütfen! Just bend over, please! Tamam, böyle daha iyi, yoldaş. Okay, that's better, comrade. Şimdi rahat! Comfy now! Herkes beni izlesin." Everyone follow me." Winston birden tepeden tırnağa tere batmıştı. Winston was suddenly covered in sweat from head to toe. Ama yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. But because of it, nothing was intelligible. Korkunu asla gösterme! Öfkeni asla belli etme! Never show your anger! Gözlerindeki ufacık bir kıpırtı seni ele verebilir. The slightest flicker in your eyes can give you away. Winston durduğu yerden, kollarını başının üzerine kaldıran ve –zarafetle değilse bile, olağanüstü bir beceri ve ustalıkla– öne eğilerek el parmaklarının ilk eklemini ayak parmaklarına değdiren eğitmeni izledi. From where he stood, Winston watched the instructor raise his arms above his head and lean forward—if not gracefully, with extraordinary skill and dexterity—the first knuckle of his fingers touching the toes.

"Tamam mı, yoldaşlar! "Okay, comrades! Aynen böyle yapmanızı istiyorum. Bir bakın bana. Otuz dokuz yaşındayım ve dört çocuk doğurdum. Şimdi beni izleyin. Yeniden öne eğildi. He leaned forward again. "Bakın, dizlerimi bükmüyorum." "Look, I'm not bending my knees." Sonra yeniden doğrulurken, "Hepiniz yapabilirsiniz, yeter ki isteyin," diye ekledi. Then, straightening up again, he added, "You can all do it, just ask." "Kırk beş yaşının altındaki herkes pekâlâ ayak parmaklarına dokunabilir. “Anyone under the age of forty-five may well touch their toes. Gerçi hepimiz ön saflarda savaşma ayrıcalığına sahip değiliz, ama hiç değilse hepimiz bedenimizi sağlam tutabiliriz. Although not all of us have the privilege of fighting on the front lines, at least we can all keep our bodies intact. Malabar cephesindeki evlatlarımızı anımsayın! Remember our sons on the Malabar front! Yüzen Kaleler'deki denizcileri anımsayın! Onların neler çektiklerini bir düşünün," dedi ve "Haydi bakalım, şimdi yeniden deneyin. Think about what they've been through,” he said, and “Come on, try again now. Evet, şimdi daha iyi, yoldaş, şimdi çok daha iyi,"diye ekledi yüreklendirici bir sesle. Yes, it's better now, comrade, much better now," he added encouragingly. Winston, büyük bir çaba göstererek, yıllardır ilk kez dizlerini bükmeden ayak parmaklarına dokunmayı başardı. With great effort, Winston was able to touch his toes without bending his knees for the first time in years.