×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

Hayvan Çiftliği - George Orwell, 10 Bölüm

10 Bölüm

Onuncu Bölüm

Yıllar geçti, mevsimler devrildi, hayvanların kısa ömürleri bir bir sona erdi. Artık Ayaklanma'dan önceki günleri Clover, Benjamin, kuzgun Moses ve birkaç domuzdan başka anımsayan kalmamıştı. Muriel ölmüştü, Bluebell, Jessie ve Pincher ölmüştü. Jones da hayatta değildi artık; uzaklardaki bir düşkünlerevinde bu dünyadan göçmüştü. Snowball unutulmuştu. Onu tanımış olan birkaç hayvanı saymazsak, Boxer da unutulmuştu. Clover, yaşlanıp şişmanlamıştı; eklemleri sertleşmiş, gözleri sulanmaya başlamıştı. Emekliliği geleli iki yıl olmuştu, ama o güne değin hiçbir hayvanın emekliye ayrıldığı görülmemişti. İyice yaşlanan hayvanlar için otlakta bir köşe ayırma tasarısının çoktandır sözü bile edilmiyordu. Napoléon, neredeyse yüz elli kiloluk bir domuz azmanı olup çıkmıştı. Squealer, yağ tulumuna dönmüştü; gözleri yumuk yumuktu, güçlükle görebiliyordu. Bir tek yaşlı Benjamin pek değişmemişti; yalnızca yelesine hafif kır düşmüştü; bir de, Boxer'ın ölümünden sonra daha da somurtkanlaşmış, ağzı dili bağlanmıştı. Gerçi nüfus artışı ilk başta beklendiği kadar yüksek olmamıştı, ama gene de çiftlikteki hayvanların sayısı artmıştı. Yakın yıllarda doğmuş olan birçok hayvan için Ayaklanma, ağızdan ağıza aktarılan bir masaldan başka bir şey değildi; dışarıdan satın alınan hayvanların çiftliğe gelinceye kadar Ayaklanma'dan haberleri bile olmamıştı. Çiftlikte, Clover'dan başka üç at daha vardı. Bunlar temiz yürekli, dürüst, gönülden çalışan hayvanlardı; yoldaşlıklarına diyecek yoktu, ama çok aptaldılar. Alfabenin B harfinden ötesini sökememişlerdi. Ayaklanma ve hayvancılığın temel ilkeleri konusunda kendilerine söylenen her şeyi hiç tartışmadan kabul ediyorlardı; özellikle de derin bir saygı duydukları Clover'ın ağzından çıkmışsa... Ama bu söylenenlerden pek bir şey anladıkları söylenemezdi. Çiftlik artık daha zenginleşmiş, daha iyi örgütlenmişti; Bay Pilkington'dan satın alınmış olan iki tarlayla daha da büyümüştü. Yel değirmeni en sonunda başarıyla tamamlanmış, çiftlik bir harman makinesine, saman ve ot ambarına kavuşmuş, yeni binalar yapılmıştı. Whymper, kendine tek atlı ufak bir araba almıştı. Ama yel değirmeninden elektrik üretimi için hiç yararlanılmamıştı. Un öğütmekte kullanılan değirmen oldukça iyi para getiriyordu. Şimdi hayvanlar var güçleriyle bir yel değirmeni daha yapmaya çalışıyorlardı. Söylenenlere bakılırsa, bu yeni yel değirmeni tamamlandığında, dinamolar takılacaktı. Ama elektrik ışığıyla aydınlatılan, sıcak ve soğuk suyu eksik olmayan ahırlar ve haftada yalnızca üç gün çalışmak gibi, bir zamanlar Snowball'un hayvanlara ballandıra ballandıra anlattığı düşler artık belleklerden silinmişti. Napoléon, bu tür düşüncelerin, Hayvancılığın ruhuyla bağdaşmadığını açıklamıştı. Önder'e göre gerçek mutluluk, çok çalışmak ve yalın yaşamakta yatıyordu. Bu arada çiftlik zenginleşmiş, ama her nedense hayvanların hayat koşulları değişmemişti; tabii domuzlarla köpekleri saymazsak. Bu, belki biraz da kalabalık olmalarından kaynaklanıyordu. Gerçi onlar da kendilerince çalışıyorlardı. Squealer'ın bıkıp usanmadan anlattıklarına bakılırsa çiftliğin denetim ve yönetimi, durmamacasına çalışmalarını gerektiriyordu. Bu işlerin çoğu, öteki hayvanların bilgi ve becerisini aşan uğraşlardı. Örneğin, domuzlar her gün sabahtan akşama kadar "fişler", "raporlar", "tutanaklar" "dosyalar" gibi kimsenin akıl sır erdiremediği işlere kafa patlatmak zorundaydılar. Bunlar, sık yazılarla doldurulan, doldurulduktan sonra ocağa atılıp yakılan çarşaf çarşaf kâğıtlardı. Squealer, bunun, çiftliğin dirlik ve düzeni açısından büyük önem taşıdığını söylüyordu. Ama gene de, domuzların da, köpeklerin de, kendi emekleriyle yiyecek ürettikleri yoktu; üstelik, hem çok kalabalıktılar, hem de iştahları her zaman yerindeydi.

Öteki hayvanlara gelince; gördükleri kadarıyla, hayatlarında pek değişen bir şey yoktu. Çoğu zaman karınları açtı, samanların üstünde yatıyorlar, sularını gölcükten içiyorlar, tarlalarda çalışıyorlardı; kışın soğuktan donuyorlar, yazın sineklerin saldırısına uğruyorlardı. Daha yaşlıca olanlar, belleklerini zorlayarak Jones'un çiftlikten yeni kovulduğu Ayaklanma'nın ilk günlerindeki durumun şimdikinden daha mı iyi, yoksa daha mı kötü olduğunu çıkarmaya çalışıyorlar; ama pek bir şey anımsayamıyorlardı. Şimdiki hayatlarıyla karşılaştıracak hiçbir şey kalmamıştı ellerinde; önlerinde yalnızca Squealer'ın durumun her geçen gün daha iyiye gittiğini gösteren rakamlarla dolu listeleri vardı. Bir türlü işin içinden çıkamıyorlardı; kaldı ki, artık bu tür şeylere uzun uzadıya kafa yoracak vakitleri de yoktu. Uzun hayatının tüm ayrıntılarını anımsadığını ileri süren tek hayvan, yaşlı Benjamin'di; o da, durumun hiçbir zaman daha iyi ya da daha kötü olmadığını ve böyle sürüp gideceğini söylüyordu. Benjamin'e göre, açlık, zorluk ve hayal kırıklığı hayatın değişmez yasalarıydı. Gene de, hayvanlar umutlarını asla yitirmiyorlardı. Daha da önemlisi, Hayvan Çiftliği'nin üyesi olmanın ne kadar onurlu ve saygın bir nitelik olduğunu bir an bile akıllarından çıkarmıyorlardı. Hayvan Çiftliği, koca ülkede –tüm İngiltere'de!– hayvanların malı olan ve hayvanlar tarafından yönetilen tek çiftlikti hâlâ. En gençleri, dahası yirmi otuz kilometre uzaklıktaki çiftliklerden yeni getirilmiş olanlar bile bunu bir mucize olarak görüyorlardı. Tüfek sesini duyduklarında, yeşil bayrağın gönderde dalgalandığını gördüklerinde göğüsleri kabarıyor; söz dönüp dolaşıp mutlaka eski kahramanlık günlerine, Jones'un çiftlikten kovuluşuna, Yedi Emir'in kaleme alınışına, çiftliği ele geçirmeye kalkan insanların bozguna uğratılışına geliyordu. Eski düşlerin hiçbirinden vazgeçmemişlerdi. Koca Reis'in müjdelediği, İngiltere'nin yemyeşil çayırlarına tek bir insan ayağının basmayacağı Hayvan Cumhuriyeti'ne olan inançlarını yitirmemişlerdi. Bir gün mutlaka gerçek olacaktı; belki hemen gerçekleşmeyecekti, belki şimdi hayatta olanlar o günleri göremeyeceklerdi, ama düşleri bir gün mutlaka gerçek olacaktı. İngiltere'nin Hayvanları şarkısının ezgisi bile orada burada gizlice mırıldanılıyordu; hiçbiri yüksek sesle söylemeye cesaret edemese de, çiftlikteki her hayvanın şarkıyı ezbere bildiği kesindi. Zor bir hayat yaşıyor olabilirlerdi, umutlarının tümü gerçekleşmemiş olabilirdi, ama öteki hayvanlardan farklı olduklarının bilincindeydiler. Açlık çekiyorlarsa, zorba insanları doyuralım diye çekmiyorlardı; çok çalışıyorlarsa, hiç değilse kendileri için çalışıyorlardı. Hiçbir hayvan iki ayak üstünde yürümüyordu. Hiçbir hayvan, hiçbir hayvanın "efendi"si değildi. Bütün hayvanlar eşitti.

Yaz başlarıydı. Bir gün Squealer koyunlara ardından gelmelerini emretti ve onları çiftliğin öbür ucunda, körpe huş ağaçlarıyla kaplı bir yere götürdü. Koyunlar, Squealer'ın gözetiminde, akşama kadar ağaçların yapraklarını yediler. Squealer, akşam çiftlik evine dönmeden, koyunlara orada kalmalarını tembihledi; hava da sıcaktı zaten. Koyunlar bütün bir hafta orada kaldılar; bu süre boyunca öteki hayvanlar koyunlarla hiç karşılaşmadılar. Squealer her gün oraya gidiyor, günün büyük bölümünü koyunlarla geçiriyordu. Onlara yeni bir şarkı öğretmekte olduğunu, rahat çalışabilmeleri için gözlerden uzak olmaları gerektiğini söylüyordu.

Koyunların çiftliğe yeni döndükleri güzel bir akşamüstü, hayvanlar işlerini bitirmişler, çiftlik binalarına yönelmişlerdi. Birden, avlunun oradan, korkunç bir kişneme duyuldu. Hayvanlar ürkerek oldukları yerde kaldılar. Clover'ın sesiydi. Bir kez daha kişneyince, tüm hayvanlar dörtnala avluya daldılar. Ve Clover'ın gördüğünü onlar da gördüler: Arka ayakları üzerinde yürüyen bir domuz.

Squealer'dı bu. Koca gövdesini arka ayaklarının üzerinde taşımaya alışık olmadığından güçlükle ilerliyor, ama gene de dengesi bozulmadan avlunun ortasında gezinebiliyordu. Biraz sonra çiftlik evinin kapısından bir sürü domuz çıktı; hepsi de arka ayaklarının üzerinde yürüyorlardı. Daha beceriklileri de vardı, dengelerini korumakta güçlük çekenler de; ama hepsi de avlunun çevresinde yere yıkılmadan dolanıp duruyorlardı. Sonunda, köpekler ürkünç sesler çıkararak havladılar, kara horoz kulakları sağır edercesine uzun uzun öttü ve kapıda Napoléon belirdi: Olanca görkemiyle dimdik yürüyor, sağına soluna kibirli bakışlar fırlatıyordu; köpekleri de çevresinde sıçrayıp duruyorlardı.

Ön ayaklarından birinde bir kırbaç vardı!

Ortalığı ölüm sessizliği kaplamıştı. Hayvanlar, şaşkınlık ve korku içinde birbirlerine sokulmuşlar, avlunun çevresinde ağır ağır yürüyen domuzları izliyorlardı. Sanki dünya tersine dönmüştü. İlk şaşkınlıkları geçer geçmez, köpeklerden korkmalarına, uzun yıllardır ne olursa olsun hiçbir şeyden yakınmama, hiçbir şeyi eleştirmeme alışkanlığını edinmiş olmalarına karşın, domuzlara karşı seslerini yükseltmek üzereydiler ki, koyunlar birinden işaret almışçasına hep bir ağızdan melemeye başladılar:

"Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi!" Meleme aralıksız beş dakika sürdü. Koyunların sesi kesildiğinde, domuzlar çoktan çiftlik evine dönmüştü; protesto etme fırsatı kaçırılmıştı.

Benjamin, birinin burnuyla omzuna dokunduğunu fark edince dönüp baktı. Clover'dı. Yaşlı gözleri her zamankinden daha donuktu. Hiçbir şey söylemeden, Benjamin'i usulca yelesinden çekip büyük samanlığın Yedi Emir'in yazılı olduğu duvarına götürdü. Bir süre öyle durup katran kaplı duvardaki beyaz yazılara baktılar.

Sonunda, Clover, "Gözlerim artık iyi görmüyor," dedi. "Gerçi gençken de doğru dürüst okuyamazdım ya. Ama bana öyle geliyor ki, yazılarda bir değişiklik var. Yedi Emir eskisi gibi duruyor mu, Benjamin?" Benjamin, ilk kez ilkesini bozdu ve duvardaki yazıyı Clover'a okudu. Duvarda tek bir emir yazılıydı:

BÜTÜN HAYVANLAR EŞİTTİR AMA BAZI HAYVANLAR ÖBÜRLERİNDEN DAHA EŞİTTİR

Ertesi gün, çiftlik işlerini denetleyen bütün domuzların kırbaçlı olmaları kimseye tuhaf gelmedi. Domuzların kendilerine bir radyo aldıkları, telefon bağlatmaya hazırlandıkları, John Bull ve Tit-Bits dergileriyle Daily Mirror gazetesine abone oldukları işitildiğinde, kimse şaşırmadı. Napoléon'un, çiftlik evinin bahçesinde ağzında piposuyla dolaşması, kimsenin garibine gitmedi. Domuzların, Bayan Jones'un giysilerini gardıroptan alıp giymeleri, Napoléon'un siyah ceket, külot pantolon ve deri tozluklarla gezinmesi, gözdesi olan dişi domuzun da Bayan Jones'un bir vakitler pazar günleri giydiği şanjanlı ipek elbiseyle dolaşması bile hiç kimseyi şaşırtmadı. Bir hafta kadar sonra, bir öğleden sonra, çiftliğe tek atlı ufak arabalar geldi. Komşu çiftliklerden bir temsilciler kurulu, bir denetleme gezisi için çağrılmıştı. Tüm çiftliği gezen çiftçiler, gördükleri her şeye, özellikle de yel değirmenine hayran kaldıklarını belirttiler. Hayvanlar, şalgam tarlasındaki ayrıkotlarını yolmaktaydılar. Kendilerini tümüyle işlerine vermişlerdi; daha çok domuzlardan mı, yoksa çiftliğe konuk gelen insanlardan mı korkmak gerektiğini kestiremediklerinden başlarını bile kaldırmıyorlardı.

Akşamleyin, çiftlik evinden kahkahalar ve şarkılar yükseldi. Birbirine karışan sesleri duyan hayvanlar birden kulak kesildiler. İlk kez eşit koşullarda bir araya gelen hayvanlarla insanlar orada ne yapıyorlardı acaba? Hep birlikte, hiç ses çıkarmamaya çalışarak çiftlik evinin bahçesine yaklaştılar.

Bahçe kapısının önüne geldiklerinde ürkerek duraksadılarsa da, Clover'ın öne düşmesiyle içeri girip parmaklarının ucuna basarak eve yöneldiler. Boyları yetişen hayvanlar, yemek odasının penceresinden içeri baktılar. Uzun masanın çevresinde, altı çiftçi ile önde gelen altı domuz oturuyordu. Napoléon ise masanın başına geçmiş, onur koltuğuna kurulmuştu. Domuzlar, sandalyelerinde hiç de rahatsız görünmüyorlardı. Hep birlikte kâğıt oynarken oyunu kesmişler, şerefe kadeh kaldırıyorlardı. Büyük bir sürahi elden ele dolaşıyor, bardaklara bira dolduruluyordu. Hiçbiri, pencereden içeri bakan hayvanların şaşkın yüzlerini fark etmemişti.

Foxwood Çiftliği'nin sahibi Bay Pilkington, elinde bardağı, ayağa kalktı. Birazdan herkesi şerefe kadeh kaldırmaya davet edeceğini, ama daha önce birkaç söz etmeyi görev bildiğini söyledi.

Uzun süren bir güvensizlik ve anlaşmazlık döneminin artık sona ermiş olması, kendisi ve hiç kuşkusuz orada bulunan herkes için büyük bir mutluluk kaynağıydı. Komşu çiftliklerdeki insanlar, Hayvan Çiftliği'nin saygıdeğer sahiplerine, bir süre, düşmanlık duygularıyla değilse de kuşkuyla yaklaşmışlardı; ama kendisi ve orada bulunanlar, insanların bu kuşkucu yaklaşımını bile paylaşmamışlardı. Talihsiz olaylar meydana gelmiş, yanlış düşüncelere kapılanlar olmuştu. Domuzların sahip olduğu ve yönettiği bir çiftliğin hiç de olağan olmadığı düşünülmüş, çevredeki çiftliklerde tedirginliğe yol açabileceğinden korkulmuştu. Çiftçilerin birçoğu, en küçük bir araştırma yapmaksızın, böyle bir çiftlikte başına buyrukluk ve başıbozukluğun kol gezeceği sanısına kapılmıştı. Hayvan Çiftliği'nde olup bitenlerin, yalnız kendi hayvanlarını değil, çiftliklerinde çalışan insanları da etkileyebileceğini düşünerek tedirgin olmuşlardı. Ama bu tür kuşkuların tümü dağılmıştı artık. Bugün kendisi ve dostları, oraya gelerek Hayvan Çiftliği'nin dört bir yanını gezip incelemişler ve yalnızca en yeni yöntemlerle değil, aynı zamanda bütün çiftçilere örnek olması gereken bir disiplin ve düzenle karşılaşmışlardı. Hayvan Çiftliği'ndeki aşağı kesimlerden hayvanların, ülkenin bütün hayvanlarından daha çok çalışıp daha az yediklerini söylemek herhalde yanlış olmayacaktı. Bugün gerçekten de, kendisi ve dostları, Hayvan Çiftliği'nde öyle şeyler görmüşlerdi ki, bunları kendi çiftliklerinde de hemen uygulamaya koymayı düşünüyorlardı. Sözlerini, Hayvan Çiftliği ile komşuları arasında var olan ve sürmesi gereken dostluk duygularını bir kez daha vurgulayarak bitirmek istiyordu. Domuzlar ile insanlar arasında en küçük bir çıkar çatışması yoktu, olması için bir neden de göremiyordu. Verdikleri uğraşlar da, karşılaştıkları güçlükler de birdi. İşçi sorunu her yerde aynı değil miydi? Bay Pilkington, tam önceden hazırladığı anlaşılan zekice bir espri yapacaktı ki, gülmesini tutamayınca konuşmasını kesmek zorunda kaldı. Tombul yanakları mosmor kesilinceye kadar kahkahalar attıktan sonra, espriyi patlattı: "Sizler aşağı kesimlerden hayvanlarınızla uğraşmak zorundaysanız," dedi, "bizler de bizim aşağı sınıflardan insanlarımızla uğraşmak zorundayız!" Espri, masayı kahkahayı boğdu. Bay Pilkington, Hayvan Çiftliği'nde tayınları düşük tuttukları, iş saatlerinin her yerdekinden daha fazla olmasını sağladıkları ve hayvanları aşırı bolluğa boğarak şımartmadıkları için domuzları bir kez daha kutlamaktan kendini alamadı. En sonunda, herkesi ayağa kalkmaya ve bardaklarını doldurmaya davet eden Bay Pilkington, "Haydi, beyler!" dedi. "Şerefe! Hayvan Çiftliği'nin şerefine!" Herkes coşkuyla bağırıp çağırıyor, ayaklarını yere vuruyordu. Napoléon, o kadar keyiflenmişti ki, yerinden kalkıp masayı dolandı, Bay Pilkington'la bardak tokuşturduktan sonra birasını bir dikişte bitirdi. Bağırıp çağırmalar dinince, hâlâ ayakta olan Napoléon, kendisinin de birkaç sözü olduğunu belirtti.

Her zaman olduğu gibi, kısa ve öz konuştu. Anlaşmazlık dönemi sona erdiği için kendisi de çok mutluydu. Uzun bir süre, kendisinin ve arkadaşlarının tutum ve davranışlarının yıkıcı, dahası devrimci olduğu yolunda söylentiler dolaşmıştı. Bu dedikodular, kötü yürekli düşmanlarından biri tarafından çıkartılmış olsa gerekti. Komşu çiftliklerdeki hayvanları ayaklanmaya kışkırttıkları söylenmişti. Yalanın böylesi görülmemişti doğrusu! Oysa, onların tek isteği, her zaman komşularıyla barış içinde yaşamak, iş ilişkilerini düzgün bir biçimde sürdürmek olmuştu. Yönetmekten onur duyduğu bu çiftlik, bir kooperatif girişimiydi. Elindeki tapu senetlerinin ortak sahipleri domuzlardı.

Gerçi eski kuşkuların hâlâ sürdüğüne asla inanmıyordu, ama gene de son zamanlarda çiftliğin işleyişinde kendilerine duyulan güveni daha da artıracak bazı değişikliklere gidildiğini belirtmekte yarar görüyordu. Bugüne kadar, çiftlikteki hayvanlar arasında, birbirlerine "Yoldaş" demek gibi salakça bir alışkanlık söz konusuydu. Bu alışkanlığa son verilecekti. Nereden kaynaklandığını bilmedikleri tuhaf bir alışkanlık da, her pazar sabahı, bahçedeki kütüğe takılı domuz kafasının önünden tören yürüyüşüyle geçmeleriydi. Bu alışkanlığa da son verilecekti. Domuz kafasını toprağa gömmüşlerdi bile. Konuklar, gönderde dalgalanan yeşil bayrağa dikkatle bakmışlarsa bayrağın üzerindeki beyaz toynak ve boynuzun kaldırılmış olduğunu fark etmiş olmalıydılar. Bundan böyle, bayrak, düz yeşil olacaktı.

Yalnız, Bay Pilkington'ın dostluk duygularıyla dolu, olağanüstü konuşmasında küçük bir düzeltme yapmak istiyordu. Bay Pilkington, konuşması boyunca, çiftliklerinden "Hayvan Çiftliği" diye söz etmişti. Hiç kuşku yok ki, "Hayvan Çiftliği" adının kaldırıldığını bilmesi olanaksızdı, çünkü bunu şimdi orada ilk kez açıklıyordu. Çiftlik bundan böyle yeniden asıl adıyla, "Beylik Çiftlik" adıyla bilinecekti. Napoléon, sözlerini bitirirken, "Beyler," dedi. "Bir kez daha şerefe kaldıracağız bardaklarımızı, ama bu kez Hayvan Çiftliği'nin şerefine değil! Bardaklarınızı ağzına kadar doldurun. Haydi bakalım, beyler: Beylik Çiftlik'in şerefine!" Gene yürekten bir coşkuyla, "Şerefe!" diye haykırdılar; biralar bir dikişte bitirildi. Ne ki, dışarıdaki hayvanlar bu sahneyi seyrederlerken, bir tuhaflık sezinlediler. Domuzların yüzlerinde değişen bir şey vardı, ama neydi? Clover'ın yaşlı donuk bakışları, yüzler üzerinde bir bir geziniyordu. Domuzlardan bazılarının çeneleri beş kat, bazılarının dört kat, bazılarının da üç kat olmuştu. Ama eriyip değişmekte olan şey neydi? Biraz sonra haykırışlar kesildi, masadakiler kâğıtlarını alıp yarım kalan oyunlarına yeniden başladılar; hayvanlar da sessizce uzaklaştılar oradan.

Daha yirmi otuz metre kadar uzaklaşmışlardı ki, oldukları yerde kalakaldılar. Çiftlik evinde bir gürültüdür kopmuştu. Geri dönüp hızla eve koştular ve pencereden içeri baktılar. Evde korkunç bir kavga patlak vermişti: bağırıp çağırmalar, masaya vurmalar, kuşkulu sert bakışlar, küfür kıyamet... Anlaşıldığı kadarıyla kavganın nedeni, Napoléon ile Bay Pilkington'ın aynı elde maça ası çıkarmış olmalarıydı. İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.

Kasım 1943 - Şubat 1944


10 Bölüm 10 Abschnitt 10 Episodes 10 Sección 10 Section

Onuncu Bölüm Chapter Ten

Yıllar geçti, mevsimler devrildi, hayvanların kısa ömürleri bir bir sona erdi. Years passed, the seasons turned over, the short lives of animals came to an end one by one. Artık Ayaklanma'dan önceki günleri Clover, Benjamin, kuzgun Moses ve birkaç domuzdan başka anımsayan kalmamıştı. No one remembered the days before the Uprising but Clover, Benjamin, Moses the raven, and a few pigs. Muriel ölmüştü, Bluebell, Jessie ve Pincher ölmüştü. Muriel was dead, Bluebell, Jessie and Pincher were dead. Jones da hayatta değildi artık; uzaklardaki bir düşkünlerevinde bu dünyadan göçmüştü. Jones was no longer alive either; He had passed away from this world in a far-off poorhouse. Snowball unutulmuştu. Snowball was forgotten. Onu tanımış olan birkaç hayvanı saymazsak, Boxer da unutulmuştu. Boxer was also forgotten, save for the few animals that had known him. Clover, yaşlanıp şişmanlamıştı; eklemleri sertleşmiş, gözleri sulanmaya başlamıştı. Clover had grown old and fat; His knuckles were stiff and his eyes were starting to water. Emekliliği geleli iki yıl olmuştu, ama o güne değin hiçbir hayvanın emekliye ayrıldığı görülmemişti. It had been two years since he retired, but to this day no animal had ever been retired. İyice yaşlanan hayvanlar için otlakta bir köşe ayırma tasarısının çoktandır sözü bile edilmiyordu. There had long been no mention of a plan to set aside a corner in the pasture for aging animals. Napoléon, neredeyse yüz elli kiloluk bir domuz azmanı olup çıkmıştı. Napoleon had turned out to be a nearly one hundred and fifty-pound pig-horse. Squealer, yağ tulumuna dönmüştü; gözleri yumuk yumuktu, güçlükle görebiliyordu. Squealer had turned into a fat bag; His eyes were closed, he could hardly see. Bir tek yaşlı Benjamin pek değişmemişti; yalnızca yelesine hafif kır düşmüştü; bir de, Boxer'ın ölümünden sonra daha da somurtkanlaşmış, ağzı dili bağlanmıştı. Only old Benjamin hadn't changed much; only light gray had fallen on his mane; also, after Boxer's death, he became even more sullen and tongue-tied. Gerçi nüfus artışı ilk başta beklendiği kadar yüksek olmamıştı, ama gene de çiftlikteki hayvanların sayısı artmıştı. Although population growth was not as high as originally expected, the number of animals on the farm did increase. Yakın yıllarda doğmuş olan birçok hayvan için Ayaklanma, ağızdan ağıza aktarılan bir masaldan başka bir şey değildi; dışarıdan satın alınan hayvanların çiftliğe gelinceye kadar Ayaklanma'dan haberleri bile olmamıştı. For many animals born in recent years, the Uprising was nothing more than a tale passed down by word of mouth; Bought animals didn't even know about the Uprising until they got to the farm. Çiftlikte, Clover'dan başka üç at daha vardı. There were three other horses on the farm besides Clover. Bunlar temiz yürekli, dürüst, gönülden çalışan hayvanlardı; yoldaşlıklarına diyecek yoktu, ama çok aptaldılar. These were pure-hearted, honest, hard-working animals; their comradeship could not be said, but they were very stupid. Alfabenin B harfinden ötesini sökememişlerdi. They could not decipher beyond the letter B of the alphabet. Ayaklanma ve hayvancılığın temel ilkeleri konusunda kendilerine söylenen her şeyi hiç tartışmadan kabul ediyorlardı; özellikle de derin bir saygı duydukları Clover'ın ağzından çıkmışsa... Ama bu söylenenlerden pek bir şey anladıkları söylenemezdi. They accepted without discussion everything they were told about the basic principles of insurrection and animal husbandry; especially if it came out of the mouth of Clover, for whom they had deep respect... But they didn't seem to understand much. Çiftlik artık daha zenginleşmiş, daha iyi örgütlenmişti; Bay Pilkington'dan satın alınmış olan iki tarlayla daha da büyümüştü. The farm was now richer, better organized; It had grown even larger with two fields purchased from Mr Pilkington. Yel değirmeni en sonunda başarıyla tamamlanmış, çiftlik bir harman makinesine, saman ve ot ambarına kavuşmuş, yeni binalar yapılmıştı. The windmill had finally been successfully completed, the farm had a threshing machine, a hay barn, and new buildings had been built. Whymper, kendine tek atlı ufak bir araba almıştı. Whymper had bought himself a small one-horse carriage. Ama yel değirmeninden elektrik üretimi için hiç yararlanılmamıştı. But the windmill was never used to generate electricity. Un öğütmekte kullanılan değirmen oldukça iyi para getiriyordu. The mill used to grind flour brought in quite a lot of money. Şimdi hayvanlar var güçleriyle bir yel değirmeni daha yapmaya çalışıyorlardı. Now the animals were trying to build another windmill with all their might. Söylenenlere bakılırsa, bu yeni yel değirmeni tamamlandığında, dinamolar takılacaktı. It was said that when this new windmill was completed, the dynamos would be fitted. Ama elektrik ışığıyla aydınlatılan, sıcak ve soğuk suyu eksik olmayan ahırlar ve haftada yalnızca üç gün çalışmak gibi, bir zamanlar Snowball'un hayvanlara ballandıra ballandıra anlattığı düşler artık belleklerden silinmişti. But the dreams that Snowball had once told the animals solemnly, such as barns illuminated by electric light, with hot and cold running water, and working only three days a week, were now erased from memory. Napoléon, bu tür düşüncelerin, Hayvancılığın ruhuyla bağdaşmadığını açıklamıştı. Napoleon declared that such thoughts were incompatible with the spirit of Animal Husbandry. Önder'e göre gerçek mutluluk, çok çalışmak ve yalın yaşamakta yatıyordu. According to Önder, real happiness lay in working hard and living simply. Bu arada çiftlik zenginleşmiş, ama her nedense hayvanların hayat koşulları değişmemişti; tabii domuzlarla köpekleri saymazsak. Meanwhile the farm had prospered, but for some reason the living conditions of the animals had not changed; Unless you count the pigs and dogs, of course. Bu, belki biraz da kalabalık olmalarından kaynaklanıyordu. Maybe it was because they were a little crowded. Gerçi onlar da kendilerince çalışıyorlardı. Although they were also working on their own. Squealer'ın bıkıp usanmadan anlattıklarına bakılırsa çiftliğin denetim ve yönetimi, durmamacasına çalışmalarını gerektiriyordu. According to Squealer's relentless recounts, the control and management of the farm required them to work relentlessly. Bu işlerin çoğu, öteki hayvanların bilgi ve becerisini aşan uğraşlardı. Many of these jobs were occupations that exceeded the knowledge and skill of other animals. Örneğin, domuzlar her gün sabahtan akşama kadar "fişler", "raporlar", "tutanaklar" "dosyalar" gibi kimsenin akıl sır erdiremediği işlere kafa patlatmak zorundaydılar. For example, the pigs had to ponder every day from morning to night about "receipts", "reports", "minutes", "files" that no one could fathom. Bunlar, sık yazılarla doldurulan, doldurulduktan sonra ocağa atılıp yakılan çarşaf çarşaf kâğıtlardı. These were sheets of sheet paper, which were filled with dense inscriptions, which were then thrown into the furnace and burned. Squealer, bunun, çiftliğin dirlik ve düzeni açısından büyük önem taşıdığını söylüyordu. This, Squealer said, was of great importance to the health and order of the farm. Ama gene de, domuzların da, köpeklerin de, kendi emekleriyle yiyecek ürettikleri yoktu; üstelik, hem çok kalabalıktılar, hem de iştahları her zaman yerindeydi. But still, neither pigs nor dogs produced food by their own labor; moreover, they were very crowded and their appetites were always good.

Öteki hayvanlara gelince; gördükleri kadarıyla, hayatlarında pek değişen bir şey yoktu. As for other animals; As far as they could see, nothing much had changed in their lives. Çoğu zaman karınları açtı, samanların üstünde yatıyorlar, sularını gölcükten içiyorlar, tarlalarda çalışıyorlardı; kışın soğuktan donuyorlar, yazın sineklerin saldırısına uğruyorlardı. Most of the time they were hungry, they were lying on the straw, drinking from the pond, working in the fields; In winter they were freezing cold, in summer they were attacked by flies. Daha yaşlıca olanlar, belleklerini zorlayarak Jones'un çiftlikten yeni kovulduğu Ayaklanma'nın ilk günlerindeki durumun şimdikinden daha mı iyi, yoksa daha mı kötü olduğunu çıkarmaya çalışıyorlar; ama pek bir şey anımsayamıyorlardı. The older ones strain their memory to deduce whether the situation in the early days of the Uprising, when Jones had just been fired from the farm, was better or worse than it is now; but they couldn't remember much. Şimdiki hayatlarıyla karşılaştıracak hiçbir şey kalmamıştı ellerinde; önlerinde yalnızca Squealer'ın durumun her geçen gün daha iyiye gittiğini gösteren rakamlarla dolu listeleri vardı. They had nothing left to compare with their present life; Before them was only Squealer's lists of numbers that showed the situation was getting better every day. Bir türlü işin içinden çıkamıyorlardı; kaldı ki, artık bu tür şeylere uzun uzadıya kafa yoracak vakitleri de yoktu. They just couldn't get out of the way; Besides, they didn't have time to think about such things for a long time. Uzun hayatının tüm ayrıntılarını anımsadığını ileri süren tek hayvan, yaşlı Benjamin'di; o da, durumun hiçbir zaman daha iyi ya da daha kötü olmadığını ve böyle sürüp gideceğini söylüyordu. The only animal who claimed to remember every detail of his long life was old Benjamin; he said that the situation was never better or worse, and that it will continue. Benjamin'e göre, açlık, zorluk ve hayal kırıklığı hayatın değişmez yasalarıydı. For Benjamin, hunger, hardship, and disappointment were the unchanging laws of life. Gene de, hayvanlar umutlarını asla yitirmiyorlardı. Still, the animals never lost hope. Daha da önemlisi, Hayvan Çiftliği'nin üyesi olmanın ne kadar onurlu ve saygın bir nitelik olduğunu bir an bile akıllarından çıkarmıyorlardı. More importantly, they kept in mind for a moment what an honor and dignity it was to be a member of Animal Farm. Hayvan Çiftliği, koca ülkede –tüm İngiltere'de!– hayvanların malı olan ve hayvanlar tarafından yönetilen tek çiftlikti hâlâ. Animal Farm was still the only farm in the whole country—all of England!—that was owned and managed by animals. En gençleri, dahası yirmi otuz kilometre uzaklıktaki çiftliklerden yeni getirilmiş olanlar bile bunu bir mucize olarak görüyorlardı. Even the youngest, even those who had just been brought in from farms twenty miles away, considered it a miracle. Tüfek sesini duyduklarında, yeşil bayrağın gönderde dalgalandığını gördüklerinde göğüsleri kabarıyor; söz dönüp dolaşıp mutlaka eski kahramanlık günlerine, Jones'un çiftlikten kovuluşuna, Yedi Emir'in kaleme alınışına, çiftliği ele geçirmeye kalkan insanların bozguna uğratılışına geliyordu. Their chests swell when they hear the sound of the rifle, when they see the green flag waving in the sky; the word always came back to the days of old heroism, the expulsion of Jones from the farm, the writing of the Seven Commandments, the defeat of the people who tried to take over the farm. Eski düşlerin hiçbirinden vazgeçmemişlerdi. They had not given up on any of their old dreams. Koca Reis'in müjdelediği, İngiltere'nin yemyeşil çayırlarına tek bir insan ayağının basmayacağı Hayvan Cumhuriyeti'ne olan inançlarını yitirmemişlerdi. They had not lost their faith in the Republic of the Animals, heralded by Big Chief, where not a single human foot would set foot on England's green meadows. Bir gün mutlaka gerçek olacaktı; belki hemen gerçekleşmeyecekti, belki şimdi hayatta olanlar o günleri göremeyeceklerdi, ama düşleri bir gün mutlaka gerçek olacaktı. It would surely come true one day; maybe it wouldn't come true right away, maybe those who are alive today wouldn't be able to see those days, but one day their dreams would definitely come true. İngiltere'nin Hayvanları şarkısının ezgisi bile orada burada gizlice mırıldanılıyordu; hiçbiri yüksek sesle söylemeye cesaret edemese de, çiftlikteki her hayvanın şarkıyı ezbere bildiği kesindi. Even the tune of Beasts of England was muttered here and there; Although none dared to sing it out loud, it was certain that every animal on the farm knew the song by heart. Zor bir hayat yaşıyor olabilirlerdi, umutlarının tümü gerçekleşmemiş olabilirdi, ama öteki hayvanlardan farklı olduklarının bilincindeydiler. They may have lived a difficult life, all their hopes may not have come true, but they knew that they were different from other animals. Açlık çekiyorlarsa, zorba insanları doyuralım diye çekmiyorlardı; çok çalışıyorlarsa, hiç değilse kendileri için çalışıyorlardı. If they were starving, they were not starving to feed the tyrants; if they worked hard, they were at least working for themselves. Hiçbir hayvan iki ayak üstünde yürümüyordu. No animal walked on two legs. Hiçbir hayvan, hiçbir hayvanın "efendi"si değildi. No animal was the "master" of any animal. Bütün hayvanlar eşitti. All animals were equal.

Yaz başlarıydı. It was early summer. Bir gün Squealer koyunlara ardından gelmelerini emretti ve onları çiftliğin öbür ucunda, körpe huş ağaçlarıyla kaplı bir yere götürdü. One day, Squealer ordered the sheep to follow and led them across the farm to a place covered with young birch trees. Koyunlar, Squealer'ın gözetiminde, akşama kadar ağaçların yapraklarını yediler. The sheep, under Squealer's watch, ate the leaves of the trees until evening. Squealer, akşam çiftlik evine dönmeden, koyunlara orada kalmalarını tembihledi; hava da sıcaktı zaten. Before returning to the farmhouse in the evening, Squealer instructed the sheep to stay there; The weather was already hot. Koyunlar bütün bir hafta orada kaldılar; bu süre boyunca öteki hayvanlar koyunlarla hiç karşılaşmadılar. The sheep stayed there for a whole week; During this time the other animals never met the sheep. Squealer her gün oraya gidiyor, günün büyük bölümünü koyunlarla geçiriyordu. Squealer went there every day, spending most of the day with the sheep. Onlara yeni bir şarkı öğretmekte olduğunu, rahat çalışabilmeleri için gözlerden uzak olmaları gerektiğini söylüyordu. He said he was teaching them a new song, and that they needed to be out of sight so that they could study comfortably.

Koyunların çiftliğe yeni döndükleri güzel bir akşamüstü, hayvanlar işlerini bitirmişler, çiftlik binalarına yönelmişlerdi. One fine afternoon, when the sheep had just returned to the farm, the animals had finished their work and headed for the farm buildings. Birden, avlunun oradan, korkunç bir kişneme duyuldu. Suddenly, from the courtyard, there was a terrible neighing. Hayvanlar ürkerek oldukları yerde kaldılar. The animals stayed where they were, startled. Clover'ın sesiydi. It was Clover's voice. Bir kez daha kişneyince, tüm hayvanlar dörtnala avluya daldılar. Neighing once more, all the animals galloped into the courtyard. Ve Clover'ın gördüğünü onlar da gördüler: And they saw what Clover saw: Arka ayakları üzerinde yürüyen bir domuz. A pig walking on its hind legs.

Squealer'dı bu. Koca gövdesini arka ayaklarının üzerinde taşımaya alışık olmadığından güçlükle ilerliyor, ama gene de dengesi bozulmadan avlunun ortasında gezinebiliyordu. Unaccustomed to carrying his huge body on his hind legs, he could hardly move forward, but he could still navigate the middle of the courtyard without losing his balance. Biraz sonra çiftlik evinin kapısından bir sürü domuz çıktı; hepsi de arka ayaklarının üzerinde yürüyorlardı. A little later a pack of pigs came out of the farmhouse door; they were all walking on their hind legs. Daha beceriklileri de vardı, dengelerini korumakta güçlük çekenler de; ama hepsi de avlunun çevresinde yere yıkılmadan dolanıp duruyorlardı. There were those who were more skillful, and those who had difficulty keeping their balance; but they were all wandering around the courtyard unscathed. Sonunda, köpekler ürkünç sesler çıkararak havladılar, kara horoz kulakları sağır edercesine uzun uzun öttü ve kapıda Napoléon belirdi: Olanca görkemiyle dimdik yürüyor, sağına soluna kibirli bakışlar fırlatıyordu; köpekleri de çevresinde sıçrayıp duruyorlardı. At last the dogs barked with a terrifying noise, the black rooster croaked deafeningly, and Napoleon appeared at the door: he walked upright in all his splendor, casting arrogant glances to and fro; their dogs were also bouncing around.

Ön ayaklarından birinde bir kırbaç vardı! He had a whip on one of his front legs!

Ortalığı ölüm sessizliği kaplamıştı. There was dead silence. Hayvanlar, şaşkınlık ve korku içinde birbirlerine sokulmuşlar, avlunun çevresinde ağır ağır yürüyen domuzları izliyorlardı. The animals huddled together in surprise and fear, watching the pigs walking slowly around the courtyard. Sanki dünya tersine dönmüştü. It was as if the world had turned upside down. İlk şaşkınlıkları geçer geçmez, köpeklerden korkmalarına, uzun yıllardır ne olursa olsun hiçbir şeyden yakınmama, hiçbir şeyi eleştirmeme alışkanlığını edinmiş olmalarına karşın, domuzlara karşı seslerini yükseltmek üzereydiler ki, koyunlar birinden işaret almışçasına hep bir ağızdan melemeye başladılar: As soon as their initial astonishment had passed, they were about to raise their voices against the pigs when they were about to raise their voices against the pigs, when the sheep began to bleat in unison, as if they had been signaled by someone:

"Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! "Four legs good, two legs better! Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! Four legs are good, two legs are better! Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi!" Four legs good, two legs better!” Meleme aralıksız beş dakika sürdü. The bleating lasted for five minutes straight. Koyunların sesi kesildiğinde, domuzlar çoktan çiftlik evine dönmüştü; protesto etme fırsatı kaçırılmıştı. The pigs had already returned to the farmhouse by the time the sheep sounded; The opportunity to protest was missed.

Benjamin, birinin burnuyla omzuna dokunduğunu fark edince dönüp baktı. Benjamin turned to look when he noticed someone tapping his shoulder with their nose. Clover'dı. It was Clover. Yaşlı gözleri her zamankinden daha donuktu. His old eyes were duller than usual. Hiçbir şey söylemeden, Benjamin'i usulca yelesinden çekip büyük samanlığın Yedi Emir'in yazılı olduğu duvarına götürdü. Without saying a word, he gently pulled Benjamin by his mane and led him to the wall of the great barn where the Seven Commandments were written. Bir süre öyle durup katran kaplı duvardaki beyaz yazılara baktılar. They stood for a moment, staring at the white writings on the tar-covered wall.

Sonunda, Clover, "Gözlerim artık iyi görmüyor," dedi. “My eyes are no longer seeing well,” Clover said at last. "Gerçi gençken de doğru dürüst okuyamazdım ya. "I couldn't read properly when I was younger though. Ama bana öyle geliyor ki, yazılarda bir değişiklik var. But it seems to me that there is a change in the writings. Yedi Emir eskisi gibi duruyor mu, Benjamin?" Do the Seven Commandments look the same, Benjamin?" Benjamin, ilk kez ilkesini bozdu ve duvardaki yazıyı Clover'a okudu. Benjamin broke his principle for the first time and read the writing on the wall to Clover. Duvarda tek bir emir yazılıydı: A single command was written on the wall:

BÜTÜN HAYVANLAR EŞİTTİR  AMA BAZI HAYVANLAR  ÖBÜRLERİNDEN DAHA EŞİTTİR ALL ANIMALS ARE EQUAL BUT SOME ANIMALS ARE MORE EQUAL THAN OTHERS

Ertesi gün, çiftlik işlerini denetleyen bütün domuzların kırbaçlı olmaları kimseye tuhaf gelmedi. It did not seem strange to anyone that the next day all the pigs who supervised the farm work were whipped. Domuzların kendilerine bir radyo aldıkları, telefon bağlatmaya hazırlandıkları, John Bull ve Tit-Bits dergileriyle Daily Mirror gazetesine abone oldukları işitildiğinde, kimse şaşırmadı. No one was surprised when it was heard that the pigs had bought themselves a radio, were preparing to get a telephone hooked up, subscribed to John Bull and Tit-Bits magazines and the Daily Mirror. Napoléon'un, çiftlik evinin bahçesinde ağzında piposuyla dolaşması, kimsenin garibine gitmedi. It didn't surprise anyone that Napoleon was walking around the farmhouse garden with his pipe in his mouth. Domuzların, Bayan Jones'un giysilerini gardıroptan alıp giymeleri, Napoléon'un siyah ceket, külot pantolon ve deri tozluklarla gezinmesi, gözdesi olan dişi domuzun da Bayan Jones'un bir vakitler pazar günleri giydiği şanjanlı ipek elbiseyle dolaşması bile hiç kimseyi şaşırtmadı. It didn't surprise anyone that the pigs even took Miss Jones's clothes from the wardrobe and put them on, that Napoleon walked around in a black jacket, panties, and leather leggings, and that his favorite sow wore the shamrock silk dress that Miss Jones once wore on Sundays. Bir hafta kadar sonra, bir öğleden sonra, çiftliğe tek atlı ufak arabalar geldi. A week or so later, one afternoon, one-horse wagons arrived at the farm. Komşu çiftliklerden bir temsilciler kurulu, bir denetleme gezisi için çağrılmıştı. A committee of representatives from neighboring farms had been called in for an inspection trip. Tüm çiftliği gezen çiftçiler, gördükleri her şeye, özellikle de yel değirmenine hayran kaldıklarını belirttiler. Farmers who toured the entire farm stated that they were amazed by everything they saw, especially the windmill. Hayvanlar, şalgam tarlasındaki ayrıkotlarını yolmaktaydılar. The animals were plucking the weeds in the turnip field. Kendilerini tümüyle işlerine vermişlerdi; daha çok domuzlardan mı, yoksa çiftliğe konuk gelen insanlardan mı korkmak gerektiğini kestiremediklerinden başlarını bile kaldırmıyorlardı. They were completely devoted to their work; They didn't even look up, not knowing whether to fear more pigs or people visiting the farm.

Akşamleyin, çiftlik evinden kahkahalar ve şarkılar yükseldi. In the evening, laughter and songs arose from the farmhouse. Birbirine karışan sesleri duyan hayvanlar birden kulak kesildiler. Hearing the mingling sounds, the animals suddenly turned a deaf ear. İlk kez eşit koşullarda bir araya gelen hayvanlarla insanlar orada ne yapıyorlardı acaba? I wonder what animals and people were doing there when they met on equal terms for the first time? Hep birlikte, hiç ses çıkarmamaya çalışarak çiftlik evinin bahçesine yaklaştılar. Together they approached the garden of the farmhouse, trying not to make a sound.

Bahçe kapısının önüne geldiklerinde ürkerek duraksadılarsa da, Clover'ın öne düşmesiyle içeri girip parmaklarının ucuna basarak eve yöneldiler. They paused, startled, as they reached the garden gate, but as Clover fell forward they slipped in and tiptoed into the house. Boyları yetişen hayvanlar, yemek odasının penceresinden içeri baktılar. The animals, growing in stature, looked in through the dining room window. Uzun masanın çevresinde, altı çiftçi ile önde gelen altı domuz oturuyordu. Around the long table sat six farmers and six leading pigs. Napoléon ise masanın başına geçmiş, onur koltuğuna kurulmuştu. Napoleon was seated at the head of the table, in the seat of honor. Domuzlar, sandalyelerinde hiç de rahatsız görünmüyorlardı. The pigs did not seem at all uncomfortable in their chairs. Hep birlikte kâğıt oynarken oyunu kesmişler, şerefe kadeh kaldırıyorlardı. While they were playing cards together, they had interrupted the game and were toasting. Büyük bir sürahi elden ele dolaşıyor, bardaklara bira dolduruluyordu. A large jug was circulating, glasses were poured with beer. Hiçbiri, pencereden içeri bakan hayvanların şaşkın yüzlerini fark etmemişti. None of them noticed the puzzled faces of the animals peering in through the window.

Foxwood Çiftliği'nin sahibi Bay Pilkington, elinde bardağı, ayağa kalktı. Mr Pilkington, owner of Foxwood Farm, stood up, glass in hand. Birazdan herkesi şerefe kadeh kaldırmaya davet edeceğini, ama daha önce birkaç söz etmeyi görev bildiğini söyledi. He said he was going to invite everyone to a toast soon, but he thought it was his duty to say a few words beforehand.

Uzun süren bir güvensizlik ve anlaşmazlık döneminin artık sona ermiş olması, kendisi ve hiç kuşkusuz orada bulunan herkes için büyük bir mutluluk kaynağıydı. The end of a long period of distrust and disagreement was a source of great happiness for him and, of course, for everyone present. Komşu çiftliklerdeki insanlar, Hayvan Çiftliği'nin saygıdeğer sahiplerine, bir süre, düşmanlık duygularıyla değilse de kuşkuyla yaklaşmışlardı; ama kendisi ve orada bulunanlar, insanların bu kuşkucu yaklaşımını bile paylaşmamışlardı. For a time, people on neighboring farms had treated the esteemed owners of Animal Farm with suspicion, if not hostility; but he and those present did not even share this skepticism of the people. Talihsiz olaylar meydana gelmiş, yanlış düşüncelere kapılanlar olmuştu. Unfortunate events had occurred, and there were those who had misconceptions. Domuzların sahip olduğu ve yönettiği bir çiftliğin hiç de olağan olmadığı düşünülmüş, çevredeki çiftliklerde tedirginliğe yol açabileceğinden korkulmuştu. A farm owned and managed by pigs was considered unconventional, and it was feared that it might cause unease in the surrounding farms. Çiftçilerin birçoğu, en küçük bir araştırma yapmaksızın, böyle bir çiftlikte başına buyrukluk ve başıbozukluğun kol gezeceği sanısına kapılmıştı. Many of the farmers, without doing the least research, had the impression that such a farm would be dominated by mavericks and disorder. Hayvan Çiftliği'nde olup bitenlerin, yalnız kendi hayvanlarını değil, çiftliklerinde çalışan insanları da etkileyebileceğini düşünerek tedirgin olmuşlardı. They were uneasy, thinking that what was going on at Animal Farm could affect not only their own animals but also the people working on their farms. Ama bu tür kuşkuların tümü dağılmıştı artık. But all such doubts were now dispelled. Bugün kendisi ve dostları, oraya gelerek Hayvan Çiftliği'nin dört bir yanını gezip incelemişler ve yalnızca en yeni yöntemlerle değil, aynı zamanda bütün çiftçilere örnek olması gereken bir disiplin ve düzenle karşılaşmışlardı. Today he and his friends came there to explore all over Animal Farm and encountered not only the latest methods, but a discipline and order that should set an example for all farmers. Hayvan Çiftliği'ndeki aşağı kesimlerden hayvanların, ülkenin bütün hayvanlarından daha çok çalışıp daha az yediklerini söylemek herhalde yanlış olmayacaktı. It would probably be fair to say that the lower animals at Animal Farm worked harder and ate less than all the animals in the country. Bugün gerçekten de, kendisi ve dostları, Hayvan Çiftliği'nde öyle şeyler görmüşlerdi ki, bunları kendi çiftliklerinde de hemen uygulamaya koymayı düşünüyorlardı. Indeed, today he and his friends had seen such things on Animal Farm that they immediately considered putting them into practice on their own farms. Sözlerini, Hayvan Çiftliği ile komşuları arasında var olan ve sürmesi gereken dostluk duygularını bir kez daha vurgulayarak bitirmek istiyordu. He wanted to end his speech by emphasizing once again the feelings of friendship that existed between Animal Farm and its neighbors and should continue. Domuzlar ile insanlar arasında en küçük bir çıkar çatışması yoktu, olması için bir neden de göremiyordu. There was not the slightest conflict of interest between pigs and humans, and he could see no reason why. Verdikleri uğraşlar da, karşılaştıkları güçlükler de birdi. Their efforts and the difficulties they faced were the same. İşçi sorunu her yerde aynı değil miydi? Wasn't the labor question the same everywhere? Bay Pilkington, tam önceden hazırladığı anlaşılan zekice bir espri yapacaktı ki, gülmesini tutamayınca konuşmasını kesmek zorunda kaldı. Just as Mr Pilkington was about to make a clever joke that he had apparently prepared in advance, he was forced to interrupt his speech when he could not hold back his laughter. Tombul yanakları mosmor kesilinceye kadar kahkahalar attıktan sonra, espriyi patlattı: "Sizler aşağı kesimlerden hayvanlarınızla uğraşmak zorundaysanız," dedi, "bizler de bizim aşağı sınıflardan insanlarımızla uğraşmak zorundayız!" After laughing until his chubby cheeks turned purple, he cracked the joke: "If you guys have to deal with your lower animals," he said, "we have to deal with our lower-class people!" Espri, masayı kahkahayı boğdu. The joke filled the table with laughter. Bay Pilkington, Hayvan Çiftliği'nde tayınları düşük tuttukları, iş saatlerinin her yerdekinden daha fazla olmasını sağladıkları ve hayvanları aşırı bolluğa boğarak şımartmadıkları için domuzları bir kez daha kutlamaktan kendini alamadı. Mr. Pilkington couldn't help but congratulate the pigs once again for keeping rations low at Animal Farm, ensuring longer working hours than anywhere else, and not spoiling the animals by flooding them with overabundance. En sonunda, herkesi ayağa kalkmaya ve bardaklarını doldurmaya davet eden Bay Pilkington, "Haydi, beyler!" At last Mr Pilkington, inviting everyone to stand up and fill their glasses, said, "Come on, gentlemen!" dedi. "Şerefe! "Cheers! Hayvan Çiftliği'nin şerefine!" In honor of Animal Farm!" Herkes coşkuyla bağırıp çağırıyor, ayaklarını yere vuruyordu. Everyone was shouting with enthusiasm and stamping their feet. Napoléon, o kadar keyiflenmişti ki, yerinden kalkıp masayı dolandı, Bay Pilkington'la bardak tokuşturduktan sonra birasını bir dikişte bitirdi. Napoleon was so amused that he got up and walked around the table, clinking glasses with Mr Pilkington, and finishing his beer in one gulp. Bağırıp çağırmalar dinince, hâlâ ayakta olan Napoléon, kendisinin de birkaç sözü olduğunu belirtti. When the shouting had subsided, Napoleon, still standing, stated that he had a few words to himself.

Her zaman olduğu gibi, kısa ve öz konuştu. As always, he was succinct. Anlaşmazlık dönemi sona erdiği için kendisi de çok mutluydu. He was also very happy that the period of conflict was over. Uzun bir süre, kendisinin ve arkadaşlarının tutum ve davranışlarının yıkıcı, dahası devrimci olduğu yolunda söylentiler dolaşmıştı. For a long time, rumors had circulated that his and his friends' attitudes and behavior were subversive, and even revolutionary. Bu dedikodular, kötü yürekli düşmanlarından biri tarafından çıkartılmış olsa gerekti. These rumors must have been spread by one of his wicked enemies. Komşu çiftliklerdeki hayvanları ayaklanmaya kışkırttıkları söylenmişti. They were said to have incited animals on neighboring farms to revolt. Yalanın böylesi görülmemişti doğrusu! Never seen such a lie! Oysa, onların tek isteği, her zaman komşularıyla barış içinde yaşamak, iş ilişkilerini düzgün bir biçimde sürdürmek olmuştu. However, their only wish had always been to live in peace with their neighbors and to maintain proper business relations. Yönetmekten onur duyduğu bu çiftlik, bir kooperatif girişimiydi. The farm he was honored to manage was a cooperative venture. Elindeki tapu senetlerinin ortak sahipleri domuzlardı. The common owners of his title deeds were pigs.

Gerçi eski kuşkuların hâlâ sürdüğüne asla inanmıyordu, ama gene de son zamanlarda çiftliğin işleyişinde kendilerine duyulan güveni daha da artıracak bazı değişikliklere gidildiğini belirtmekte yarar görüyordu. Although he never believed that the old doubts still persisted, it was worth noting that there had been some recent changes in the operation of the farm that would further increase their confidence. Bugüne kadar, çiftlikteki hayvanlar arasında, birbirlerine "Yoldaş" demek gibi salakça bir alışkanlık söz konusuydu. Until now, there was a silly habit among the farm animals to call each other "Comrade." Bu alışkanlığa son verilecekti. This habit was to be ended. Nereden kaynaklandığını bilmedikleri tuhaf bir alışkanlık da, her pazar sabahı, bahçedeki kütüğe takılı domuz kafasının önünden tören yürüyüşüyle geçmeleriydi. A peculiar habit, from which they did not know, was that they paraded past the pig's head attached to a log in the garden every Sunday morning. Bu alışkanlığa da son verilecekti. This habit was to be ended. Domuz kafasını toprağa gömmüşlerdi bile. They had already buried the pig's head in the ground. Konuklar, gönderde dalgalanan yeşil bayrağa dikkatle bakmışlarsa bayrağın üzerindeki beyaz toynak ve boynuzun kaldırılmış olduğunu fark etmiş olmalıydılar. If the guests had looked carefully at the green flag waving in the sky, they must have noticed that the white hoof and horn on the flag had been removed. Bundan böyle, bayrak, düz yeşil olacaktı. Henceforth, the flag would be solid green.

Yalnız, Bay Pilkington'ın dostluk duygularıyla dolu, olağanüstü konuşmasında küçük bir düzeltme yapmak istiyordu. He only wished to make a small correction to Mr Pilkington's extraordinary, friendly speech. Bay Pilkington, konuşması boyunca, çiftliklerinden "Hayvan Çiftliği" diye söz etmişti. Throughout his speech, Mr. Pilkington referred to their farm as "Animal Farm". Hiç kuşku yok ki, "Hayvan Çiftliği" adının kaldırıldığını bilmesi olanaksızdı, çünkü bunu şimdi orada ilk kez açıklıyordu. There was no doubt that he had no way of knowing that the name "Animal Farm" had been removed, because now was the first time he was describing it there. Çiftlik bundan böyle yeniden asıl adıyla, "Beylik Çiftlik" adıyla bilinecekti. The farm would henceforth be known again by its original name, "Beylik Çiftlik". Napoléon, sözlerini bitirirken, "Beyler," dedi. "Gentlemen," said Napoleon as he finished. "Bir kez daha şerefe kaldıracağız bardaklarımızı, ama bu kez Hayvan Çiftliği'nin şerefine değil! “Once again, we'll raise our glasses, but not to Animal Farm this time! Bardaklarınızı ağzına kadar doldurun. Fill your glasses to the brim. Haydi bakalım, beyler: Beylik Çiftlik'in şerefine!" Come on, gentlemen: in honor of the Principality Farm!" Gene yürekten bir coşkuyla, "Şerefe!" Again with heartfelt enthusiasm, "Cheers!" diye haykırdılar; biralar bir dikişte bitirildi. they cried; beers finished in one gulp. Ne ki, dışarıdaki hayvanlar bu sahneyi seyrederlerken, bir tuhaflık sezinlediler. However, as the animals outside were watching this scene, they sensed something strange. Domuzların yüzlerinde değişen bir şey vardı, ama neydi? Something had changed in the pigs' faces, but what? Clover'ın yaşlı donuk bakışları, yüzler üzerinde bir bir geziniyordu. Clover's dull old gaze hovered over the faces one by one. Domuzlardan bazılarının çeneleri beş kat, bazılarının dört kat, bazılarının da üç kat olmuştu. Some of the pigs had five-fold jaws, some four-fold, some three-fold. Ama eriyip değişmekte olan şey neydi? But what was it that was melting and changing? Biraz sonra haykırışlar kesildi, masadakiler kâğıtlarını alıp yarım kalan oyunlarına yeniden başladılar; hayvanlar da sessizce uzaklaştılar oradan. After a while the cries ceased, and those at the table took their cards and resumed their unfinished game; The animals also went away in silence.

Daha yirmi otuz metre kadar uzaklaşmışlardı ki, oldukları yerde kalakaldılar. They had only gone about twenty or thirty meters when they stopped where they were. Çiftlik evinde bir gürültüdür kopmuştu. There was a noise in the farmhouse. Geri dönüp hızla eve koştular ve pencereden içeri baktılar. They turned around and hurried to the house and looked through the window. Evde korkunç bir kavga patlak vermişti: bağırıp çağırmalar, masaya vurmalar, kuşkulu sert bakışlar, küfür kıyamet... Anlaşıldığı kadarıyla kavganın nedeni, Napoléon ile Bay Pilkington'ın aynı elde maça ası çıkarmış olmalarıydı. A terrible fight had broken out in the house: shouting, banging on the table, suspicious stares, swearing apocalypse... It seems that the reason for the fight was that Napoleon and Mr. Pilkington had played an ace of spades in the same hand. İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Inside, twelve of them were shouting in anger, twelve alike. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Now it was clear what had happened to the pigs' faces. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirlerinden ayırt edemiyorlardı. The animals outside are looking at the faces of a pig to the face of a human; but they could not distinguish them from each other.

Kasım 1943 - Şubat 1944 November 1943 - February 1944