×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

TEDx Turkey, Gitmek mi Kalmak mı Değil, Gitmek mi Kaçmak mı? | Aslı Şafak | TEDxIstanbul

Gitmek mi Kalmak mı Değil, Gitmek mi Kaçmak mı? | Aslı Şafak | TEDxIstanbul

Çeviri: Gözde Zülal Solak Gözden geçirme: Suleyman Cengiz

İki hafta kaldı, bu ülkenin sistemi değişecek mi değişmeyecek mi?

Şunun şurasında 15 gün sonra,

umuyorum ki, hepimiz sandığa gideceğiz ve oyumuzu vereceğiz.

Hepimizin, şu anda bu salonda bulunan iki bin küsur

kişinin kafasında eminim "acaba ne çıkacak?" vardır.

Ama bir o kadar da eminim, herkesin olmasa bile,

asgari yüzde sekseninin kafasında "peki, ya benim istediğim sonuç çıkmazsa?

Ben bu ülkeyi terk mi edeyim?

Burada mı kalayım?" sorunsalı geziniyordur.

Kimimiz diyoruz ki, "Ya falanca ülkede 500 bin euro

verdiğinde 10 yıl oturma izni veriyorlar;

filanca ülkeye git ev al oradan, vatandaşlık veriyorlar.

Ya bu yaştan sonra ne evi arkadaş, ben başka yerde yaşayamam,

en iyisi ben çocukları yollayayım onlar kapağı atsın."

"Kapağı atmak."

Gitmek mi, kalmak mı?

Çok büyük sorunsalı şu anda bu ülkenin.

Ama sadece şu anda değil, tarih boyunca da

büyük bir sorunsalı olmuş.

Aslında bu topraklar bir göç yatağı, belki nihai vatan oldu bizlere,

ama aynı zamanda bir göç yatağı da oldu.

Binlerce yıl öncesinden göçebe kavimler geldiler,

buralara yerleştiler, buralardan gittiler geçtiler.

Aynı zamanda bu ülke, hem el salladı gidenlerine,

hem de bir taraftan hoş geldin dedi.

Belki de beyinlerimizin kuranderde kalması bu yüzdendir, iki kapı da açık çünkü genelde.

Yani şöyle gözlerinizi kapatın isterseniz,

siyah beyaz günlere gidelim.

Fotoğraf kullanmak istemedim, çünkü hakikaten içimden gelmedi

iki hafta sonrayı düşündüğümden.

Gözünüzü kapatın, şöyle 1949'a götüreyim ben sizi.

Siyah beyaz, Dolmabahçe Sarayı'nın önünü hayal edin,

o caddeyi.

Bir sevinç, bir alkış, bir çığlık, anam ne oluyor diye bakıyorsunuz.

Sanayi devriminden yıllar yıllar sonra üstüne üç kuşak olmuş,

ülkeye ilk traktör geliyor.

Çok güzel, yani sanayileşmeye karşı değiliz, tamam.

Büyük bir sevinçle karşılandı ve bağrına basıldı bu traktör.

Ama öyle olmadı.

Çünkü bunun negatif tarafları da oldu.

Köylere gidildiğinde bu traktörle, pek çok işçi

traktör yüzünden işsiz kaldı.

Ne yaptılar?

Taşı toprağı altın dedikleri şehre geldiler.

Onların gelişiyle beraber, -- tabii ki onlar sorumlu değil,

onlar karınlarını doyurma derdinde --

onların gelişiyle beraber, rant kavramı girdi hayatımıza.

Çünkü, evleri olanlar artık daha fazla kira ister oldular.

Satmak için, çok daha fazla paralar ister oldular.

Arsalar pahalandı.

E ne yaptı bu insanlar?

Gecekondu kurdular.

Çünkü bir dam arayışındaydılar.

Çarpık kentleşme, iş ve işçi bulma kurumu

önündeki uzun kuyruklar, bozulan sağlık, eğitim sistemi,

işte bunlar, bir traktörün bu ülkeye girmesiyle

kendini gösterdi.

Ve o günden bu güne, hâlâ çarpık şehirleşmenin

kurbanlarıyız hep beraber.

Bugün buraya gelirken yaşadığınız trafik çilesi de

bunun aslında bir parçası.

O kadar küçümsemeyelim, bir milyon kişi köyünden

kente göç etti.

O zaman Türkiye'nin nüfusu -- bu beş yılda oluyor, 50 - 55 yılları arasında -- 21 milyondu.

Yani 21'de birimiz göç etti

ve çoğumuz o köyde durup onlara el salladı.

Gelelim 1961'e.

Yine hatırlarsınız o kareyi,

sizin hayalinize bırakıyorum.

Hani Sirkeci garından, trenlerden, bizim durup

el salladığımız kare vardı ya.

Almanya'ya göçen işçilerimiz.

Çünkü bir kısmının karnı hâlâ doymamıştı.

Hâlâ ekmek arayışındalardı ve kasabasını dahi görmeden

bir başka dilin konuşulduğu bambaşka bir yere gitti.

O da 1961 - 1974 yılları arasında 13 yılda

bir milyon kişi göçtü.

Bugün 3 milyon Türk yaşıyor Almanya'da.

Gelelim 1980'e.

Bir darbe yaşandı, Türkiye'nin kara tarihi.

Ve orada işkence görmemek adına,

hapse düşmemek adına, buradan kaçan pek çok

entelektüel, aydın ve sanatçı vardı.

Çoğu Avrupa'ya, birçoğu da Kuzey Avrupa'ya yerleşti.

Biz yine durduk ve onlara el salladık.

Resmi rakamlara göre 35 bin, ama Birleşmiş Milletler'e

göre 105 bin aydınımız ülkeyi terk etti.

Kaçtılar.

Kaçmak zorunda kaldılar.

Tabii her zaman el sallayan olmadık,

bazen de kapıyı açıp hoş geldin dedik.

Bu ülke çok kişiyi misafir etti.

1917 yılında Bolşevik Devrimi'nden kaçan Ruslar buraya sığındı.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde Hitler faşizminden

kaçan Almanlar buraya sığındı.

Hitler'in işgal ettiği ülkelerden kaçan

Avusturyalılar buraya sığındı.

Bosna Hersek savaşında Boşnaklar, Bulgar soydaşlarımız, Afgan mülteciler

buraya sığındı.

Ve son olarak da Suriyeliler.

Şimdi, gitmek öyle bir eylemdir ki,

gitmeyi düşündüğünüz zaman, rahat olmayı istersiniz.

Spor ayakkabınızı, değil mi, lüks pabucunuzu giyer gidersiniz.

Böyle bavulunuzu çekersiniz, havaalanına gidersiniz.

Ama kaçtığınız zaman ayağınızda ne olduğuna bakmazsınız.

Suriyeliler için de öyle oldu.

Çoğu çıplak ayaklı, bir kısmı terlikleriyle,

çocuklarını kaptıkları gibi, bir de yanlarına salça bidonlarını alarak

-- çünkü bir ekmek bulduğunuzda karnınızı

onunla doyurabilirsiniz ve

uzun süre saklayabilirsiniz o salçayı --

kaçtılar.

Türkiye 3 milyon Suriyeliyi misafir ediyor şu anda.

Bunların 1 milyonu çocuk

ve o çocukların yarısı eğitim görmüyor.

Ama biz onlara kapımızı açtık, öyle ya da böyle,

beğenin ya da beğenmeyin.

O zaman, bu soruyu şöyle de sormak gerekiyor;

gitmek mi kalmak mı, yoksa gitmek mi kaçmak mı?

Ben buna çok geç karar verebilmiş biriyim,

çünkü benim hayatımın büyük bölümü,

oturup böyle durup gidenlere el sallamakla geçti.

Ben böyle kaldım hep.

Sekiz yaşındaydım, aynı evde yaşıyorduk,

anneannem öldü, bir de realist bir çocuktum.

Ölüsünü görmek istedim, çünkü vedalaşmak istedim,

ona el sallamak istedim.

Annem de benim kadar realistmiş, beni yanına götürdü.

Ve bana öğretti, dedi ki: "Bak önce biri öldüğünde

gözünü kaparsın.

Sonra çenesini buradan bir eşarpla bağlarsın ki

çenesi düşer ölünün." dedi.

Sonra ayaklarının baş parmaklarını

birbirine bağlarsın dedi.

Gösterdi, sonra da biliyorsan duasını okursun dedi.

Belki kendi ölümüne hazırlık ediyordu.

Sonra kansere yakalandı annem.

Türkiye'de ömrü yok dediler.

Babam varını yoğunu satıp annemi Londra'ya götürdü

ve dört yıl yaşatabildi.

On iki yaşındaydım annemi kaybettiğimde.

Çok yanına gitmek ve onunla vedalaşmak istedim,

ama babam ve arkadaşları travmatik olabileceğini benim için

düşündüklerinden, annemi göstermediler.

Ve ben yıllar boyunca annemin bir gün geri döneceğini,

bir yerlerde yaşadığını hayal ettim.

Sonra 18 yaşına geldim.

Ay ben de acıların çocuğu gibi anlatıyorum

hakikaten anlatınca insana böyle bir fena geliyor.

Ama öyle.

(Gülüşmeler)

18 yaşına geldim, babaannem öldü.

Babam bir yurt dışı seyahatindeydi,

babaannemle aynı evdeydik.

Uyandığımda onun ölüsünü buldum.

Uykusunda öldüğünü diliyorum hâlâ.

En güzel ölümlerden biri olduğunu düşünüyorum.

Kimse yoktu, ben, bana öğretildiği gibi

gözünü kapattım, çenesini bağladım,

ayaklarını bağladım ve başında duasını okudum.

Sonra babamın arkadaşlarını arayıp

morga kaldırılmasını sağladım babam gelene kadar.

Sonra babamı kaybettim.

Ambulansla götürüldüğü için -- bir kalp kriziydi --

onunla ancak morgda vedalaşabildim.

Yanına girdim elini tuttum, kulağına seni seviyorum dedim

ve ona da, yine el salladım.

Eliniz mahkûm, istiyorsanız sallamayın.

Hayat size bunu zorla yaptırıyor zaten.

Sonra, tam içimden dedim ki yeter artık, ben de gitmeliyim,

birileri de benim arkamdan el sallamalı.

Ve o sırada eşim Londra'da bir iş buldu.

O gidince ben de uzun yıllardır çalıştığım TRT'den

istifa ettim ve gittim.

200 metrekare lüks bir evde yaşıyordum Ankara'da.

O bavulu hazırlamak çok travmatikti.

Çünkü o gün karar verdim, yıl 2003'dü,

iki tane bavulla gideceğim ve içinde sadece giysilerim olacak.

Bütün çatalımı, bardağımı, kanepemi, sevdiğim bütün

eşyaları bir büyükelçinin üçüncü kâtibesine kiraya verdim

ve küçücük bir eve, gecekondudan bozma,

yatağı kırık, çarşafı delik, bardağı kırık, Londra'da

-- çünkü paramız ona yetiyor,

çünkü zaten hayat orada öyle minimal --

yerleştik.

7 yıl yaşadım Londra'da ve yine 2010 yılında Bloomberg'den

teklif gelince Bloomberg HT'ye gelmek üzere bir bavulla

Türkiye'ye geldim.

Ve 2003 yılından bu yana sadece bavulla yaşıyorum.

Eşya almıyorum.

Mobilyalı evlerde oturuyorum.

Çünkü bir kere hareket etmeye ve el sallamaya başladığınız zaman,

vedalara alıştığınız zaman, o kanepenin, o çatalın, o bıçağın

size sanal kökler yarattığını görüyorsunuz.

Bir kanepe ya da bir ev ya da bir dam benim köküm olmamalı.

Benim gerçek köküm ailem, ki onları zaten kaybettim,

sonra eşimin de arkasından el salladım, veda ettim.

Sonuç itibariyle, o zaman bir eşya benim köküm olmamalı

diye düşündüm ve bavulumla yaşamaya karar verdim.

Hani telefonlarınızdaki emojiler var ya,

onlardan bilir misiniz, bir tane kırmızı balon vardır.

O benim işte.

Kendimi ona çok benzetiyorum.

Helyumla doldurulmuş, böyle alttan ipi var,

ayakta tek başına duruyor.

Bir kökü de yok, gidebilir de, ama kalmayı seçiyor.

Esma ile tanıştırayım sizi, 8 yaşında ve genelde

Gezi Parkı'nda yaşıyor.

O da kendine bir eğitim yuvası, bir dam arayışı içinde.

Burada var olmaya çalışıyor ve çöpten bulduğu

bu topuklu ayakkabılarla -- herhangi birimizin artık

beğenmeyerek attığı topuklu ayakkabılarla --

belki de kadın olmak, belki de güzel hissetmek,

belki de bastığı yeri artık sağlam düşünerek kendi istediği gibi

yüksekten basabilmek için bunlarla poz veriyor.

Birinden de hoşlanıyor, o da 8 yaşında yine onun yaşında

ama başka bir kız daha var 8 yaşında,

o, o çocuktan hoşlandığı için aralarına girmemeyi tercih ediyor.

Esma'nın hikâyesi böyle.

Beni 8 yaşında anneannemi kaybettiğim güne götürdü.

Ben de topuklularımla yaşamayı tercih ediyorum.

Çünkü ben gitmeyeceğim arkadaşlar.

Çünkü ben buraya hayallerim için döndüm.

Çünkü ben Londra'ya hayallerim için gittim.

Çünkü ben buraya dönmek için gittim.

Çünkü ne yazık ki çifte standartlıyız.

Ben Ankara'dan, istediğiniz kadar başarılı olun,

İstanbul'a gelseydim muhabir olarak ya da televizyoncu olarak,

bu kadar havalı getirilmeyecektim.

Londra üstünden geldiğim zaman

bir şaşaalı geldim ki sormayın.

Sanki çok acayip biri geliyor.

Altı üstü yaptığımız iş belli.

Ama böyleydi ve ben gerçekten hem dünya insanı olabilmek için,

hem dünyayı tanıyabilmek, başka kültürler görebilmek için,

ama hiç değilse bir kere el sallayabilmek için,

ben de gidiyorum diyebilmek için dünyaya, gittim.

Ve hayal ettiğim gibi, bu sahnede olmayı, bu işi yapmayı

hayal ediyordum.

Hâlâ da hayallerim var.

Mesela, bütün kadınlara ekonomiyi sevdirmeyi hayal ediyorum.

Bunu gerçekten -- çünkü kadınlar ekonomiyi sevip

öğrenirse, bu ülke kurtulur onu biliyorum.

Mesela,

yaşlıların, kimsesiz çocukların ve sokak hayvanlarının

birbirinden zincirleme sorumlu olacağı bir köy

kurmak istiyorum ölmeden önce.

Çünkü hepsinin birbirini sahiplenmeye

ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Sorum şu size şimdi:

Gitmek mi kalmak mı değil,

siz karar verin,

gitmek mi kaçmak mı?

Çünkü kaçmak hiçbir zaman bir hayal olamaz.

Hele de istediğiniz ya da istemediğiniz bir

yönetim var diye, burada azınlığa düştüğümüzü düşünerek

bir başka ülkede azınlığın dahi azınlığı

olup olmayacağımızı bilmeden,

belki de hiç daha bugüne kadar evimizi dahi değiştirmediğimiz

bir hayatta, kaçmak bir hayal olamaz.

Evet, caz şarkıcısı olmak istiyorsunuzdur ve dünya çapında

olmak istiyorsunuzdur, gidin New Orleans'a.

Çok iyi bir makine mühendisi olmak için gidin Almanya'ya.

Hep beraber gidelim.

Ama istediğimiz bir şeyler istediğimiz gibi gitmiyor diye

gitmekse eğer bütün hayalimiz,

o zaman dönüp aynaya bakalım.

Dönüp bakalım.

Gerçekten gidiyor muyuz, yoksa biz kaçıyor muyuz?

Ya da kurduğumuz hayal kaçmak üzerine mi?

Vallahi ben -- bana fikrimi sorarsanız, naçizane hiçbirinizin

kafasına girip hiçbir şey diyemem, haddim değil --

ama ben, beni bırakmayın derim.

Şöyle ki --

(Alkış)

Bu benim işte.

Bu, uçan balon değil.

Emojideki uçan balon.

Gittiğiniz takdirde, giderseniz, ki çünkü

bu salondaki iki bin küsür kişi eğer buraya bizi dinlemeye

geldiyseniz, biz de size konuşma yapmaya çıktıysak,

biz bu memlekette birbirimize emanetiz demektir.

Eğer giderseniz --

(Alkış)

Eğer giderseniz, bunun içindeki helyum olmaz.

Siz benim helyumumsunuz.

Biz de sizin helyumunuz.

Biz birbirimizin helyumuyuz.

Bunu havaya kaldırmak için, bunu düz tutabilmek için.

Yoksa böyle, hakikaten, bu balon böyle kalacak.

Ve ben hiçbirinizin arkasından el sallamak istemiyorum.

Hiçbirinizi hiçbir yere, artık bu yaştan sonra, göndermek istemiyorum.

Hele hele, buraya gelecek ve güneşli bir Cumartesi'ni burada

birlikte geçirecek bu değerli insanların kaçmasını

hiç istemiyorum.

Çünkü kaçmayı hiçbirimize yakıştırmıyorum.

(Alkış)


Gitmek mi Kalmak mı Değil, Gitmek mi Kaçmak mı? | Aslı Şafak | TEDxIstanbul Nicht gehen oder bleiben, gehen oder laufen | Aslı Şafak | TEDxIstanbul Not to Go or Stay, to Go or Run | Asli Safak | TEDxIstanbul 不走還是留下,走還是跑? |阿斯利·薩法克 |伊斯坦堡TEDx

Çeviri: Gözde Zülal Solak Gözden geçirme: Suleyman Cengiz

İki hafta kaldı, bu ülkenin sistemi değişecek mi değişmeyecek mi?

Şunun şurasında 15 gün sonra,

umuyorum ki, hepimiz sandığa gideceğiz ve oyumuzu vereceğiz.

Hepimizin, şu anda bu salonda bulunan iki bin küsur

kişinin kafasında eminim "acaba ne çıkacak?" vardır.

Ama bir o kadar da eminim, herkesin olmasa bile,

asgari yüzde sekseninin kafasında "peki, ya benim istediğim sonuç çıkmazsa?

Ben bu ülkeyi terk mi edeyim?

Burada mı kalayım?" sorunsalı geziniyordur.

Kimimiz diyoruz ki, "Ya falanca ülkede 500 bin euro

verdiğinde 10 yıl oturma izni veriyorlar;

filanca ülkeye git ev al oradan, vatandaşlık veriyorlar.

Ya bu yaştan sonra ne evi arkadaş, ben başka yerde yaşayamam,

en iyisi ben çocukları yollayayım onlar kapağı atsın."

"Kapağı atmak."

Gitmek mi, kalmak mı?

Çok büyük sorunsalı şu anda bu ülkenin.

Ama sadece şu anda değil, tarih boyunca da

büyük bir sorunsalı olmuş.

Aslında bu topraklar bir göç yatağı, belki nihai vatan oldu bizlere,

ama aynı zamanda bir göç yatağı da oldu.

Binlerce yıl öncesinden göçebe kavimler geldiler,

buralara yerleştiler, buralardan gittiler geçtiler.

Aynı zamanda bu ülke, hem el salladı gidenlerine,

hem de bir taraftan hoş geldin dedi.

Belki de beyinlerimizin kuranderde kalması bu yüzdendir, iki kapı da açık çünkü genelde.

Yani şöyle gözlerinizi kapatın isterseniz,

siyah beyaz günlere gidelim.

Fotoğraf kullanmak istemedim, çünkü hakikaten içimden gelmedi

iki hafta sonrayı düşündüğümden.

Gözünüzü kapatın, şöyle 1949'a götüreyim ben sizi.

Siyah beyaz, Dolmabahçe Sarayı'nın önünü hayal edin,

o caddeyi.

Bir sevinç, bir alkış, bir çığlık, anam ne oluyor diye bakıyorsunuz.

Sanayi devriminden yıllar yıllar sonra üstüne üç kuşak olmuş,

ülkeye ilk traktör geliyor.

Çok güzel, yani sanayileşmeye karşı değiliz, tamam.

Büyük bir sevinçle karşılandı ve bağrına basıldı bu traktör.

Ama öyle olmadı.

Çünkü bunun negatif tarafları da oldu.

Köylere gidildiğinde bu traktörle, pek çok işçi

traktör yüzünden işsiz kaldı.

Ne yaptılar?

Taşı toprağı altın dedikleri şehre geldiler.

Onların gelişiyle beraber, -- tabii ki onlar sorumlu değil,

onlar karınlarını doyurma derdinde --

onların gelişiyle beraber, rant kavramı girdi hayatımıza.

Çünkü, evleri olanlar artık daha fazla kira ister oldular.

Satmak için, çok daha fazla paralar ister oldular.

Arsalar pahalandı.

E ne yaptı bu insanlar?

Gecekondu kurdular.

Çünkü bir dam arayışındaydılar.

Çarpık kentleşme, iş ve işçi bulma kurumu

önündeki uzun kuyruklar, bozulan sağlık, eğitim sistemi,

işte bunlar, bir traktörün bu ülkeye girmesiyle

kendini gösterdi.

Ve o günden bu güne, hâlâ çarpık şehirleşmenin

kurbanlarıyız hep beraber.

Bugün buraya gelirken yaşadığınız trafik çilesi de

bunun aslında bir parçası.

O kadar küçümsemeyelim, bir milyon kişi köyünden

kente göç etti.

O zaman Türkiye'nin nüfusu -- bu beş yılda oluyor, 50 - 55 yılları arasında -- 21 milyondu.

Yani 21'de birimiz göç etti

ve çoğumuz o köyde durup onlara el salladı.

Gelelim 1961'e.

Yine hatırlarsınız o kareyi,

sizin hayalinize bırakıyorum.

Hani Sirkeci garından, trenlerden, bizim durup

el salladığımız kare vardı ya.

Almanya'ya göçen işçilerimiz.

Çünkü bir kısmının karnı hâlâ doymamıştı.

Hâlâ ekmek arayışındalardı ve kasabasını dahi görmeden

bir başka dilin konuşulduğu bambaşka bir yere gitti.

O da 1961 - 1974 yılları arasında 13 yılda

bir milyon kişi göçtü.

Bugün 3 milyon Türk yaşıyor Almanya'da.

Gelelim 1980'e.

Bir darbe yaşandı, Türkiye'nin kara tarihi.

Ve orada işkence görmemek adına,

hapse düşmemek adına, buradan kaçan pek çok

entelektüel, aydın ve sanatçı vardı.

Çoğu Avrupa'ya, birçoğu da Kuzey Avrupa'ya yerleşti.

Biz yine durduk ve onlara el salladık.

Resmi rakamlara göre 35 bin, ama Birleşmiş Milletler'e

göre 105 bin aydınımız ülkeyi terk etti.

Kaçtılar.

Kaçmak zorunda kaldılar.

Tabii her zaman el sallayan olmadık,

bazen de kapıyı açıp hoş geldin dedik.

Bu ülke çok kişiyi misafir etti.

1917 yılında Bolşevik Devrimi'nden kaçan Ruslar buraya sığındı.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde Hitler faşizminden

kaçan Almanlar buraya sığındı.

Hitler'in işgal ettiği ülkelerden kaçan

Avusturyalılar buraya sığındı.

Bosna Hersek savaşında Boşnaklar, Bulgar soydaşlarımız, Afgan mülteciler

buraya sığındı.

Ve son olarak da Suriyeliler.

Şimdi, gitmek öyle bir eylemdir ki,

gitmeyi düşündüğünüz zaman, rahat olmayı istersiniz.

Spor ayakkabınızı, değil mi, lüks pabucunuzu giyer gidersiniz.

Böyle bavulunuzu çekersiniz, havaalanına gidersiniz.

Ama kaçtığınız zaman ayağınızda ne olduğuna bakmazsınız.

Suriyeliler için de öyle oldu.

Çoğu çıplak ayaklı, bir kısmı terlikleriyle,

çocuklarını kaptıkları gibi, bir de yanlarına salça bidonlarını alarak

-- çünkü bir ekmek bulduğunuzda karnınızı

onunla doyurabilirsiniz ve

uzun süre saklayabilirsiniz o salçayı --

kaçtılar.

Türkiye 3 milyon Suriyeliyi misafir ediyor şu anda.

Bunların 1 milyonu çocuk

ve o çocukların yarısı eğitim görmüyor.

Ama biz onlara kapımızı açtık, öyle ya da böyle,

beğenin ya da beğenmeyin.

O zaman, bu soruyu şöyle de sormak gerekiyor;

gitmek mi kalmak mı, yoksa gitmek mi kaçmak mı?

Ben buna çok geç karar verebilmiş biriyim,

çünkü benim hayatımın büyük bölümü,

oturup böyle durup gidenlere el sallamakla geçti.

Ben böyle kaldım hep.

Sekiz yaşındaydım, aynı evde yaşıyorduk,

anneannem öldü, bir de realist bir çocuktum.

Ölüsünü görmek istedim, çünkü vedalaşmak istedim,

ona el sallamak istedim.

Annem de benim kadar realistmiş, beni yanına götürdü.

Ve bana öğretti, dedi ki: "Bak önce biri öldüğünde

gözünü kaparsın.

Sonra çenesini buradan bir eşarpla bağlarsın ki

çenesi düşer ölünün." dedi.

Sonra ayaklarının baş parmaklarını

birbirine bağlarsın dedi.

Gösterdi, sonra da biliyorsan duasını okursun dedi.

Belki kendi ölümüne hazırlık ediyordu.

Sonra kansere yakalandı annem.

Türkiye'de ömrü yok dediler.

Babam varını yoğunu satıp annemi Londra'ya götürdü

ve dört yıl yaşatabildi.

On iki yaşındaydım annemi kaybettiğimde.

Çok yanına gitmek ve onunla vedalaşmak istedim,

ama babam ve arkadaşları travmatik olabileceğini benim için

düşündüklerinden, annemi göstermediler.

Ve ben yıllar boyunca annemin bir gün geri döneceğini,

bir yerlerde yaşadığını hayal ettim.

Sonra 18 yaşına geldim.

Ay ben de acıların çocuğu gibi anlatıyorum

hakikaten anlatınca insana böyle bir fena geliyor.

Ama öyle.

(Gülüşmeler)

18 yaşına geldim, babaannem öldü.

Babam bir yurt dışı seyahatindeydi,

babaannemle aynı evdeydik.

Uyandığımda onun ölüsünü buldum.

Uykusunda öldüğünü diliyorum hâlâ.

En güzel ölümlerden biri olduğunu düşünüyorum.

Kimse yoktu, ben, bana öğretildiği gibi

gözünü kapattım, çenesini bağladım,

ayaklarını bağladım ve başında duasını okudum.

Sonra babamın arkadaşlarını arayıp

morga kaldırılmasını sağladım babam gelene kadar.

Sonra babamı kaybettim.

Ambulansla götürüldüğü için -- bir kalp kriziydi --

onunla ancak morgda vedalaşabildim.

Yanına girdim elini tuttum, kulağına seni seviyorum dedim

ve ona da, yine el salladım.

Eliniz mahkûm, istiyorsanız sallamayın.

Hayat size bunu zorla yaptırıyor zaten.

Sonra, tam içimden dedim ki yeter artık, ben de gitmeliyim,

birileri de benim arkamdan el sallamalı.

Ve o sırada eşim Londra'da bir iş buldu.

O gidince ben de uzun yıllardır çalıştığım TRT'den

istifa ettim ve gittim.

200 metrekare lüks bir evde yaşıyordum Ankara'da.

O bavulu hazırlamak çok travmatikti.

Çünkü o gün karar verdim, yıl 2003'dü,

iki tane bavulla gideceğim ve içinde sadece giysilerim olacak.

Bütün çatalımı, bardağımı, kanepemi, sevdiğim bütün

eşyaları bir büyükelçinin üçüncü kâtibesine kiraya verdim

ve küçücük bir eve, gecekondudan bozma,

yatağı kırık, çarşafı delik, bardağı kırık, Londra'da

-- çünkü paramız ona yetiyor,

çünkü zaten hayat orada öyle minimal --

yerleştik.

7 yıl yaşadım Londra'da ve yine 2010 yılında Bloomberg'den

teklif gelince Bloomberg HT'ye gelmek üzere bir bavulla

Türkiye'ye geldim.

Ve 2003 yılından bu yana sadece bavulla yaşıyorum.

Eşya almıyorum.

Mobilyalı evlerde oturuyorum.

Çünkü bir kere hareket etmeye ve el sallamaya başladığınız zaman,

vedalara alıştığınız zaman, o kanepenin, o çatalın, o bıçağın

size sanal kökler yarattığını görüyorsunuz.

Bir kanepe ya da bir ev ya da bir dam benim köküm olmamalı.

Benim gerçek köküm ailem, ki onları zaten kaybettim,

sonra eşimin de arkasından el salladım, veda ettim.

Sonuç itibariyle, o zaman bir eşya benim köküm olmamalı

diye düşündüm ve bavulumla yaşamaya karar verdim.

Hani telefonlarınızdaki emojiler var ya,

onlardan bilir misiniz, bir tane kırmızı balon vardır.

O benim işte.

Kendimi ona çok benzetiyorum.

Helyumla doldurulmuş, böyle alttan ipi var,

ayakta tek başına duruyor.

Bir kökü de yok, gidebilir de, ama kalmayı seçiyor.

Esma ile tanıştırayım sizi, 8 yaşında ve genelde

Gezi Parkı'nda yaşıyor.

O da kendine bir eğitim yuvası, bir dam arayışı içinde.

Burada var olmaya çalışıyor ve çöpten bulduğu

bu topuklu ayakkabılarla -- herhangi birimizin artık

beğenmeyerek attığı topuklu ayakkabılarla --

belki de kadın olmak, belki de güzel hissetmek,

belki de bastığı yeri artık sağlam düşünerek kendi istediği gibi

yüksekten basabilmek için bunlarla poz veriyor.

Birinden de hoşlanıyor, o da 8 yaşında yine onun yaşında

ama başka bir kız daha var 8 yaşında,

o, o çocuktan hoşlandığı için aralarına girmemeyi tercih ediyor.

Esma'nın hikâyesi böyle.

Beni 8 yaşında anneannemi kaybettiğim güne götürdü.

Ben de topuklularımla yaşamayı tercih ediyorum.

Çünkü ben gitmeyeceğim arkadaşlar.

Çünkü ben buraya hayallerim için döndüm.

Çünkü ben Londra'ya hayallerim için gittim.

Çünkü ben buraya dönmek için gittim.

Çünkü ne yazık ki çifte standartlıyız.

Ben Ankara'dan, istediğiniz kadar başarılı olun,

İstanbul'a gelseydim muhabir olarak ya da televizyoncu olarak,

bu kadar havalı getirilmeyecektim.

Londra üstünden geldiğim zaman

bir şaşaalı geldim ki sormayın.

Sanki çok acayip biri geliyor.

Altı üstü yaptığımız iş belli.

Ama böyleydi ve ben gerçekten hem dünya insanı olabilmek için,

hem dünyayı tanıyabilmek, başka kültürler görebilmek için,

ama hiç değilse bir kere el sallayabilmek için,

ben de gidiyorum diyebilmek için dünyaya, gittim.

Ve hayal ettiğim gibi, bu sahnede olmayı, bu işi yapmayı

hayal ediyordum.

Hâlâ da hayallerim var.

Mesela, bütün kadınlara ekonomiyi sevdirmeyi hayal ediyorum.

Bunu gerçekten -- çünkü kadınlar ekonomiyi sevip

öğrenirse, bu ülke kurtulur onu biliyorum.

Mesela,

yaşlıların, kimsesiz çocukların ve sokak hayvanlarının

birbirinden zincirleme sorumlu olacağı bir köy

kurmak istiyorum ölmeden önce.

Çünkü hepsinin birbirini sahiplenmeye

ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Sorum şu size şimdi:

Gitmek mi kalmak mı değil,

siz karar verin,

gitmek mi kaçmak mı?

Çünkü kaçmak hiçbir zaman bir hayal olamaz.

Hele de istediğiniz ya da istemediğiniz bir

yönetim var diye, burada azınlığa düştüğümüzü düşünerek

bir başka ülkede azınlığın dahi azınlığı

olup olmayacağımızı bilmeden,

belki de hiç daha bugüne kadar evimizi dahi değiştirmediğimiz

bir hayatta, kaçmak bir hayal olamaz.

Evet, caz şarkıcısı olmak istiyorsunuzdur ve dünya çapında

olmak istiyorsunuzdur, gidin New Orleans'a.

Çok iyi bir makine mühendisi olmak için gidin Almanya'ya.

Hep beraber gidelim.

Ama istediğimiz bir şeyler istediğimiz gibi gitmiyor diye

gitmekse eğer bütün hayalimiz,

o zaman dönüp aynaya bakalım.

Dönüp bakalım.

Gerçekten gidiyor muyuz, yoksa biz kaçıyor muyuz?

Ya da kurduğumuz hayal kaçmak üzerine mi?

Vallahi ben -- bana fikrimi sorarsanız, naçizane hiçbirinizin

kafasına girip hiçbir şey diyemem, haddim değil --

ama ben, beni bırakmayın derim.

Şöyle ki --

(Alkış)

Bu benim işte.

Bu, uçan balon değil.

Emojideki uçan balon.

Gittiğiniz takdirde, giderseniz, ki çünkü

bu salondaki iki bin küsür kişi eğer buraya bizi dinlemeye

geldiyseniz, biz de size konuşma yapmaya çıktıysak,

biz bu memlekette birbirimize emanetiz demektir.

Eğer giderseniz --

(Alkış)

Eğer giderseniz, bunun içindeki helyum olmaz.

Siz benim helyumumsunuz.

Biz de sizin helyumunuz.

Biz birbirimizin helyumuyuz.

Bunu havaya kaldırmak için, bunu düz tutabilmek için.

Yoksa böyle, hakikaten, bu balon böyle kalacak.

Ve ben hiçbirinizin arkasından el sallamak istemiyorum.

Hiçbirinizi hiçbir yere, artık bu yaştan sonra, göndermek istemiyorum.

Hele hele, buraya gelecek ve güneşli bir Cumartesi'ni burada

birlikte geçirecek bu değerli insanların kaçmasını

hiç istemiyorum.

Çünkü kaçmayı hiçbirimize yakıştırmıyorum.

(Alkış)