×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

TEDx Turkey, Kendini Onar ve Büyü | Hilal Bebek | TEDxMEFUniversity

Kendini Onar ve Büyü | Hilal Bebek | TEDxMEFUniversity

Transcriber: Nihal Aksakal Gözden geçirme: Miraç Şendil

Şimdi ben gelecek mevzusuna

birazcık geçmişten başlayarak uzanacağım.

Çünkü biz genelde gelecek tasarımlarımız

ve beklentilerimiz söz konusu olduğunda

geleceğe, geçmişe atıflar yaparız.

Kimimiz bazı dezavantajlarla geldik dünyaya,

kimimiz sonradan travmalar yaşadık

ve bazen gerçekten keşke geçmişi değiştirebilsem dediğimiz olur

ya da keşke nokta nokta yapmasaydımla başlayan cümleler kurarız

ve bazen 5-0 yenik durumdaymış gibi gözükür hayatlarımız.

Peki geçmiş aynı kalırken, her şey, çevremiz aynıyken, insanlar aynıyken,

hiçbir şey değişmiyorken, gelecekle alakalı

daha ümitli olmak mümkün mü?

Daha iyi hissedebiliyor olmak mümkün mü?

Genelde biz psikologlara bu tarz sorular sorarlar.

Yani özellikle terapiye geldiklerinde

''Yani ne değişecek ki konuşarak?'' sorusunu aslında sık duyarız.

Her şey aynı, kocam aynı, evliliğim aynı,

savaşlar aynı dünya aynı, hiçbir şey değişmiyorken

benim olumlu hissetmem mümkün mü?

Şimdi aslında bu sorunun kendisinde bir sıkıntı var.

Eskiden bu soruyu cevaplamaya çalışıyordum

ama şimdi bu sorunun kendisinden biraz şüphe ediyorum.

Çünkü aslında bu soru bizim sağlık tanımlarımızın

tamamen olumlu hissetmekle eşitlendiği anlamına geliyor.

Sanki iyi olma hali, sağlıklı hissetme hali

pür olumlu hissetmekten geçiyor.

Oysaki bizim sağlıklı ve sağlıksız acılar arasında

bir ayrım yapmamız lazım.

Sağlıklı acı denen şey yaşamamız için gerekli.

Yaşamamız gereken durumlarda,

yaşamamız gereken düzeylerde yaşanması gereken,

bizi hasta etmeyecek, bizi olgunlaştıracak,

yaşamamıza bilgi ve tecrübe olarak dönüşecek acılar aslında.

Bu anlamda acıların büyüklüğünün

ve küçüklüğünün çok da bir önemi yok.

Olayların büyüklüğünün ya da küçüklüğünün çok da bir önemi yok.

Mesela kimi insanlar anne kaybı yaşıyorlar.

Bu anne kaybında yasalarını tutuyorlar

ve o yasın sonrasından güçlenerek

ve daha bilge, daha tecrübeli insanlar olarak çıkıyorlar.

Kimileri abartmıyorum, gerçek örneklerden vermeye çalışıyorum.

Bileziğini kaybediyor, onu takıntı haline getiriyor.

Bir türlü yediremiyor kendisine kaybettiği bir şeyi geri bulamamayı

ve onu aslında psikolojik bir gerilemeye dönüştürüyor.

Dolayısıyla olayların büyüklüğü küçüklüğü önemli değil,

belirleyici değil.

Bizim acıları nasıl yaşantıladığımız önemli olan aslında.

Şimdi çoğu zaman, bazı insanlar güçlüklerin altından

daha bilge ve daha tecrübeli bir şekilde kalkıyorlar

ama bazı insanlar o acıların altında eziliyor.

Benim çıkış noktam burada şu:

Ne oluyor da kederin yönü, acının yönü bir şekilde değişiyor?

Niye birileri aynı acıların altından güçlü binaları inşa ederek kalkarken

birileri de onu enkaza çeviriyor?

Nedir bunun yönünü belirleyen şey?

Ne zaman elmastan kömüre dönüşüyor acılarımız?

Birazcık bununla alakalı konuşalım istiyorum aslında.

Öncelikle bazı içsel engellerimizden bahsetmekte fayda var.

Mesela iyi hissetme saplantımız var.

Koşulsuz şartsız aslında iyi hissetmemiz gerektiğini düşünüyoruz.

Bu yüzden kederi çoğu zaman içeri buyur etmeme eğilimimiz var.

Çoğu zaman, her zaman mutlu olmalıyım

şeklinde bir talepkârlığımız,

asla dayanamam şeklinde bir dayatmamız,

acıyı ötelemek isteyen bir zorbalığımız eşlik ediyor hüzünlerimize

ve biz aslında acımız hakkında acı

mutsuzluğumuz hakkında mutsuzluk,

öfkemiz hakkında öfke duymaya başlıyoruz.

Aslında duyguların karesini alıyoruz

ve organik olan sağlıklı acılar toksiklenmeye başlıyor.

Gidici ve aslında üretici olan acılar kalıcı ve tüketici olmaya başlıyor.

Bunların bir şekilde formunu değiştiriyoruz.

Çoğumuz şimdi özellikle şu son dönemlerde

mevcut sistemin içerisinde

boşluğu derhal dolduracak hobileri arama peşindeyiz.

Can sıkıntısını hemen geçirecek eylemler,

kaderimize hemen pansuman olacak hazlar,

suçluluğumuzu hemen yatıştıracak zalimler dışarıda buluyoruz.

Günahlarımızı hemen öteleyecek meşruiyetler yaratıyoruz.

Yani duygularımızla bir şekilde yüzleşmiyoruz.

Ne yetersiz yönlerimizle yüzleşmeye,

ne suskunluğun dönüştürücü kramplarına,

ne yalnızlığın doğurganlığına yüz verdiğimiz yok.

Haksızmışım deyip onarmaktan,

suçluymuşum deyip değişmekten,

yanılmışım deyip düzeltmekten çok korkuyoruz.

Oysa ki her duygu gerçekten birer aygıt.

Hepsi ruhumuzun inşası için gerekli olan,

besin değerleri olan şeyler.

Pastayı yiyerek büyüyemiyor insan.

Bizim bütün bu duygulara oda açmamız lazım

kendi ruhsal sisteminizde.

Nasıl sadece belli aralıklarda besinler tükettiğimiz de

bağışıklığımız zayıflıyorsa,

sadece belirli aralıklarla duyguları hissetmeye çalışmak da

bizim topraklarımızı çoraklaştıracak bir atmosfer oluşuyor.

Bu yüzden bizim çeşitli duyguları,

kendi iç dünyamızda ağırlamamız lazım.

Ancak o zaman geçmişin duygularıyla

geleceği daha bereketli bir şekilde inşa edebiliriz,

o tohumlarla daha bereketli bir toprak ekip biçebiliriz.

Şimdi bir farklı mesele de mutlulukla olan ilişkimiz.

İyi hissetme saplantımız, takıntınız

birazcık da mutlulukla kurduğumuz ilişkiden besleniyor.

Çünkü hepimizin kafasında mutlulukla alakalı formüller var.

''Nokta noktaya sahip olursam çok mutlu olacağım

veya nokta noktaya sahip olmazsam çok mutlu olacağım''.

Sahip olmak üzerinden tanımlanan mutluluk formülleri

gerçekten çok tehlikeli.

Çünkü sahip olmak üzerinden kurguladığınız mutluluk,

ona ulaştığınızda, her ulaştığınız anda

kendini bir öteye çeken bir serap gibi,

onunla aranızdaki farkı asla kapatamıyorsunuz.

O gedik, o açık asla kapanmıyor.

Hep bir daha fazlasına ihtiyaç duyuyorsunuz.

Çünkü alışkanlık dediğimiz şey bu hayatta her şeyi birbiriyle eşitliyor.

Bizim gözlerimiz suyun içindeyken suyu,

altının içindeyken altını çok da fark edemeyecek

şekilde tasarlanmış.

Varlık denen şey mesafe istiyor ve aşırı doygunluk istiyor

ve doyduğu şeyin kendi kendisini imha etmesine neden oluyor.

Bu anlamda bizim bir araştırmaya göz atmamız lazım.

Aslında geçmişle alakalı bir araştırmayı

size örnek verirsem belki bunu destekleyen bir kanıt olacak.

Mesela piyango bileti kazananlar ile yapılan bir araştırma var.

Çok yüklü miktarlarda para kazanan insanlar

bir sene boyunca takip ediliyorlar.

Bir sene sonra ne hissettiklerine bakılıyor.

Bu insanların aslında anlamlı bir şekilde

daha önceki hallerinden daha mutsuz oldukları bulunuyor.

Onca sahip oldukları şeye rağmen,

sahip olmak üzerinden mutlu olma halini

ben matematiksel bir formülle temsil ediyorum aslında.

Bir bölü iki.

Bir bölü ikide kalıyorsunuz her zaman.

Ne demek bu?

Paydada sahip olduklarınız olsun, iki,

payda sahip olmak istedikleriniz olsun, bir.

Sahip olduklarımız dörde çıktığında payda zaten ikiye çıkıyor.

Sahip olduklarınız sekize çıktığında payda zaten dörde çıkıyor.

Oranınız hiçbir zaman değişmiyor.

Her zaman bir bölü ikidesiniz.

Bu anlamda hayatın çok adaletli olduğunu düşünüyorum gerçekten.

Çünkü içsel huzur ve içsel tatmin duygusu sahip olmak üzerinden değil,

tamamen olma hali üzerinden bize bahşediliyor.

Çok kötü koşullarda yaşayan insanlar tanıdım.

Çok fakirlerdi, çok kötü koşullarda büyümüşlerdi

ama içsel huzurları vardı.

Gerçekten çok konforlu,

her imkana sahip insanlarla tanıştım, içsel huzurları yoktu. Çünkü onlar aslında sahip olmak üzerinden

hayatlarını bir şekilde kurgulamaya çalışıyorlardı.

Şimdi geçmişin dezavantajlarını geleceğin zenginliğine dönüştürmek,

bizim birazcık da acı ve mutlulukla kurduğumuz ilişkiye bağlı aslında.

Geçmiş değişmez evet, olan oldu,

çocukluğunuz aynı, travmalarınız aynı,

kayıplarınız aynı, yediğiniz kazıklar aynı.

Hiçbir şeyi değiştiremezsiniz geçmişle alakalı.

Fakat geçmiş anılarınızı değiştirebilirsiniz.

Araştırmalar da böyle söylüyor.

Çünkü bizim bellek dediğimiz şey,

anı dediğimiz şey aslında donuk video kayıtları gibi değiller.

Bizim geçmişten geri getirdiğimiz

ve hiçbir değişikliğe uğratmadan izlediğimiz kayıtlar değiller.

Geçmişe her hatırlamaya çalıştığınızda şimdi ve burada

bugün onları yeniden inşa ediyorsunuz,

şeklini değiştiriyorsunuz, formunu yeniden yapılandırıyorsunuz.

Dolayısıyla geçmişi geleceğe taşımak,

biraz da anılarınızı, bugünü nasıl yeniden inşa ettiğinizle alakalı.

Travmayı dönüştürme meselesinde

ben bir hırsız metaforu kullanıyorum.

Özellikle bundan bahsetmek istiyorum.

Diyelim ki evinize bir hırsız girdiğini düşünün.

Her şeyi çaldı, yağmaladı, yangın çıkardı evinizde.

Evsiz barksız kaldınız.

Elbette hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

Travmalar böyledir. Eskisi gibi olmaz.

Mutlaka bazı taşlar yerinden oynar.

Fakat böyle bir travmadan sonra insanlar genelde ikiye ayrılırlar.

Kimileri hırsıza ve hırsızlığa takılırlar.

Nefretle, öfkeyle.

Kimileri yaşamlarına kendilerini onarmak üzerine devam ederler.

Nefrete takılanlar,

biz eğer nefrete takılıyorsak bir travmadan sonra,

düşmanla uğraşıyorsak, kendimizi onarmamız mümkün değil.

Çünkü nefretin olduğu iklimde onarım olmaz.

Nefret, kin bizim hırsızla, tramvayla olan göbek bağımızdır.

Travmanın suyudur.

Soygun olmuştur ama ruhumuzun soygunu devam ediyordur.

Ancak ve ancak biz nefretin ve kinin

yapıştırıcı ve hatırlatıcı etkisinden sıyrılabilirsek

o zaman yeni bir hayat kurgulamaya başlayabiliriz.

Belki hiç aklımıza gelmemiş olan dualar gelir,

hiç kurmadığımız hayalleri kurmaya başlarız.

Hiç çalmadığımız kapıları çalmak aklımıza gelir.

Ancak o zaman travmanın harabesinden,

şerri hayra çeviren bir tılsım çıkartabiliriz.

O zaman içinde yeni bir senle karşılaşabiliriz.

Onardıkça kendimizi tamir ettikçe, düzelttikçe,

hırsızın çalışları azalır içimizde ve soygun rızka dönüştüğünde

onun çaldıkları kazandıklarınız yanında küçük kalır.

Şimdi her ne soyulduğu ise hayatımızda,

ne bozulduysa, ne kırıldıysa,

artık işimiz ne soygunla ne de soyguncu ile olmalı.

Çünkü asıl travma dışarıda olanın içeride devam etmesidir.

Yoksa dışarıda olup biten her şey akıp gitmeye meyilli aslında.

3 tane önerim olacak.

Geçmişi geleceğe daha zenginleştirici bir şekilde taşıyabilmemiz için.

Bir tanesi zihninizin tutarlılığına çomak sokmaktır.

Ben çok seviyorum bu lafı.

Çünkü bizim zihnimiz tutarlı olmak isteyen bir zihin

ve bu bazen bizim aleyhimize işliyor.

Birileri geçmişte bize öğretiyor,

sen yapamazsın, sen dayanamazsın

ve biz bunlarla büyüyoruz ve bunları doğrularcasına aslında yaşıyoruz.

Zihnimiz böyle çalışıyor.

Mesela bir örnek vereyim size,

diyeyim ki size şu anda burada bir hırsız var,

burada bir hırsız var

ve bu hırsızın mavi gömlekli olduğunu söyleyeyim,

bıyıklı olduğunu söyleyeyim size.

Bununla alakalı bir eşkal vereyim.

Bundan sonra yapacağınız şey

otomatik olarak mavi gömlekli kişilerin peşine daha fazla düşmek olacak.

Belki yanınızda hırsızlık yapmak üzere olan

sarı gömlekli olan birini atlayacaksınız.

Şimdi sorun zihnimizin eşkale göre çalışması değil aslında.

Sorun bu eşkalden hiçbir zaman şüphe etmeyişimiz.

Çünkü bizim hayatımızda bizimle ilgili,

nasıl biri olduğumuzla alakalı verilmiş yüzlerce eşkal var.

Sen yapamazsın, sen zayıfsın, sen terk edilirsin, sen sevilmezsin,

sen başarılı olamazsın.

Bu eşkallerin hiçbirini çoğumuz sorgulamıyoruz.

Bunları aleyhimize de olsa doğrularcasına hareket ediyoruz aslında.

Ama ya eşkal yanlışsa?

Yani ya hırsız kıyafetini değiştirdiyse

ya ben size bunu yanlış verdiysem,

ya başka bir hırsız daha varsa?

Dolayısıyla geçmişini geleceğe farklı

ve daha zenginleştirici bir şekilde taşıyanlar,

eşkâllerden şüphe edenler olacak.

Soru sorabilen, merak edebilen,

kendilerine öğretilenleri yıkıp

yeniden yazma cesareti olabilenler olacak.

Eğer kendi iç dünyamızdaki tutarlılık ve çatışmasızlığın

bir tık ötesine geçebilirsek,

birazcık araflarda kalma cesaretini gösterebilirsek

o zaman biz de onlardan biri olabiliriz.

Yıkmak ve yeniden yapabilmek,

sınırlarımızı güncelleyebilmek için

zihnimizin tutarlılığına çomak sokmaya ihtiyacımız var.

İkinci önerim linç etmeyip süblime etmek.

Süblimasyon lafını çok seviyorum.

Çünkü bizi insan yapan şey dönüştürmek.

Hepimiz travmalardan sonra,

kayıplardan sonra çok yoğun duygular hissediyoruz.

Öfke hissediyoruz, nefret hissediyoruz.

Ama nefretin olduğu hiçbir ortamda onarım olmaz.

Eğer nefret varsa bu bir insanın psikolojik lincidir.

Bu sadece başkasının linçi değil,

bizim kendi bahçemize zulüm edişimizdir.

İnsan kötüsünü, katısını, yarasını, nefretini, öfkesini

dönüştürdükçe insan olabilir.

Linç edenlere avcı,

dönüştürenlere sanatçı diyebiliriz aslında.

Hepimizin ruhsal ekosisteminde haset var,

kötülük var, agresyon var, nefret var.

Bunları yok etmek değil,

bunları dönüştürmekle insan olabileceğiz sadece.

Nefretin harlı ateşinden, şefkatin kısık ateşine geçip yanmaktan pişmeye evrilmezsek

hiçbir acımızı kendimizi onaracak şekilde dönüştüremeyiz.

Son önerim.

Kötü olabilme cesareti göstermek.

Tırnak içinde kötü olabilme cesareti.

Şimdi sahip olma toplumunda,

gözükme toplumunda erdemler de bundan payını aldı aslında.

Onlar da metaya dönüştü.

Biz bir şekilde erdemli gözükmek istiyoruz

ve bazen onun görüntüsüne sahip olmak isterken içini boşaltıyoruz.

Bakın çevrenize mesela, samimi gözükmek için

poz veren insanlar görebilir misiniz?

Veya dünyaya bakın.

Barış adı altında savaş çıkaranlar, din adı altında dinsizlik yapanlar,

dürüst gözükmek için bir şekilde dolap çevirenler,

bir sürü erdemli gözükme çabası içerisinde

erdemsizlik yapanlarla karşılaşabilirsiniz.

Bu anlamda bizim aslında aşılanabilmemiz lazım,

yırnak içinde kötü olmaya.

Çünkü biz ne yaparsak yapalım

birileri bize iyi diyecek, birileri kötü diyecek.

Bundan kaçınmayacağız ve el alem ne der

ve ben kötü gözükmeyeyim girdabından çıkamazsak eğer

etiketlerin kurbanı olacağız demektir.

Eğer aşılanabilirsek kötü olmaya,

belki o tırnak içindeki kötülük içinde gerçekten ahlaklı olabileceğiz.

Çünkü akıllının işi bazen delisi olmaktır bazı ortamların.

Hakperestin işi bazen inkarcısı olmaktır batılın.

Bazen sapkını olmaktır yanlış yolun.

Bazen inananı olmaktır hurafe denilenin.

O yüzden bazen bir yerlerin haini olmak zorundayız,

belki de kötüsü olmak zorundayız.

Sonuç olarak geçmiş hikayelerimizi

geleceğe zenginlik olarak dönüştürmek istiyorsak eğer,

avcı değil sanatçı olmak zorundayız.

Çok meraklı ve biraz şüpheci olmak zorundayız.

Nefretten biraz şefkate uzanabilmek zorundayız.

Çünkü dönüştüren insanlar,

acılarını kabullenmekle birlikte eritirler kendi içlerinde,

çiğneyerek yutarlar, misafir ederek yolcularlar.

Dönüştürenler olmamız için:

Şimdi başımıza ne gelecekse gelecek.

Kaçınılmaz acılar var.

Ne yaşayacaksak yaşayacağız.

Onlar başımıza geldiğinde o kavşakta

seçim yapmamız gereken bir şey var.

Bir soruya iyi yanıt vermemiz gerekiyor:

Ey insan, başına ne olursa olsun gelecek acılarda

yanacak mısın yoksa pişecek misin kederinle?

Teşekkür ederim.


Kendini Onar ve Büyü | Hilal Bebek | TEDxMEFUniversity Repair and Grow Yourself | Hilal Bebek | TEDxMEFUniversity

Transcriber: Nihal Aksakal Gözden geçirme: Miraç Şendil

Şimdi ben gelecek mevzusuna

birazcık geçmişten başlayarak uzanacağım.

Çünkü biz genelde gelecek tasarımlarımız

ve beklentilerimiz söz konusu olduğunda

geleceğe, geçmişe atıflar yaparız.

Kimimiz bazı dezavantajlarla geldik dünyaya,

kimimiz sonradan travmalar yaşadık

ve bazen gerçekten keşke geçmişi değiştirebilsem dediğimiz olur

ya da keşke nokta nokta yapmasaydımla başlayan cümleler kurarız

ve bazen 5-0 yenik durumdaymış gibi gözükür hayatlarımız.

Peki geçmiş aynı kalırken, her şey, çevremiz aynıyken, insanlar aynıyken,

hiçbir şey değişmiyorken, gelecekle alakalı

daha ümitli olmak mümkün mü?

Daha iyi hissedebiliyor olmak mümkün mü?

Genelde biz psikologlara bu tarz sorular sorarlar.

Yani özellikle terapiye geldiklerinde

''Yani ne değişecek ki konuşarak?'' sorusunu aslında sık duyarız.

Her şey aynı, kocam aynı, evliliğim aynı,

savaşlar aynı dünya aynı, hiçbir şey değişmiyorken

benim olumlu hissetmem mümkün mü?

Şimdi aslında bu sorunun kendisinde bir sıkıntı var.

Eskiden bu soruyu cevaplamaya çalışıyordum

ama şimdi bu sorunun kendisinden biraz şüphe ediyorum.

Çünkü aslında bu soru bizim sağlık tanımlarımızın

tamamen olumlu hissetmekle eşitlendiği anlamına geliyor.

Sanki iyi olma hali, sağlıklı hissetme hali

pür olumlu hissetmekten geçiyor.

Oysaki bizim sağlıklı ve sağlıksız acılar arasında

bir ayrım yapmamız lazım.

Sağlıklı acı denen şey yaşamamız için gerekli.

Yaşamamız gereken durumlarda,

yaşamamız gereken düzeylerde yaşanması gereken,

bizi hasta etmeyecek, bizi olgunlaştıracak,

yaşamamıza bilgi ve tecrübe olarak dönüşecek acılar aslında.

Bu anlamda acıların büyüklüğünün

ve küçüklüğünün çok da bir önemi yok.

Olayların büyüklüğünün ya da küçüklüğünün çok da bir önemi yok.

Mesela kimi insanlar anne kaybı yaşıyorlar.

Bu anne kaybında yasalarını tutuyorlar

ve o yasın sonrasından güçlenerek

ve daha bilge, daha tecrübeli insanlar olarak çıkıyorlar.

Kimileri abartmıyorum, gerçek örneklerden vermeye çalışıyorum.

Bileziğini kaybediyor, onu takıntı haline getiriyor.

Bir türlü yediremiyor kendisine kaybettiği bir şeyi geri bulamamayı

ve onu aslında psikolojik bir gerilemeye dönüştürüyor.

Dolayısıyla olayların büyüklüğü küçüklüğü önemli değil,

belirleyici değil.

Bizim acıları nasıl yaşantıladığımız önemli olan aslında.

Şimdi çoğu zaman, bazı insanlar güçlüklerin altından

daha bilge ve daha tecrübeli bir şekilde kalkıyorlar

ama bazı insanlar o acıların altında eziliyor.

Benim çıkış noktam burada şu:

Ne oluyor da kederin yönü, acının yönü bir şekilde değişiyor?

Niye birileri aynı acıların altından güçlü binaları inşa ederek kalkarken

birileri de onu enkaza çeviriyor?

Nedir bunun yönünü belirleyen şey?

Ne zaman elmastan kömüre dönüşüyor acılarımız?

Birazcık bununla alakalı konuşalım istiyorum aslında.

Öncelikle bazı içsel engellerimizden bahsetmekte fayda var.

Mesela iyi hissetme saplantımız var.

Koşulsuz şartsız aslında iyi hissetmemiz gerektiğini düşünüyoruz.

Bu yüzden kederi çoğu zaman içeri buyur etmeme eğilimimiz var.

Çoğu zaman, her zaman mutlu olmalıyım

şeklinde bir talepkârlığımız,

asla dayanamam şeklinde bir dayatmamız,

acıyı ötelemek isteyen bir zorbalığımız eşlik ediyor hüzünlerimize

ve biz aslında acımız hakkında acı

mutsuzluğumuz hakkında mutsuzluk,

öfkemiz hakkında öfke duymaya başlıyoruz.

Aslında duyguların karesini alıyoruz

ve organik olan sağlıklı acılar toksiklenmeye başlıyor.

Gidici ve aslında üretici olan acılar kalıcı ve tüketici olmaya başlıyor.

Bunların bir şekilde formunu değiştiriyoruz.

Çoğumuz şimdi özellikle şu son dönemlerde

mevcut sistemin içerisinde

boşluğu derhal dolduracak hobileri arama peşindeyiz.

Can sıkıntısını hemen geçirecek eylemler,

kaderimize hemen pansuman olacak hazlar,

suçluluğumuzu hemen yatıştıracak zalimler dışarıda buluyoruz.

Günahlarımızı hemen öteleyecek meşruiyetler yaratıyoruz.

Yani duygularımızla bir şekilde yüzleşmiyoruz.

Ne yetersiz yönlerimizle yüzleşmeye,

ne suskunluğun dönüştürücü kramplarına,

ne yalnızlığın doğurganlığına yüz verdiğimiz yok.

Haksızmışım deyip onarmaktan,

suçluymuşum deyip değişmekten,

yanılmışım deyip düzeltmekten çok korkuyoruz.

Oysa ki her duygu gerçekten birer aygıt.

Hepsi ruhumuzun inşası için gerekli olan,

besin değerleri olan şeyler.

Pastayı yiyerek büyüyemiyor insan.

Bizim bütün bu duygulara oda açmamız lazım

kendi ruhsal sisteminizde.

Nasıl sadece belli aralıklarda besinler tükettiğimiz de

bağışıklığımız zayıflıyorsa,

sadece belirli aralıklarla duyguları hissetmeye çalışmak da

bizim topraklarımızı çoraklaştıracak bir atmosfer oluşuyor.

Bu yüzden bizim çeşitli duyguları,

kendi iç dünyamızda ağırlamamız lazım.

Ancak o zaman geçmişin duygularıyla

geleceği daha bereketli bir şekilde inşa edebiliriz,

o tohumlarla daha bereketli bir toprak ekip biçebiliriz.

Şimdi bir farklı mesele de mutlulukla olan ilişkimiz.

İyi hissetme saplantımız, takıntınız

birazcık da mutlulukla kurduğumuz ilişkiden besleniyor.

Çünkü hepimizin kafasında mutlulukla alakalı formüller var.

''Nokta noktaya sahip olursam çok mutlu olacağım

veya nokta noktaya sahip olmazsam çok mutlu olacağım''.

Sahip olmak üzerinden tanımlanan mutluluk formülleri

gerçekten çok tehlikeli.

Çünkü sahip olmak üzerinden kurguladığınız mutluluk,

ona ulaştığınızda, her ulaştığınız anda

kendini bir öteye çeken bir serap gibi,

onunla aranızdaki farkı asla kapatamıyorsunuz.

O gedik, o açık asla kapanmıyor.

Hep bir daha fazlasına ihtiyaç duyuyorsunuz.

Çünkü alışkanlık dediğimiz şey bu hayatta her şeyi birbiriyle eşitliyor.

Bizim gözlerimiz suyun içindeyken suyu,

altının içindeyken altını çok da fark edemeyecek

şekilde tasarlanmış.

Varlık denen şey mesafe istiyor ve aşırı doygunluk istiyor

ve doyduğu şeyin kendi kendisini imha etmesine neden oluyor.

Bu anlamda bizim bir araştırmaya göz atmamız lazım.

Aslında geçmişle alakalı bir araştırmayı

size örnek verirsem belki bunu destekleyen bir kanıt olacak.

Mesela piyango bileti kazananlar ile yapılan bir araştırma var.

Çok yüklü miktarlarda para kazanan insanlar

bir sene boyunca takip ediliyorlar.

Bir sene sonra ne hissettiklerine bakılıyor.

Bu insanların aslında anlamlı bir şekilde

daha önceki hallerinden daha mutsuz oldukları bulunuyor.

Onca sahip oldukları şeye rağmen,

sahip olmak üzerinden mutlu olma halini

ben matematiksel bir formülle temsil ediyorum aslında.

Bir bölü iki.

Bir bölü ikide kalıyorsunuz her zaman.

Ne demek bu?

Paydada sahip olduklarınız olsun, iki,

payda sahip olmak istedikleriniz olsun, bir.

Sahip olduklarımız dörde çıktığında payda zaten ikiye çıkıyor.

Sahip olduklarınız sekize çıktığında payda zaten dörde çıkıyor.

Oranınız hiçbir zaman değişmiyor.

Her zaman bir bölü ikidesiniz.

Bu anlamda hayatın çok adaletli olduğunu düşünüyorum gerçekten.

Çünkü içsel huzur ve içsel tatmin duygusu sahip olmak üzerinden değil,

tamamen olma hali üzerinden bize bahşediliyor.

Çok kötü koşullarda yaşayan insanlar tanıdım.

Çok fakirlerdi, çok kötü koşullarda büyümüşlerdi

ama içsel huzurları vardı.

Gerçekten çok konforlu,

her imkana sahip insanlarla tanıştım, içsel huzurları yoktu. Çünkü onlar aslında sahip olmak üzerinden

hayatlarını bir şekilde kurgulamaya çalışıyorlardı.

Şimdi geçmişin dezavantajlarını geleceğin zenginliğine dönüştürmek,

bizim birazcık da acı ve mutlulukla kurduğumuz ilişkiye bağlı aslında.

Geçmiş değişmez evet, olan oldu,

çocukluğunuz aynı, travmalarınız aynı,

kayıplarınız aynı, yediğiniz kazıklar aynı.

Hiçbir şeyi değiştiremezsiniz geçmişle alakalı.

Fakat geçmiş anılarınızı değiştirebilirsiniz.

Araştırmalar da böyle söylüyor.

Çünkü bizim bellek dediğimiz şey,

anı dediğimiz şey aslında donuk video kayıtları gibi değiller.

Bizim geçmişten geri getirdiğimiz

ve hiçbir değişikliğe uğratmadan izlediğimiz kayıtlar değiller.

Geçmişe her hatırlamaya çalıştığınızda şimdi ve burada

bugün onları yeniden inşa ediyorsunuz,

şeklini değiştiriyorsunuz, formunu yeniden yapılandırıyorsunuz.

Dolayısıyla geçmişi geleceğe taşımak,

biraz da anılarınızı, bugünü nasıl yeniden inşa ettiğinizle alakalı.

Travmayı dönüştürme meselesinde

ben bir hırsız metaforu kullanıyorum.

Özellikle bundan bahsetmek istiyorum.

Diyelim ki evinize bir hırsız girdiğini düşünün.

Her şeyi çaldı, yağmaladı, yangın çıkardı evinizde.

Evsiz barksız kaldınız.

Elbette hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

Travmalar böyledir. Eskisi gibi olmaz.

Mutlaka bazı taşlar yerinden oynar.

Fakat böyle bir travmadan sonra insanlar genelde ikiye ayrılırlar.

Kimileri hırsıza ve hırsızlığa takılırlar.

Nefretle, öfkeyle.

Kimileri yaşamlarına kendilerini onarmak üzerine devam ederler.

Nefrete takılanlar,

biz eğer nefrete takılıyorsak bir travmadan sonra,

düşmanla uğraşıyorsak, kendimizi onarmamız mümkün değil.

Çünkü nefretin olduğu iklimde onarım olmaz.

Nefret, kin bizim hırsızla, tramvayla olan göbek bağımızdır.

Travmanın suyudur.

Soygun olmuştur ama ruhumuzun soygunu devam ediyordur.

Ancak ve ancak biz nefretin ve kinin

yapıştırıcı ve hatırlatıcı etkisinden sıyrılabilirsek

o zaman yeni bir hayat kurgulamaya başlayabiliriz.

Belki hiç aklımıza gelmemiş olan dualar gelir,

hiç kurmadığımız hayalleri kurmaya başlarız.

Hiç çalmadığımız kapıları çalmak aklımıza gelir.

Ancak o zaman travmanın harabesinden,

şerri hayra çeviren bir tılsım çıkartabiliriz.

O zaman içinde yeni bir senle karşılaşabiliriz.

Onardıkça kendimizi tamir ettikçe, düzelttikçe,

hırsızın çalışları azalır içimizde ve soygun rızka dönüştüğünde

onun çaldıkları kazandıklarınız yanında küçük kalır.

Şimdi her ne soyulduğu ise hayatımızda,

ne bozulduysa, ne kırıldıysa,

artık işimiz ne soygunla ne de soyguncu ile olmalı.

Çünkü asıl travma dışarıda olanın içeride devam etmesidir.

Yoksa dışarıda olup biten her şey akıp gitmeye meyilli aslında.

3 tane önerim olacak.

Geçmişi geleceğe daha zenginleştirici bir şekilde taşıyabilmemiz için.

Bir tanesi zihninizin tutarlılığına çomak sokmaktır.

Ben çok seviyorum bu lafı.

Çünkü bizim zihnimiz tutarlı olmak isteyen bir zihin

ve bu bazen bizim aleyhimize işliyor.

Birileri geçmişte bize öğretiyor,

sen yapamazsın, sen dayanamazsın

ve biz bunlarla büyüyoruz ve bunları doğrularcasına aslında yaşıyoruz.

Zihnimiz böyle çalışıyor.

Mesela bir örnek vereyim size,

diyeyim ki size şu anda burada bir hırsız var,

burada bir hırsız var

ve bu hırsızın mavi gömlekli olduğunu söyleyeyim,

bıyıklı olduğunu söyleyeyim size.

Bununla alakalı bir eşkal vereyim.

Bundan sonra yapacağınız şey

otomatik olarak mavi gömlekli kişilerin peşine daha fazla düşmek olacak.

Belki yanınızda hırsızlık yapmak üzere olan

sarı gömlekli olan birini atlayacaksınız.

Şimdi sorun zihnimizin eşkale göre çalışması değil aslında.

Sorun bu eşkalden hiçbir zaman şüphe etmeyişimiz.

Çünkü bizim hayatımızda bizimle ilgili,

nasıl biri olduğumuzla alakalı verilmiş yüzlerce eşkal var.

Sen yapamazsın, sen zayıfsın, sen terk edilirsin, sen sevilmezsin,

sen başarılı olamazsın.

Bu eşkallerin hiçbirini çoğumuz sorgulamıyoruz.

Bunları aleyhimize de olsa doğrularcasına hareket ediyoruz aslında.

Ama ya eşkal yanlışsa?

Yani ya hırsız kıyafetini değiştirdiyse

ya ben size bunu yanlış verdiysem,

ya başka bir hırsız daha varsa?

Dolayısıyla geçmişini geleceğe farklı

ve daha zenginleştirici bir şekilde taşıyanlar,

eşkâllerden şüphe edenler olacak.

Soru sorabilen, merak edebilen,

kendilerine öğretilenleri yıkıp

yeniden yazma cesareti olabilenler olacak.

Eğer kendi iç dünyamızdaki tutarlılık ve çatışmasızlığın

bir tık ötesine geçebilirsek,

birazcık araflarda kalma cesaretini gösterebilirsek

o zaman biz de onlardan biri olabiliriz.

Yıkmak ve yeniden yapabilmek,

sınırlarımızı güncelleyebilmek için

zihnimizin tutarlılığına çomak sokmaya ihtiyacımız var.

İkinci önerim linç etmeyip süblime etmek.

Süblimasyon lafını çok seviyorum.

Çünkü bizi insan yapan şey dönüştürmek.

Hepimiz travmalardan sonra,

kayıplardan sonra çok yoğun duygular hissediyoruz.

Öfke hissediyoruz, nefret hissediyoruz.

Ama nefretin olduğu hiçbir ortamda onarım olmaz.

Eğer nefret varsa bu bir insanın psikolojik lincidir.

Bu sadece başkasının linçi değil,

bizim kendi bahçemize zulüm edişimizdir.

İnsan kötüsünü, katısını, yarasını, nefretini, öfkesini

dönüştürdükçe insan olabilir.

Linç edenlere avcı,

dönüştürenlere sanatçı diyebiliriz aslında.

Hepimizin ruhsal ekosisteminde haset var,

kötülük var, agresyon var, nefret var.

Bunları yok etmek değil,

bunları dönüştürmekle insan olabileceğiz sadece.

Nefretin harlı ateşinden, şefkatin kısık ateşine geçip yanmaktan pişmeye evrilmezsek

hiçbir acımızı kendimizi onaracak şekilde dönüştüremeyiz.

Son önerim.

Kötü olabilme cesareti göstermek.

Tırnak içinde kötü olabilme cesareti.

Şimdi sahip olma toplumunda,

gözükme toplumunda erdemler de bundan payını aldı aslında.

Onlar da metaya dönüştü.

Biz bir şekilde erdemli gözükmek istiyoruz

ve bazen onun görüntüsüne sahip olmak isterken içini boşaltıyoruz.

Bakın çevrenize mesela, samimi gözükmek için

poz veren insanlar görebilir misiniz?

Veya dünyaya bakın.

Barış adı altında savaş çıkaranlar, din adı altında dinsizlik yapanlar,

dürüst gözükmek için bir şekilde dolap çevirenler,

bir sürü erdemli gözükme çabası içerisinde

erdemsizlik yapanlarla karşılaşabilirsiniz.

Bu anlamda bizim aslında aşılanabilmemiz lazım,

yırnak içinde kötü olmaya.

Çünkü biz ne yaparsak yapalım

birileri bize iyi diyecek, birileri kötü diyecek.

Bundan kaçınmayacağız ve el alem ne der

ve ben kötü gözükmeyeyim girdabından çıkamazsak eğer

etiketlerin kurbanı olacağız demektir.

Eğer aşılanabilirsek kötü olmaya,

belki o tırnak içindeki kötülük içinde gerçekten ahlaklı olabileceğiz.

Çünkü akıllının işi bazen delisi olmaktır bazı ortamların.

Hakperestin işi bazen inkarcısı olmaktır batılın.

Bazen sapkını olmaktır yanlış yolun.

Bazen inananı olmaktır hurafe denilenin.

O yüzden bazen bir yerlerin haini olmak zorundayız,

belki de kötüsü olmak zorundayız.

Sonuç olarak geçmiş hikayelerimizi

geleceğe zenginlik olarak dönüştürmek istiyorsak eğer,

avcı değil sanatçı olmak zorundayız.

Çok meraklı ve biraz şüpheci olmak zorundayız.

Nefretten biraz şefkate uzanabilmek zorundayız.

Çünkü dönüştüren insanlar,

acılarını kabullenmekle birlikte eritirler kendi içlerinde,

çiğneyerek yutarlar, misafir ederek yolcularlar.

Dönüştürenler olmamız için:

Şimdi başımıza ne gelecekse gelecek.

Kaçınılmaz acılar var.

Ne yaşayacaksak yaşayacağız.

Onlar başımıza geldiğinde o kavşakta

seçim yapmamız gereken bir şey var.

Bir soruya iyi yanıt vermemiz gerekiyor:

Ey insan, başına ne olursa olsun gelecek acılarda

yanacak mısın yoksa pişecek misin kederinle?

Teşekkür ederim.