×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

TEDx Turkey, Masal Gibi Yaşamalı Hayatı | Talat Kırış | TEDxIstanbul

Masal Gibi Yaşamalı Hayatı | Talat Kırış | TEDxIstanbul

Transcriber: Hakan Akgün Gözden geçirme: Figen Ergürbüz Prof. Dr. Talat KIRIŞ Nöroşirürji Uzmanı Özge ziyaretime geldi. ''Hocam'' dedi. ''19 Mayıs'taki TEDx etkinliğinde sizi mutlaka aramızda görmek istiyoruz.'' Ben hasta yatağımda, öksürükler içinde halsiz mecalsiz yatarken, hayır diyemediğimden ''İyi o zaman'' diyebildim. İşte şimdi aranızdayım.

Ama biraz hınzırca, biraz da inadına, hüzünlü bir konuşma yapacağım. Özge benden pozitif cıvıl cıvıl bir konuşma istemişti. Bir masal anlatacağım size bugün.

Bir küçük İstanbul masalı.

İçinde doğup büyüdüğüm, sevindiğim,

üzüldüğüm, okullarını okuduğum,

yıllardır insanların beyinlerini ameliyat ettiğim, bir dünya kongresinin başkanlığını yaptığım, yağmurlarında ıslanıp,

lodos estiğinde bütün İstanbullular gibi gerildiğim, bir küçük İstanbul masalı.

Hâlâ gece yarıları tekinsiz sokaklarında

cılız ışıklarda grafitilerini fotoğrafladığım şehrime dair bir masal. Bir fotoğraf karesinde, şehri, maziyi, hayalleri ve aşkı yeniden keşfetmek üzerine bir masal. Masallarda hüzün ile sevinç yanyana durur ve gökten elmalar düşerken de payınıza düşeni alırsınız. Masallarda gerçek üstü öyküler anlatılır. Onun için güzeldirler, hayata benzerler ve hayatımızdaki onca sahteliğin arasında en samimi hakikatler de masallarda bulunur. Masal gibi yaşamalı hayatı.

O zaman tek bir geçmişiniz ve tek bir geleceğiniz olmaz. Mümkün geçmişleriniz ve mümkün gelecekleriniz olur. Anlarınız ve tercihlerinizle şekillenir. mümkün geçmişleriniz ve gelecekleriniz. Her zaman masal gibi yaşadığınızda, tercihlerinizi hayâllerinizden yana kullanırsınız, korkmazsınız. Şimdi Sinbad gibi dalalım masalımızın içine. Antarktika'da, Spirit of Sydney yelkenlisinde, bir gece,

yedi denizden mürettabatla içiyorduk. Kavafis'in şiiri geldi aklıma.

Dedin "bir başka ülkeye gideceğim, bir başka denize gideceğim. Bundan daha iyi bir başka ülke bir başka kent bulunur elbet." Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın. Bu kent peşini bırakmayacak. Aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede yaşlanacaksın; Aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Bu kentdir gidip gideceğin yer. Başkasını umma. Spirit of Sydney yelkenlisinde,

Antarktika'da, hiçbir kenti olmayan, o denizin kıyısında, 7 Aralık 2013'te bir kutlama yaptık.

Kızımın doğum gününü ve başka güzel şeyleri. Şili şarabı su gibi akıp gitti. Herkes şarkılar söyledi. Ben de mürettebata Türkçe şarkılar dinlettim. Gecenin bir yarısı herkes sarhoşken, kendimizi Fikrimin İnce Gülü'nü söylerken bulduk. Sonra herkes ranzalarına çekilip uyudu. Ben dışarı çıktım. Gece saat 3'tü. Ortalık gündüz gibi aydınlıktı. Antarktika'nın yazında gece olmuyor. Spirit of Sydney, Lemaire Kanalı'nda demirliydi. Karşımızda çenesi çizgili penguenlerden oluşmuş bir sürü ve küçük bir fok ailesi vardı. Deniz çırpıntılı, hava soğuktu. Penguenler mır mır konuşuyorlardı. İnce bir kar yağmaya başladı ve İstanbul peşimden geldi. Not tuttuğum bir defterim vardı. Buz dağlarının gri mavi ışıklarında, yansıyan hayallerimi sözcüklerle resmettiği. O defterimin arasında Kavafis'in şiiri, sararmış bir fotoğraf ve Atilla İlhan'ın İstanbul Ağrısı yan yana duruyordu.

O fotoğrafta Madam Anahit ile resmimiz,

yaprakların arasından Atilla İlhan'ın dizelerine dolanmış bana bakıyordu. İstanbul Ağrısı uzun bir şiirdir. Hayatımın şiirlerinden biridir aslında. O şiirde geçen İstanbul'u eski bir kitap gibi koltuğunun altında götürmek istediği Sicilyalı balıkçılara Marsilyalı dok işçilerine satır satır anlatmak istediği satırlar hayallerimi süslemiştir.

Biraz da onun için denizci olmuşumdur.

Biraz da onun için yelkenleri öğrenmişimdir. Ne zaman seyyaleyle Akdeniz'de bir seyir yapsak bir limana yanaşırken o dizeleri hatırlamışımdır. Spirit of Sydney'in havuzluğunda oturdum,

İstanbul Ağrısı'ndan bir bölüm okumaya başladım. "sonbahar karanlıklıları tuttu tutacak

Tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor imtihan çığlıkları yükseliyor üniversiteden diesel kamyonları Tophane İskelesi'nde sarhoş direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler uykusuz dalgalanıyor ulan İstanbul bu sen misin senin ellerin mi bu eller ulan bu gemiler senin gemilerin mi

minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında liman liman götüren ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor antenlerinden neden

peki İstanbul ya ben

ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu Abbas ya benim kahrım ya senin ağrın ağır kabaranlarınla uykularını ezerek deliksiz bıraktığın çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi burgu burgu içime boşaltığın o senin ağrın o senin sen eğer yine İstanbul'san yanılmıyorsam koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim Sicilyalı balıkçılara Marsilyalı dok işçilerine satır satır okumak istediğim sen eğer yine İstanbul'san senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim ulan yine sen kazandın İstanbul sen kazandın ben yenildim kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar emrindeyim ölsem yalnız kalsam parasız kalsam cüzdanım kaybolsa kimsesiz kalsam tenhalarda kalsam

sen eğer yine İstanbul'san

senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir" (Alkış)

O kapıdan çıktım ve kendimi yıllar öncesinde Çiçek Pasajı'nda Cavit'in Yeri'nde buldum. Sıkı meyhaneciydi Cavit.

Ağzına içki koymazdı. Yeşilay üyesiydi. Kadınları mayfer leydi diye buyur eder, erkeklere ekselans derdi. Lakabı, entellektüel Cavit'ti.

Bir kaç yıl önce 80 yaşında öldü.

İlk defa babamla oraya gitmiştik. 18 yaşımdaydım. Bana meyhane adabını öğretmişti.

Nasıl oturulur? Nasıl kalkılır? Nasıl içilir? Ama daha önemlisi, meyhanenin yalnızca içki içilecek bir yer olmadığını, ama sohbet edilecek, edebiyat konuşulacak, şiir konuşulacak, hatta ders çalışabilecek bir yer olduğunu öğretmişti. Sonraları tıbbiyedeyken daha sık gitmeye başladık. Bir elimizde temel bilimler notları, bir elimizde şiir kitapları... Nazım Hikmet, Hasan Hüseyin, Can Yücel, Bedri Rahmi. Sonraları aşk kapıyı çaldığında Cemal Süreya tabii. Bir de Özdemir Asaf, bir de Atilla İlhan.

Ağır takılıyorsak Melih Cevdet, Ece Ayhan, bir de Metin Eloğlu. Madam Anahit ile ilk tanışmamız o yıllardı. Bizler tıfıl öğrencileriz, Madam ise ağır abla. Daha bira düzeyindeyiz, açılmamışız denizlere. Yine de yazıyoruz kendimizce.

Ben mesela Düşün Dergisi'nin masal yarışmasına katılmışım. Soğuk bir İstanbul sabahında sonuçlar açıklandığında, ayın ilk günü,

derginin paketini çözen ilk gazete bayisinde, orta sayfada adım, yanında masalım. Daha Dünya Bebekken. Rahmetli Onat Kutlar'ın elinden ödül almak bahtiyarlığına da erişmiştim. Onat Kutlar yıllar sonra Taksim'de, bir hotelin altında kahvesini yudumlarken, patlayan bir bomba ile öldürüldüğünde,

bana ödül verirken, Taksim'e her indiğimde içimde gülen gözlerini taşımıştım. Daha Dünya Bebekken, Kuzey Kutbu ile Güney Kutbu'nun imkansız aşkını anlatan bir masaldı. Yani kutuplara sevdam o zamanlardan. Çok gençtim, çok heyecanlıydım ve yıllar sonra Grönland'tan aldığım bir taşı Antarktika'da buzların arasına bırakırken, penguenlerden utanmasam ağlayacaktım. Masalım gerçek olmuştu, sevgililer kavuşmuştu. İstanbul ile el ele tutuşarak yılları yürüdük. Beyin cerrahisinde asistandım.

Hayatı her yönüyle yaşamak, eşek sudan gelinceye kadar yorulup, yine de geceleri jilet gibi bu şehirle sevişmek fena halde bize yakışıyordu. Cavit'in Yeri'nde üç garson vardı, üç kardeş. Ben en büyükleri Şevket ile ahbaptım.

Beyaz bir Renault'u vardı.

İçkiyi fazla kaçıranları geceleri evine bırakırdı. Akciğer kanserinden öldü.

Kardeşleri Cengiz ile Vedat.

Madam Anahit ile fotoğrafımız o yıllarda çekilmişti. Beyin cerrahisi dergilerinde makalelerim yayınlanmaya başlamıştı. Gazetede yazılarım, sanat dergilerinde denemelerim ve öyküm; Kurşun Asker ile Balerin.

Kırmızı bir elma gibi şehvetle hayatı ısırıyordum ve gece yarıları İstanbul'un boynuna bir öpücük konduruyordum. Madam Anahit ile dostluğumuz ayrıydı.

Bir kambur balina zerafetiyle meyhanelerin arasında süzülürdü. Bir masaya yanaştığında, Papatya Gibisin Beyaz ve İnce'yi çalardı. Cavit'in yerine yalnız başına gitmeye başlamıştım. Asma katta her zamanki masamda oturur, saatlerce okurdum. Okyanuslara açılmıştık artık.

Köşedeki balıkçıdan alınmış füme uskumru, az beyaz peynir, iki duble rakı. Masanın üstünde yanyana duran nöroşirurji yazıları ve Latin Amerika'nın kesik damarları.

Kortazar, Márquez, Borges ve beni kalbimden yaralayan öyküleri. Graffiti, Karda Kan İzlerin, ve Yolları Çatallanan Bahçe. Kendimi okuduğumdan beri zaman labirentlerine atıp durduğum ve her seferinde yolumu yitirdiğim o muhteşem öykü. Madam meyhanenin kapısından girdiğinde, beni görünce Mazi'yi çalardı. Mazi kalbimde bir yaradır bahtım saçlarından karadır beni zaman zaman ağlatan işte bu hazin hatıradır ne göğsünde uyuttu beni ne bûseyle avuttu beni geçti ardından uzun yıllar o kadın da unuttu beni Sonra gelir yanıma otururdu.

Şevket acilce iki bardağı yetiştirirdi. Ben bir parça peyniri tabağına bölerdim. Konuşmya başlardık.

Herkesle içmezdi Madam, benle içerdi.

Birbirimize anlatacak hikayelerimiz olurdu. İstanbul'un muhteşem kadınlarındandı.

Bedeninin bir parçası olmuş akordeonu, iki yanağında elma şekeri gibi iki allık, kırmızı ruju ve her zaman gülen gözleriyle konuşurduk, anlatırdı. Bir beni gördüğünde, bir de kalkarken Mazi'yi mutlaka çalardı. Bana bir defanın yetmediğini bilirdi. Belki de kendi için çalardı bilmiyorum. Ama sonuna kadar beraber söylerdik.

"Ben de gönül çektim eskiden yandı hayatım bu sevgiden anladım ki bir aşka bedel gençliğimmiş elimden giden önünde ben geldim de dize yar olmadı bu kimse bize en nihayet düşüp can verdim gözündeki yeşil denize sarmadımsa da belden, geçmedim bu emelden bir hazin maceradır onu aldılar elden başkasına yâr oldu eller bahtiyâr oldu gönlüm hep baştan başa viran bir diyâr oldu" O 7 Aralık 2013 gecesinde,

Spirit of Sydney'de, bir fotoğraf karesinde, ben bütün mümkün geşmişlerimi ve mümkün geleceklerimi yeniden keşfettim. Deniz çırpıntılı, hava soğuktu. Penguenler mır mır konuşuyorlardı. Kocaman bir buzdağı infilak etti, buzlar Güney Okyanusu'na saçıldı. Spirit of Sydney deliler gibi sallandı.

Başka bir kent bulamayacaksın demişti Kavafis. Bu kent peşini bırakmayacak.

İstanbul yanıma geldi, birbirimize sarıldık. Biz bu kenti çok sevdik çocuklar.

Kaldırım taşlarını okşayarak büyüdük. Meyhanelerinde tangolar söyledik. Sokaklarında sırıl sıklam aşık olduk.

Sevdalımıza şiirler yazdık, şiirler okuduk. Meydanlarında fena halde terkedildik. Yağmurlarında aşkımızı kanadık. Gözyaşlarımız akan kanımıza karıştı. Sonra kısmet oldu. Bangır bangır Mazi çalarken, bir ağır poyrazda, tangodaki kız, maziden çıkıp yanıma geldi. El ele tutuştuk. Bembeyaz yelkenlerimizi açtık. İstanbul mavi patiskadan elbisesini giydi. Sabahlara kadar dans ettik.

Haliç'te bir vapur vuruyorlardı, yemyeşil bir ay gökte dağılırken. (Alkış)

Çeviri: Hakan Akgün


Masal Gibi Yaşamalı Hayatı | Talat Kırış | TEDxIstanbul Das Leben sollte wie ein Märchen gelebt werden | Talat Kırış | TEDxIstanbul Life should be lived like a fairy tale | Talat Kırış | TEDxIstanbul 人生はおとぎ話のように生きるべき|タラート・クルシュ|TEDxIstanbul

Transcriber: Hakan Akgün Gözden geçirme: Figen Ergürbüz Transcriber: Hakan Akgün Reviewed by: Figen Ergürbüz Prof. Dr. Talat KIRIŞ Nöroşirürji Uzmanı Özge ziyaretime geldi. ''Hocam'' dedi. Özge came to visit me. She said, "Hodja. ''19 Mayıs'taki TEDx etkinliğinde sizi mutlaka aramızda görmek istiyoruz.'' "We would like to see you at the TEDx event on May 19th. Ben hasta yatağımda, öksürükler içinde halsiz mecalsiz yatarken, While I was lying in my sick bed, weak and coughing, hayır diyemediğimden ''İyi o zaman'' diyebildim. İşte şimdi aranızdayım. And now I'm among you.

Ama biraz hınzırca, biraz da inadına, hüzünlü bir konuşma yapacağım. Özge benden pozitif cıvıl cıvıl bir konuşma istemişti. Bir masal anlatacağım size bugün.

Bir küçük İstanbul masalı.

İçinde doğup büyüdüğüm, sevindiğim,

üzüldüğüm, okullarını okuduğum,

yıllardır insanların beyinlerini ameliyat ettiğim, bir dünya kongresinin başkanlığını yaptığım, yağmurlarında ıslanıp,

lodos estiğinde bütün İstanbullular gibi gerildiğim, bir küçük İstanbul masalı.

Hâlâ gece yarıları tekinsiz sokaklarında

cılız ışıklarda grafitilerini fotoğrafladığım şehrime dair bir masal. Bir fotoğraf karesinde, şehri, maziyi, hayalleri ve aşkı yeniden keşfetmek üzerine bir masal. Masallarda hüzün ile sevinç yanyana durur ve gökten elmalar düşerken de payınıza düşeni alırsınız. Masallarda gerçek üstü öyküler anlatılır. Onun için güzeldirler, hayata benzerler ve hayatımızdaki onca sahteliğin arasında en samimi hakikatler de masallarda bulunur. Masal gibi yaşamalı hayatı.

O zaman tek bir geçmişiniz ve tek bir geleceğiniz olmaz. Mümkün geçmişleriniz ve mümkün gelecekleriniz olur. Anlarınız ve tercihlerinizle şekillenir. mümkün geçmişleriniz ve gelecekleriniz. Her zaman masal gibi yaşadığınızda, tercihlerinizi hayâllerinizden yana kullanırsınız, korkmazsınız. Şimdi Sinbad gibi dalalım masalımızın içine. Antarktika'da, Spirit of Sydney yelkenlisinde, bir gece,

yedi denizden mürettabatla içiyorduk. Kavafis'in şiiri geldi aklıma.

Dedin "bir başka ülkeye gideceğim, bir başka denize gideceğim. Bundan daha iyi bir başka ülke bir başka kent bulunur elbet." Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın. Bu kent peşini bırakmayacak. Aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede yaşlanacaksın; Aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Bu kentdir gidip gideceğin yer. Başkasını umma. Spirit of Sydney yelkenlisinde,

Antarktika'da, hiçbir kenti olmayan, o denizin kıyısında, 7 Aralık 2013'te bir kutlama yaptık.

Kızımın doğum gününü ve başka güzel şeyleri. Şili şarabı su gibi akıp gitti. Herkes şarkılar söyledi. Ben de mürettebata Türkçe şarkılar dinlettim. Gecenin bir yarısı herkes sarhoşken, kendimizi Fikrimin İnce Gülü'nü söylerken bulduk. Sonra herkes ranzalarına çekilip uyudu. Ben dışarı çıktım. Gece saat 3'tü. Ortalık gündüz gibi aydınlıktı. Antarktika'nın yazında gece olmuyor. Spirit of Sydney, Lemaire Kanalı'nda demirliydi. Karşımızda çenesi çizgili penguenlerden oluşmuş bir sürü ve küçük bir fok ailesi vardı. Deniz çırpıntılı, hava soğuktu. Penguenler mır mır konuşuyorlardı. İnce bir kar yağmaya başladı ve İstanbul peşimden geldi. Not tuttuğum bir defterim vardı. Buz dağlarının gri mavi ışıklarında, yansıyan hayallerimi sözcüklerle resmettiği. O defterimin arasında Kavafis'in şiiri, sararmış bir fotoğraf ve Atilla İlhan'ın İstanbul Ağrısı yan yana duruyordu.

O fotoğrafta Madam Anahit ile resmimiz,

yaprakların arasından Atilla İlhan'ın dizelerine dolanmış bana bakıyordu. İstanbul Ağrısı uzun bir şiirdir. Hayatımın şiirlerinden biridir aslında. O şiirde geçen İstanbul'u eski bir kitap gibi koltuğunun altında götürmek istediği Sicilyalı balıkçılara Marsilyalı dok işçilerine satır satır anlatmak istediği satırlar hayallerimi süslemiştir.

Biraz da onun için denizci olmuşumdur.

Biraz da onun için yelkenleri öğrenmişimdir. Ne zaman seyyaleyle Akdeniz'de bir seyir yapsak bir limana yanaşırken o dizeleri hatırlamışımdır. Spirit of Sydney'in havuzluğunda oturdum,

İstanbul Ağrısı'ndan bir bölüm okumaya başladım. "sonbahar karanlıklıları tuttu tutacak

Tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor imtihan çığlıkları yükseliyor üniversiteden diesel kamyonları Tophane İskelesi'nde sarhoş direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler uykusuz dalgalanıyor ulan İstanbul bu sen misin senin ellerin mi bu eller ulan bu gemiler senin gemilerin mi

minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında liman liman götüren ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor antenlerinden neden

peki İstanbul ya ben

ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu Abbas ya benim kahrım ya senin ağrın ağır kabaranlarınla uykularını ezerek deliksiz bıraktığın çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi burgu burgu içime boşaltığın o senin ağrın o senin sen eğer yine İstanbul'san yanılmıyorsam koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim Sicilyalı balıkçılara Marsilyalı dok işçilerine satır satır okumak istediğim sen eğer yine İstanbul'san senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim ulan yine sen kazandın İstanbul sen kazandın ben yenildim kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar emrindeyim ölsem yalnız kalsam parasız kalsam cüzdanım kaybolsa kimsesiz kalsam tenhalarda kalsam

sen eğer yine İstanbul'san

senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir" (Alkış)

O kapıdan çıktım ve kendimi yıllar öncesinde Çiçek Pasajı'nda Cavit'in Yeri'nde buldum. Sıkı meyhaneciydi Cavit.

Ağzına içki koymazdı. Yeşilay üyesiydi. Kadınları mayfer leydi diye buyur eder, erkeklere ekselans derdi. Lakabı, entellektüel Cavit'ti.

Bir kaç yıl önce 80 yaşında öldü.

İlk defa babamla oraya gitmiştik. 18 yaşımdaydım. Bana meyhane adabını öğretmişti.

Nasıl oturulur? Nasıl kalkılır? Nasıl içilir? Ama daha önemlisi, meyhanenin yalnızca içki içilecek bir yer olmadığını, ama sohbet edilecek, edebiyat konuşulacak, şiir konuşulacak, hatta ders çalışabilecek bir yer olduğunu öğretmişti. Sonraları tıbbiyedeyken daha sık gitmeye başladık. Bir elimizde temel bilimler notları, bir elimizde şiir kitapları... Nazım Hikmet, Hasan Hüseyin, Can Yücel, Bedri Rahmi. Sonraları aşk kapıyı çaldığında Cemal Süreya tabii. Bir de Özdemir Asaf, bir de Atilla İlhan.

Ağır takılıyorsak Melih Cevdet, Ece Ayhan, bir de Metin Eloğlu. Madam Anahit ile ilk tanışmamız o yıllardı. Bizler tıfıl öğrencileriz, Madam ise ağır abla. Daha bira düzeyindeyiz, açılmamışız denizlere. Yine de yazıyoruz kendimizce.

Ben mesela Düşün Dergisi'nin masal yarışmasına katılmışım. Soğuk bir İstanbul sabahında sonuçlar açıklandığında, ayın ilk günü,

derginin paketini çözen ilk gazete bayisinde, orta sayfada adım, yanında masalım. Daha Dünya Bebekken. Rahmetli Onat Kutlar'ın elinden ödül almak bahtiyarlığına da erişmiştim. Onat Kutlar yıllar sonra Taksim'de, bir hotelin altında kahvesini yudumlarken, patlayan bir bomba ile öldürüldüğünde,

bana ödül verirken, Taksim'e her indiğimde içimde gülen gözlerini taşımıştım. Daha Dünya Bebekken, Kuzey Kutbu ile Güney Kutbu'nun imkansız aşkını anlatan bir masaldı. Yani kutuplara sevdam o zamanlardan. Çok gençtim, çok heyecanlıydım ve yıllar sonra Grönland'tan aldığım bir taşı Antarktika'da buzların arasına bırakırken, penguenlerden utanmasam ağlayacaktım. Masalım gerçek olmuştu, sevgililer kavuşmuştu. İstanbul ile el ele tutuşarak yılları yürüdük. Beyin cerrahisinde asistandım.

Hayatı her yönüyle yaşamak, eşek sudan gelinceye kadar yorulup, yine de geceleri jilet gibi bu şehirle sevişmek fena halde bize yakışıyordu. Cavit'in Yeri'nde üç garson vardı, üç kardeş. Ben en büyükleri Şevket ile ahbaptım.

Beyaz bir Renault'u vardı.

İçkiyi fazla kaçıranları geceleri evine bırakırdı. Akciğer kanserinden öldü.

Kardeşleri Cengiz ile Vedat.

Madam Anahit ile fotoğrafımız o yıllarda çekilmişti. Beyin cerrahisi dergilerinde makalelerim yayınlanmaya başlamıştı. Gazetede yazılarım, sanat dergilerinde denemelerim ve öyküm; Kurşun Asker ile Balerin.

Kırmızı bir elma gibi şehvetle hayatı ısırıyordum ve gece yarıları İstanbul'un boynuna bir öpücük konduruyordum. Madam Anahit ile dostluğumuz ayrıydı.

Bir kambur balina zerafetiyle meyhanelerin arasında süzülürdü. Bir masaya yanaştığında, Papatya Gibisin Beyaz ve İnce'yi çalardı. Cavit'in yerine yalnız başına gitmeye başlamıştım. Asma katta her zamanki masamda oturur, saatlerce okurdum. Okyanuslara açılmıştık artık.

Köşedeki balıkçıdan alınmış füme uskumru, az beyaz peynir, iki duble rakı. Masanın üstünde yanyana duran nöroşirurji yazıları ve Latin Amerika'nın kesik damarları.

Kortazar, Márquez, Borges ve beni kalbimden yaralayan öyküleri. Graffiti, Karda Kan İzlerin, ve Yolları Çatallanan Bahçe. Kendimi okuduğumdan beri zaman labirentlerine atıp durduğum ve her seferinde yolumu yitirdiğim o muhteşem öykü. Madam meyhanenin kapısından girdiğinde, beni görünce Mazi'yi çalardı. Mazi kalbimde bir yaradır bahtım saçlarından karadır beni zaman zaman ağlatan işte bu hazin hatıradır ne göğsünde uyuttu beni ne bûseyle avuttu beni geçti ardından uzun yıllar o kadın da unuttu beni Sonra gelir yanıma otururdu.

Şevket acilce iki bardağı yetiştirirdi. Ben bir parça peyniri tabağına bölerdim. Konuşmya başlardık.

Herkesle içmezdi Madam, benle içerdi.

Birbirimize anlatacak hikayelerimiz olurdu. İstanbul'un muhteşem kadınlarındandı.

Bedeninin bir parçası olmuş akordeonu, iki yanağında elma şekeri gibi iki allık, kırmızı ruju ve her zaman gülen gözleriyle konuşurduk, anlatırdı. Bir beni gördüğünde, bir de kalkarken Mazi'yi mutlaka çalardı. Bana bir defanın yetmediğini bilirdi. Belki de kendi için çalardı bilmiyorum. Ama sonuna kadar beraber söylerdik.

"Ben de gönül çektim eskiden yandı hayatım bu sevgiden anladım ki bir aşka bedel gençliğimmiş elimden giden önünde ben geldim de dize yar olmadı bu kimse bize en nihayet düşüp can verdim gözündeki yeşil denize sarmadımsa da belden, geçmedim bu emelden bir hazin maceradır onu aldılar elden başkasına yâr oldu eller bahtiyâr oldu gönlüm hep baştan başa viran bir diyâr oldu" O 7 Aralık 2013 gecesinde,

Spirit of Sydney'de, bir fotoğraf karesinde, ben bütün mümkün geşmişlerimi ve mümkün geleceklerimi yeniden keşfettim. Deniz çırpıntılı, hava soğuktu. Penguenler mır mır konuşuyorlardı. Kocaman bir buzdağı infilak etti, buzlar Güney Okyanusu'na saçıldı. Spirit of Sydney deliler gibi sallandı.

Başka bir kent bulamayacaksın demişti Kavafis. Bu kent peşini bırakmayacak.

İstanbul yanıma geldi, birbirimize sarıldık. Biz bu kenti çok sevdik çocuklar.

Kaldırım taşlarını okşayarak büyüdük. Meyhanelerinde tangolar söyledik. Sokaklarında sırıl sıklam aşık olduk.

Sevdalımıza şiirler yazdık, şiirler okuduk. Meydanlarında fena halde terkedildik. Yağmurlarında aşkımızı kanadık. Gözyaşlarımız akan kanımıza karıştı. Sonra kısmet oldu. Bangır bangır Mazi çalarken, bir ağır poyrazda, tangodaki kız, maziden çıkıp yanıma geldi. El ele tutuştuk. Bembeyaz yelkenlerimizi açtık. İstanbul mavi patiskadan elbisesini giydi. Sabahlara kadar dans ettik.

Haliç'te bir vapur vuruyorlardı, yemyeşil bir ay gökte dağılırken. (Alkış)

Çeviri: Hakan Akgün