×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - II (b)

1. Bölüm - II (b)

Zavallı kadın o çocuklarla cehennem hayatı yaşıyor olsa gerek, diye düşündü Winston. Bir iki yıla kalmaz, annelerinin küçücük bir sadakatsizliğini yakalamak için kadıncağızı gece gündüz izlemeye başlardı bunlar. Son zamanlarda nerdeyse tüm çocuklar korkunçlaşmıştı. En kötüsü de, Casuslar gibi örgütler aracılığıyla sistemli bir biçimde, başına buyruk küçük vahşilere dönüştürülmüş olmalarına karşın, Parti disiplinine en ufak bir baş kaldırma eğilimi göstermemeleriydi. Tam tersine, Partiye ve Parti'yle bağıntılı her şeye tapıyorlardı. Şarkılar, törenler, bayraklar, yürüyüşler, oyuncak tüfeklerle yapılan talimler, atılan sloganlar, Büyük Birader'e tapınmalar; onların gözünde bütün bunlar harika birer oyundu. Tüm vahşilikleri dışa vurmuş, Devlet düşmanlarına, yabancılara, hainlere, kundakçılara, düşünce suçlularına yönelmişti. Kendi çocuklarından korkmak, otuz yaşından büyükler için nerdeyse olağan bir şey olup çıkmıştı. Haksız da sayılmazlardı, çünkü gün geçmiyordu ki, Times gazetesinde, konuşmaları gizlice dinleyen alçak bir veledin –genellikle "çocuk kahraman" deniyordu bunlara– kulağına çalınan uzlaşmacı bir söz üzerine anasıyla babasını Düşünce Polisi'ne ihbar ettiğine ilişkin bir haber çıkmasın. Oğlanın sapanla attığı taşın acısı hafiflemişti. Winston gönülsüzce kalemi aldı, günceye yazacak daha başka ne bulabilirim, diye düşünüyordu. Birden aklına yine O'Brien geldi. Yıllar önce –ne kadar olmuştu? Yedi yıl olmalıydı– rüyasında kapkaranlık bir odada yürüdüğünü görmüştü. O geçerken, yanda oturan biri, "Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız," demişti. Bu söz, duyulur duyulmaz bir sesle, öylesine söylenmişti; bir buyruk gibi değil, bir açıklama gibi. Winston duraklamadan, yürüyüp gitmişti. İşin tuhafı, o sırada, rüyada söylenen bu sözler Winston'ı pek etkilememiş, ama sonradan yavaş yavaş anlam kazanmaya başlamıştı. O'Brien'ı ilk kez rüyadan önce mi, sonra mı gördüğünü şimdi anımsayamadığı gibi, sesin O'Brien'ın sesi olduğunu ilk kez ne zaman anladığını da anımsayamıyordu. Ama her nasılsa onun sesiydi işte. Karanlıkta onunla konuşan, O'Brien'dı. Winston, O'Brien'ın dost mu, düşman mı olduğunu hiçbir zaman çıkaramamıştı; sabahleyin gözlerinde yanıp sönen parıltıdan sonra bile emin olamamıştı bundan. Kaldı ki, o kadar önemli de değildi. Aralarında, sevgiden ya da partizanlıktan da önemli bir karşılıklı anlayış oluşmuştu. "Karanlığın hiç olmadığı yerde buluşacağız," demişti. Winston bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu, yalnızca bir gün bir biçimde gerçek olacağını biliyordu.

Tele-ekrandan gelen ses bir an kesildi. Suskun boşlukta dupduru ve çok güzel bir borazan sesi dolandı. Sonra o çatlak ses yeniden duyuldu:

"Dikkat! Dikkat! Malabar cephesinden az önce aldığımız habere göre, Güney Hindistan'daki birliklerimiz şanlı bir zafer kazanmıştır. Şu anda haberini verdiğimiz harekâtın, savaşı sonuna yaklaştırabileceğini söyleyebilirim. Haber şöyle..." Winston, kötü haber geliyor, diye geçirdi aklından. Ve düşündüğü gibi de çıktı; öldürülenler ve tutsak alınanların ürkütücü bir listesi eşliğinde, bir Avrasya ordusunun yok edilişinin olanca vahşetiyle anlatılmasını, çikolata tayınının gelecek haftadan başlayarak otuz gramdan yirmi grama düşürüleceği açıklaması izledi.

Winston bir kez daha geğirdi. Cinin etkisi hafifledikçe, içi boşalıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordu. Tele-ekranda –belki zaferi kutlamak, belki de elden giden çikolataları belleklerden silmek için– birden gümbür gümbür "Okyanusya, sana canımız feda" çalmaya başladı. Aslında hazır olda dinlemek gerekiyordu. Ama Winston oturduğu yerden görünmüyordu nasıl olsa.

"Okyanusya, sana canımız feda", yerini daha hafif bir müziğe bıraktı. Winston, sırtını tele-ekrana vererek, pencerenin önüne geldi. Hava hâlâ pırıl pırıl ve soğuktu. Uzaklarda bir yerde patlayan bir bombanın boğuk gümbürtüsü yankılandı. O sıralar Londra'ya haftada yirmi-otuz kadar bomba yağıyordu. Aşağıdaki sokakta, yırtık poster rüzgârla inip kalktıkça İNGSOS sözcüğü bir görünüp bir kayboluyordu. İngsos. İngsos'un kutsal ilkeleri. Yenisöylem, çiftdüşün, geçmişin değişebilirliği. Winston sanki deniz dibi ormanlarında öylesine dolaşıyordu, canavarca bir dünyada kaybolmuş gibiydi, ama canavar kendisiydi sanki. Bir başınaydı. Geçmiş yok olup gitmişti, geleceği düşlemek olanaksızdı. Ondan yana olduğuna güvenebileceği tek bir insan kalmış mıydı acaba? Sonra, Parti'nin egemenliğinin sonsuza kadar sürmeyeceğini nasıl bilebilirdi? Gerçek Bakanlığı'nın beyaz cephesindeki üç slogan, bir yanıt gibi karşısında duruyordu: SAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR CAHİLLİK GÜÇTÜR.

Winston cebinden bir yirmi beş sent çıkardı. Madeni paranın üstünde de küçük, okunaklı harflerle aynı sloganlar yazılıydı; öbür yanında ise Büyük Birader'in yüzü görülüyordu. Büyük Birader'in gözleri paranın üstünden bile sizi izliyordu. Paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üstünden... her yerden. Hep sizi izleyen o gözler ve sizi sarıp kuşatan o ses. Uykuda ya da uyanık, çalışırken ya da yemek yerken, içeride ya da dışarıda, banyoda ya da yatakta... kaçış yoktu. Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküp dışında, hiçbir şey sizin değildi.

Güneş yer değiştirmişti; Gerçek Bakanlığı'nın artık ışık almayan sayısız penceresi, bir kalenin mazgalları kadar korkunç görünüyordu. Piramit biçimindeki bu dev yapı, Winston'ın yüreğine yılgı saldı. Kaya gibiydi, ele geçirmek olanaksızdı. Bin bomba atılsa bile yıkılmazdı. Winston bir kez daha, günceyi kimin için tuttuğunu sordu kendi kendine. Gelecek için, geçmiş için... düşsel bir çağ için belki de. Üstelik kendisini bekleyen, ölüm değil, yok edilmeydi. Güncesi kül edilecek, kendisi de buhar olacaktı. Yazdıklarını, yakılıp yok edilmeden önce yalnızca Düşünce Polisi okuyacaktı. İnsan, ardında tek bir iz bile, bir kâğıt parçasına karalanmış tek bir adsız sözcük bile bırakamadıktan sonra, geleceğe nasıl seslenebilirdi?

Tele-ekranda saat on dördü vurdu. Winston'ın on dakika içinde evden çıkması gerekiyordu. On dört otuzda işte olmak zorundaydı.

Nedendir bilinmez, saatin vurması onu yeniden yüreklendirmişti sanki. Winston, kimsenin duymayacağı bir gerçeği dile getiren, kimi kimsesi olmayan biriydi. Ama bu gerçeği dile getirdiği sürece, belli belirsiz de olsa süreklilik kesintiye uğramayacaktı. İnsanlık kalıtı, sesini duyurarak değil, akıl sağlığını koruyarak sürdürülüyordu. Yeniden masanın başına oturdu, kalemini mürekkebe batırıp yazmaya başladı:

Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu, insanların birbirlerinden farklı oldukları ve yapayalnız yaşamadıkları bir zamana; gerçeğin var olduğu ve yapılanın yok edilemeyeceği bir zamana:

Tekdüzen çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından; selamlar!

Artık ölmüş olduğunu düşündü. İşte şimdi, düşüncelerini dile getirebilmeyi başardığında, can alıcı adımı attığını geçirdi aklından. Her davranışın sonuçlarını, o davranışın kendisi doğurur. Yeniden yazmaya koyuldu:

Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez: Düşünce suçunun KENDİSİ ölümdür.

Kendini ölü bir adam olarak kabul etmişti ya, elden geldiğince uzun süre hayatta kalmak önem kazanmıştı. Sağ elinin iki parmağına mürekkep bulaşmıştı. İşte tam da böyle bir ayrıntı insanı ele verebilirdi. Bakanlık'taki bağnaz bir gayretkeş (olasılıkla bir kadın; saçları kum sarısı, ufak tefek kadın ya da Kurmaca Dairesi'nde çalışan siyah saçlı kız gibi biri) öğle arasında neden yazdığını, neden eski moda bir kalem kullandığını, dahası ne yazdığını merak etmeye başlayabilir, sonra da bir ilgilinin kulağına kar suyu kaçırabilirdi. Banyoya gitti, insanın derisini zımpara kâğıdı gibi kazıyan, o yüzden de bu iş için çok uygun olan pürtüklü koyu kahverengi sabunla ellerini uzun uzun yıkayarak mürekkebi çıkardı.

Günceyi çekmeceye koydu. Gizlemeye kalkışmak gereksizdi, ama hiç değilse farkına varıp varmadıklarını anlayabilirdi. Sayfa arasına bir saç teli koysa çok belli olacaktı. Gözle görülür bir tutam beyazımsı tozu parmağının ucuyla aldı, güncenin kapağının bir köşesine sürdü, günce kımıldatılacak olursa toz dökülecekti.


1. Bölüm - II (b)

Zavallı kadın o çocuklarla cehennem hayatı yaşıyor olsa gerek, diye düşündü Winston. The poor woman must be living hell with those kids, Winston thought. Bir iki yıla kalmaz, annelerinin küçücük bir sadakatsizliğini yakalamak için kadıncağızı gece gündüz izlemeye başlardı bunlar. Within a year or two, they would start watching the woman day and night to catch the slightest infidelity of their mother. Son zamanlarda nerdeyse tüm çocuklar korkunçlaşmıştı. Nearly all the kids had gotten scary lately. En kötüsü de, Casuslar gibi örgütler aracılığıyla sistemli bir biçimde, başına buyruk küçük vahşilere dönüştürülmüş olmalarına karşın, Parti disiplinine en ufak bir baş kaldırma eğilimi göstermemeleriydi. Worst of all, they did not show the slightest inclination to rebel against Party discipline, even though they were systematically turned into small mavericks through organizations like the Spies. Tam tersine, Partiye ve Parti'yle bağıntılı her şeye tapıyorlardı. On the contrary, they worshiped the Party and everything connected with the Party. Şarkılar, törenler, bayraklar, yürüyüşler, oyuncak tüfeklerle yapılan talimler, atılan sloganlar, Büyük Birader'e tapınmalar; onların gözünde bütün bunlar harika birer oyundu. Songs, parades, flags, parades, drills with toy guns, slogans, Big Brother worship; In their eyes, all this was a great game. Tüm vahşilikleri dışa vurmuş, Devlet düşmanlarına, yabancılara, hainlere, kundakçılara, düşünce suçlularına yönelmişti. It had manifested all its brutality, directed against enemies of the State, foreigners, traitors, arsonists, thought criminals. Kendi çocuklarından korkmak, otuz yaşından büyükler için nerdeyse olağan bir şey olup çıkmıştı. Fear of their own children had become almost commonplace for those over the age of thirty. Haksız da sayılmazlardı, çünkü gün geçmiyordu ki, Times gazetesinde, konuşmaları gizlice dinleyen alçak bir veledin –genellikle "çocuk kahraman" deniyordu bunlara– kulağına çalınan uzlaşmacı bir söz üzerine anasıyla babasını Düşünce Polisi'ne ihbar ettiğine ilişkin bir haber çıkmasın. And they weren't right, for not a day went by when there wasn't a report in the Times that a lowly kid eavesdropping—often called "child heroes"—had reported his parents to the Thought Police on a conciliatory word. Oğlanın sapanla attığı taşın acısı hafiflemişti. The pain of the stone the boy threw with the sling had lessened. Winston gönülsüzce kalemi aldı, günceye yazacak daha başka ne bulabilirim, diye düşünüyordu. Reluctantly, Winston picked up the pen, thinking what else could I find to write in the diary. Birden aklına yine O'Brien geldi. He suddenly thought of O'Brien again. Yıllar önce –ne kadar olmuştu? Years ago – how long had it been? Yedi yıl olmalıydı– rüyasında kapkaranlık bir odada yürüdüğünü görmüştü. It must have been seven years – he had dreamed that he was walking in a dark room. O geçerken, yanda oturan biri, "Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız," demişti. "We'll meet someday where there's no darkness," someone sitting next to him had said as he passed. Bu söz, duyulur duyulmaz bir sesle, öylesine söylenmişti; bir buyruk gibi değil, bir açıklama gibi. This word had been spoken in an audibly loud voice; not like a command, but like an explanation. Winston duraklamadan, yürüyüp gitmişti. Without pausing, Winston had walked away. İşin tuhafı, o sırada, rüyada söylenen bu sözler Winston'ı pek etkilememiş, ama sonradan yavaş yavaş anlam kazanmaya başlamıştı. Oddly enough, the words spoken in the dream did not affect Winston very much at the time, but gradually they began to make sense. O'Brien'ı ilk kez rüyadan önce mi, sonra mı gördüğünü şimdi anımsayamadığı gibi, sesin O'Brien'ın sesi olduğunu ilk kez ne zaman anladığını da anımsayamıyordu. He couldn't remember now whether he had first seen O'Brien before or after the dream, nor could he remember when he had first realized that it was O'Brien's voice. Ama her nasılsa onun sesiydi işte. But somehow it was his voice. Karanlıkta onunla konuşan, O'Brien'dı. It was O'Brien who spoke to him in the dark. Winston, O'Brien'ın dost mu, düşman mı olduğunu hiçbir zaman çıkaramamıştı; sabahleyin gözlerinde yanıp sönen parıltıdan sonra bile emin olamamıştı bundan. Winston had never been able to determine whether O'Brien was friend or foe; He couldn't be sure of it, even after the twinkling gleam in his eyes in the morning. Kaldı ki, o kadar önemli de değildi. After all, it wasn't that important. Aralarında, sevgiden ya da partizanlıktan da önemli bir karşılıklı anlayış oluşmuştu. There was an important mutual understanding between them, whether out of love or partisanship. "Karanlığın hiç olmadığı yerde buluşacağız," demişti. "We'll meet where there's no darkness," he had said. Winston bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu, yalnızca bir gün bir biçimde gerçek olacağını biliyordu. Winston didn't know what that meant, he just knew that someday it would somehow come true.

Tele-ekrandan gelen ses bir an kesildi. The sound from the telescreen stopped for a moment. Suskun boşlukta dupduru ve çok güzel bir borazan sesi dolandı. A clear and beautiful trumpet sound swept through the silent space. Sonra o çatlak ses yeniden duyuldu: Then the crackling voice was heard again:

"Dikkat! "Attention! Dikkat! Attention! Malabar cephesinden az önce aldığımız habere göre, Güney Hindistan'daki birliklerimiz şanlı bir zafer kazanmıştır. According to the news we have just received from the Malabar front, our troops in South India have won a glorious victory. Şu anda haberini verdiğimiz harekâtın, savaşı sonuna yaklaştırabileceğini söyleyebilirim. I can say that the operation we are reporting now may bring the war to an end. Haber şöyle..." Here's the news..." Winston, kötü haber geliyor, diye geçirdi aklından. Bad news is coming, Winston thought. Ve düşündüğü gibi de çıktı; öldürülenler ve tutsak alınanların ürkütücü bir listesi eşliğinde, bir Avrasya ordusunun yok edilişinin olanca vahşetiyle anlatılmasını, çikolata tayınının gelecek haftadan başlayarak otuz gramdan yirmi grama düşürüleceği açıklaması izledi. And it turned out just as he thought; Accompanied by a startling list of those killed and captured, the brutal recount of the destruction of a Eurasian army was followed by the announcement that the chocolate ration would be reduced from thirty grams to twenty grams starting next week.

Winston bir kez daha geğirdi. Winston burps once more. Cinin etkisi hafifledikçe, içi boşalıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordu. As the demon's influence faded, she felt as if she was emptied. Tele-ekranda –belki zaferi kutlamak, belki de elden giden çikolataları belleklerden silmek için– birden gümbür gümbür "Okyanusya, sana canımız feda" çalmaya başladı. On the tele-screen, perhaps to celebrate the victory, perhaps to erase the lost chocolates from memory, "Oceania, we sacrifice our lives for you" began to play loudly. Aslında hazır olda dinlemek gerekiyordu. In fact, it was necessary to listen at the ready. Ama Winston oturduğu yerden görünmüyordu nasıl olsa. But Winston was nowhere to be seen from where he was sitting.

"Okyanusya, sana canımız feda", yerini daha hafif bir müziğe bıraktı. "Oceania, we sacrifice our lives for you" gave way to a lighter music. Winston, sırtını tele-ekrana vererek, pencerenin önüne geldi. Winston came to the window with his back to the telescreen. Hava hâlâ pırıl pırıl ve soğuktu. The air was still sparkling and cold. Uzaklarda bir yerde patlayan bir bombanın boğuk gümbürtüsü yankılandı. The muffled rumble of a bomb exploding somewhere in the distance echoed. O sıralar Londra'ya haftada yirmi-otuz kadar bomba yağıyordu. At that time, twenty to thirty bombs a week were falling on London. Aşağıdaki sokakta, yırtık poster rüzgârla inip kalktıkça İNGSOS sözcüğü bir görünüp bir kayboluyordu. In the street below, the word INGSOS appeared and disappeared as the torn poster rose and fell in the wind. İngsos. Ingsoc. İngsos'un kutsal ilkeleri. Sacred principles of Ingsoc. Yenisöylem, çiftdüşün, geçmişin değişebilirliği. Newspeak, think double, changeability of the past. Winston sanki deniz dibi ormanlarında öylesine dolaşıyordu, canavarca bir dünyada kaybolmuş gibiydi, ama canavar kendisiydi sanki. It was as if Winston was just wandering through the seabed forests, lost in a monstrous world, but as if the monster was himself. Bir başınaydı. He was alone. Geçmiş yok olup gitmişti, geleceği düşlemek olanaksızdı. The past was gone, it was impossible to imagine the future. Ondan yana olduğuna güvenebileceği tek bir insan kalmış mıydı acaba? Was there only one person left that he could trust to be on his side? Sonra, Parti'nin egemenliğinin sonsuza kadar sürmeyeceğini nasıl bilebilirdi? Then how could he know that the Party's dominance would not last forever? Gerçek Bakanlığı'nın beyaz cephesindeki üç slogan, bir yanıt gibi karşısında duruyordu: Three slogans on the white facade of the Ministry of Truth stood before him like a response: SAVAŞ BARIŞTIR  ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR  CAHİLLİK GÜÇTÜR. WAR IS PEACE FREEDOM IS SLAVERY IGNORANCE IS STRENGTH.

Winston cebinden bir yirmi beş sent çıkardı. Winston took a twenty-five cent from his pocket. Madeni paranın üstünde de küçük, okunaklı harflerle aynı sloganlar yazılıydı; öbür yanında ise Büyük Birader'in yüzü görülüyordu. The same slogans were written on the coin in small, legible letters; On the other side, Big Brother's face was visible. Büyük Birader'in gözleri paranın üstünden bile sizi izliyordu. Big Brother's eyes were watching you even over the money. Paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üstünden... her yerden. On coins, stamps, book covers, flags, posters, cigarette packs... everywhere. Hep sizi izleyen o gözler ve sizi sarıp kuşatan o ses. Those eyes that are always watching you and that voice that surrounds you. Uykuda ya da uyanık, çalışırken ya da yemek yerken, içeride ya da dışarıda, banyoda ya da yatakta... kaçış yoktu. Asleep or awake, working or eating, inside or outside, in the bathroom or in bed… there was no escape. Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküp dışında, hiçbir şey sizin değildi. Except for the few cubic centimeters inside your skull, nothing was yours.

Güneş yer değiştirmişti; Gerçek Bakanlığı'nın artık ışık almayan sayısız penceresi, bir kalenin mazgalları kadar korkunç görünüyordu. The sun had moved; The countless windows of the Ministry of Truth, which were no longer illuminated, looked as dreadful as the battlements of a castle. Piramit biçimindeki bu dev yapı, Winston'ın yüreğine yılgı saldı. The huge pyramid-shaped structure struck Winston's heart. Kaya gibiydi, ele geçirmek olanaksızdı. It was like a rock, impossible to capture. Bin bomba atılsa bile yıkılmazdı. Even if a thousand bombs were dropped, it would not be destroyed. Winston bir kez daha, günceyi kimin için tuttuğunu sordu kendi kendine. Gelecek için, geçmiş için... düşsel bir çağ için belki de. For the future, for the past... perhaps for an imaginary age. Üstelik kendisini bekleyen, ölüm değil, yok edilmeydi. Moreover, what awaited him was not death, but destruction. Güncesi kül edilecek, kendisi de buhar olacaktı. His diary would be ashes, and he would be vaporized. Yazdıklarını, yakılıp yok edilmeden önce yalnızca Düşünce Polisi okuyacaktı. Only the Thought Police would read what he wrote before it was burned down. İnsan, ardında tek bir iz bile, bir kâğıt parçasına karalanmış tek bir adsız sözcük bile bırakamadıktan sonra, geleceğe nasıl seslenebilirdi? How could one speak to the future when he could not leave a single trace behind him, not a single nameless word scribbled on a piece of paper?

Tele-ekranda saat on dördü vurdu. The clock struck fourteen on the telescreen. Winston'ın on dakika içinde evden çıkması gerekiyordu. Winston had to be out of the house in ten minutes. On dört otuzda işte olmak zorundaydı. He had to be at work at fourteen thirty.

Nedendir bilinmez, saatin vurması onu yeniden yüreklendirmişti sanki. For some reason, it was as if the ticking of the clock had reinvigorated him. Winston, kimsenin duymayacağı bir gerçeği dile getiren, kimi kimsesi olmayan biriydi. Winston was someone who had no one, voicing a truth no one would hear. Ama bu gerçeği dile getirdiği sürece, belli belirsiz de olsa süreklilik kesintiye uğramayacaktı. But as long as he spoke this truth, the continuity would not be interrupted, albeit imperceptibly. İnsanlık kalıtı, sesini duyurarak değil, akıl sağlığını koruyarak sürdürülüyordu. The legacy of humanity was maintained not by making one's voice heard, but by maintaining sanity. Yeniden masanın başına oturdu, kalemini mürekkebe batırıp yazmaya başladı: He sat down at the table again, dipped his pen in the ink and began to write:

Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu, insanların birbirlerinden farklı oldukları ve yapayalnız yaşamadıkları bir zamana; gerçeğin var olduğu ve yapılanın yok edilemeyeceği bir zamana: To the future or to the past, to a time when thought was free, when people were different from each other and did not live alone; to a time when truth exists and what is done cannot be destroyed:

Tekdüzen çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından; selamlar! From the age of uniformity, the age of solitude, the age of Big Brother, the age of doublethink; hi!

Artık ölmüş olduğunu düşündü. He thought he was dead now. İşte şimdi, düşüncelerini dile getirebilmeyi başardığında, can alıcı adımı attığını geçirdi aklından. Now, when he was able to express his thoughts, he thought that he had taken the crucial step. Her davranışın sonuçlarını, o davranışın kendisi doğurur. The consequences of every behavior are brought about by that behavior itself. Yeniden yazmaya koyuldu: He began to rewrite:

Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez: Düşünce suçunun KENDİSİ ölümdür. Thoughtcrime does not require death: thoughtcrime ITSELF is death.

Kendini ölü bir adam olarak kabul etmişti ya, elden geldiğince uzun süre hayatta kalmak önem kazanmıştı. Having considered himself a dead man, it became important to stay alive as long as possible. Sağ elinin iki parmağına mürekkep bulaşmıştı. Ink was smeared on two fingers of his right hand. İşte tam da böyle bir ayrıntı insanı ele verebilirdi. It is precisely such a detail that could betray a person. Bakanlık'taki bağnaz bir gayretkeş (olasılıkla bir kadın; saçları kum sarısı, ufak tefek kadın ya da Kurmaca Dairesi'nde çalışan siyah saçlı kız gibi biri) öğle arasında neden yazdığını, neden eski moda bir kalem kullandığını, dahası ne yazdığını merak etmeye başlayabilir, sonra da bir ilgilinin kulağına kar suyu kaçırabilirdi. A bigoted zealot at the Ministry (probably a woman; a small woman with brown hair or a black-haired girl working in the Fiction Department) may begin to wonder why she's writing during her lunch break, why she's using an old-fashioned pen, and what's more, what she's writing, and then it could have smuggled snow water into someone's ear. Banyoya gitti, insanın derisini zımpara kâğıdı gibi kazıyan, o yüzden de bu iş için çok uygun olan pürtüklü koyu kahverengi sabunla ellerini uzun uzun yıkayarak mürekkebi çıkardı. He went to the bathroom, washed his hands for a long time with a rough dark brown soap that scrapes one's skin like sandpaper, so it's perfect for the job, and removed the ink.

Günceyi çekmeceye koydu. He put the diary in the drawer. Gizlemeye kalkışmak gereksizdi, ama hiç değilse farkına varıp varmadıklarını anlayabilirdi. It was useless to try to hide it, but at least he could tell if they noticed. Sayfa arasına bir saç teli koysa çok belli olacaktı. It would have been very obvious if he had put a strand of hair between the pages. Gözle görülür bir tutam beyazımsı tozu parmağının ucuyla aldı, güncenin kapağının bir köşesine sürdü, günce kımıldatılacak olursa toz dökülecekti. He picked up a visible pinch of whitish powder with the tip of his finger, smeared it on one corner of the diary cover, and the diary would spill out if he moved it.