×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Kaderi Değiştiren, Dünyayı Değiştiren İman

Dünyayı Değiştiren İman

Bir şeye, hayatınızı değiştirecek, hatta insanların size bakışlarını değiştirecek kadar çok inandığınız oldu mu? Örneğin, bir öğretmeniniz sizi övüp teşvik ettiği için çok çalışıp üniversiteye gitmiş olabilirsiniz. Kimi zaman imanın gücünü unuturuz, ancak dünyayı döndüren budur. İnançlar siyasî görüşlerin ve tüm dünya dinlerinin temelini oluşturur. İnançlar ülkeleri kurar ve yıkar. Bu dersimizdeki iki kişinin yaşamlarında da, basit bir inanma eylemi onların sonsuza dek hatırlanacakları biçimi değiştirdi. Hatta kaderlerini değiştirdiğini bile söyleyebilirsiniz! Adil, Türkiye'nin doğu bölgesinde fakir bir köyde yaşayan 15 yaşında bir çocuktu. Bir çobanın oğluydu ve okuma yazma bile bilmiyordu. Ancak dürüstlüğü ve alçakgönüllülüğü sayesinde köyde çok saygı görüyordu. Adil'in hayatı çok basitti. Her sabah erkenden kalkarak ailenin ineğini sağıyor ve kahvaltı ediyordu. Yemekten sonra koyunları alarak kırlara çıkıyordu. Kurak mevsimlerde onlara yiyecek bulabilmek için uzun mesafeler yürümek zorundaydı. Hatta bazen dışarıda, yıldızların altında uyumak zorunda kalıyordu. Çobanlık çok kasvetli bir iş olabilir, ancak Adil'in kimi zaman onunla birlikte gelen arkadaşları vardı, bu da zaman geçirmesine yardımcı oluyordu. Arkadaşları yanında olmadığında, eski konuşmaları ve kendi düşünceleri ona yoldaşlık ediyordu. Adil çok cesur bir çocuk olmadığından, o gecelerden bazıları sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi geliyordu ve böceklerin cırıltısıyla kurtların ulumaları onu tüm gece uyanık tutuyordu. Yıldızların ışığı da olmasa, yalnızlığa dayanılacak gibi değildi. Yıl 1914'tü ve sıcak yaz günleri serinlemeye başlayıp sonbahar geldiğinde, Adil uzun bir kış için hazırlıklar yapmaya başladı. Ülkenin bu bölgesinde her zaman söylentiler dolaşırdı, çünkü İstanbul'un padişahlık saraylarından çok uzaktaydı ve gerçek haberler hiçbir zaman o kadar uzağa erişmezdi. Fakat son zamanlarda söylentiler iyice sıklaşıyordu ve hepsi de batıdan gelmiyordu. “İmparatorluk sıkıntıda. Sultan hükümetteki kontrolünü kaybetti. Savaş gelip Anadolu'ya dayandı ve hızlı davranmazsak üzerinde yaşadığımız toprağı bile kaybedebiliriz. Türkiye için “hasta adam” diyorlar.” Söylentiler rahatsız edici olsa da, Adil Osmanlı İmparatorluğu'nun çökeceğini, hele kendi hayatının değişeceğini hiç sanmıyordu. Hatta, Türklerin buraya ilk gelişinden beri belki de hiç değişmemişti. “Neden kimse bizim bölgemizden endişelensin veya burasıyla ilgilensin ki? Burada birkaç harap binadan başka hiçbir şey yok. Hatta insandan daha çok koyun var.” Kendi kendine düşünüyordu. Fakat kuşkularının endişeye dönüşmesi uzun sürmedi. İşlerin yolunda olmadığının ilk işareti, kasabaya iki aile geldiğinde görüldü. Tüm eşyalarını bir eşek arabasına yüklemişlerdi ve yorgun ve aç görünüyorlardı. Köylerinin yağmalandığını ve canlarını kurtarmak için kaçtıklarını söylediler. Ayrıntılı bilgi vermemelerine rağmen, çok korkunç bir şeye tanık oldukları belli oluyordu. Çok geçmeden köyden başka aileler ve kişiler geçmeye başladı. Bu aileler genellikle fazla kalmıyor ve çok şey istemiyorlardı, ancak ziyaretlerinin köyün ödediği bir bedeli oldu. Savaşın harabeye çevirdiği yerlerden getirdikleri mikroplar ve hastalıklar, köyün yerlilerine bulaşmaya başladı. Önce Adil'in annesi hasta oldu ve hayata tutunmak için mücadele verdikten sonra öldü. Adil'in babasının kalbi kırılmıştı, ancak oğlu için güçlü olması gerektiğini biliyordu. Ne yazık ki Adil'in babası da hastalandı ve doktor bakımı veya modern ilaçlar olmadan fazla zamanı yoktu. Çok az zamanı kaldığını bilerek, Adil'i yatağının başucuna çağırdı. “Oğlum, anneni kaybettin ve benim de bu dünyadaki zamanım doluyor. Bildiğim her şeyi sana öğrettim. Artık çocuk sayılmayacaksın. İnsan, anne ve babası ölmeden hiçbir zaman adam olamaz derler. Bir mucize olmazsa, bu zaman geldi.” “Baba, lütfen böyle konuşma. Kendi başımın çaresine bakamam. Ben sadece çocuğum ve tüm varlığım sensin. Ne yapacağım?” “Oğlum, herkesin hayatında büyümeleri gereken bir zaman gelir. Sen bir çobanın oğlusun ve işini çok iyi biliyorsun. Fakat senden başka bir şey yapmanı istiyorum. Bunu sana daha önce söylemedim, çünkü endişelenmeni istemedim. Ancak büyük devletimiz hakkındaki söylentiler doğru. Savaş kapılarımıza dayandı ve savaşacak cesur genç adamlara ihtiyaç var. Senin de savaşa gitmeni ve ailemize ve halkımıza şeref getirmeni istiyorum. Sen cesursun, dağlarda ve bayırlarda o yalnız geceleri göğüsle- diğin gibi bunu da göğüsleyebilirsin. Sana inanıyorum, oğlum!” “Baba, keşke ben de senin imanına sahip olsaydım. Kalbim ne kadar istese de, aklım doğru olmadığını biliyor. O gecelerin çoğunda titreyerek oturdum ve güneşin doğmasını bekledim. Kurtların ve yabani hayvanların beni parçalayacağı düşüncesiyle uykularım kaçtı. Ben cesur değilim, baba. Korkağım. Huzur içinde uyuyamıyordum bile.” “Adil, sen cesursun, bunu hiçbir zaman unutma. Korku etrafını kuşattığında bu basit hakikati hatırla yeter, seni tüm korkudan azat edecek.” Babası bu son sözleri söyledikten sonra, nefesi zayıflamaya başladı. Adil, babasını biraz daha hayatta tutabileceğini umarak, elini daha kuvvetle sıktı. Fakat baba, dudaklarında “Sen cesursun, sen cesursun” sözleriyle öldü. Adil yere yığılarak ağladı. Adil'e ne kadar zor gelse de, babasının dileklerini yerine getirdi ve köyden ayrıldı. Nereye gideceğini bilmiyordu, böylece batıya doğru yola koyuldu ve sonunda kendini İstanbul'un hemen dışında buldu. Gözlerine inanamadı. Daha önce hiç böyle bir yer görmemişti. Fakat turistik gezi için zamanı yoktu. Askere yazılması gerekiyordu. Yazıldıktan sonra kendisine çok az erzak ve cephane, bir silah ve üniforma verildi. Bir tümene yerleştirildi ve eğitim gördü. Adil'in tümeni Çanakkale'ye gönderildi ve saldırı söylentileri onları siper kazıp hazırlık yapmaya zorladı. Adil dışarıdan cesur ve güçlü gibi görünüyordu. Ancak içeride hâlâ ürkmüş bir çocuk gibiydi. Ancak genç olsun, yaşlı olsun, diğer askerlerin de korktuklarını fark edince, kendisini daha iyi hissetti. Hepsi de yalnızdı ve aileleriyle iletişimleri çok azdı veya hiç yoktu. Geceler soğuktu ve giysi dedikleri paçavralar onları ısıtmaya yetmiyordu. Fakat günler geçtikçe, Adil babasının sözlerine inanmaya başladı. Köyünden ayrılmış, tanıdığı herkesten daha uzun bir yolculuk yapmış, orduya yazılmıştı ve şimdi adını bile duymadığı bir yerden gelen bir düşmana karşı savaş hazırlığı yapıyordu. Adil saldırı olmaması için dua etti, fakat bombardıman umutlarını yıktı. Kıyıya hiç düşmanın geldiğini görecek kadar yaklaşmamıştı. Fakat yüz yüze gelmeleri an meselesiydi. Cephaneleri neredeyse tükenmişti, yiyecekleri kıttı ve Adil ölmek istemiyordu. Siperin ucunda yerini alıp boş silahını tuttuğunda, korku dayanılmaz hale geldi. Hücum emri verilip siperden dışarı doğru sürünürken, babasının sözleri beyninde çınlıyordu. Siperden sıçrayarak çıktı ve koşmaya başladı. Her tarafta askerler düşüyorlardı ve bir sonraki sipere ulaşamadan midesinde bir yanma hissetti. Sırtüstü yatıyor, göğe bakıyordu ve şu sözleri tekrarlıyordu: “Ben cesurum, ben cesurum, ben cesurum.” Bu sözleri babasının ölümünden beri kendi kendine tekrarlıyordu ve buna inanarak öldü. Adil'in babasının sözlerine olan inancı hem kendi kendine bakışını, hem de savaşın gidişatını değiştirdi. İnanç güçlü bir şeydir! Avram da pek çok yönden Adil gibiydi. Türkiye'nin doğusunda yaşayan bir çobanken, anayurdundan ayrıldı. Onu babasından ayıran ölümün acısını hissetmiş, özel bir görevi yerine getirmek için uzun yollar kat etmişti. Fakat Avram'ı böylesine benzersiz yapan şey, inancıydı. Her şeyi bilen ve kendisine görünmeyen hiçbir şeyin olmadığı Allah, hem onun inancını tanımış, hem de bu yüzden onu ödüllendirmişti. Öyküyü Yaratılış 15. bölüm, 1-3 ayetlerinden okumaya başlayalım: 1 Bundan sonra RAB bir görümde Avram'a, “Korkma, Avram” diye seslendi, “Senin kalkanın benim. Ödülün çok büyük olacak.” 2 Avram, “Ey Egemen RAB, bana ne vereceksin?” dedi, “Çocuk sahibi olamadım. Evim Şamlı Eliezer'e kalacak. 3 Bana çocuk vermediğin için evimdeki bir uşak mirasçım olacak.” Kutsal Kitap bu olaylardan, yani Avram'ın çağrılmasından, Mısır'a gitmesinden, Lut'u kurtarmasından ve Melkisedek'i şeref- lendirmesinden sonra, Allah'ın bir görümde Avram'a görünerek ona büyük bir ödül vaat ettiğini söylüyor. Avram'ın yanıtı basitti: “Bana ne vereceksin?” Önceki öykülerden Avram'ın güzel bir karısı olduğunu, cesaretini, servetini ve Allah'ın ona verdiği nimetleri biliyoruz. Bunlar yeryüzündeki neredeyse her adamı memnun etmeye yeterdi. Fakat sahip olmadığı bir şey vardı, bir mirasçı. Tüm hayatını, kendi öz çocuğunu elinde tutmanın gururunu, ayrıcalığını ve neşesini bilmeden geçirmişti. Bu ilerlemiş yaşında, bir mucize olmazsa böyle bir şansı olmayacağını biliyordu. Normal şartlarda, payına düşeni kaderi olarak kabul ederdi. Fakat Allah'ın bir planı vardı! Neler olduğunu görmek için 4. ve 5. ayetlere bakalım: 4 RAB yine seslendi: “O mirasçın olmayacak, öz çocuğun mirasçın olacak.” 5 Sonra Avram'ı dışarı çıkararak, “Göklere bak” dedi, “Yıldızları sayabilir misin? İşte, soyun o kadar çok olacak.” Hiç karanlıkta dışarıda oturup yıldızlara baktınız mı? En karanlık gecelerde, kent ışıklarından uzakta, sayısız noktacıklar karanlık dünyayı aydınlatır ve şekilsiz ufukta şekiller meydana getirir. Eminim ki hepimiz hayatlarımızda bir noktada geceleyin gökyüzüne bakarak hayretle durmuş, hatta belki de Avram gibi yıldızları saymaya çalışmıştır. Avram'ın zamanında dumanlı sisin, kent ışıklarının ve hava kirliliğinin olmayışı, gökyüzünün bugün gördüğümüzden daha temiz olmasını sağlıyordu. Hatta, Avram'ın zamanında gökyüzü muhtemelen Adil'in zamanındakinden çok farklı değildi. Günümüzde yıldızları saymanın ne kadar zor olduğunu bilerek, Avram için çölün ortasında durup berrak bir gecede gökyüzüne bakmanın nasıl bir şey olduğunu hayal edin. Fakat etkileyici olan yıldızların sayısı değildi. Daha ziyade, Allah'ın Avram'a bir mirasçı ve yıldızların sayısı kadar sınırsız bir soy vaat etmesiydi. Allah Avram'a bunu daha önce soyunu yerin tozuna benzeterek söylemişti, ancak zaman geçip Avram yaşlandıkça, Allah Avram'a onu unutmadığını hatırlatmak istedi. Belki bazılarımız için çok sayıda soy düşüncesi titrememize neden oluyordur. Fakat çocuğu olmayan Avram için ve çocukların büyük değeri olan bir çağda, baba, dede, büyük-büyükbaba olma beklentisi çok heyecanlı olmuş olmalı; özellikle de 85 yaşında ve tüm hayatı boyunca bekledikten sonra. Fakat bundan sonra olacak olan şey, çocuk sahibi olmaktan da heyecanlı, zira ebedî imalar içeriyor. 6. ayeti okuyalım: 6 Avram RAB'be iman etti, RAB bunu ona doğruluk saydı. Burada bir dakika durarak düşünelim. Allah “Avram, sen çok iyi biri oldun, bu yüzden sana doğru kişi denilecek”; veya “Avram, senin kurbanlarından hoşnudum ve bu nedenle seni doğru kişi ilan ediyorum” demiyor. Hayır, Kutsal Kitap kısaca Avram'ın iman ettiğini ve Allah'ın bunu onun için doğruluk olarak saydığını söylüyor. Pek çoğumuz için bu anlaşılması zor bir konudur. Allah birini nasıl olup da sırf O'na iman ettiği için doğru sayabilir? Bu sorunun yanıtını beklememiz gerekecek, çünkü burada yazılı değil, ancak Kutsal Kitap'ı çalışmaya devam ettikçe konu netleşecek. Şimdilik en önemli nokta, Allah'a iman gibi bir basit eylemin Avram'ın doğru sayılmasına yettiği! İnsanlar kimi zaman şahsî hayatlarımızdaki, hatta dünyadaki tüm önemli değişimlerin, bir fikir veya inançla başladığını unutuyorlar. Adil için bu kendisinin gerçekten cesur olduğuydu ve kendisini inandırdıktan sonra bir kahraman olarak bilindi. Ancak Avram'ın imanı kendisine veya kendi yeteneklerine değil, Allah'ın vaadini tutacağınaydı. Avram'ın doğruluğu, kendi kendisini ikna etmesinin sonucu da değildi. Aksine, Allah'ın onu doğru olarak ilan etmesinin sonucuydu. Fakat bu gerçek yalnızca Avram'la ilgili değil. Bu öykünün en heyecan verici yönü, Allah'ın önümüze bir insanın cesaretten, şöhretten, hatta prestijden daha büyük bir şeyi elde edebileceği gerçeğini koymuş olması. Sadece O'na inanırsak, bizim de doğru sayılacağımız gerçeği! Ne muhteşem ve yaşam değiştiren bir gerçek! Hatta bunun, kaderinizi değiştirmenin ilk adımı olduğunu söyleyebilirsiniz. Avram Allah'ın sözlerini dinledi, O'nun teklif ettiği şeyin insanî bakımdan mümkün olmadığını gördü ve Allah'ın ileri sürdüğü şeyi gerçekleştirebileceğine iman etti. Bu kadar basitti, işte bu öykü sayesinde Avram, İmanın Babası olarak bilinir. Fakat bu gerçek ise, yani iman doğruluğa yöneltiyorsa, aksi de doğru olmaz mı? Allah'ın size söylediğine inançsızlık ederseniz, bu sizi kötü yapar. Ayrıca, Allah'ın size ne söylediğini nasıl anlayabilirsiniz; Allah'tan gelen ile Şeytan'dan geleni ayırt etmenin bir yolu var mı? Tabii ki, Kutsal Kitap'taki yolculuğumuza devam ederken Allah'ın mesajı gitgide daha da netleşecek. Fakat şimdi öyküye geri dönelim, zira orada bitmiyor ve daha gece sona ermeden Avram'ın inancı, yani imanı test edilecek! Hatta, imanı hayatının geri kalanında sürekli test edilecek, denenecek ve kanıtlanacak! Öyküye 7-11 ayetlerinde devam edelim: 7 Tanrı Avram'a, “Bu toprakları sana miras olarak vermek için Kildaniler'in Ur Kenti'nden seni çıkaran RAB benim” dedi. 8 Avram, “Ey Egemen RAB, bu toprakları miras alacağımı nasıl bileceğim?” diye sordu. 9 RAB, “Bana bir düve, bir keçi, bir de koç getir” dedi,” Hepsi üçer yaşında olsun. Bir de kumruyla güvercin yavrusu getir.” 10 Avram hepsini getirdi, ortadan kesip parçaları birbirine karşı dizdi. Yalnız kuşları kesmedi. 11 Leşlerin üzerine konan yırtıcı kuşları kovdu. Avram atalarının izinden giderek ve Allah'la antlaşmasının bir simgesi olarak bir kurban verdi. Habil'in, Nuh'un ve şimdi de Avram'ın, her üçünün de Allah'a şükretmek, saygılarını sunmak ve O'nunla antlaşma yapmak için kurbanı kullandığını görmek ilginç. Allah'ın gücünün ve merhametinin her önemli gerçekleşmesinin veya sergilenmesinin kurbanla mühürlendiği anlaşılıyor. Peki Avram antlaşmanın kendi payına düşen kısmını yerine getirebilecek mi? Kötü günler geldiğinde inancını koruyabilecek mi? 12-16 ayetlerine bakalım: 12 Güneş batarken Avram derin bir uykuya daldı. Üzerine dehşet verici zifiri bir karanlık çöktü. 13 RAB Avram'a şöyle dedi: “Şunu iyi bil ki, senin soyun yabancı bir ülkede, gurbette yaşayacak. Dört yüz yıl kölelik edip baskı görecek. 14 Ama soyuna kölelik yaptıran ulusu cezalandıracağım. Sonra soyun oradan büyük mal varlığıyla çıkacak. 15 Sen de esenlik içinde atalarına kavuşacaksın. İleri yaşta ölüp gömüleceksin. 16 Soyunun dördüncü kuşağı buraya geri dönecek. Çünkü Amorlular'ın yaptığı kötülükler henüz doruğa varmadı.” Siz olsanız bu görüme nasıl tepki verirdiniz? Allah size bir ülke ve mirasçı vaat etmiş, sizi O'na inandığınız için doğru kişi olarak adlandırmış, ancak sonra torunlarınızın özgür olamayacaklarını öğreniyorsunuz. Yabancı bir ülkede yaşamaya zorlanacaklar, köle olarak çalışacaklar ve 400 yıl boyunca sıkıntı çekecekler. Bu, doğru bir adamın, olması gereken öyküsüne benzemiyor. Allah onun soyunun büyük bir ulus olacağını ve kendisinin tüm uluslara bereket olacağını söylemişti. Nasıl olur da kullarla ve kölelerle dolu bir büyük ulusunuz olabilir? Şüphesiz, doğru adamın akıbeti bu olacaksa, kim doğru adam unvanına sahip olmak ister ki? Dahası, bu haberi duyduktan sonra her sıradan adam tökezler ve imanını kaybederdi. Ancak Avram değil! Allah ona şimdiden uzun bir yol yürütmüştü ve o vazgeçmek üzere değildi. Ona boşuna İmanın Babası denilmemişti. 17-21 ayetlerini okuyarak öyküyü bitirelim: 17 Güneş batıp karanlık çökünce, dumanlı bir mangalla alevli bir meşale göründü ve kesilen hayvan parçalarının arasından geçti. 18-21 O gün RAB Avram'la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: “Mısır Irmağı'ndan büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan bu toprakları –Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını– senin soyuna vereceğim.” Olup bitecek olan her şeye rağmen, Allah Avram'ı her şeyin Kendisinin denetiminde olduğuna dair temin etti. Avram'ın imanı unutulmayacak ve ona verilen vaat yerine getirilecekti. Adil ve diğer Türkler savaşa gittiklerinde, uğruna savaş verdikleri şeye inanmışlardı. Türkiye'nin geleceğinin, kendilerinin ölmeye hazır oluşlarına bağlı olduğuna inanıyorlardı. Onların cesaretleri kadar ve bizim onlara minnettar olduğumuz kadar, Avram da bize hem birlikte ölmeye, hem de birlikte yaşamaya istekli olacağımız bir iman gösteriyor! Allah'a tam bir güven ve iman. Adil'in imanı bir ülkeyi değiştirdi, fakat Avram'ın imanı dünyayı değiştirdi. Adil'in imanı kendisine bakışını değiştirdi, fakat Avram'ın imanı Allah'ın ona bakışını değiştirdi. Sizin imanınız ne değiştiriyor?


Dünyayı Değiştiren İman The Faith that Changed the World

Bir şeye, hayatınızı değiştirecek, hatta insanların size bakışlarını değiştirecek kadar çok inandığınız oldu mu? Have you ever believed in something enough to change your life or even change the way people look at you? Örneğin, bir öğretmeniniz sizi övüp teşvik ettiği için çok çalışıp üniversiteye gitmiş olabilirsiniz. For example, you may have worked hard and gone to college because a teacher praised and encouraged you. Kimi zaman imanın gücünü unuturuz, ancak dünyayı döndüren budur. Sometimes we forget the power of faith, but it is what turns the world. İnançlar siyasî görüşlerin ve tüm dünya dinlerinin temelini oluşturur. Beliefs form the basis of political views and all world religions. İnançlar ülkeleri kurar ve yıkar. Beliefs build and destroy countries. Bu dersimizdeki iki kişinin yaşamlarında da, basit bir inanma eylemi onların sonsuza dek hatırlanacakları biçimi değiştirdi. In the lives of both people in this lesson, a simple act of believing changed the way they will be remembered forever. Hatta kaderlerini değiştirdiğini bile söyleyebilirsiniz! You could even say it changed their destiny! Adil, Türkiye'nin doğu bölgesinde fakir bir köyde yaşayan 15 yaşında bir çocuktu. Bir çobanın oğluydu ve okuma yazma bile bilmiyordu. Ancak dürüstlüğü ve alçakgönüllülüğü sayesinde köyde çok saygı görüyordu. However, he was highly respected in the village for his honesty and humility. Adil'in hayatı çok basitti. Her sabah erkenden kalkarak ailenin ineğini sağıyor ve kahvaltı ediyordu. Yemekten sonra koyunları alarak kırlara çıkıyordu. After the meal, he would take the sheep and go out to the countryside. Kurak mevsimlerde onlara yiyecek bulabilmek için uzun mesafeler yürümek zorundaydı. In the dry seasons they had to walk long distances to find food. Hatta bazen dışarıda, yıldızların altında uyumak zorunda kalıyordu. Sometimes he even had to sleep outside under the stars. Çobanlık çok kasvetli bir iş olabilir, ancak Adil'in kimi zaman onunla birlikte gelen arkadaşları vardı, bu da zaman geçirmesine yardımcı oluyordu. Shepherding can be a very dreary job, but Adil had friends who sometimes went with him, which helped pass the time. Arkadaşları yanında olmadığında, eski konuşmaları ve kendi düşünceleri ona yoldaşlık ediyordu. When his friends were not around, his old conversations and his own thoughts kept him company. Adil çok cesur bir çocuk olmadığından, o gecelerden bazıları sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi geliyordu ve böceklerin cırıltısıyla kurtların ulumaları onu tüm gece uyanık tutuyordu. Yıldızların ışığı da olmasa, yalnızlığa dayanılacak gibi değildi. Even without the light of the stars, loneliness was unbearable. Yıl 1914'tü ve sıcak yaz günleri serinlemeye başlayıp sonbahar geldiğinde, Adil uzun bir kış için hazırlıklar yapmaya başladı. Ülkenin bu bölgesinde her zaman söylentiler dolaşırdı, çünkü İstanbul'un padişahlık saraylarından çok uzaktaydı ve gerçek haberler hiçbir zaman o kadar uzağa erişmezdi. Fakat son zamanlarda söylentiler iyice sıklaşıyordu ve hepsi de batıdan gelmiyordu. But lately the rumors were getting more frequent and not all of them came from the west. “İmparatorluk sıkıntıda. Sultan hükümetteki kontrolünü kaybetti. Savaş gelip Anadolu'ya dayandı ve hızlı davranmazsak üzerinde yaşadığımız toprağı bile kaybedebiliriz. The war came to Anatolia and if we do not act quickly, we may even lose the land we live on. Türkiye için “hasta adam” diyorlar.” Söylentiler rahatsız edici olsa da, Adil Osmanlı İmparatorluğu'nun çökeceğini, hele kendi hayatının değişeceğini hiç sanmıyordu. Hatta, Türklerin buraya ilk gelişinden beri belki de hiç değişmemişti. In fact, maybe it hadn't changed at all since the Turks first came here. “Neden kimse bizim bölgemizden endişelensin veya burasıyla ilgilensin ki? “Why would anyone worry or care about our territory? Burada birkaç harap binadan başka hiçbir şey yok. Hatta insandan daha çok koyun var.” Kendi kendine düşünüyordu. Fakat kuşkularının endişeye dönüşmesi uzun sürmedi. But it didn't take long for her doubts to turn into worry. İşlerin yolunda olmadığının ilk işareti, kasabaya iki aile geldiğinde görüldü. The first sign that things weren't going well came when two families arrived in town. Tüm eşyalarını bir eşek arabasına yüklemişlerdi ve yorgun ve aç görünüyorlardı. They had loaded all their belongings on a donkey cart and looked tired and hungry. Köylerinin yağmalandığını ve canlarını kurtarmak için kaçtıklarını söylediler. Ayrıntılı bilgi vermemelerine rağmen, çok korkunç bir şeye tanık oldukları belli oluyordu. Çok geçmeden köyden başka aileler ve kişiler geçmeye başladı. Before long, other families and people began to pass through the village. Bu aileler genellikle fazla kalmıyor ve çok şey istemiyorlardı, ancak ziyaretlerinin köyün ödediği bir bedeli oldu. These families often didn't stay long and didn't ask for much, but their visits came at a price the village paid. Savaşın harabeye çevirdiği yerlerden getirdikleri mikroplar ve hastalıklar, köyün yerlilerine bulaşmaya başladı. The germs and diseases they brought from the places devastated by the war began to infect the natives of the village. Önce Adil'in annesi hasta oldu ve hayata tutunmak için mücadele verdikten sonra öldü. First, Adil's mother fell ill and died after struggling to hold on to life. Adil'in babasının kalbi kırılmıştı, ancak oğlu için güçlü olması gerektiğini biliyordu. Adil's father was heartbroken, but he knew he had to be strong for his son. Ne yazık ki Adil'in babası da hastalandı ve doktor bakımı veya modern ilaçlar olmadan fazla zamanı yoktu. Unfortunately, Adil's father also fell ill and did not have much time without medical care or modern medicines. Çok az zamanı kaldığını bilerek, Adil'i yatağının başucuna çağırdı. Knowing that he had little time left, he called Adil to his bedside. “Oğlum, anneni kaybettin ve benim de bu dünyadaki zamanım doluyor. “Son, you lost your mother and my time on this earth is running out. Bildiğim her şeyi sana öğrettim. Artık çocuk sayılmayacaksın. You will no longer be considered a child. İnsan, anne ve babası ölmeden hiçbir zaman adam olamaz derler. They say that a person can never be a man until his parents die. Bir mucize olmazsa, bu zaman geldi.” “Baba, lütfen böyle konuşma. Kendi başımın çaresine bakamam. I can't take care of myself. Ben sadece çocuğum ve tüm varlığım sensin. I am only a child and you are my whole being. Ne yapacağım?” “Oğlum, herkesin hayatında büyümeleri gereken bir zaman gelir. Sen bir çobanın oğlusun ve işini çok iyi biliyorsun. You are the son of a shepherd and you know your business very well. Fakat senden başka bir şey yapmanı istiyorum. Bunu sana daha önce söylemedim, çünkü endişelenmeni istemedim. Ancak büyük devletimiz hakkındaki söylentiler doğru. But the rumors about our great state are true. Savaş kapılarımıza dayandı ve savaşacak cesur genç adamlara ihtiyaç var. Senin de savaşa gitmeni ve ailemize ve halkımıza şeref getirmeni istiyorum. I want you to go to war and bring honor to our family and our people. Sen cesursun, dağlarda ve bayırlarda o yalnız geceleri göğüsle- diğin gibi bunu da göğüsleyebilirsin. You are brave, and you can bear it as you bore those lonely nights in the mountains and on the slopes. Sana inanıyorum, oğlum!” “Baba, keşke ben de senin imanına sahip olsaydım. I believe you, son!” “Father, I wish I had your faith too. Kalbim ne kadar istese de, aklım doğru olmadığını biliyor. As much as my heart desires, my mind knows it's not true. O gecelerin çoğunda titreyerek oturdum ve güneşin doğmasını bekledim. Most of those nights I sat shivering and waited for the sun to rise. Kurtların ve yabani hayvanların beni parçalayacağı düşüncesiyle uykularım kaçtı. I lost my sleep at the thought that wolves and wild animals would tear me apart. Ben cesur değilim, baba. Korkağım. Huzur içinde uyuyamıyordum bile.” “Adil, sen cesursun, bunu hiçbir zaman unutma. I couldn't even sleep peacefully." “Fair, you are brave, never forget that. Korku etrafını kuşattığında bu basit hakikati hatırla yeter, seni tüm korkudan azat edecek.” Babası bu son sözleri söyledikten sonra, nefesi zayıflamaya başladı. Adil, babasını biraz daha hayatta tutabileceğini umarak, elini daha kuvvetle sıktı. Fakat baba, dudaklarında “Sen cesursun, sen cesursun” sözleriyle öldü. Adil yere yığılarak ağladı. He collapsed to the ground and cried. Adil'e ne kadar zor gelse de, babasının dileklerini yerine getirdi ve köyden ayrıldı. No matter how hard it was for Adil, he fulfilled his father's wishes and left the village. Nereye gideceğini bilmiyordu, böylece batıya doğru yola koyuldu ve sonunda kendini İstanbul'un hemen dışında buldu. Gözlerine inanamadı. Daha önce hiç böyle bir yer görmemişti. Fakat turistik gezi için zamanı yoktu. Askere yazılması gerekiyordu. He had to enlist in the military. Yazıldıktan sonra kendisine çok az erzak ve cephane, bir silah ve üniforma verildi. Bir tümene yerleştirildi ve eğitim gördü. He was placed in a division and trained. Adil'in tümeni Çanakkale'ye gönderildi ve saldırı söylentileri onları siper kazıp hazırlık yapmaya zorladı. Adil's division was sent to Çanakkale, and rumors of attack forced them to dig trenches and prepare. Adil dışarıdan cesur ve güçlü gibi görünüyordu. Ancak içeride hâlâ ürkmüş bir çocuk gibiydi. Ancak genç olsun, yaşlı olsun, diğer askerlerin de korktuklarını fark edince, kendisini daha iyi hissetti. But when he realized that the other soldiers, young and old, were also afraid, he felt better. Hepsi de yalnızdı ve aileleriyle iletişimleri çok azdı veya hiç yoktu. Geceler soğuktu ve giysi dedikleri paçavralar onları ısıtmaya yetmiyordu. The nights were cold and the rags they called clothes were not enough to warm them. Fakat günler geçtikçe, Adil babasının sözlerine inanmaya başladı. But as the days passed, Adil began to believe his father's words. Köyünden ayrılmış, tanıdığı herkesten daha uzun bir yolculuk yapmış, orduya yazılmıştı ve şimdi adını bile duymadığı bir yerden gelen bir düşmana karşı savaş hazırlığı yapıyordu. He had left his village, had traveled longer than anyone he knew, had enlisted in the army, and was now preparing for war against an enemy from a place he had never even heard of. Adil saldırı olmaması için dua etti, fakat bombardıman umutlarını yıktı. He prayed for a fair attack, but the bombardment dashed his hopes. Kıyıya hiç düşmanın geldiğini görecek kadar yaklaşmamıştı. He had never come close enough to the shore to see the enemy coming. Fakat yüz yüze gelmeleri an meselesiydi. But it was only a matter of time before they met face to face. Cephaneleri neredeyse tükenmişti, yiyecekleri kıttı ve Adil ölmek istemiyordu. Siperin ucunda yerini alıp boş silahını tuttuğunda, korku dayanılmaz hale geldi. Fear became unbearable as he took his place at the edge of the trench and held his empty weapon. Hücum emri verilip siperden dışarı doğru sürünürken, babasının sözleri beyninde çınlıyordu. His father's words rang in his mind as the charge was ordered and he crawled out of the trench. Siperden sıçrayarak çıktı ve koşmaya başladı. He jumped out of the trench and started running. Her tarafta askerler düşüyorlardı ve bir sonraki sipere ulaşamadan midesinde bir yanma hissetti. Sırtüstü yatıyor, göğe bakıyordu ve şu sözleri tekrarlıyordu: “Ben cesurum, ben cesurum, ben cesurum.” Bu sözleri babasının ölümünden beri kendi kendine tekrarlıyordu ve buna inanarak öldü. He was lying on his back, looking at the sky and repeating the words: “I am brave, I am brave, I am brave.” He had been repeating these words to himself since his father's death, and he died believing it. Adil'in babasının sözlerine olan inancı hem kendi kendine bakışını, hem de savaşın gidişatını değiştirdi. Adil's belief in his father's words changed both his self-view and the course of the war. İnanç güçlü bir şeydir! Avram da pek çok yönden Adil gibiydi. Abram was like the Just in many ways. Türkiye'nin doğusunda yaşayan bir çobanken, anayurdundan ayrıldı. A shepherd living in eastern Turkey left his homeland. Onu babasından ayıran ölümün acısını hissetmiş, özel bir görevi yerine getirmek için uzun yollar kat etmişti. He had felt the pain of death that had separated him from his father, and had traveled long distances to fulfill a special mission. Fakat Avram'ı böylesine benzersiz yapan şey, inancıydı. But what made Abram so unique was his faith. Her şeyi bilen ve kendisine görünmeyen hiçbir şeyin olmadığı Allah, hem onun inancını tanımış, hem de bu yüzden onu ödüllendirmişti. Allah, who knows everything and has nothing invisible to him, both recognized his belief and rewarded him for this reason. Öyküyü Yaratılış 15. bölüm, 1-3 ayetlerinden okumaya başlayalım: 1 Bundan sonra RAB bir görümde Avram'a, “Korkma, Avram” diye seslendi, “Senin kalkanın benim. Ödülün çok büyük olacak.” 2 Avram, “Ey Egemen RAB, bana ne vereceksin?” dedi, “Çocuk sahibi olamadım. Evim Şamlı Eliezer'e kalacak. My home will be left to Eliezer of Damascus. 3 Bana çocuk vermediğin için evimdeki bir uşak mirasçım olacak.” Kutsal Kitap bu olaylardan, yani Avram'ın çağrılmasından, Mısır'a gitmesinden, Lut'u kurtarmasından ve Melkisedek'i şeref- lendirmesinden sonra, Allah'ın bir görümde Avram'a görünerek ona büyük bir ödül vaat ettiğini söylüyor. Avram'ın yanıtı basitti: “Bana ne vereceksin?” Önceki öykülerden Avram'ın güzel bir karısı olduğunu, cesaretini, servetini ve Allah'ın ona verdiği nimetleri biliyoruz. Bunlar yeryüzündeki neredeyse her adamı memnun etmeye yeterdi. Fakat sahip olmadığı bir şey vardı, bir mirasçı. But there was one thing he didn't have, an heir. Tüm hayatını, kendi öz çocuğunu elinde tutmanın gururunu, ayrıcalığını ve neşesini bilmeden geçirmişti. He had spent his entire life unaware of the pride, privilege, and joy of holding his own child. Bu ilerlemiş yaşında, bir mucize olmazsa böyle bir şansı olmayacağını biliyordu. At this advanced age, he knew he wouldn't have such a chance unless a miracle happened. Normal şartlarda, payına düşeni kaderi olarak kabul ederdi. Under normal circumstances, he would accept his share as his destiny. Fakat Allah'ın bir planı vardı! Neler olduğunu görmek için 4. ve 5. ayetlere bakalım: 4 RAB yine seslendi: “O mirasçın olmayacak, öz çocuğun mirasçın olacak.” 5 Sonra Avram'ı dışarı çıkararak, “Göklere bak” dedi, “Yıldızları sayabilir misin? İşte, soyun o kadar çok olacak.” Hiç karanlıkta dışarıda oturup yıldızlara baktınız mı? Here, your descendants will be so many.” Have you ever sat outside in the dark and looked at the stars? En karanlık gecelerde, kent ışıklarından uzakta, sayısız noktacıklar karanlık dünyayı aydınlatır ve şekilsiz ufukta şekiller meydana getirir. Eminim ki hepimiz hayatlarımızda bir noktada geceleyin gökyüzüne bakarak hayretle durmuş, hatta belki de Avram gibi yıldızları saymaya çalışmıştır. Avram'ın zamanında dumanlı sisin, kent ışıklarının ve hava kirliliğinin olmayışı, gökyüzünün bugün gördüğümüzden daha temiz olmasını sağlıyordu. Hatta, Avram'ın zamanında gökyüzü muhtemelen Adil'in zamanındakinden çok farklı değildi. Günümüzde yıldızları saymanın ne kadar zor olduğunu bilerek, Avram için çölün ortasında durup berrak bir gecede gökyüzüne bakmanın nasıl bir şey olduğunu hayal edin. Knowing how difficult it is to count the stars today, imagine what it was like for Abram to stand in the middle of the desert and look up at the sky on a clear night. Fakat etkileyici olan yıldızların sayısı değildi. But it wasn't the number of stars that was impressive. Daha ziyade, Allah'ın Avram'a bir mirasçı ve yıldızların sayısı kadar sınırsız bir soy vaat etmesiydi. Rather, it was God's promise to Abram an heir and an offspring as unlimited as the number of stars. Allah Avram'a bunu daha önce soyunu yerin tozuna benzeterek söylemişti, ancak zaman geçip Avram yaşlandıkça, Allah Avram'a onu unutmadığını hatırlatmak istedi. God had told Abram this before, comparing his lineage to the dust of the earth, but as time passed and Abram got older, God wanted to remind Abram that he had not forgotten him. Belki bazılarımız için çok sayıda soy düşüncesi titrememize neden oluyordur. Perhaps for some of us, the thought of multiple ancestry makes us shudder. Fakat çocuğu olmayan Avram için ve çocukların büyük değeri olan bir çağda, baba, dede, büyük-büyükbaba olma beklentisi çok heyecanlı olmuş olmalı; özellikle de 85 yaşında ve tüm hayatı boyunca bekledikten sonra. Fakat bundan sonra olacak olan şey, çocuk sahibi olmaktan da heyecanlı, zira ebedî imalar içeriyor. But what happens next is also exciting about having children, because it has eternal implications. 6\. ayeti okuyalım: 6 Avram RAB'be iman etti, RAB bunu ona doğruluk saydı. Burada bir dakika durarak düşünelim. Let's stop here and think for a minute. Allah “Avram, sen çok iyi biri oldun, bu yüzden sana doğru kişi denilecek”; veya “Avram, senin kurbanlarından hoşnudum ve bu nedenle seni doğru kişi ilan ediyorum” demiyor. Hayır, Kutsal Kitap kısaca Avram'ın iman ettiğini ve Allah'ın bunu onun için doğruluk olarak saydığını söylüyor. No, the Bible simply says that Abram believed and that God counted it as righteousness for him. Pek çoğumuz için bu anlaşılması zor bir konudur. Allah birini nasıl olup da sırf O'na iman ettiği için doğru sayabilir? Bu sorunun yanıtını beklememiz gerekecek, çünkü burada yazılı değil, ancak Kutsal Kitap'ı çalışmaya devam ettikçe konu netleşecek. Şimdilik en önemli nokta, Allah'a iman gibi bir basit eylemin Avram'ın doğru sayılmasına yettiği! The most important point for now is that a simple act like faith in God is enough to count Abram as true! İnsanlar kimi zaman şahsî hayatlarımızdaki, hatta dünyadaki tüm önemli değişimlerin, bir fikir veya inançla başladığını unutuyorlar. People sometimes forget that all important changes in our personal lives, even in the world, begin with an idea or belief. Adil için bu kendisinin gerçekten cesur olduğuydu ve kendisini inandırdıktan sonra bir kahraman olarak bilindi. For Adil, it was because he was really brave, and after making himself believe, he became known as a hero. Ancak Avram'ın imanı kendisine veya kendi yeteneklerine değil, Allah'ın vaadini tutacağınaydı. However, Abram's faith was not in himself or his abilities, but in keeping God's promise. Avram'ın doğruluğu, kendi kendisini ikna etmesinin sonucu da değildi. Nor was Abram's righteousness the result of his own persuasion. Aksine, Allah'ın onu doğru olarak ilan etmesinin sonucuydu. Rather, it was the result of God's declaration of it as righteous. Fakat bu gerçek yalnızca Avram'la ilgili değil. But this fact is not just about Abram. Bu öykünün en heyecan verici yönü, Allah'ın önümüze bir insanın cesaretten, şöhretten, hatta prestijden daha büyük bir şeyi elde edebileceği gerçeğini koymuş olması. The most exciting aspect of this story is that God has set before us the fact that a person can achieve something greater than courage, fame, or even prestige. Sadece O'na inanırsak, bizim de doğru sayılacağımız gerçeği! The fact that if we only believe in Him, we too will be considered righteous! Ne muhteşem ve yaşam değiştiren bir gerçek! Hatta bunun, kaderinizi değiştirmenin ilk adımı olduğunu söyleyebilirsiniz. You could even say that this is the first step in changing your destiny. Avram Allah'ın sözlerini dinledi, O'nun teklif ettiği şeyin insanî bakımdan mümkün olmadığını gördü ve Allah'ın ileri sürdüğü şeyi gerçekleştirebileceğine iman etti. Abram listened to the words of God, saw that what He had proposed was not humanly possible, and believed that he could do what God had set forth. Bu kadar basitti, işte bu öykü sayesinde Avram, İmanın Babası olarak bilinir. Fakat bu gerçek ise, yani iman doğruluğa yöneltiyorsa, aksi de doğru olmaz mı? But if this is true, that is, if faith leads to righteousness, wouldn't the opposite be true? Allah'ın size söylediğine inançsızlık ederseniz, bu sizi kötü yapar. If you disbelieve in what God has told you, it will make you bad. Ayrıca, Allah'ın size ne söylediğini nasıl anlayabilirsiniz; Allah'tan gelen ile Şeytan'dan geleni ayırt etmenin bir yolu var mı? Tabii ki, Kutsal Kitap'taki yolculuğumuza devam ederken Allah'ın mesajı gitgide daha da netleşecek. Fakat şimdi öyküye geri dönelim, zira orada bitmiyor ve daha gece sona ermeden Avram'ın inancı, yani imanı test edilecek! But now let's get back to the story, because it doesn't end there, and Abram's faith, his faith, will be tested before the night is over! Hatta, imanı hayatının geri kalanında sürekli test edilecek, denenecek ve kanıtlanacak! In fact, his faith will be constantly tested, tried and proven for the rest of his life! Öyküye 7-11 ayetlerinde devam edelim: 7 Tanrı Avram'a, “Bu toprakları sana miras olarak vermek için Kildaniler'in Ur Kenti'nden seni çıkaran RAB benim” dedi. Let's continue the story in verses 7-11: 7 God said to Abram, “I am the LORD who brought you out of Ur of the Chaldees to give you this land as an inheritance.” 8 Avram, “Ey Egemen RAB, bu toprakları miras alacağımı nasıl bileceğim?” diye sordu. 9 RAB, “Bana bir düve, bir keçi, bir de koç getir” dedi,” Hepsi üçer yaşında olsun. 9 “Bring me a heifer, a goat, and a ram,” said the LORD, “Let each be three years old. Bir de kumruyla güvercin yavrusu getir.” 10 Avram hepsini getirdi, ortadan kesip parçaları birbirine karşı dizdi. And bring a dove and pigeon chicks.” 10 Abram brought them all, cut them in half, and stacked the pieces against each other. Yalnız kuşları kesmedi. He didn't just cut the birds. 11 Leşlerin üzerine konan yırtıcı kuşları kovdu. 11 He drove away the birds of prey that landed on the carcasses. Avram atalarının izinden giderek ve Allah'la antlaşmasının bir simgesi olarak bir kurban verdi. Abram followed in the footsteps of his ancestors and offered a sacrifice as a symbol of his covenant with God. Habil'in, Nuh'un ve şimdi de Avram'ın, her üçünün de Allah'a şükretmek, saygılarını sunmak ve O'nunla antlaşma yapmak için kurbanı kullandığını görmek ilginç. It's interesting to see how Abel, Noah, and now Abram all three use sacrifice to give thanks to God, pay their respects, and make covenants with Him. Allah'ın gücünün ve merhametinin her önemli gerçekleşmesinin veya sergilenmesinin kurbanla mühürlendiği anlaşılıyor. It seems that every important realization or display of God's power and mercy is sealed by sacrifice. Peki Avram antlaşmanın kendi payına düşen kısmını yerine getirebilecek mi? Will Abram be able to keep his portion of the covenant? Kötü günler geldiğinde inancını koruyabilecek mi? 12-16 ayetlerine bakalım: 12 Güneş batarken Avram derin bir uykuya daldı. Let's look at verses 12-16: 12 As the sun set, Abram fell into a deep sleep. Üzerine dehşet verici zifiri bir karanlık çöktü. A dreadful darkness fell over him. 13 RAB Avram'a şöyle dedi: “Şunu iyi bil ki, senin soyun yabancı bir ülkede, gurbette yaşayacak. Dört yüz yıl kölelik edip baskı görecek. 14 Ama soyuna kölelik yaptıran ulusu cezalandıracağım. Sonra soyun oradan büyük mal varlığıyla çıkacak. 15 Sen de esenlik içinde atalarına kavuşacaksın. İleri yaşta ölüp gömüleceksin. 16 Soyunun dördüncü kuşağı buraya geri dönecek. 16 The fourth generation of his descendants will return here. Çünkü Amorlular'ın yaptığı kötülükler henüz doruğa varmadı.” Siz olsanız bu görüme nasıl tepki verirdiniz? For the wickedness of the Amorites has not yet reached its climax.” How would you react to this vision? Allah size bir ülke ve mirasçı vaat etmiş, sizi O'na inandığınız için doğru kişi olarak adlandırmış, ancak sonra torunlarınızın özgür olamayacaklarını öğreniyorsunuz. God has promised you a land and an heir, named you the right person because you believe in Him, but then you learn that your grandchildren will not be free. Yabancı bir ülkede yaşamaya zorlanacaklar, köle olarak çalışacaklar ve 400 yıl boyunca sıkıntı çekecekler. They will be forced to live in a foreign land, work as slaves and suffer for 400 years. Bu, doğru bir adamın, olması gereken öyküsüne benzemiyor. This doesn't sound like a true man's story. Allah onun soyunun büyük bir ulus olacağını ve kendisinin tüm uluslara bereket olacağını söylemişti. God had said that his descendants would be a great nation and that he would be a blessing to all nations. Nasıl olur da kullarla ve kölelerle dolu bir büyük ulusunuz olabilir? How can you have a great nation full of servants and slaves? Şüphesiz, doğru adamın akıbeti bu olacaksa, kim doğru adam unvanına sahip olmak ister ki? Dahası, bu haberi duyduktan sonra her sıradan adam tökezler ve imanını kaybederdi. Moreover, every ordinary man would stumble and lose faith after hearing this news. Ancak Avram değil! Allah ona şimdiden uzun bir yol yürütmüştü ve o vazgeçmek üzere değildi. Ona boşuna İmanın Babası denilmemişti. He was not called the Father of Faith for nothing. 17-21 ayetlerini okuyarak öyküyü bitirelim: 17 Güneş batıp karanlık çökünce, dumanlı bir mangalla alevli bir meşale göründü ve kesilen hayvan parçalarının arasından geçti. 18-21 O gün RAB Avram'la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: “Mısır Irmağı'ndan büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan bu toprakları –Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını– senin soyuna vereceğim.” Olup bitecek olan her şeye rağmen, Allah Avram'ı her şeyin Kendisinin denetiminde olduğuna dair temin etti. 18-21 That day the LORD made a covenant with Abram, saying to him, “I will call these lands—Ken, Keniz, Kadmon, Hittite, Periz, Refa, Amor, Canaan, Girgash, and Jebus—the lands that stretched from the Egyptian River to the great Euphrates. – I will give it to your descendants.” Despite everything that would happen, God assured Abram that everything was under His control. Avram'ın imanı unutulmayacak ve ona verilen vaat yerine getirilecekti. Abram's faith would not be forgotten, and the promise made to him would be fulfilled. Adil ve diğer Türkler savaşa gittiklerinde, uğruna savaş verdikleri şeye inanmışlardı. Türkiye'nin geleceğinin, kendilerinin ölmeye hazır oluşlarına bağlı olduğuna inanıyorlardı. They believed that Turkey's future depended on their readiness to die. Onların cesaretleri kadar ve bizim onlara minnettar olduğumuz kadar, Avram da bize hem birlikte ölmeye, hem de birlikte yaşamaya istekli olacağımız bir iman gösteriyor! As much as their courage and our gratitude for them, Abram shows us a faith in which we will be willing to both die and live together! Allah'a tam bir güven ve iman. Complete trust and faith in God. Adil'in imanı bir ülkeyi değiştirdi, fakat Avram'ın imanı dünyayı değiştirdi. Adil'in imanı kendisine bakışını değiştirdi, fakat Avram'ın imanı Allah'ın ona bakışını değiştirdi. Adel's faith changed the way he looked at himself, but Abram's faith changed God's view of him. Sizin imanınız ne değiştiriyor?