×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: çerez politikası.


image

Book - Kızıl Saçlılar Kulübü - Arthur Conan Doyle, KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 04

KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 04

“Yukarıda bir şey yok,” dedi Holmes feneri yukarı kaldırıp çevresine bakarken. “Aşağıda da bir şey yok,” dedi Bay Merryweather, bastonuyla, zemine döşenmiş taşlara vurarak. Birden şaşkın şaşkın yere eğildi, “Vay canına, çıkan sese bakılırsa aşağısı boş gibi!” dedi.

“Lütfen, biraz daha sessiz olun!” dedi Holmes sert bir şekilde. “Şimdiden bu araştırmanın başarısını tehlikeye soktunuz. Şu sandıklardan birinin üstüne oturup işimize burnunuzu sokmamanızı rica ediyorum.”

Bay Merryweather, yüzünde kırgın bir ifadeyle sandıklardan birinin üstüne tünedi. Holmes ise diz çöktü, bir elinde fener, diğerinde büyüteç, taşların arasındaki çatlakları incelemeye başladı. Birkaç saniye sonra ayaklarının üzerinde doğruldu ve büyütecini cebine koydu.

“En azından bir saat vaktimiz var,” diye konuşmaya başladı, “çünkü rehinci, rahat yatağına girmeden harekete geçmezler. Sonra da hiç zaman kaybetmeden işe girişecekler, işlerini ne kadar kısa sürede bitirirlerse, kaçmak için de o kadar çok vakitleri olacak. Şu anda doktor, tahmin edebileceğin gibi, Londra'nın en büyük bankalarından birinin mahzenindeyiz. Bay Merryweather genel müdür ve sana Londra'nın büyük hırsızlarının bu mahzenle neden bu kadar ilgilendiklerini açıklayacaktır.” “Fransız altınımız yüzünden,” diye fısıldadı müdür. “Soygun teşebbüsleri olabileceği konusunda birkaç kez uyarılmıştık zaten.”

“Fransız altını mı?”

“Evet. Birkaç ay önce sermayemizi güçlendirmek için Fransa Bankası'ndan 30.000 Napolyon altını borç almıştık..İnsanlar, henüz paraları çıkarmadığımızı ve hâlâ mahzende sakladığımızı duydular. Şu an üstünde oturduğum sandığın içinde, kurşun bölmeler de 2000 Napolyon altını var. Şu anki altın rezervimiz normalde tek bir şubede saklanamayacak kadar çok. Bu yüzden banka müdürleri bu konuda endişeli.”

“Çok da haklı oldukları ortaya çıkmış durumda,” diye fikrini belirtti Holmes. “Artık küçük planımızı uygulamaya geçirmenin zamanı geldi. Bir saat içinde kesin sonuca ulaşacağımızı umuyorum. Bu arada, Bay Merryweather, feneri söndürüverin.”

“Karanlıkta mı kalacağız yani?”

“Korkarım öyle! Yanımda bir deste oyun kâğıdı getirmiştim. Dört kişi olduğumuza göre kâğıt oynayabiliriz diye düşünmüştüm, ama rakibimiz hazırlıklarını tamamlamış. Onun için ışık yakarak riske giremeyiz. Herşeyden önce pozisyonlarımızı kararlaştırmalıyız. Bunlar gözü pek adamlardır ve biz her ne kadar onlara nazaran avantajlı durumda olsak da dikkat etmezsek bu işten zararlı çıkabiliriz. Ben şu sandığın arkasına saklanayım, siz de şuradakilerin. Ben üstlerine ışık tuttuğum anda hücuma geçeriz. Watson, eğer ateş edecek olurlarsa, hiç düşünmeden vur onları.”

Tabancamı atışa hazır durumda tahta sandığın üzerine koydum, kendim de sandığın arkasına gizlendim. Holmes feneri söndürüp bizi zifiri karanlıkta bıraktı. Daha önce böylesi bir karanlığı hiç görmemiştim. Sadece kızmış metal kokusu her an için yanmaya hazır lambanın varlığını kanıtlıyordu. Sinirlerim beklemekten gerilmişti, mahzenin üzerimize birdenbire çöken karanlık, soğuk ve nemli havasında bunaltıcı ve uğursuz bir şey varmış gibiydi.

“Tek bir kaçış yolları var,” diye fısıldadı Holmes. “O da evin arkasından Saxe-Coburg Meydanı'na çıkmak. Umarım sizden rica ettiğim şeyleri yerine getirmişsindir, Jones?”

“Ön kapıda bir müfettiş ve iki polis memuru nöbette bekliyor.”

“O zaman tüm çıkış yollarını kapattık demektir. Şimdi sessizce bekleyelim.”

Zaman nasıl da geçmek bilmiyordu. Sadece bir saat on beş dakika geçmişti, ama bana, sanki gece bitmiş ve şafak sökmeye başlamış gibi gelmişti. Kıpırdanmaktan korktuğum için bacaklarım yorgunluktan kaskatı kesilmişti. Sinirlerim o kadar gerilmiş ve kulaklarım o kadar keskinleşmişti ki, sadece yanımdakinin hafif nefes alışlarını duymakla kalmıyor, iri cüsseli Jones ‘un hırıltısını, banka müdürünün iniltisinden ayırt bile edebiliyordum. Önümdeki sandığın üzerinden baktığımda döşemeyi görüyordum. Derken odada bir ışık fark ettim.

İlk başta döşemenin taşına yansıyan parlak bir leke şeklindeydi, sonra gittikçe uzayarak sarı bir çizgi haline geldi. O anda döşemenin taşları usulca yarıldı ve aralarından bir el çıkıverdi. Işığın aydınlattığı döşemeye parmaklarıyla dokunan, kadın elini andıran beyazlıkta bir eldi bu. Bir dakika, belki bir dakikadan da fazla bir süre çarpık parmaklarıyla eli dışarı uzanıverdi. Sonra ortaya çıktığı gibi hızla gözden kayboldu. Taşların arasından sızan donuk ışığın dışında yine karanlığa gömülmüştük. Fakat çok geçmeden, beyaz taşlardan biri, gıcırtılı bir sesle yana doğru kaydırıldı; dört köşeli bir delik ortaya çıktı ve bu delikten bir fener ışığı sızmaya başladı. Aradaki boşluktan, küstah bakışlı, genç bir erkek yüzü çıktı ve çevresine dikkatle baktıktan sonra kendini yukarı çekti. Deliğin her iki tarafından önce birer el, sonra omuzlar, kalça ve dizler göründü. Adam hemen deliğin başında durarak bir eliyle aşağıdan yardımcısını çekti çıkardı; o da kendi gibi esnek ve kısa boyluydu, soluk bir yüzü ve kıpkızıl saçları vardı.

“Herşey yolunda,” diye fısıldadı. “Keskiyle torbaları getirdin değil mi? Allah kahretsin! Atla Archie, atla; kaç; ben burada idare ederim.”

Sherlock Holmes daha önce fırlamış ve adamı yakasından tutmuştu. Diğeri delikten kayboldu, Yırtılan kıyafetin sesini duydum; herifin ceketinin ucu yırtılarak Jones'un elinde kalmıştı. Işık adamın tabanca tutan elini aydınlattı ama o anda Holmes'un av kırbacı adamın bileğinde şakladı ve tabanca yere düştü. “Artık çok geç, John Clay,” dedi Holmes cesurca. “Hiç şansın yok.”

“Görüyorum,” diye cevap verdi adam tam bir kayıtsızlık içinde. “Ama anladığım kadarıyla arkadaşım yakayı kurtarmış. Kaçarken ceketini size hatıra bıraktı galiba.”

“Onu kapıda üç kişi bekliyor.” dedi Holmes.

“Vay canına! Herşeyi çok iyi ayarlamış olduğunuz açıkça görülüyor. Sizi tebrik etmeliyim.”

“Ben de sizi,” diye cevap verdi Holmes. “Kızıl saç fikriniz alışılmadık ve etkiliydi.”

“Az sonra suç ortağını görürsün,” dedi Jones. “Kodese girmek için sabırsızlanıyor. Ellerini uzat da bileziklerini takayım.”

“Şu kirli ellerinizi üstüme sürmemenizi rica edeceğim,” dedi adam, kelepçeler bileklerine takılırken. “Siz daha farkında olmayabilirsiniz ama damarlarımda asil bir kan dolaşıyor. Ayrıca, benimle konuşurken ‘beyefendi' ve ‘lütfen' demeyi ihmal etmemenizi rica ediyorum.” “Pekâlâ,” dedi Jones, alaycı bir şekilde bakarak. “Beyefendi benimle yukarı çıkıp dışarıda bekleyen arabaya binerek karakola kadar gelme nezaketini gösterir miydi acaba?”

“Bak böylesi daha iyi,” dedi Clay neşeyle. Önümüzde saygıyla eğilerek bizi selamladı, sonra dedektifin nezaretinde sessizce gitti.

Mahzenden çıkarken Bay Merryweather söze atıldı: “Bay Holmes bankamızın size nasıl teşekkür edeceğini ve bu zahmetinizi nasıl ödeyeceğimizi gerçekten bilmiyorum. Şimdiye kadar gördüğüm en büyük banka soygunu girişimini mükemmel bir şekilde tespit ederek önlediniz.”

“Bay John Clay'le halletmem gereken bir iki hesabım daha var,” dedi Holmes. “Yaptığım bir-iki ufak masraf dışında bankanızın bana para ödemesine gerek yok. Ben zaten Kızıl Saçlılar Kulübü'nün garip hikâyesini çözerek ve böyle benzersiz bir deneyim yaşayarak fazlasıyla ödüllendirilmiş oldum.” Ertesi sabah Baker Sokağı'nda sabahın ilk saatlerinde viski-sodamızı yudumlarken, “Görüyorsun ya Watson,” dedi Holmes, “gerek bu fantastik kulüp ilanının, gerekse ansiklopedi kopyalama meselesinin, bu pek zeki olmayan rehinciyi günde birkaç saat ayak altından çıkarmak için uydurulmuş olduğunu daha başından anlamıştım. Gerçekten garip bir yol ama herhalde daha iyisini bulamazlardı. Hiç şüphesiz bu fikir, dahi Clay'in aklına suç ortağının saç renginden gelmiş olmalı. Rehinci için haftada 4 sterlin, binlerle oynayan bu adamlar için önemsiz bir yemdi. Birlikte ilanı verdikten sonra, biri geçici çıraklık rolünü, diğeri de işveren rolünü oynayarak rehincinin sabahları ortalıkta görünmemesini sağladılar. Çırağın yarım maaşa çalışmayı kabul ettiğini ilk duyduğumda, bu işe girmesini paradan başka bir amaca bağlamak gerektiğini anlamıştım.”

“Peki, amacın ne olduğunu nasıl tahmin ettin?”

“Evde bir kadın olsaydı başka türlü bir entrika olmalı diye düşünebilirdim. Ama böyle şey yoktu. Adamın sadece küçük bir dükkânı vardı ve evinde böyle ince hazırlıklara ve harcamalara değecek cinsten eşya, para falan da yoktu. O halde evin dışında birşeyler olmalıydı. Ama nasıl bir şey? Bir an için çırağın fotoğraf tutkunluğu,bodruma inişi hatırıma geldi. Bodrum katı… İşte bu! Karmaşık meselenin cevabı orada saklıydı. Bu gizemli çırağı sorup soruşturdum ve Londra'nın en soğukkanlı, en cesur suçlularından biriyle karşı karşıya olduğumu öğrendim. Çırak bodrumda, daha doğrusu mahzende birşeyler yapıyordu; hem de aylar boyunca, günde bir iki saatlik bir şey. Düşündüm; bu ne olabilirdi? Olsa olsa o evden diğer bir binaya giden bir tünel kazmak.

“Seninle olay yerine gittiğimizde buraya kadarını biliyordum. Bastonumla kaldırıma vurunca sen şaşırmıştın.. Mahzenin öne mi yoksa arkaya doğru mu genişletildiğini öğrenmek için yaptım bunu. Öne doğru değildi. Sonra zili çaldım ve tam beklediğim gibi, kapıyı çırak açtı. Daha önce de birkaç kez karşıma çıkmıştı ama hiç göz göze gelmemiştik. Yüzüne pek bakmadım bile. Görmek istediğim dizleriydi. Ne kadar yıpranmış, kırışmış ve lekeli olduklarını sen de fark etmişsindir herhalde. Bu hali, saatler süren köstebekliğini gösteriyordu. Geriye tek bir soru kalmıştı, bunu ne için yaptıkları. Köşeyi döndüğümde City and Suburban Bankası'nın dostumuzun eviyle sırt sırta olduğunu gördüm. Artık problemi çözdüğümden emindim. Sen konserden eve dönerken, ben hem Scotland Yard'ı hem de banka müdürünü aradım; sonrasında neler olduğunu biliyorsun.” “Peki, soygunu bu gece yapacaklarını nereden anladın?” diye sordum.

“Kulüp bürosunu kapatmış olmaları, artık Bay Jabez Wilson'in varlığını önemsemediklerini gösteriyordu, senin anlayacağın tünel tamamlanmıştı. Ama bir an önce tüneli kullanmaları gerekiyordu, çünkü altın külçelerinin er ya da geç götürüleceğini biliyorlardı. Cumartesi bunun için en uygun gündü çünkü kaçmaları için onlara iki gün kazandırırdı.İşte bu nedenle onların bu gece geleceklerine emindim.”

“Şahane bir çözüm!” diye atıldım, hayranlık duygumu daha fazla bastıramayarak. “Uzun bir zincir ama her halkası yerine oturuyor.”

“Bu düşünce oyunu beni can sıkıntısından da kurtardı,” diye cevap verdi esneyerek. “Ama ne yazık ki bu sıkıntının yine üstüme çökmeye başladığını hissediyorum. Bütün hayatım, geçim sıkıntısı denen şeyden kaçmakla geçiyor. Böyle ufak tefek problemler bana bu konuda yardımcı oluyor.”

“Öte yandan insanlığın hayrına çalışıyorsun,” dedim.

Omuzlarını silkti. “E, belki de öyle, yaptıklarım pek de değersiz sayılmaz galiba. Ne demiş Gustave Flaubert, George Sand'a yazdığı mektupta: ‘L'homme c'est ııırien - l'oeuvre c'est tout.”

KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 04 CLUB DER ROTEN HAARE - 04 RED HAIR CLUB - 04 CLUB DE PELIRROJOS - 04 КЛУБ РЫЖИХ ВОЛОС - 04 RÖDHÅRIG KLUBB - 04

“Yukarıda bir şey yok,” dedi Holmes feneri yukarı kaldırıp çevresine bakarken. "Da oben ist nichts", sagte Holmes, als er die Laterne anhob und sich umsah. "There's nothing up there," said Holmes, holding up the lantern and looking around. "No hay nada ahí arriba", dijo Holmes mientras levantaba la linterna y miraba a su alrededor. “Aşağıda da bir şey yok,” dedi Bay Merryweather, bastonuyla, zemine döşenmiş taşlara vurarak. "Da unten ist auch nichts", sagte Mr. Merryweather und klopfte mit seinem Stock auf die Steine am Boden. "There's nothing down there either," said Mr Merryweather with his cane, beating the stones on the floor. "Tampoco hay nada ahí abajo", dijo el señor Merryweather, golpeando las piedras del suelo con su bastón. Birden şaşkın şaşkın yere eğildi, “Vay canına, çıkan sese bakılırsa aşağısı boş gibi!” dedi. Plötzlich beugte er sich überrascht hinunter und sagte: "Wow, das hört sich an, als ob es da unten leer wäre!" He suddenly bent down in surprise, “Wow, it sounds like it's empty down there!” said.

“Lütfen, biraz daha sessiz olun!” dedi Holmes sert bir şekilde. "Bitte seien Sie etwas leiser!", sagte Holmes streng. “Please, be a little quieter!” said Holmes sternly. "¡Por favor, un poco más de silencio!", dijo Holmes con severidad. “Şimdiden bu araştırmanın başarısını tehlikeye soktunuz. "Sie haben den Erfolg dieser Forschung bereits aufs Spiel gesetzt. “You have already jeopardized the success of this research. "Ya ha puesto en peligro el éxito de esta investigación. Şu sandıklardan birinin üstüne oturup işimize burnunuzu sokmamanızı rica ediyorum.” I beg you not to sit on one of these chests and meddle in our business." Te pido que te sientes en una de esas cajas y mantengas tu nariz fuera de nuestros asuntos".

Bay Merryweather, yüzünde kırgın bir ifadeyle sandıklardan birinin üstüne tünedi. Mr Merryweather perched on top of one of the trunks, a grim expression on his face. El señor Merryweather se encaramó a una de las cajas con cara de resentimiento. Holmes ise diz çöktü, bir elinde fener, diğerinde büyüteç, taşların arasındaki çatlakları incelemeye başladı. Holmes knelt down, lantern in one hand and a magnifying glass in the other, examining the cracks in the stones. Holmes se arrodilló, con una linterna en una mano y una lupa en la otra, y empezó a examinar las grietas entre las piedras. Birkaç saniye sonra ayaklarının üzerinde doğruldu ve büyütecini cebine koydu. A few seconds later he got up on his feet and put his magnifying glass in his pocket. Tras unos segundos, se puso en pie y se guardó la lupa en el bolsillo.

“En azından bir saat vaktimiz var,” diye konuşmaya başladı, “çünkü rehinci, rahat yatağına girmeden harekete geçmezler. “We have at least an hour,” he began, “because they won't move until the pawnshop is in his comfortable bed. "Tenemos al menos una hora", empezó, "porque el prestamista no se moverá hasta que esté en su cómoda cama. Sonra da hiç zaman kaybetmeden işe girişecekler, işlerini ne kadar kısa sürede bitirirlerse, kaçmak için de o kadar çok vakitleri olacak. Then they will get down to business in no time, and the sooner they finish their work, the more time they will have to escape. Así se pondrán manos a la obra sin perder tiempo, y cuanto antes terminen, más tiempo tendrán para escapar. Şu anda doktor, tahmin edebileceğin gibi, Londra'nın en büyük bankalarından birinin mahzenindeyiz. Right now, Doctor, as you can imagine, we are in the cellar of one of London's largest banks. Estamos en la cámara acorazada de uno de los mayores bancos de Londres. Bay Merryweather genel müdür ve sana Londra'nın büyük hırsızlarının bu mahzenle neden bu kadar ilgilendiklerini açıklayacaktır.” Mr Merryweather is the general manager and will explain to you why the great thieves of London are so interested in this cellar.” El señor Merryweather es el director general y le explicará por qué los grandes ladrones de Londres están tan interesados en esta bodega". “Fransız altınımız yüzünden,” diye fısıldadı müdür. “Because of our French gold,” the manager whispered. "Por nuestro oro francés", susurró el gerente. “Soygun teşebbüsleri olabileceği konusunda birkaç kez uyarılmıştık zaten.” "We've already been warned several times about possible robbery attempts." "Ya nos han avisado varias veces de intentos de robo".

“Fransız altını mı?” “French gold?” "¿Oro francés?"

“Evet. "Yes. Birkaç ay önce sermayemizi güçlendirmek için Fransa Bankası'ndan 30.000 Napolyon altını borç almıştık..İnsanlar, henüz paraları çıkarmadığımızı ve hâlâ mahzende sakladığımızı duydular. A few months ago we borrowed 30,000 Napoleonic gold coins from the Bank of France to bolster our capital. Hace unos meses pedimos prestadas 30.000 monedas de oro napoleónicas al Banco de Francia para reforzar nuestro capital. La gente se enteró de que aún no habíamos sacado el dinero y seguíamos guardándolo en el sótano. Şu an üstünde oturduğum sandığın içinde, kurşun bölmeler de 2000 Napolyon altını var. Inside the trunk I'm sitting on right now, in the lead chambers, are 2000 Napoleonic gold coins. En el cofre en el que estoy sentado ahora, hay 2000 monedas de Napoleón en compartimentos de plomo. Şu anki altın rezervimiz normalde tek bir şubede saklanamayacak kadar çok. Our current gold reserves are too large to normally be stored in a single branch. Nuestra reserva actual de oro es demasiado grande para almacenarla en una sola sucursal. Bu yüzden banka müdürleri bu konuda endişeli.” That's why bank managers are worried about it." Por eso los directores de los bancos están preocupados".

“Çok da haklı oldukları ortaya çıkmış durumda,” diye fikrini belirtti Holmes. “They have turned out to be quite right,” remarked Holmes. "Resulta que tenían toda la razón", concluyó Holmes. “Artık küçük planımızı uygulamaya geçirmenin zamanı geldi. “Now it's time to put our little plan into action. "Es hora de poner en marcha nuestro pequeño plan. Bir saat içinde kesin sonuca ulaşacağımızı umuyorum. I hope we will reach the final result within an hour. Bu arada, Bay Merryweather, feneri söndürüverin.” In the meantime, Mr. Merryweather, put out the lantern." Por cierto, Sr. Merryweather, apague la linterna".

“Karanlıkta mı kalacağız yani?” "So we're going to stay in the dark?" "¿Vamos a estar a oscuras?"

“Korkarım öyle! “I'm afraid so! "¡Me temo que sí! Yanımda bir deste oyun kâğıdı getirmiştim. I brought a deck of playing cards with me. Me traje una baraja de cartas. Dört kişi olduğumuza göre kâğıt oynayabiliriz diye düşünmüştüm, ama rakibimiz hazırlıklarını tamamlamış. I thought we could play cards since there are four of us, but our opponent has finished his preparations. Pensé que podríamos jugar a las cartas ya que somos cuatro, pero nuestro oponente ha completado sus preparativos. Onun için ışık yakarak riske giremeyiz. We can't risk it by turning on the light. No podemos arriesgarnos a encender una luz por él. Herşeyden önce pozisyonlarımızı kararlaştırmalıyız. First of all, we have to decide our positions. Bunlar gözü pek adamlardır ve biz her ne kadar onlara nazaran avantajlı durumda olsak da dikkat etmezsek bu işten zararlı çıkabiliriz. These are brave men and although we are in an advantageous position compared to them, if we are not careful, we can come out of this business. Ben şu sandığın arkasına saklanayım, siz de şuradakilerin. Let me hide behind that trunk, and you over there. Yo me esconderé detrás de ese cajón, tú escóndete detrás de esos de ahí. Ben üstlerine ışık tuttuğum anda hücuma geçeriz. As soon as I shine a light on them, we will attack. Watson, eğer ateş edecek olurlarsa, hiç düşünmeden vur onları.” Watson, if they do shoot, shoot them without hesitation.” Watson, si disparan, dispárales sin dudarlo".

Tabancamı atışa hazır durumda tahta sandığın üzerine koydum, kendim de sandığın arkasına gizlendim. I put my pistol on the wooden crate, ready to shoot, and I myself hid behind the crate. Puse mi pistola sobre el cajón de madera lista para disparar y me escondí detrás del cajón. Holmes feneri söndürüp bizi zifiri karanlıkta bıraktı. Holmes extinguished the lantern, leaving us in pitch black. Holmes apagó la linterna y nos dejó en la más absoluta oscuridad. Daha önce böylesi bir karanlığı hiç görmemiştim. I've never seen such darkness before. Nunca había visto tanta oscuridad. Sadece kızmış metal kokusu her an için yanmaya hazır lambanın varlığını kanıtlıyordu. Only the smell of hot metal proved the existence of the lamp ready to be lit at any moment. Sólo el olor a metal al rojo vivo demostraba la presencia de una lámpara lista para encenderse en cualquier momento. Sinirlerim beklemekten gerilmişti, mahzenin üzerimize birdenbire çöken karanlık, soğuk ve nemli havasında bunaltıcı ve uğursuz bir şey varmış gibiydi. My nerves were tense with the waiting, and there seemed to be something oppressive and ominous in the dark, cold, damp air that had suddenly descended upon us in the cellar. La espera me crispaba los nervios, y el aire oscuro, frío y húmedo del sótano, que de pronto descendió sobre nosotros, parecía opresivo y ominoso.

“Tek bir kaçış yolları var,” diye fısıldadı Holmes. "There is only one escape route," whispered Holmes. "Sólo tienen una vía de escape", susurró Holmes. “O da evin arkasından Saxe-Coburg Meydanı'na çıkmak. “That's going out from the back of the house to Saxe-Coburg Square. "Eso es para salir por la parte trasera de la casa a la plaza Saxe-Coburg. Umarım sizden rica ettiğim şeyleri yerine getirmişsindir, Jones?” I hope you have done what I asked of you, Jones?" Espero que hayas hecho lo que te pedí, Jones".

“Ön kapıda bir müfettiş ve iki polis memuru nöbette bekliyor.” “An inspector and two police officers stand guard at the front door.”

“O zaman tüm çıkış yollarını kapattık demektir. “Then it means that we have closed all the way out. Şimdi sessizce bekleyelim.” Now let's wait quietly."

Zaman nasıl da geçmek bilmiyordu. Time did not know how to pass. Cómo pasa el tiempo. Sadece bir saat on beş dakika geçmişti, ama bana, sanki gece bitmiş ve şafak sökmeye başlamış gibi gelmişti. Only an hour and fifteen minutes had passed, but it seemed to me as if the night had ended and dawn had begun. Kıpırdanmaktan korktuğum için bacaklarım yorgunluktan kaskatı kesilmişti. My legs were stiff with exhaustion for fear of moving. Tenía las piernas agarrotadas por el cansancio porque tenía miedo de moverme. Sinirlerim o kadar gerilmiş ve kulaklarım o kadar keskinleşmişti ki, sadece yanımdakinin hafif nefes alışlarını duymakla kalmıyor, iri cüsseli Jones ‘un hırıltısını, banka müdürünün iniltisinden ayırt bile edebiliyordum. My nerves were so strained and my ears so sharp that I could not only hear the light breathing of the person next to me, but I could even distinguish the burly Jones's growl from the bank manager's groan. Mis nervios estaban tan tensos y mis oídos tan aguzados que no sólo podía oír la ligera respiración de la persona que tenía al lado, sino que incluso podía distinguir el gruñido del fornido Jones del quejido del director del banco. Önümdeki sandığın üzerinden baktığımda döşemeyi görüyordum. When I looked over the chest in front of me, I saw the floor. Cuando miré por encima de la caja que tenía delante, pude ver las tablas del suelo. Derken odada bir ışık fark ettim. Then I noticed a light in the room. Entonces noté una luz en la habitación.

İlk başta döşemenin taşına yansıyan parlak bir leke şeklindeydi, sonra gittikçe uzayarak sarı bir çizgi haline geldi. At first it was in the form of a bright spot reflected on the stone of the pavement, then it grew longer and longer into a yellow line. Al principio tenía la forma de una mancha brillante que se reflejaba en la piedra de la losa del pavimento, y luego se fue alargando hasta convertirse en una línea amarilla. O anda döşemenin taşları usulca yarıldı ve aralarından bir el çıkıverdi. At that moment, the stones of the pavement parted softly and a hand came out between them. En ese momento, las piedras del pavimento se partieron suavemente y una mano surgió de entre ellas. Işığın aydınlattığı döşemeye parmaklarıyla dokunan, kadın elini andıran beyazlıkta bir eldi bu. It was a white hand like a woman's hand, touching the floor illuminated by the light with her fingers. Bir dakika, belki bir dakikadan da fazla bir süre çarpık parmaklarıyla eli dışarı uzanıverdi. For a minute, maybe more than a minute, his hand reached out with crooked fingers. Durante un minuto, tal vez más de un minuto, su mano se extendió con dedos torcidos. Sonra ortaya çıktığı gibi hızla gözden kayboldu. Then it disappeared as quickly as it appeared. Taşların arasından sızan donuk ışığın dışında yine karanlığa gömülmüştük. We were plunged into darkness again, except for the dim light filtering through the stones. Salvo por la luz mortecina que se filtraba entre las piedras, volvíamos a estar a oscuras. Fakat çok geçmeden, beyaz taşlardan biri, gıcırtılı bir sesle yana doğru kaydırıldı; dört köşeli bir delik ortaya çıktı ve bu delikten bir fener ışığı sızmaya başladı. But soon, one of the white stones was slid sideways with a creaking sound; A square hole appeared and a lantern light began to seep through it. Pronto, sin embargo, una de las piedras blancas se deslizó lateralmente con un crujido, dejando al descubierto un agujero de cuatro esquinas por el que empezó a brillar la luz de una antorcha. Aradaki boşluktan, küstah bakışlı, genç bir erkek yüzü çıktı ve çevresine dikkatle baktıktan sonra kendini yukarı çekti. An insolent young male face emerged from the space in between, and he pulled himself up after carefully looking around. Un joven de rostro masculino y mirada arrogante emergió del hueco y, tras echar un cuidadoso vistazo a su alrededor, se incorporó. Deliğin her iki tarafından önce birer el, sonra omuzlar, kalça ve dizler göründü. A hand appeared on either side of the hole, then shoulders, hips, and knees. Primero una mano, luego los hombros, las caderas y las rodillas aparecieron a cada lado del agujero. Adam hemen deliğin başında durarak bir eliyle aşağıdan yardımcısını çekti çıkardı; o da kendi gibi esnek ve kısa boyluydu, soluk bir yüzü ve kıpkızıl saçları vardı. The man immediately stood at the head of the hole and pulled out his assistant from below with one hand; he was short and supple like himself, with a pale face and reddish-brown hair. El hombre se situó en la parte superior del agujero y con una mano sacó a su ayudante de abajo; era tan flexible y bajo como él, con la cara pálida y el pelo rojo.

“Herşey yolunda,” diye fısıldadı. “Everything is fine,” he whispered. “Keskiyle torbaları getirdin değil mi? “You brought the bags with the chisel, didn't you? "Trajiste las bolsas con el cincel, ¿no? Allah kahretsin! God damn it! ¡Maldita sea! Atla Archie, atla; kaç; ben burada idare ederim.” Jump Archie, jump; how much; I'll manage here." Salta, Archie, salta; corre; yo me las arreglaré aquí".

Sherlock Holmes daha önce fırlamış ve adamı yakasından tutmuştu. Sherlock Holmes had sprung up earlier and grabbed the man by the collar. Sherlock Holmes había saltado antes y le había agarrado por el cuello. Diğeri delikten kayboldu, Yırtılan kıyafetin sesini duydum; herifin ceketinin ucu yırtılarak Jones'un elinde kalmıştı. The other disappeared through the hole, I heard the sound of the torn garment; The tip of the guy's jacket had been torn off, leaving it in Jones' hands. El otro desapareció por el agujero, y oí el ruido de ropa rasgada; el extremo de la chaqueta del tipo fue arrancado y dejado en la mano de Jones. Işık adamın tabanca tutan elini aydınlattı ama o anda Holmes'un av kırbacı adamın bileğinde şakladı ve tabanca yere düştü. The light illuminated the man's hand holding the pistol, but at that moment Holmes' hunting whip snapped at the man's wrist and the pistol fell to the ground. La luz iluminó la mano del hombre que sostenía el revólver, pero en ese momento el látigo de caza de Holmes restalló en la muñeca del hombre y el revólver cayó al suelo. “Artık çok geç, John Clay,” dedi Holmes cesurca. "It's too late now, John Clay," said Holmes boldly. "Es demasiado tarde, John Clay", dijo Holmes con valentía. “Hiç şansın yok.” "No chance."

“Görüyorum,” diye cevap verdi adam tam bir kayıtsızlık içinde. “I see,” the man replied with complete indifference. "Ya veo", respondió el hombre con total indiferencia. “Ama anladığım kadarıyla arkadaşım yakayı kurtarmış. “But as I understand it, my friend got away with it. Kaçarken ceketini size hatıra bıraktı galiba.” I think he left you his jacket as a souvenir when he ran away.” Creo que te dejó su chaqueta como recuerdo cuando huyó".

“Onu kapıda üç kişi bekliyor.” dedi Holmes. “Three people are waiting for him at the door.” said Holmes. "Hay tres hombres esperándole en la puerta", dijo Holmes.

“Vay canına! "Wow! Herşeyi çok iyi ayarlamış olduğunuz açıkça görülüyor. It is obvious that you have arranged everything very well. Sizi tebrik etmeliyim.” I must congratulate you.” Debo felicitarte".

“Ben de sizi,” diye cevap verdi Holmes. "I love you too," answered Holmes. “Kızıl saç fikriniz alışılmadık ve etkiliydi.” “Your idea of red hair was unconventional and effective.” "Tu idea del pelo rojo fue inusual y efectiva".

“Az sonra suç ortağını görürsün,” dedi Jones. “You'll see your accomplice soon,” Jones said. “Kodese girmek için sabırsızlanıyor. “He can't wait to get into the jail. "No puede esperar a ir a la cárcel. Ellerini uzat da bileziklerini takayım.” Stretch out your hands so I can put on your bracelets.” Extiende las manos para que pueda ponerte las pulseras".

“Şu kirli ellerinizi üstüme sürmemenizi rica edeceğim,” dedi adam, kelepçeler bileklerine takılırken. “I'll beg you not to put your dirty hands on me,” the man said as the handcuffs were put on his wrists. "Voy a pedirle que mantenga sus sucias manos alejadas de mí", dijo el hombre mientras le colocaban las esposas en las muñecas. “Siz daha farkında olmayabilirsiniz ama damarlarımda asil bir kan dolaşıyor. “You may not realize it yet, but noble blood runs through my veins. "Puede que aún no te des cuenta, pero por mis venas corre sangre noble. Ayrıca, benimle konuşurken ‘beyefendi' ve ‘lütfen' demeyi ihmal etmemenizi rica ediyorum.” Also, I ask that you do not neglect to say 'sir' and 'please' when speaking to me.” “Pekâlâ,” dedi Jones, alaycı bir şekilde bakarak. “Okay,” said Jones, looking sarcastically. "De acuerdo", dijo Jones, con aire irónico. “Beyefendi benimle yukarı çıkıp dışarıda bekleyen arabaya binerek karakola kadar gelme nezaketini gösterir miydi acaba?” “I wonder if the gentleman would have the decency to go upstairs with me and get in the car waiting outside and come to the police station?” "¿Habría tenido el caballero la amabilidad de subir conmigo y llevar el coche que espera fuera a la comisaría?".

“Bak böylesi daha iyi,” dedi Clay neşeyle. “Look, it's better this way,” Clay said cheerfully. "Ves, así está mejor", dijo Clay alegremente. Önümüzde saygıyla eğilerek bizi selamladı, sonra dedektifin nezaretinde sessizce gitti. He bowed respectfully in front of us, greeted us, then quietly left, in the custody of the detective.

Mahzenden çıkarken Bay Merryweather söze atıldı: “Bay Holmes bankamızın size nasıl teşekkür edeceğini ve bu zahmetinizi nasıl ödeyeceğimizi gerçekten bilmiyorum. Leaving the cellar, Mr. Merryweather spoke up: “Mr. Holmes, I really don't know how our bank will thank you and how we will repay you for your trouble. Cuando salían del sótano, el Sr. Merryweather intervino: "Sr. Holmes, realmente no sé cómo nuestro banco puede agradecérselo y cómo podemos pagarle sus molestias. Şimdiye kadar gördüğüm en büyük banka soygunu girişimini mükemmel bir şekilde tespit ederek önlediniz.” You perfectly detected and prevented the biggest bank robbery attempt I've ever seen.”

“Bay John Clay'le halletmem gereken bir iki hesabım daha var,” dedi Holmes. “I have a few more accounts to settle with Mr. John Clay,” said Holmes. "Tengo una o dos cuentas más que saldar con el señor John Clay", dijo Holmes. “Yaptığım bir-iki ufak masraf dışında bankanızın bana para ödemesine gerek yok. “Your bank doesn't need to pay me money, except for one or two small expenses I've made. "No necesito que tu banco me pague nada de dinero, salvo algunos pequeños gastos. Ben zaten Kızıl Saçlılar Kulübü'nün garip hikâyesini çözerek ve böyle benzersiz bir deneyim yaşayarak fazlasıyla ödüllendirilmiş oldum.” I have already been greatly rewarded by solving the strange story of the Redhead Club and having such a unique experience.” Ya me he visto ampliamente recompensado al desentrañar la extraña historia del Club del Pelo Rojo y vivir una experiencia tan única". Ertesi sabah Baker Sokağı'nda sabahın ilk saatlerinde viski-sodamızı yudumlarken, “Görüyorsun ya Watson,” dedi Holmes, “gerek bu fantastik kulüp ilanının, gerekse ansiklopedi kopyalama meselesinin, bu pek zeki olmayan rehinciyi günde birkaç saat ayak altından çıkarmak için uydurulmuş olduğunu daha başından anlamıştım. "You see, Watson," said Holmes, as we sipped our whiskey-soda in the early morning hours of Baker Street the next morning, "you see, Watson, that both this fantastic club flyer and the encyclopedia copying thing were concocted to keep this not-so-clever pawnshop underfoot for several hours a day. I understood from the beginning. "Verá, Watson", dijo Holmes a la mañana siguiente, mientras tomábamos un whisky con soda en Baker Street a primeras horas de la mañana, "supe desde el principio que tanto este fantástico anuncio del club como el asunto de la copia de la enciclopedia habían sido urdidos para mantener a este no muy brillante prestamista fuera de juego durante unas horas al día. Gerçekten garip bir yol ama herhalde daha iyisini bulamazlardı. It's a really weird way, but they couldn't have done better. Es una forma muy extraña, pero no podrían haberlo hecho mejor. Hiç şüphesiz bu fikir, dahi Clay'in aklına suç ortağının saç renginden gelmiş olmalı. The idea, no doubt, must have come to Gen Clay's mind from the hair color of his accomplice. Sin duda el genio Clay tuvo la idea por el color de pelo de su cómplice. Rehinci için haftada 4 sterlin, binlerle oynayan bu adamlar için önemsiz bir yemdi. £4 a week for the pawnshop was insignificant fodder for these guys playing by the thousands. Cuatro libras a la semana para el prestamista eran una miseria para estos hombres que jugaban con miles. Birlikte ilanı verdikten sonra, biri geçici çıraklık rolünü, diğeri de işveren rolünü oynayarak rehincinin sabahları ortalıkta görünmemesini sağladılar. After posting together, they played the role of temporary apprentice and the other as employer, keeping the pawnshop out of sight in the morning. Tras poner juntos el anuncio, uno de ellos hizo de aprendiz temporal y el otro de empresario, para que el prestamista no se viera por la mañana. Çırağın yarım maaşa çalışmayı kabul ettiğini ilk duyduğumda, bu işe girmesini paradan başka bir amaca bağlamak gerektiğini anlamıştım.” When I first heard that the apprentice had agreed to work for half a salary, I realized that he had to tie his job to something other than money.” Cuando me enteré de que el aprendiz había aceptado trabajar por medio sueldo, me di cuenta de que tenía que haber un propósito aparte del dinero".

“Peki, amacın ne olduğunu nasıl tahmin ettin?” “Well, how did you guess what the purpose was?” "Bueno, ¿cómo adivinaste cuál era el propósito?"

“Evde bir kadın olsaydı başka türlü bir entrika olmalı diye düşünebilirdim. “I would think that if there was a woman in the house, there must have been some other kind of intrigue. "Si hubiera una mujer en la casa, podría pensar que debe haber algún otro tipo de intriga. Ama böyle şey yoktu. But there was no such thing. Pero no había tal cosa. Adamın sadece küçük bir dükkânı vardı ve evinde böyle ince hazırlıklara ve harcamalara değecek cinsten eşya, para falan da yoktu. The man had only a small shop, and there was no money or goods in his house that were worth such elaborate preparations and expenditures. El hombre sólo tenía una pequeña tienda, y en su casa no había dinero ni posesiones que justificaran preparativos y gastos tan elaborados. O halde evin dışında birşeyler olmalıydı. So there must have been something outside the house. Entonces debe haber habido algo fuera de la casa. Ama nasıl bir şey? But what is it like? Pero, ¿qué aspecto tiene? Bir an için çırağın fotoğraf tutkunluğu,bodruma inişi hatırıma geldi. For a moment, I remembered the apprentice's passion for photography, his descent into the basement. Por un momento recordé la pasión del aprendiz por la fotografía, su descenso al sótano. Bodrum katı… İşte bu! Basement… That's it! El sótano... ¡Eso es! Karmaşık meselenin cevabı orada saklıydı. The answer to the complex issue was hidden there. Allí se escondía la respuesta a la compleja cuestión. Bu gizemli çırağı sorup soruşturdum ve Londra'nın en soğukkanlı, en cesur suçlularından biriyle karşı karşıya olduğumu öğrendim. I questioned this mysterious apprentice and learned that I was dealing with one of London's coldest, bravest criminals. Pregunté por este misterioso aprendiz y me enteré de que estaba tratando con uno de los criminales más audaces y de sangre fría de Londres. Çırak bodrumda, daha doğrusu mahzende birşeyler yapıyordu; hem de aylar boyunca, günde bir iki saatlik bir şey. The apprentice was doing something in the basement, or rather the cellar; and something for an hour or two a day for months. El aprendiz estuvo haciendo algo en el sótano, o más bien en la bodega, durante meses, una o dos horas al día. Düşündüm; bu ne olabilirdi? I thought; what could this be? Olsa olsa o evden diğer bir binaya giden bir tünel kazmak. At best, digging a tunnel from that house to another building. Como mínimo, cavar un túnel desde esa casa a otro edificio.

“Seninle olay yerine gittiğimizde buraya kadarını biliyordum. “I knew this far when we went to the crime scene with you. "Eso es lo que sabía cuando tú y yo fuimos a la escena. Bastonumla kaldırıma vurunca sen şaşırmıştın.. Mahzenin öne mi yoksa arkaya doğru mu genişletildiğini öğrenmek için yaptım bunu. You were surprised when I hit the pavement with my cane. I did this to find out if the cellar was expanded forward or backward. Öne doğru değildi. It was not forward. Sonra zili çaldım ve tam beklediğim gibi, kapıyı çırak açtı. Then I rang the bell and just as I expected, the apprentice opened the door. Entonces toqué el timbre y, tal como esperaba, el aprendiz abrió la puerta. Daha önce de birkaç kez karşıma çıkmıştı ama hiç göz göze gelmemiştik. We had met a few times before, but we had never met eye to eye. Le había visto unas cuantas veces, pero nunca nos habíamos mirado a los ojos. Yüzüne pek bakmadım bile. I didn't even look at his face. Apenas le miré a la cara. Görmek istediğim dizleriydi. It was his knees that I wanted to see. Lo que quería ver eran sus rodillas. Ne kadar yıpranmış, kırışmış ve lekeli olduklarını sen de fark etmişsindir herhalde. You must have noticed how worn, wrinkled and stained they are. Seguramente te habrás dado cuenta de lo gastados, arrugados y manchados que están. Bu hali, saatler süren köstebekliğini gösteriyordu. This state of affairs showed his mole, which lasted for hours. Demostró que había sido un topo durante horas. Geriye tek bir soru kalmıştı, bunu ne için yaptıkları. Only one question remained, why did they do this? Sólo quedaba una pregunta, para qué lo hacían. Köşeyi döndüğümde City and Suburban Bankası'nın dostumuzun eviyle sırt sırta olduğunu gördüm. I turned the corner and saw the City and Suburban Bank back to back with our friend's house. Doblé la esquina y vi el City and Suburban Bank espalda con espalda con la casa de nuestro amigo. Artık problemi çözdüğümden emindim. Now I was sure that I had solved the problem. Sen konserden eve dönerken, ben hem Scotland Yard'ı hem de banka müdürünü aradım; sonrasında neler olduğunu biliyorsun.” While you were driving home from the concert, I called both Scotland Yard and the bank manager; You know what happened next.” Mientras volvías a casa del concierto, llamé a Scotland Yard y al director del banco, y ya sabes lo que pasó después". “Peki, soygunu bu gece yapacaklarını nereden anladın?” diye sordum. “Well, how did you know they were going to do the robbery tonight?” I asked. "Entonces, ¿cómo sabías que iban a hacer el robo esta noche?"

“Kulüp bürosunu kapatmış olmaları, artık Bay Jabez Wilson'in varlığını önemsemediklerini gösteriyordu, senin anlayacağın tünel tamamlanmıştı. “The fact that they had closed the club office showed that they no longer cared about Mr. Jabez Wilson's existence, you see, the tunnel was complete. "El hecho de que hubieran cerrado la oficina del club significaba que ya no les importaba la existencia del Sr. Jabez Wilson, así que el túnel estaba completo. Ama bir an önce tüneli kullanmaları gerekiyordu, çünkü altın külçelerinin er ya da geç götürüleceğini biliyorlardı. But they had to use the tunnel as soon as possible, because they knew that sooner or later the gold nuggets would be taken away. Pero tenían que utilizar el túnel lo antes posible, porque sabían que tarde o temprano se llevarían los lingotes de oro. Cumartesi bunun için en uygun gündü çünkü kaçmaları için onlara iki gün kazandırırdı.İşte bu nedenle onların bu gece geleceklerine emindim.” Saturday was the best day for this because it would give them two days to escape. That's why I was sure they would come tonight.” El sábado era el mejor día para ello porque les daba dos días para escapar. Por eso estaba seguro de que vendrían esta noche".

“Şahane bir çözüm!” diye atıldım, hayranlık duygumu daha fazla bastıramayarak. “An amazing solution!” I snapped, unable to suppress my admiration any longer. "¡Una solución maravillosa!", exclamé, incapaz de reprimir por más tiempo mi admiración. “Uzun bir zincir ama her halkası yerine oturuyor.” "It's a long chain, but every link fits." "Es una cadena larga, pero cada eslabón encaja".

“Bu düşünce oyunu beni can sıkıntısından da kurtardı,” diye cevap verdi esneyerek. “This game of thought also saved me from boredom,” he replied with a yawn. “Ama ne yazık ki bu sıkıntının yine üstüme çökmeye başladığını hissediyorum. “But unfortunately I feel that this distress is starting to come down on me again. "Pero, por desgracia, siento que el aburrimiento empieza a invadirme de nuevo. Bütün hayatım, geçim sıkıntısı denen şeyden kaçmakla geçiyor. My whole life has been spent running away from what is called livelihood. Toda mi vida he estado huyendo de las llamadas dificultades. Böyle ufak tefek problemler bana bu konuda yardımcı oluyor.” Small problems like this help me with that.” Estos pequeños problemas me ayudan en este sentido".

“Öte yandan insanlığın hayrına çalışıyorsun,” dedim. “On the other hand, you are working for the benefit of humanity,” I said. "Por otro lado, trabajas por el bien de la humanidad", le dije.

Omuzlarını silkti. He shrugged. “E, belki de öyle, yaptıklarım pek de değersiz sayılmaz galiba. “Well, maybe it is, I guess what I've done is not worthless. "Bueno, tal vez sí, supongo que lo que he hecho no es tan inútil después de todo. Ne demiş Gustave Flaubert, George Sand'a yazdığı mektupta: ‘L'homme c'est ııırien - l'oeuvre c'est tout.” What did Gustave Flaubert say in his letter to George Sand: 'L'homme c'est irrien - l'oeuvre c'est tout'. Como dijo Gustave Flaubert en su carta a George Sand: "L'homme c'est ıırien - l'oeuvre c'est tout".