×

Wir verwenden Cookies, um LingQ zu verbessern. Mit dem Besuch der Seite erklärst du dich einverstanden mit unseren Cookie-Richtlinien.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - IX (a)

2. Bölüm - IX (a)

IX

Winston yorgunluktan pelte gibi olmuştu. Pelte gibi sözü, halini çok iyi anlatıyordu. Aklına öylesine gelivermişti. Vücudu pelte gibi gevşemekle kalmamış, pelte gibi saydamlaşmıştı da. Sanki elini kaldırıp baksa, içinden ışığı görebilecekti. Çalışmaktan pestili çıktığı için, sanki kan ve lenf damarları olduğu gibi boşalmış, geriye sinirler, kemikler ve deriden oluşan kırılgan bir yapı kalmıştı. Tüm duyuları ayağa kalkmış gibiydi. Tulumu sürtündükçe omuzlarını örseliyor, kaldırımda yürürken ayakları gıdıklanıyor, elini açıp kapatırken eklemleri çıtırdıyordu.

Beş günde doksan saatten fazla çalışmıştı. Bakanlıktaki herkes aynı durumdaydı. Tüm işleri bitirmiş, yapacağı hiçbir iş kalmamıştı, ertesi sabaha kadar hiçbir Parti işi yoktu. Gizli yerinde altı saat geçirebilir, yatağında dokuz saat yatabilirdi. Ilık ikindi güneşinde, pislik içindeki bir sokakta ağır ağır yürüyerek Bay Charrington'ın dükkânına yöneldi; devriyeler geliyor mu diye ortalığı kolaçan edip duruyordu, ama her nedense o gün başına bir şey gelmeyeceğine inanıyordu. Taşımakta olduğu ağır çanta, attığı her adımda dizine çarpıyor, bacağını sızım sızım sızlatıyordu. Çantanın içindeki kitap altı gündür onda olmasına karşın, daha açıp bakmamıştı bile.

Nefret Haftası'nın altıncı günü, geçit törenleri, nutuk atmalar, bağırıp çağırmalar, şarkılar, bayraklar, posterler, filmler, balmumu heykeller, davulların gümbürtüsü, trompetlerin cayırtısı, postalların raprapları, tank paletlerinin gıcırtıları, bir sürü uçağın gürültüsü ve topların gümbürtüsü arasında geçen altı günün sonunda, büyük orgazm doruğuna ulaşmak üzereyken, Avrasya'ya duyulan nefret insanları törenlerin son günü ortalık yerde asılacak iki bin Avrasyalı savaş suçlusunu ele geçirseler oracıkta paramparça edecek kadar çıldırtmışken, işte tam o sırada Okyanusya'nın Avrasya'yla savaşta olmadığı açıklanmıştı. Okyanusya Doğuasya'yla savaştaydı, Avrasya Okyanusya'nın müttefikiydi.

Hiç kuşkusuz, herhangi bir değişiklik olduğu kabul ediliyor değildi. Apansızın aynı anda her yerde, düşmanın Avrasya değil, Doğuasya olduğu öğrenilmişti, hepsi bu. O sırada Winston, Londra'nın merkezindeki meydanlardan birinde düzenlenen bir gösterideydi. Gecenin o saatinde, ışıldaklar altındaki beyaz yüzler ve kızıl bayraklar korkunç görünüyordu. Meydanı, aralarında Casusların üniformalarını giymiş bin kadar öğrencinin de bulunduğu binlerce insan doldurmuştu. İç Parti üyesi, kolları aşırı uzun, kocaman kel kafasında birkaç tel saç kalmış, ufak tefek, bir deri bir kemik bir hatip, kızıl kumaşla kaplanmış bir kürsüde kalabalığa tirat atıyordu. Bu eciş bücüş mezar kaçkını, bir eliyle mikrofonu yakalamış, kemikli kolunun ucundaki öbür pençesini de gözdağı verircesine savururken, düpedüz nefret kusuyordu. Amplifikatörlerin madenileştirdiği bir sesle cıyak cıyak bağırarak vahşetlerden, kıyımlardan, sürgünlerden, yağmalamalardan, ırza geçmelerden, tutsaklara yapılan işkencelerden, sivillerin bombalanmasından, yalan propagandalardan, haksız saldırılardan, çiğnenen antlaşmalardan dem vurmaktaydı. Onu dinleyenler bir kere bütün söylediklerine inanıyorlar, sonra da giderek öfkeden kuduruyorlardı. Kalabalık zaman zaman galeyana geliyor, binlerce gırtlaktan çıkan karşı konulmaz vahşi hayvan kükremeleri, konuşmacının sesini bastırıyordu. En yabanıl haykırışlar öğrencilerden çıkıyordu. Söylev başlayalı yirmi dakika kadar olmuştu ki, kürsüye fırlayan bir ulak konuşmacıya katlanmış bir kâğıt verdi. Konuşmacı, söylevine ara vermeden, kâğıdı açıp okudu. Sesinde ve tavrında da, söylediklerinin içeriğinde de hiçbir değişiklik olmadı, ama birden adlar değişti. Tek bir söz söylenmeden, kalabalık o saat anlamıştı olan biteni. Okyanusya, Doğuasya'yla savaşıyordu! Çok geçmeden kızılca kıyamet koptu. Meydanı donatan bayraklar ve posterlerin hepsi yanlıştı! Nerdeyse yarısında yanlış yüzler vardı. Sabotajdı bu! Goldstein'ın ajanları işbaşındaydı! Ortalık karışmıştı; posterler duvarlardan sökülüyor, paramparça edilen bayrakların üstünde tepiniliyordu. Casuslara bağlı gençler, bir solukta damlara tırmanıp bacalardan sarkan flamaları keserken harikalar yaratıyorlardı. Ama her şey iki üç dakika içinde olup bitmişti. Konuşmacı ise, öne eğilmiş, bir eliyle mikrofona yapışmış, öbür elini havada savurarak söylevini hâlâ sürdürüyordu. Bir dakika geçti geçmedi, kalabalıktan yine vahşi öfke haykırışları yükseldi. Nefret biraz önceki gibi sürüyordu, hedefi değişmişti, o kadar.

Bütün bunlar olup biterken, Winston'ı en çok etkileyen de, konuşmacının cümlenin tam ortasında, bir an duraksamadan, dahası sözdizimini bile bozmadan, düşmanın adını değiştirivermiş olmasıydı. Ama o sırada başka işi vardı. Posterler duvarlardan sökülürken meydana gelen karışıklıkta, yüzünü görmediği bir adam omzuna dokunarak, "Özür dilerim, galiba çantanızı düşürdünüz," demişti. Winston da, hiçbir şey demeden, kendisine uzatılan çantayı alıvermişti. Çantanın içine günler sonra bakabileceğinin farkındaydı. Gösteri biter bitmez, saatin yirmi üçe geldiğine bakmadan, doğruca Gerçek Bakanlığı'na gitti. Bakanlıkta çalışan herkes oradaydı. Tele-ekranlardan herkesi görev yerine çağıran buyruklara pek gerek kalmamıştı.

Okyanusya, Doğuasya'yla savaştaydı: Okyanusya, hep savaştaydı Doğuasya'yla. Son beş yılın politik yayınlarının büyük bir bölümünün artık hiçbir geçerliliği kalmamıştı. Tekmil rapor ve kayıtların, gazeteler, kitaplar, broşürler, filmler, ses bantları ve fotoğrafların hepsinin en kısa zamanda düzeltilmesi gerekiyordu. Gerçi herhangi bir yönerge yayımlanmış değildi, ama Daire'deki bölüm başkanlarının, Avrasya'yla savaş ya da Doğuasya'yla ittifakla ilgili her şeyin bir hafta içinde yok edilmesini isteyecekleri belliydi. Yapılacak çok iş vardı, ama işlemlerin gerçek adlarıyla anılamaması işin yükünü daha da artırıyordu. Kayıt Dairesi'nde herkes günde on sekiz saat çalışıyor, ancak üçer saatlik iki molada uyku uyuyabiliyordu. Aşağıdan şilteler getirilip koridorlara serilmişti; yemek saatlerinde kantin görevlileri servis arabalarıyla sandviç ve Zafer Kahvesi dağıtıyorlardı. Winston her uyku molasından önce masasındaki tüm işleri bitirmeye özen gösteriyor, ama çapaklı gözler ve ağrılar içinde sürünerek geri döndüğünde, masayı, çığ gibi yükselen ve söyleyaz'ın üstünden yerlere taşan kâğıt rulolarıyla kaplı buluyor, ilk işi, çalışabileceği bir yer açmak için onları toplayıp düzene sokmak oluyordu. En kötüsü de, yaptığı işin tümüyle mekanik çalışmadan oluşmamasıydı. Gerçi bir adı başka bir adla değiştirmek çoğu zaman yeterli oluyordu, ama ayrıntılı raporların hazırlanması büyük bir özen ve hayal gücü gerektiriyordu. Savaşı dünyanın bir yerinden alıp başka bir yerine taşıyabilmek için bile iyi coğrafya bilmek gerekiyordu.

Üçüncü gün artık gözlerinin içi zonkluyor, ikide bir gözlüğünü silmek zorunda kalıyordu. Eziyetli bir beden işiyle uğraşmaktan farkı yoktu bunun; zaman zaman, hiç yapmasa haklı olacağını düşünüyor, ama sonunda tamamlamak için kendini yiyip bitiriyordu. Anımsayabildiği kadarıyla, söyleyaz'a yazdırdığı her sözcüğün, kaleminden çıkan her sözün kuyruklu birer yalan olmasına aldırmıyordu. Dairedeki herkes gibi o da, sahtekârlığın kusursuz olması için çabalıyordu. Altıncı günün sabahı kâğıt rulolarının gelişinde bir yavaşlama oldu. Yarım saat kadar borudan hiçbir şey gelmedi; sonra bir rulo geldi ve yine durdu. İş her yerde hemen hemen aynı anda hafifliyordu. Tüm Daire'de herkes sanki gizliden gizliye derin bir nefes almıştı. Hiçbir zaman anlatılamayacak, çok büyük bir iş başarılmıştı. Artık hiç kimse Avrasya'yla savaşılmış olduğunu belgelere dayanarak kanıtlayamazdı. Saat on ikide, Bakanlık çalışanlarının ertesi sabaha kadar izinli oldukları açıklandı. Winston, kitabın bulunduğu çantayı çalışırken bacaklarının arasına koymuş, uyurken de koynuna almıştı; çantayı kapıp doğruca eve gitti, tıraş oldu; su o kadar sıcak olmamasına karşın az kalsın banyoda uyuyakalacaktı.

Eklemleri sızım sızım sızlayarak Bay Charrington'ın dükkânının merdivenini çıktı. Yorgundu, ama uykusunu almıştı. Camı açtı, kirli küçük gaz sobasını yakıp kahve için bir kap su koydu. Julia birazdan gelirdi; bu arada kitabı okuyabilirdi. Kirli koltuğa oturup çantanın kayışlarını açtı.

Acemice ciltlenmiş, kapağında bir ad ya da başlık olmayan, kalın, siyah bir kitap. Baskısı da baştan savma görünüyordu. Sayfaların kenarları aşınmıştı, sayfalar insanın elinde kalıyordu, pek çok kişinin elinden geçtiği belliydi. Başlık sayfasında şöyle yazıyordu:

OLİGARŞİK KOLEKTİVİZMİN TEORİ VE PRATİĞİ

Emmanuel Goldstein

Winston okumaya başladı:

Birinci Bölüm

Cehalet Güçtür.

Bilinen tarih boyunca, olasılıkla Neolitik Çağ'ın sona ermesinden bu yana, dünyada üç tür insan olagelmiştir: Yüksek, Orta ve Aşağı. Bunlar kendi içlerinde de pek çok alt bölüme ayrılmışlar, sayısız ad taşımışlar, sayıları ve birbirlerine karşı tutumları çağdan çağa değişmiş, ama toplumun temel yapısı hiçbir zaman değişmemiştir. Olağanüstü ayaklanmalar ve kesin görünen değişimlerden sonra bile, tıpkı ne kadar hızlı döndürülürse döndürülsün dönme ekseni doğrultusu hep aynı kalan bir jiroskop gibi, aynı düzen hep kendini yeniden dayatmıştır.

Bu üç kesimin amaçları asla uzlaştırılamaz...

Winston okumayı bıraktı: Rahat rahat, güven içinde okuyor olmanın tadını çıkarmak istiyordu. Bir başınaydı: ne tele-ekran ne anahtar deliğinden bir dinleyen. İkide bir arkasına dönüp bakması ya da okuduğu sayfayı eliyle kapaması da gerekmiyordu. Tatlı yaz havası yanaklarını okşuyordu. Uzaklardan bir yerden çocukların belli belirsiz bağırtıları geliyordu: Odada saatin tiktaklarından başka bir ses yoktu. Koltuğa biraz daha gömülüp ayaklarını şöminenin siperliğine uzattı. Mutluluk buydu işte, sonsuzluk buydu. Birden, insanın her sözcüğünü tekrar tekrar okuyacağını bildiği bir kitapta yaptığı gibi, kitabın başka bir yerini açtı ve kendini üçüncü bölümde buldu. Okumaya devam etti:

Üçüncü Bölüm

Savaş Barıştır.

Dünyanın üç büyük süper-devlete bölünmesi, yirminci yüzyılın ortalarına gelinmeden öngörülebilecek ve gerçekten de öngörülmüş bir olaydı. Avrupa'nın Rusya tarafından, Britanya İmparatorluğu'nun da Birleşik Devletler tarafından ele geçirilmesiyle birlikte, var olan üç devletten ikisi oluşmuştu bile. Üçüncü devlet Doğuasya ise, ancak on yıl kadar süren karışık savaşlardan sonra ortaya çıktı. Üç süper-devlet arasındaki sınırlar kimi yerlerde rastgele oluşmuştur, kimi yerlerde savaşın gidişine göre değişip durur, ama genellikle coğrafi konuma uyar. Avrasya, Portekiz'den Bering Boğazı'na kadar, Avrupa'nın ve Asya anakarasının tüm kuzeyini kapsar. Okyanusya, Kuzey ve Güney Amerika'yı, aralarında Britanya Adaları'nın da bulunduğu Atlas Okyanusu adalarını, Avustralasya'yı ve Afrika'nın güneyini içine alır. Ötekilerden daha küçük olan ve batı sınırı pek o kadar belirli olmayan Doğuasya ise, Çin ve onun güneyindeki ülkeleri, Japon adalarını ve Mançurya, Moğolistan ve Tibet'in büyük ama durmadan değişen bir bölümünü kapsar.

Bu üç süper-devlet, saflaşmalar değişmekle birlikte, son yirmi beş yıldır birbiriyle sürekli savaşmaktadır. Ne var ki, savaş artık yirminci yüzyılın ilk onyıllarındaki amansız yok etme savaşı olmaktan çıkmıştır. Birbirlerini yok edemeyen, birbirleriyle savaşmaları için hiçbir somut nedenleri olmadığı gibi, aralarında gerçek bir ideolojik ayrılık da bulunmayan taraflar arasında, sınırlı hedefleri olan bir savaştır bu. Ancak bu, çarpışmaların ya da savaşla ilgili tutumun eskisi kadar gaddarca olmaktan çıktığı ya da daha soylu bir niteliğe büründüğü anlamına gelmemektedir. Tam tersine, savaş çılgınlığı tüm ülkelerde olanca evrenselliğiyle sürmekte; ırza geçme, yağmalama, çocukları boğazlama, tüm halkı köleleştirme, hatta tutsakların kaynar suya atılması ve diri diri gömülmesi gibi eylemler olağan sayılmakta, dahası bütün bunlar düşman tarafından değil de kendi ülkeniz tarafından yapılıyorsa, övgüyle karşılanmaktadır. Ama doğrudan savaşa giren insanların sayısı pek az olduğu gibi, bunların çoğu iyi eğitim görmüş ve uzlaşmış kişilerdir; üstelik savaş eskiye oranla çok daha az kayba yol açmaktadır. Meydana gelen çarpışmalar da, sokaktaki insanın pek haberinin olmadığı belirsiz sınırlarda ya da deniz yollarındaki stratejik noktaları koruyan Yüzen Kalelerin çevresinde gerçekleşmektedir. Savaş, uygarlık merkezlerinde, tüketim maddelerinin durmadan kısıtlanmasından ve arada sırada otuz kırk kişinin ölümüne yol açan tepkili bombalardan başka bir anlam taşımamaktadır. Aslında savaş nitelik değiştirmiştir. Daha doğrusu, savaşın nedenlerinin önem sırası değişmiştir. Yirminci yüzyılın başlarındaki büyük savaşlarda sınırlı bir rol oynayan güdüler artık başat bir duruma gelmiştir ve bilinçli bir kabul görmekte ve temel alınmaktadır.


2. Bölüm - IX (a) Part 2 - IX (a)

IX IX

Winston yorgunluktan pelte gibi olmuştu. Winston was mushy with exhaustion. Pelte gibi sözü, halini çok iyi anlatıyordu. His words, like jelly, were describing his state very well. Aklına öylesine gelivermişti. That's how it came to mind. Vücudu pelte gibi gevşemekle kalmamış, pelte gibi saydamlaşmıştı da. His body had not only relaxed like a jelly, but had turned as clear as a jelly. Sanki elini kaldırıp baksa, içinden ışığı görebilecekti. It was as if if he raised his hand to look, he would be able to see the light inside. Çalışmaktan pestili çıktığı için, sanki kan ve lenf damarları olduğu gibi boşalmış, geriye sinirler, kemikler ve deriden oluşan kırılgan bir yapı kalmıştı. Because the work had become mushy, it was as if the blood and lymph vessels had emptied, leaving behind a fragile structure made of nerves, bones and skin. Tüm duyuları ayağa kalkmış gibiydi. All his senses seemed to have lifted. Tulumu sürtündükçe omuzlarını örseliyor, kaldırımda yürürken ayakları gıdıklanıyor, elini açıp kapatırken eklemleri çıtırdıyordu. His overalls rubbed against his shoulders, his feet tickled as he walked on the pavement, his knuckles cracked as he opened and closed his hands.

Beş günde doksan saatten fazla çalışmıştı. He had worked more than ninety hours in five days. Bakanlıktaki herkes aynı durumdaydı. Everyone in the ministry was in the same situation. Tüm işleri bitirmiş, yapacağı hiçbir iş kalmamıştı, ertesi sabaha kadar hiçbir Parti işi yoktu. He had finished all the work, had nothing left to do, no Party work until the next morning. Gizli yerinde altı saat geçirebilir, yatağında dokuz saat yatabilirdi. He could spend six hours in his hiding place, nine hours in his bed. Ilık ikindi güneşinde, pislik içindeki bir sokakta ağır ağır yürüyerek Bay Charrington'ın dükkânına yöneldi; devriyeler geliyor mu diye ortalığı kolaçan edip duruyordu, ama her nedense o gün başına bir şey gelmeyeceğine inanıyordu. In the warm afternoon sun he walked slowly down a dingy street to Mr Charrington's shop; He kept looking around to see if patrols were coming, but for some reason he believed that nothing would happen to him that day. Taşımakta olduğu ağır çanta, attığı her adımda dizine çarpıyor, bacağını sızım sızım sızlatıyordu. The heavy bag he was carrying was hitting his knee with every step he took, making his leg aching. Çantanın içindeki kitap altı gündür onda olmasına karşın, daha açıp bakmamıştı bile. The book in the bag had been in his possession for six days, but he had not even opened it to look at it.

Nefret Haftası'nın altıncı günü, geçit törenleri, nutuk atmalar, bağırıp çağırmalar, şarkılar, bayraklar, posterler, filmler, balmumu heykeller, davulların gümbürtüsü, trompetlerin cayırtısı, postalların raprapları, tank paletlerinin gıcırtıları, bir sürü uçağın gürültüsü ve topların gümbürtüsü arasında geçen altı günün sonunda, büyük orgazm doruğuna ulaşmak üzereyken, Avrasya'ya duyulan nefret insanları törenlerin son günü ortalık yerde asılacak iki bin Avrasyalı savaş suçlusunu ele geçirseler oracıkta paramparça edecek kadar çıldırtmışken, işte tam o sırada Okyanusya'nın Avrasya'yla savaşta olmadığı açıklanmıştı. The sixth day of the Week of Hate is the sixteenth day of parades, speeches, shouts, songs, flags, posters, movies, wax statues, the thud of drums, the screeching of trumpets, the rapping of boots, the creaking of tank pallets, the roar of many airplanes, and the rumble of cannons. At the end of the day, just as the great orgasm was about to reach its climax, it was announced that Oceania was not at war with Eurasia, just as the hatred of Eurasia had driven people so mad that they would shatter two thousand Eurasian war criminals who would be hanged in public on the last day of the ceremonies. Okyanusya Doğuasya'yla savaştaydı, Avrasya Okyanusya'nın müttefikiydi. Oceania was at war with Eastasia, Eurasia was Oceania's ally.

Hiç kuşkusuz, herhangi bir değişiklik olduğu kabul ediliyor değildi. Admittedly, no change was acknowledged. Apansızın aynı anda her yerde, düşmanın Avrasya değil, Doğuasya olduğu öğrenilmişti, hepsi bu. Suddenly everywhere it was learned that the enemy was Eastasia, not Eurasia, that's all. O sırada Winston, Londra'nın merkezindeki meydanlardan birinde düzenlenen bir gösterideydi. At the time, Winston was at a show in one of the central London squares. Gecenin o saatinde, ışıldaklar altındaki beyaz yüzler ve kızıl bayraklar korkunç görünüyordu. At that time of night, the white faces and red flags under the searchlights looked terrifying. Meydanı, aralarında Casusların üniformalarını giymiş bin kadar öğrencinin de bulunduğu binlerce insan doldurmuştu. Thousands of people filled the square, including about a thousand students dressed in the uniforms of the Spies. İç Parti üyesi, kolları aşırı uzun, kocaman kel kafasında birkaç tel saç kalmış, ufak tefek, bir deri bir kemik bir hatip, kızıl kumaşla kaplanmış bir kürsüde kalabalığa tirat atıyordu. A small, emaciated orator, a member of the Inner Party, with extremely long arms and a few strands of hair on his huge bald head, was tiring from a pulpit covered in scarlet cloth. Bu eciş bücüş mezar kaçkını, bir eliyle mikrofonu yakalamış, kemikli kolunun ucundaki öbür pençesini de gözdağı verircesine savururken, düpedüz nefret kusuyordu. This scruffy bum-hole was spewing outright hatred as he grabbed the microphone with one hand and swung the other paw on the end of his bony arm in an intimidating manner. Amplifikatörlerin madenileştirdiği bir sesle cıyak cıyak bağırarak vahşetlerden, kıyımlardan, sürgünlerden, yağmalamalardan, ırza geçmelerden, tutsaklara yapılan işkencelerden, sivillerin bombalanmasından, yalan propagandalardan, haksız saldırılardan, çiğnenen antlaşmalardan dem vurmaktaydı. He screeched and screeched in a voice metalized by amplifiers, talking about atrocities, massacres, deportations, looting, rape, torture of prisoners, bombing of civilians, false propaganda, unjustified attacks, broken treaties. Onu dinleyenler bir kere bütün söylediklerine inanıyorlar, sonra da giderek öfkeden kuduruyorlardı. Those who listened to him once believed all he said, and then they grew more and more enraged. Kalabalık zaman zaman galeyana geliyor, binlerce gırtlaktan çıkan karşı konulmaz vahşi hayvan kükremeleri, konuşmacının sesini bastırıyordu. The crowd raged from time to time, the irresistible roar of wild beasts from thousands of throats drowning the speaker's voice. En yabanıl haykırışlar öğrencilerden çıkıyordu. The wildest shouts came from the disciples. Söylev başlayalı yirmi dakika kadar olmuştu ki, kürsüye fırlayan bir ulak konuşmacıya katlanmış bir kâğıt verdi. It had been twenty minutes since the speech had begun, when a messenger who had sprung up from the podium handed the speaker a folded piece of paper. Konuşmacı, söylevine ara vermeden, kâğıdı açıp okudu. The speaker, without interrupting his speech, opened the paper and read it. Sesinde ve tavrında da, söylediklerinin içeriğinde de hiçbir değişiklik olmadı, ama birden adlar değişti. There was no change in his voice and demeanor, nor in the content of what he said, but suddenly the names changed. Tek bir söz söylenmeden, kalabalık o saat anlamıştı olan biteni. Without a word, the crowd understood what had happened that hour. Okyanusya, Doğuasya'yla savaşıyordu! Oceania was at war with Eastasia! Çok geçmeden kızılca kıyamet koptu. Before long, all hell broke loose. Meydanı donatan bayraklar ve posterlerin hepsi yanlıştı! The flags and posters that adorned the square were all wrong! Nerdeyse yarısında yanlış yüzler vardı. Almost half had the wrong faces. Sabotajdı bu! It was sabotage! Goldstein'ın ajanları işbaşındaydı! Goldstein's agents were at work! Ortalık karışmıştı; posterler duvarlardan sökülüyor, paramparça edilen bayrakların üstünde tepiniliyordu. It was a mess; posters were being ripped from the walls, trampled on the shattered flags. Casuslara bağlı gençler, bir solukta damlara tırmanıp bacalardan sarkan flamaları keserken harikalar yaratıyorlardı. The youths attached to the spies were working wonders as they climbed the rooftops and cut the streamers hanging from the chimneys in one breath. Ama her şey iki üç dakika içinde olup bitmişti. But it was all over in two or three minutes. Konuşmacı ise, öne eğilmiş, bir eliyle mikrofona yapışmış, öbür elini havada savurarak söylevini hâlâ sürdürüyordu. The speaker, on the other hand, was still speaking, leaning forward, holding the microphone with one hand and waving the other hand in the air. Bir dakika geçti geçmedi, kalabalıktan yine vahşi öfke haykırışları yükseldi. Not a minute later, wild cries of anger rose from the crowd again. Nefret biraz önceki gibi sürüyordu, hedefi değişmişti, o kadar. The hatred continued just as before, its target had changed, that's all.

Bütün bunlar olup biterken, Winston'ı en çok etkileyen de, konuşmacının cümlenin tam ortasında, bir an duraksamadan, dahası sözdizimini bile bozmadan, düşmanın adını değiştirivermiş olmasıydı. While all this was going on, what impressed Winston the most was that the speaker changed the name of the enemy right in the middle of the sentence, without a moment's hesitation, and moreover, without breaking the syntax. Ama o sırada başka işi vardı. But he had another job at the time. Posterler duvarlardan sökülürken meydana gelen karışıklıkta, yüzünü görmediği bir adam omzuna dokunarak, "Özür dilerim, galiba çantanızı düşürdünüz," demişti. In the confusion that ensued as the posters were being ripped from the walls, a man whose face he had not seen touched his shoulder and said, "I'm sorry, I think you dropped your bag." Winston da, hiçbir şey demeden, kendisine uzatılan çantayı alıvermişti. Without a word, Winston had taken the bag handed to him. Çantanın içine günler sonra bakabileceğinin farkındaydı. He knew he could look inside the bag days later. Gösteri biter bitmez, saatin yirmi üçe geldiğine bakmadan, doğruca Gerçek Bakanlığı'na gitti. As soon as the show was over, he went straight to the Ministry of Truth, not knowing that it was twenty-three. Bakanlıkta çalışan herkes oradaydı. Everyone who worked in the ministry was there. Tele-ekranlardan herkesi görev yerine çağıran buyruklara pek gerek kalmamıştı. There was little need for commands from the tele-screens to summon everyone to duty.

Okyanusya, Doğuasya'yla savaştaydı: Okyanusya, hep savaştaydı Doğuasya'yla. Oceania was at war with Eastasia: Oceania was always at war with Eastasia. Son beş yılın politik yayınlarının büyük bir bölümünün artık hiçbir geçerliliği kalmamıştı. Most of the political publications of the last five years were no longer valid. Tekmil rapor ve kayıtların, gazeteler, kitaplar, broşürler, filmler, ses bantları ve fotoğrafların hepsinin en kısa zamanda düzeltilmesi gerekiyordu. All reports and records, newspapers, books, brochures, films, audiotapes and photographs all needed to be corrected as soon as possible. Gerçi herhangi bir yönerge yayımlanmış değildi, ama Daire'deki bölüm başkanlarının, Avrasya'yla savaş ya da Doğuasya'yla ittifakla ilgili her şeyin bir hafta içinde yok edilmesini isteyecekleri belliydi. Although no directives had been issued, it was clear that the department heads in the Department would want anything to do with the war with Eurasia or the alliance with Eastasia to be destroyed within a week. Yapılacak çok iş vardı, ama işlemlerin gerçek adlarıyla anılamaması işin yükünü daha da artırıyordu. There was a lot of work to be done, but the fact that the transactions could not be named by their real names increased the workload even more. Kayıt Dairesi'nde herkes günde on sekiz saat çalışıyor, ancak üçer saatlik iki molada uyku uyuyabiliyordu. Everyone in the Registry worked eighteen hours a day, but could sleep in two three-hour breaks each. Aşağıdan şilteler getirilip koridorlara serilmişti; yemek saatlerinde kantin görevlileri servis arabalarıyla sandviç ve Zafer Kahvesi dağıtıyorlardı. Mattresses were brought from below and laid out in the corridors; At meal times, canteen attendants were distributing sandwiches and Victory Coffee with their service carts. Winston her uyku molasından önce masasındaki tüm işleri bitirmeye özen gösteriyor, ama çapaklı gözler ve ağrılar içinde sürünerek geri döndüğünde, masayı, çığ gibi yükselen ve söyleyaz'ın üstünden yerlere taşan kâğıt rulolarıyla kaplı buluyor, ilk işi, çalışabileceği bir yer açmak için onları toplayıp düzene sokmak oluyordu. Winston takes care to finish all the work on his desk before every nap, but when he comes back crawling with droopy eyes and pain, he finds the desk covered with paper rolls rising like an avalanche and overflowing from the top of the telltale, his first job being to collect and tidy them up to make a place for him to work. was getting in. En kötüsü de, yaptığı işin tümüyle mekanik çalışmadan oluşmamasıydı. Worst of all, his work was not entirely mechanical. Gerçi bir adı başka bir adla değiştirmek çoğu zaman yeterli oluyordu, ama ayrıntılı raporların hazırlanması büyük bir özen ve hayal gücü gerektiriyordu. Although changing one name to another was often sufficient, the preparation of detailed reports required great care and imagination. Savaşı dünyanın bir yerinden alıp başka bir yerine taşıyabilmek için bile iyi coğrafya bilmek gerekiyordu. Even in order to take the war from one part of the world to another, it was necessary to know good geography.

Üçüncü gün artık gözlerinin içi zonkluyor, ikide bir gözlüğünü silmek zorunda kalıyordu. On the third day, his eyes were throbbing and he had to wipe his glasses every now and then. Eziyetli bir beden işiyle uğraşmaktan farkı yoktu bunun; zaman zaman, hiç yapmasa haklı olacağını düşünüyor, ama sonunda tamamlamak için kendini yiyip bitiriyordu. It was no different than dealing with grueling physical work; At times he thought he would have been right if he hadn't done it at all, but in the end he was eating himself up to complete it. Anımsayabildiği kadarıyla, söyleyaz'a yazdırdığı her sözcüğün, kaleminden çıkan her sözün kuyruklu birer yalan olmasına aldırmıyordu. For as long as he could remember, he didn't mind that every word he dictated to Sayyaz, every word that came out of his pen, was a lie. Dairedeki herkes gibi o da, sahtekârlığın kusursuz olması için çabalıyordu. Like everyone else in the apartment, he was striving to make the dishonesty perfect. Altıncı günün sabahı kâğıt rulolarının gelişinde bir yavaşlama oldu. On the morning of the sixth day there was a slowdown in the arrival of the paper rolls. Yarım saat kadar borudan hiçbir şey gelmedi; sonra bir rulo geldi ve yine durdu. For half an hour nothing came from the pipe; Then a roll came and stopped again. İş her yerde hemen hemen aynı anda hafifliyordu. Work was fading everywhere almost simultaneously. Tüm Daire'de herkes sanki gizliden gizliye derin bir nefes almıştı. Everyone in the entire Circle seemed to take a deep breath, secretly. Hiçbir zaman anlatılamayacak, çok büyük bir iş başarılmıştı. An incredible feat was accomplished. Artık hiç kimse Avrasya'yla savaşılmış olduğunu belgelere dayanarak kanıtlayamazdı. No one could prove, on the basis of documents, that Eurasia had been fought anymore. Saat on ikide, Bakanlık çalışanlarının ertesi sabaha kadar izinli oldukları açıklandı. At twelve o'clock it was announced that the employees of the Ministry were on leave until the next morning. Winston, kitabın bulunduğu çantayı çalışırken bacaklarının arasına koymuş, uyurken de koynuna almıştı; çantayı kapıp doğruca eve gitti, tıraş oldu; su o kadar sıcak olmamasına karşın az kalsın banyoda uyuyakalacaktı. Winston had put the bag with the book between his legs while he was working, and had it in his bosom while he slept; grabbed the bag and went straight home, shaved; he nearly fell asleep in the bath even though the water wasn't that hot.

Eklemleri sızım sızım sızlayarak Bay Charrington'ın dükkânının merdivenini çıktı. He climbed the stairs of Mr Charrington's shop, aching in his knuckles. Yorgundu, ama uykusunu almıştı. He was tired, but he had gotten his sleep. Camı açtı, kirli küçük gaz sobasını yakıp kahve için bir kap su koydu. Julia birazdan gelirdi; bu arada kitabı okuyabilirdi. Kirli koltuğa oturup çantanın kayışlarını açtı. He sat down on the dirty chair and unfastened the straps of his bag.

Acemice ciltlenmiş, kapağında bir ad ya da başlık olmayan, kalın, siyah bir kitap. A thick black book, clumsily bound, with no name or title on the cover. Baskısı da baştan savma görünüyordu. The print also looked sloppy. Sayfaların kenarları aşınmıştı, sayfalar insanın elinde kalıyordu, pek çok kişinin elinden geçtiği belliydi. The edges of the pages were frayed, the pages remained in one's hands, it was obvious that they had been passed by many people. Başlık sayfasında şöyle yazıyordu: On the title page it read:

OLİGARŞİK KOLEKTİVİZMİN TEORİ VE PRATİĞİ THE THEORY AND PRACTICE OF OLIGARCHIC COLLECTIVISM

Emmanuel Goldstein

Winston okumaya başladı:

Birinci Bölüm

Cehalet Güçtür. Ignorance is Power.

Bilinen tarih boyunca, olasılıkla Neolitik Çağ'ın sona ermesinden bu yana, dünyada üç tür insan olagelmiştir: Yüksek, Orta ve Aşağı. Throughout known history, probably since the end of the Neolithic Age, there have been three types of people in the world: High, Middle, and Low. Bunlar kendi içlerinde de pek çok alt bölüme ayrılmışlar, sayısız ad taşımışlar, sayıları ve birbirlerine karşı tutumları çağdan çağa değişmiş, ama toplumun temel yapısı hiçbir zaman değişmemiştir. They are also divided into many subsections, have innumerable names, their numbers and attitudes towards each other have changed from age to age, but the basic structure of society has never changed. Olağanüstü ayaklanmalar ve kesin görünen değişimlerden sonra bile, tıpkı ne kadar hızlı döndürülürse döndürülsün dönme ekseni doğrultusu hep aynı kalan bir jiroskop gibi, aynı düzen hep kendini yeniden dayatmıştır. Even after extraordinary upheavals and seemingly certain changes, the same order has always reasserted itself, just like a gyroscope whose axis of rotation remains the same no matter how fast it is turned.

Bu üç kesimin amaçları asla uzlaştırılamaz... The aims of these three parties can never be reconciled.

Winston okumayı bıraktı: Rahat rahat, güven içinde okuyor olmanın tadını çıkarmak istiyordu. Winston stopped reading: he wanted to enjoy reading in peace and security. Bir başınaydı: ne tele-ekran ne anahtar deliğinden bir dinleyen. He was alone: no telescreen, no one listening through the keyhole. İkide bir arkasına dönüp bakması ya da okuduğu sayfayı eliyle kapaması da gerekmiyordu. Nor did he need to look back every now and then or cover the page he was reading with his hand. Tatlı yaz havası yanaklarını okşuyordu. The sweet summer air caressed her cheeks. Uzaklardan bir yerden çocukların belli belirsiz bağırtıları geliyordu: Odada saatin tiktaklarından başka bir ses yoktu. From somewhere in the distance came the faint cries of children: there was no sound in the room but the ticking of the clock. Koltuğa biraz daha gömülüp ayaklarını şöminenin siperliğine uzattı. He sank a little deeper into the armchair and propped his feet on the mantelpiece. Mutluluk buydu işte, sonsuzluk buydu. That was happiness, that was eternity. Birden, insanın her sözcüğünü tekrar tekrar okuyacağını bildiği bir kitapta yaptığı gibi, kitabın başka bir yerini açtı ve kendini üçüncü bölümde buldu. He suddenly opened another part of the book, as he knew to read every word of it over and over, and found himself in chapter three. Okumaya devam etti: He continued reading:

Üçüncü Bölüm Third part

Savaş Barıştır. War is Peace.

Dünyanın üç büyük süper-devlete bölünmesi, yirminci yüzyılın ortalarına gelinmeden öngörülebilecek ve gerçekten de öngörülmüş bir olaydı. The division of the world into three great superpowers was an event that could have been foreseen and indeed was foreseen before the middle of the twentieth century. Avrupa'nın Rusya tarafından, Britanya İmparatorluğu'nun da Birleşik Devletler tarafından ele geçirilmesiyle birlikte, var olan üç devletten ikisi oluşmuştu bile. With the conquest of Europe by Russia and the British Empire by the United States, two of the three existing states were already formed. Üçüncü devlet Doğuasya ise, ancak on yıl kadar süren karışık savaşlardan sonra ortaya çıktı. The third state, Eastasia, emerged only after ten years of mixed wars. Üç süper-devlet arasındaki sınırlar kimi yerlerde rastgele oluşmuştur, kimi yerlerde savaşın gidişine göre değişip durur, ama genellikle coğrafi konuma uyar. The boundaries between the three super-states are in some places randomly formed, in others they change with the course of the war, but usually fit geographical location. Avrasya, Portekiz'den Bering Boğazı'na kadar, Avrupa'nın ve Asya anakarasının tüm kuzeyini kapsar. Eurasia covers the entire northern part of Europe and the Asian mainland, from Portugal to the Bering Strait. Okyanusya, Kuzey ve Güney Amerika'yı, aralarında Britanya Adaları'nın da bulunduğu Atlas Okyanusu adalarını, Avustralasya'yı ve Afrika'nın güneyini içine alır. Oceania includes North and South America, the islands of the Atlantic Ocean, including the British Isles, Australasia, and southern Africa. Ötekilerden daha küçük olan ve batı sınırı pek o kadar belirli olmayan Doğuasya ise, Çin ve onun güneyindeki ülkeleri, Japon adalarını ve Mançurya, Moğolistan ve Tibet'in büyük ama durmadan değişen bir bölümünü kapsar. Eastasia, which is smaller than the others and whose western border is not so clear, includes China and the countries to its south, the Japanese islands, and a large but ever-changing part of Manchuria, Mongolia, and Tibet.

Bu üç süper-devlet, saflaşmalar değişmekle birlikte, son yirmi beş yıldır birbiriyle sürekli savaşmaktadır. These three superpowers have been constantly at war with each other for the past twenty-five years, although their alignments have changed. Ne var ki, savaş artık yirminci yüzyılın ilk onyıllarındaki amansız yok etme savaşı olmaktan çıkmıştır. However, war is no longer the relentless war of destruction of the first decades of the twentieth century. Birbirlerini yok edemeyen, birbirleriyle savaşmaları için hiçbir somut nedenleri olmadığı gibi, aralarında gerçek bir ideolojik ayrılık da bulunmayan taraflar arasında, sınırlı hedefleri olan bir savaştır bu. It is a war with limited objectives, between parties that cannot destroy each other, have no concrete reason to fight each other, and have no real ideological separation between them. Ancak bu, çarpışmaların ya da savaşla ilgili tutumun eskisi kadar gaddarca olmaktan çıktığı ya da daha soylu bir niteliğe büründüğü anlamına gelmemektedir. This does not mean, however, that combat or attitude towards war has ceased to be as brutal as it used to be, or has taken on a more noble character. Tam tersine, savaş çılgınlığı tüm ülkelerde olanca evrenselliğiyle sürmekte; ırza geçme, yağmalama, çocukları boğazlama, tüm halkı köleleştirme, hatta tutsakların kaynar suya atılması ve diri diri gömülmesi gibi eylemler olağan sayılmakta, dahası bütün bunlar düşman tarafından değil de kendi ülkeniz tarafından yapılıyorsa, övgüyle karşılanmaktadır. On the contrary, the madness of war continues in all countries with its universality; Acts such as rape, looting, slaughtering children, enslaving entire populations, even throwing captives into boiling water and burying them alive are considered commonplace, and praised if they are all done by your own country and not by the enemy. Ama doğrudan savaşa giren insanların sayısı pek az olduğu gibi, bunların çoğu iyi eğitim görmüş ve uzlaşmış kişilerdir; üstelik savaş eskiye oranla çok daha az kayba yol açmaktadır. But few people go directly to war, and most of them are well-educated and reconciled; moreover, war causes much less casualties than in the past. Meydana gelen çarpışmalar da, sokaktaki insanın pek haberinin olmadığı belirsiz sınırlarda ya da deniz yollarındaki stratejik noktaları koruyan Yüzen Kalelerin çevresinde gerçekleşmektedir. The clashes that take place also take place at uncertain borders, which the people on the street are not aware of, or around the Floating Fortresses, which protect the strategic points on the sea routes. Savaş, uygarlık merkezlerinde, tüketim maddelerinin durmadan kısıtlanmasından ve arada sırada otuz kırk kişinin ölümüne yol açan tepkili bombalardan başka bir anlam taşımamaktadır. War means nothing but the constant restriction of consumables in the centers of civilization and the occasional bombings that cause the death of thirty to forty people. Aslında savaş nitelik değiştirmiştir. In fact, war has changed its nature. Daha doğrusu, savaşın nedenlerinin önem sırası değişmiştir. More precisely, the order of importance of the causes of the war has changed. Yirminci yüzyılın başlarındaki büyük savaşlarda sınırlı bir rol oynayan güdüler artık başat bir duruma gelmiştir ve bilinçli bir kabul görmekte ve temel alınmaktadır. The motives that played a limited role in the great wars of the early twentieth century are now dominant and are consciously accepted and grounded.