×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: çerez politikası.


image

TEDx Turkey, Geç Kalma , Harekete Geç! | Emre Başkan | TEDxBahcesehirUniversity

Geç Kalma , Harekete Geç! | Emre Başkan | TEDxBahcesehirUniversity

Çeviri: Ahmet Erdogan Asliyuce Gözden geçirme: Batuhan Çevik

Güzel bir şeye başla.

Ama hep güzel olsun.

Çünkü her insan ölecek yaşta.

Geç kalmayasın…

Şems-i Tebrizi'nin bu dizeleriyle ilk karşılaştığımda

belki de en zor zamanlarından birini yaşıyordum.

Uzun süredir Türkiye'nin en önde gelen gruplarından birinde çalışıyordum. İşime ve çalışma arkadaşlarıma gönülden bağlıydım. Ancak yüksek tempo ve stres, aşırı uykusuzlukla birleşti ve ben maalesef tükenmişlik sendromu ile tanıştım. Bu rahatsızlık kendini bende

tarif edilemez bir baş dönmesi olarak göstermişti. İşimden düşmeye başlamıştım, hareket kabiliyetim oldukça azalmıştı

ve bu beni gerçekten çok rahatsız ediyordu.

İş yaşam dengesini tam oturtamayan biri olarak işimden ayrılıp biraz kendime zaman ayırmam gerektiği aşikardı.

Fakat bu kararı vermek benim için hiç de kolay değildi! Sonra şunu fark ettim.

Şirketim kısa zamanda benim yerime birini bulabilirdi,

hatta benden daha iyi birini de bulabilirdi.

Ama bu ailem için geçerli değildi.

Bir gazeteye ilan verip yeni bir oğul, yeni bir eş arıyoruz diyemezlerdi.

Benim başka sorumluluklarım da vardı.

İşte bu farkındalıkla,

benim için o zor ve üzücü kararı almak durumunda kaldım ve işimden ayrıldım.

Sonrasında çok bocaladım.

Baş dönmem azaldıkça kendimi daha büyük bir boşlukta hissediyordum. Ve her gün kendime şu soruyu soruyordum:

“Evet Emre, şimdi ne yapacaksın?”

Hatta sırf kendimi daha iyi hissedebileyim diye yeni bir kurumsal kariyer için görüşmelere bile başlamıştım.

Ama o dizeler bir türlü aklımdan çıkmıyordu. "Her insan ölecek yaşta, geç kalmayasın"

Sanki Şems-i Tebrizi beni dürtüyordu.

Şu hayatta biraz da kendine, hayallerine zaman ayır diyordu. Ve evet, benim de her insan gibi hayallerim vardı.

Ama itiraf etmeliyim hayallerimi hayata geçirme konusunda problemler yaşıyordum.

Örneğin kendimi bildim bileli bir deniz tutkunuydum. Son yıllarda yelken sporu ile ilgilenmeye başlamıştım ve en büyük hayallerimden biri Atlantik Okyanusu'nu geçmekti. Ama bende tık yoktu.

Hani bazen bir kitapçıya gideriz, çok sevdiğimiz kitaplar satın alır, eve döndüğümüzde onları büyük bir özenle raflarımıza dizeriz.

Ama okuyacak zamanı bir türlü yaratamayız.

Sanki benim zihnimde de hayallerimin dizili olduğu bir kitaplık vardı ve ben henüz hiçbirinin ilk sayfasını bile açmamıştım. İşte Atlantik geçişi de zihnimdeki bu kütüphanede üstü tozlu şekilde beni beklemeye devam ediyordu. Kim bilir belki hayal etmek,

harekete geçmekten çok daha kolay geliyordu. Belki de tek problem, nasıl harekete geçeceğimi bilmememdi. Bu konuda net bir fikrim yoktu.

Sonunda bir karar verdim, kervan yolda düzülür dedim

ve bu seyahat için gerekli adımları atmaya başladım. Ve ne oldu biliyor musunuz?

Bu hayalimi gerçekleştirdim.

Atlantik'i geçtim.

Türkiye'ye ilk döndüğümde arkadaşlarımın bana

“Emre başardın, okyanusu geçtin” dediklerini daha dün gibi hatırlıyorum.

Ama şunu da çok iyi biliyorum.

Olay sadece okyanusu geçmek değildi.

Orada başka bir şey daha olmuştu.

Geçmişteki Emre'yi kökten değiştiren ve onu geleceğe hazırlayan bir şey… Okyanus, bana hayatta nasıl harekete geçebileceğimi öğretmişti. İşte bugün bu yüzden buradayım.

Sizlere bana okyanusun fısıldadığı ve nasıl harekete geçebileceğimi öğrettiği

o üç maddeli formülden bahsetmek istiyorum.

Madde 1: “Temet Nosce”

Temet Nosce, Latince bir söylem olup “Kendini bil” anlamına geliyor. Belki bazılarımız buna Matrix filminden aşina olabilir. Hatırlarsınız, Morpheus Neo'yu sistemden kaçırıyor,

çünkü onun seçilmiş kişi olduğuna inanıyor.

Sonra onu kâhinle buluşturuyor.

Kâhin ve Neo'nun o ünlü buluşma sahnesi mutfakta gerçekleşiyor.

Ve beklenenin aksine ilk soruyu kâhin yöneltiyor: “Ee Neo, sence sen o seçilmiş kişi misin?”

Neo büyük bir açıklıkla bunu bilmediğini söylüyor. İşte o zaman Kâhin mutfağın eşiğinde asılı o ahşap tabelayı gösteriyor.

Orada "TEMET NOSCE" yazıyor.

Ve Kâhin şöyle devam ediyor:

“Kendini bilmek, âşık olmak gibidir.

Kimse sana âşık olup olmadığını söyleyemez.

Bunu ancak sen bilebilirsin, sen hissedebilirsin.

İşte bu yüzden seçilmiş kişi olup olmadığını

ancak ve ancak sen bilebilirsin."

Neo bu sözlerin gerçekliği ve ağırlığı karşısında büyük bir şaşkınlık yaşıyor. E kolay değil.

Bu söz, öyle bir söz ki aynı zamanda felsefe tarihinin ilk öğretilerinden biri.

Hatta o kadar eski ki

Yunanistan'ın Delphi bölgesindeki Apollon Tapınağı'nın girişinde “Temet Nosce”nin farklı bir Latince versiyonu yazıyordu. Ben şahsen bu sözün omuzlarda taşınması zor bir yük olduğuna inanıyorum.

Neden mi?

Çünkü hepimiz her zaman güçlü olduğumuza inanmak istiyoruz. Zira öyle yetiştiriliyoruz.

Mesela ailelerimiz için en yakışıklı, en güzel, en başarılı, her şeyin en iyisini hak eden bizler değil miyiz? Tabi tutulduğumuz eğitim sistemi

bize sadece başarı hikâyeleri sunmuyor mu?

Peki ya iş hayatımız?

Her şeyin en iyisini bilen,

en doğrusunu yapan,

her terfiyi hak eden yine bizler değil miyiz? Seyrettiğimiz filmler, diziler bile kahramanlarla dolu. Dünya bu kadar başarı hikâyesi ve kahramanla doluyken bizler nasıl başarısız olabiliriz?

Hiç düşündünüz mü?

Belki Atlantik geçişi öncesinde böyle düşünmek bana da iyi hissettirebilirdi. Ancak bir süredir denizcilikle ilgilenen biri olarak şunu çok iyi biliyordum:

"Okyanus böyle blöfleri yemezdi."

Kendimi kandırabilirdim, ama onu asla kandıramazdım.

Bir şekilde tüm zaaflarımla, tüm eksi yönlerimle yüzleşip kendimi olduğum gibi kabul etmek durumundaydım. Başta bu yaklaşımın beni oldukça zorlayacağını düşünmüştüm. Ancak zaman içerisinde beni daha güçlü kıldığını fark ettim. Evet, “Kendini bilmek” bir klişe olmaktan çıkmış, beni hafifletmeye bile başlamıştı.

E şimdi haklı olarak soracaksınız.

Kendini bildin de ne oldu diye.

Hemen söyleyeyim.

Koskoca Atlantik Okyanusu'nu tek başıma geçmemin çok mantıksız olduğuna karar verdim.

Açık deniz tecrübem vardı, uzun rotalar yapmıştım

ancak hiç okyanus aşırı bir tecrübem olmamıştı. İşte bu noktada benim eksilerimi tamamlayabilecek benden daha tecrübeli bir ekibe mürettebat olarak katılmamın daha doğru olduğunu fark ettim ve araştırmalarımı bu yönde yoğunlaştırdım. Sonunda internetten Ekber ve Gülin'i buldum. Ekber ve Gülin, okyanusaşırı tecrübesi olan bir çiftti ve Karayipler'in St. Maarteen Adası'ndan

Portekiz'in Lagoş kentine doğru bir geçiş planlıyorlardı.

Kendilerine e-postayla ulaştım.

Planlamalarımızı yaptık ve ben St. Maarteen'e gittim. Bu arada onları hiç tanımıyordum bile.

Hatta havalimanına ilk indiğimde

“Merhaba ben Emre, merhaba biz de Gülin ve Ekber” diye tokalaştığımızı anımsıyorum.

Ancak bunu takip eden 10 gün içerisinde

hem teknemizin bakımlarını yapma, hem teknemizi geliştirme

hem de biraz birbirimizi tanıma şansımız olmuştu. Ekber, çok enteresan bir kişilikti.

Hayatı denizlerde geçmişti ve çok babacan, çok soğukkanlı bir karakteri vardı.

Karadaki hazırlıklarımız sırasında yaşadığımız problemlerde ekibi sakinleştiren, çözüm üreten genelde Ekber oluyordu. Gülin'in de kendinden emin bir duruşu vardı.

Hatta Gülin için şu an Türkiye'de en fazla okyanus geçmiş kadın dememiz yanlış olmayacaktır diye düşünüyorum.

Ekip olarak birbirimizi yakından tanıdıkça ortak zamanlarımız da

daha keyifli geçmeye başladı ve zaman su gibi akıp geçti. Adadaki son günümüze geldik.

Son günümüzde St. Maarteen'in Philipsburg limanına demir attık. Harikulade bir yerdi!

Her şeyden önce heyecan doruktaydı.

Dile kolay ben bir gün sonra hayalimdeki o seyahate başlayabilecektim.

Ekber ve Gülin erkenden dinlenmeye çekildiler. Benim de bu zorlu seyahat öncesinde

enerji toplayabilmek için erkenden uyumam gerekiyordu. Ama, uyuyamadım.

Çok stresliydim.

Saat 4'e kadar gözümün bir ucu karada

“Emre acaba böyle bir maceraya girmesen de karaya mı kaçsan?” diye kendimi sorgulayıp durdum.

İşte o gece, okyanus bana harekete geçme formülünün ikinci maddesini fısıldadı: “Konfor alanını terk et!”

Konfor alanını şöyle tanımlayabiliriz:

İnsanın hali hazırda aşina hissettiği bir ortamda, her şeyi kontrol edebileceği yanılgısına düştüğü ve kendisini rahat hissettiği psikolojik evre.

Aslında bu kavram insanlık tarihiyle yaşıt bile diyebiliriz. Ancak konfor alanına ilk dikkat çekenlerden biri Platon olmuş. Platon "Devlet" adlı eserinde kaleme almış olduğu "Mağara Alegorisi" ile

bu konuda önemli tespitlerde bulunmuş.

Hikâye, doğdukları andan itibaren

bir mağarada mahkûm edilen insanları konu alıyor. Bu insanlar yüzleri dönük olacak şekilde zincirleniyorlar. Ama öyle bir zincirleniyorlar ki yanlarına dönüp diğer mahkûmları göremiyorlar bile.

Tek görebildikleri duvardaki o gölgeler.

Duydukları bütün sesleri o gölgelerle eşleştiriyorlar ve aslında onlar için dünya sadece ve sadece o gölgelerden ibaret. Gün geliyor, mahkûmlardan biri zincirlerini kırmayı başarıyor.

Ürke ürke mağaranın çıkışına doğru ilerliyor ve güneşle tanışıyor.

Güneşin o güçlü ışıkları gözlerini öyle bir acıtıyor ki başta büyük bir refleksle gözlerini kapıyor. Gözlerini tekrar açtığındaysa,

bu sefer zihnindeki zincirleri kırmayı başarıyor. Zira karşısında bambaşka dünya olduğunu görüyor. Hikâyenin mesajı çok net:

Konfor alanının dışına çıkmazsan değişemezsin,

değişemezsen geleceğin parçası olamazsın.

Evet o güven çemberinin içerisinde olmak bizleri rahat hissettiriyor olabilir.

Ancak yeni tecrübelerin o çizginin ötesinde olduğunu düşündüğümüzde

aslında o alan hepimiz için değişememe riskini de beraberinde getiriyor. Bu hikayeyi hatırlamak

gözlerimi “acaba kaçsam mı” diyerek baktığım karadan, tekrar açık denizlere çevirmemi sağlamıştı. Ve evet, belki de o kara parçası benim kendi mağaramdı.

Ve içimde hissettiğim şey aslında stres değildi, heyecandı.

Daha önce hiç yaşamadığım bir şeyi tecrübe edecektim. Ve kalbimin gümbür gümbür atması çok ama çok normaldi. İşte bu düşünceler, yaptığımız hazırlıklar, 3 kişiden oluşsa bile bir takımın parçası olduğumu hissetmek beni rahatlatmaya başlamıştı.

Sonunda heyecanımla barışabildim

ve bambaşka bir hayata gözlerimi açmak üzere kamarama çekildim.

Ve sabah oldu, o büyük an geldi çattı.

O gün ne kadar heyecanlı olduğumu size anlatamam. Hayalimdeki seyahate başlamak üzere demir aldık ve St. Maarteen'den okyanusun o uçsuz bucaksız ufkuna doğru seyretmeye başladık.

Hava tam istediğimiz gibiydi. Planımız St. Maarteen'den

Azorlar'a varmak, Azorlar'da birkaç gün dinlendikten sonra

Portekiz'in Lagoş kentine ulaşarak seyahatimizi sonlandırmaktı. Her şeyi de düşünmüştük, vardiyalar halinde çalışıyorduk. Vardiyalarımız dışında, teknemizdeki küçük işlerimizi halledip

dinlenmeye çekiliyorduk.

Her sabah uydudan meteorolojik raporumuzu alıp çalışmalar yapıyorduk. Sonrasında günlük rotamızda küçük rötuşlar yapabiliyorduk. Her şey kontrolümüz altındaydı ve planladığımız gibi gidiyordu. Ta ki bir gün hava şartları değişene kadar… O sabah uydudan aldığımız raporda

yaklaşık 2-3 derece kuzey enlemimizde bir fırtına oluşumu gözüküyordu.

Biz kuzey doğuya doğru ilerlerken ani bir kararla rotamızı güney doğuya kırmak zorunda kaldık. O fırtınadan kaçınmak zorundaydık, bu çok netti. Ancak yeni rotamız aynı zamanda

hedeflerimizden uzaklaşmamız anlamına da geliyordu. İki üç gün bu yönde ilerledikten sonra

haritamızı açtık ve bir değerlendirme yaptık. O günkü koordinatlarımıza göre, ara hedefimiz olan Azorlar'a çıkmak yerine Madeira'ya ulaşmak daha mantıklı gözüküyordu. Hatta iki üç gün daha bu yönde ilerlersek

Kanarya Adaları veya Cape Verde'ye bile ulaşabilirdik. Planlar bozulmaya başlamıştı, belirsizlik artıyordu.

Düşünsenize bu kadar belirsizlikle dolu bir seyahate çıkıyorsunuz, Avrupa'ya ulaşmayı hedefliyorsunuz ancak gelişmeler sizi Afrika'ya yönlendiriyor. Yani bu, ada vapurunun Bostancı İskelesi yerine

Kadıköy İskelesi'ne yanaşması gibi bir şey değil. Bambaşka bir kıtadan bahsediyorum.

Açıkçası bu belirsizlik beni yiyip bitirmişti. Ekber ve Gülin benden çok daha rahat gözüküyorlardı ancak ilk fırsatta Ekber'e gidip tepkimi şöyle dile getirdim: “Ekber, hani Azorlar'a varacaktık? Portekiz'e nasıl gideceğiz?

Hiçbir şey planladığımız gibi gitmiyor, neler oluyor?” Sanki kurumsal Emre tekrar canlanmıştı da

“Ne demek planlarımıza uyamıyoruz? Ne demek hedeflerimize ulaşamıyoruz?”

diye serzenişte bulunuyordu.

Buna karşılık Ekber bana her zamanki soğukkanlılığıyla

çok net bir cevap vermişti:

“Emreciğim, hava şartları değişti. N'apalım fırtınaya mı girelim? Bu hiçbirimizin kontrol edebileceği bir şey değil. Ayrıca bizim nihai hedefimiz okyanusu geçmek, Portekiz'e varmak değil ki.

Biz hedefimize varmak için rotamızı değiştirdik sadece. Sakin olabilirsin.”

Okyanus bu sefer Ekber vasıtasıyla

bana harekete geçme formülünün 3. Maddesini fısıldamıştı:

Çakıl taşı gibi ol!

Çakıl taşının hikayesini bilirsiniz.

O da aslında diğer bütün taşlar gibi

kendisine has köşesi, şekli olan bir kaya parçasıdır.

Zaman içerisinde doğaya maruz kalır,

parçalanıp ayrılıp yok olmak yerine köşelerinin aşınmasına izin verir. Şeklini değiştirerek var olmaya devam eder ama özünü hiçbir zaman kaybetmez.

O her zaman için bir taştır.

Bir de hani “Temet Nosce”de bahsetmiştik ya, Hepimiz gerçekten güçlü olduğumuza inanmak istiyoruz diye. İnsanoğlu aynı zamanda,

her şeyin kontrol edebildiği yanılgısına da düşmeyi de seviyor.

Çünkü bu bizi rahat hissettiriyor.

Bu şekilde kendimize ait bir konfor alanı tanımlayabiliyoruz. Ama sizi temin ederim:

Okyanus, o bizim kurgularla dolu özel veya iş hayatlarımızdan bambaşka bir ortamdı.

Her şeyden önce bizden çok daha kuvvetliydi. Ona kafa tutma ihtimalimiz bile yoktu.

Ayrıca, kontrol edilemezdi.

Bizim kontrol edebildiğimiz şeyler teknemizle sınırlıydı.

Dümenimiz, yelkenlerimiz, vinçlerimiz, halatlarımız vs. Ve o an için yapmamız gereken en mantıklı hareket okyanusu doğru okuyup onu doğru anlamak

ve kontrol edebildiğimiz unsurlarla ona ayak uydurmaktı. Burada bir parantez açmak istiyorum.

Sizce de hayatımızda kontrol duygusu gereğinden fazla ağır basmıyor mu? Hatta bazen daha fazla şey kontrol edebilelim diye beklemeyi tercih edip harekete geçmeyi ertelemiyor muyuz? Sizce de aslında okyanus, hayatın ta kendisi değil mi?

Biliyorum bunu söylemek çok kolay, idrak edebilmekse çok daha zor. En azından okyanusta benim için öyle olmuştu. Bunu anlamam zaman aldı ama bunu özümseyebildiğim an, içimdeki o gerginlik, o canavar gibi uyanan kurumsal Emre ile beraber tekrar uçup gitti ve yerini o tatlı heyecana bıraktı.

Ve sonra ne oldu biliyor musunuz?

Hava şartları da düzeldi,

bizim şansımız yaver gitti ve biz Azorlar'a varabildik. Azorlar'da teknemizin tamiratlarını yaptık, erzaklarımızı yeniledik.

Birkaç gün dinlendikten sonra Portekiz Lagoş'a doğru yelken açtık.

Ben yaklaşık 30 gün süren bir seyahat sonrasında hayallerimden birini gerçekleştirmiştim.

Ve bu benim için sadece bir başlangıç olmuştu. Çünkü, artık hayatta nasıl harekete geçebileceğimi çok iyi biliyordum. Ve bunu hayatımın her alanına uygulamaya başladım. Hatta bugün kendimi insanları ve şirketleri harekete geçirmeye adadım. Bu, benim hikayemdi.

Kim bilir sizin nasıl hikayeleriniz var.

Belki siz de benzer tecrübeler edindiniz

ve bu süreçte kendinize has yeni değerler keşfettiniz. Belki de henüz öyle bir şansınız olmadı.

Eğer olmadıysa lütfen duraksamayın.

Keşkelerin bedelinin çok ağır olduğu bu hayatta, şu üç maddeli formüllü kullanın:

1. Kendinizi iyi tanıyın 2. Konfor alanınızın dışına çıkma cesaretini gösterin. 3. Çakıl taşı gibi olun, dış dünyaya adapte olun ve kendinizi gerçekleştirin. İsmini hiç hatırlayamadığım,

görsem bile telaffuz edemediğim Danimarkalı bir filozof var. Bir de onun hiç unutmadığım şu güzel sözü:

“Hayat geriye bakarak anlaşılır, ileriye bakarak yaşanır.” Geçmişe odaklanarak, onunla gurur duyarak geleceğin ancak ve ancak izleyicisi olabiliriz. Ama eğer o güven çemberinin dışına çıkıp

yeni tecrübeler edinme cesareti gösterebilirsek

işte o zaman kendi çapımızda da olsa

geleceğimizi şekillendirmeye başlayabiliriz. Ben bunun insana çok farklı bir güç katacağına inanıyorum.

Nasıl bir güç mü?

Bazen çok zor bir durumla karşılaştığımda ve düşüncelere daldığımda eşim Deniz bana şöyle der:

“Emre, yapma ama… Okyanus geçmiş insansın, bununla mı baş edemeyeceksin”

Benim bahsettiğim

“Bunu başardıysam, her şeyi başarabilirim” tarzında bir güç değil aslında.

Benim anlatmaya çalıştığım, hayatımızın herhangi bir anında, herhangi bir alanında rahatlıkla harekete geçebileceğimizi ve geleceğimizi şekillendirebileceğimizi bilme gücü.

O yüzden durmayın!

Bir hayaliniz, bir tutkunuz mu var?

Harekete geçin!

İşinizde veya hayatınızda daha güzel, daha iyi şeyler yaparak

bir şeyleri değiştirebileceğinize mi inanıyorsunuz? Harekete geçin!

Sizce dünya daha yaşanılabilir bir yer mi olabilir? Harekete geçin!

Ve Şems-i Tebrizi'nin o sözlerini unutmayın, Her insan ölecek yaşta…

Sakın ha geç kalmayın…

Çok teşekkür ederim!


Geç Kalma , Harekete Geç! | Emre Başkan | TEDxBahcesehirUniversity Seien Sie nicht zu spät, handeln Sie! | Emre Başkan | TEDxBahcesehirUniversity Don't Be Late, Take Action! | Emre Başkan | TEDxBahcesehirUniversity Ne soyez pas en retard, agissez ! | Emre Başkan | TEDxBahcesehirUniversity 遅れないで、行動を起こそう!|エムレ・バシュカン|TEDxBahcesehirUniversity Не опаздывайте, действуйте! | Эмре Башкан | TEDxBahcesehirUniversity 事不宜遲,趕快行動! |埃姆雷總統| TEDx巴赫塞希爾大學

Çeviri: Ahmet Erdogan Asliyuce Gözden geçirme: Batuhan Çevik

Güzel bir şeye başla.

Ama hep güzel olsun.

Çünkü her insan ölecek yaşta.

Geç kalmayasın…

Şems-i Tebrizi'nin bu dizeleriyle ilk karşılaştığımda

belki de en zor zamanlarından birini yaşıyordum. maybe I was going through one of the most difficult times.

Uzun süredir Türkiye'nin en önde gelen gruplarından birinde çalışıyordum. I had been working for a long time in one of Turkey's most prominent groups. İşime ve çalışma arkadaşlarıma gönülden bağlıydım. I was devoted to my work and my colleagues. Ancak yüksek tempo ve stres, aşırı uykusuzlukla birleşti But the high pace and stress combined with excessive sleep deprivation ve ben maalesef tükenmişlik sendromu ile tanıştım. and I unfortunately met burnout syndrome. Bu rahatsızlık kendini bende This discomfort manifested itself in me.

tarif edilemez bir baş dönmesi olarak göstermişti. as an indescribable dizziness. İşimden düşmeye başlamıştım, hareket kabiliyetim oldukça azalmıştı

ve bu beni gerçekten çok rahatsız ediyordu.

İş yaşam dengesini tam oturtamayan biri olarak As someone who doesn't have a good work-life balance işimden ayrılıp biraz kendime zaman ayırmam gerektiği aşikardı. it was obvious that I needed to quit my job and take some time for myself.

Fakat bu kararı vermek benim için hiç de kolay değildi! But it was not easy for me to make this decision! Sonra şunu fark ettim. Then I realized this.

Şirketim kısa zamanda benim yerime birini bulabilirdi, My company could find a replacement for me at short notice,

hatta benden daha iyi birini de bulabilirdi. or even find someone better than me.

Ama bu ailem için geçerli değildi. But this was not true for my family.

Bir gazeteye ilan verip yeni bir oğul, yeni bir eş arıyoruz diyemezlerdi. They couldn't advertise in a newspaper and say they were looking for a new son, a new wife.

Benim başka sorumluluklarım da vardı. I had other responsibilities.

İşte bu farkındalıkla, With this realization,

benim için o zor ve üzücü kararı almak durumunda kaldım I had to take that difficult and sad decision for me ve işimden ayrıldım. and I quit my job.

Sonrasında çok bocaladım. I was very confused afterwards.

Baş dönmem azaldıkça kendimi daha büyük bir boşlukta hissediyordum. The less dizzy I felt, the more empty I felt. Ve her gün kendime şu soruyu soruyordum: And every day I was asking myself this question:

“Evet Emre, şimdi ne yapacaksın?” "Yes Emre, what are you going to do now?"

Hatta sırf kendimi daha iyi hissedebileyim diye Even just to make me feel better. yeni bir kurumsal kariyer için görüşmelere bile başlamıştım. I was even in negotiations for a new corporate career.

Ama o dizeler bir türlü aklımdan çıkmıyordu. But I couldn't get those lines out of my head. "Her insan ölecek yaşta, geç kalmayasın" "Every human being is old enough to die, don't be late"

Sanki Şems-i Tebrizi beni dürtüyordu. It was as if Shams al-Tabrizi was poking me.

Şu hayatta biraz da kendine, hayallerine zaman ayır diyordu. He was saying that in this life, take some time for yourself, for your dreams. Ve evet, benim de her insan gibi hayallerim vardı. And yes, I had dreams like every human being.

Ama itiraf etmeliyim hayallerimi hayata geçirme konusunda problemler yaşıyordum. But I have to admit that I was having problems in realizing my dreams.

Örneğin kendimi bildim bileli bir deniz tutkunuydum. For example, I have been a sea lover for as long as I can remember. Son yıllarda yelken sporu ile ilgilenmeye başlamıştım In recent years, I had become interested in sailing. ve en büyük hayallerimden biri Atlantik Okyanusu'nu geçmekti. and one of my biggest dreams was to cross the Atlantic Ocean. Ama bende tık yoktu. But I had nothing.

Hani bazen bir kitapçıya gideriz, çok sevdiğimiz kitaplar satın alır, You know how sometimes we go to a bookstore and buy books that we like very much? eve döndüğümüzde onları büyük bir özenle raflarımıza dizeriz. when we get home, we arrange them on our shelves with great care.

Ama okuyacak zamanı bir türlü yaratamayız. But we can never find the time to read.

Sanki benim zihnimde de hayallerimin dizili olduğu bir kitaplık vardı It was as if there was a bookshelf in my mind where my dreams were arranged ve ben henüz hiçbirinin ilk sayfasını bile açmamıştım. and I hadn't even opened the first page of any of them. İşte Atlantik geçişi de zihnimdeki bu kütüphanede And the Atlantic crossing is in this library in my mind. üstü tozlu şekilde beni beklemeye devam ediyordu. and he was still waiting for me, covered in dust. Kim bilir belki hayal etmek, Who knows, maybe to imagine,

harekete geçmekten çok daha kolay geliyordu. much easier than taking action. Belki de tek problem, nasıl harekete geçeceğimi bilmememdi. Maybe the only problem was that I didn't know how to act. Bu konuda net bir fikrim yoktu. I didn't have a clear idea about that.

Sonunda bir karar verdim, kervan yolda düzülür dedim Finally, I made a decision, I said the caravan will move on.

ve bu seyahat için gerekli adımları atmaya başladım. and I started taking the necessary steps for this trip. Ve ne oldu biliyor musunuz? And you know what happened?

Bu hayalimi gerçekleştirdim. I realized this dream.

Atlantik'i geçtim. I crossed the Atlantic.

Türkiye'ye ilk döndüğümde arkadaşlarımın bana When I first returned to Turkey, my friends told me

“Emre başardın, okyanusu geçtin” dediklerini daha dün gibi hatırlıyorum. I remember as if it was yesterday that they said, "Emre, you have succeeded, you have crossed the ocean."

Ama şunu da çok iyi biliyorum. But I also know this very well.

Olay sadece okyanusu geçmek değildi. It was not just about crossing the ocean.

Orada başka bir şey daha olmuştu. Something else happened there.

Geçmişteki Emre'yi kökten değiştiren ve onu geleceğe hazırlayan bir şey… Something that radically changed Emre in the past and prepared him for the future... Okyanus, bana hayatta nasıl harekete geçebileceğimi öğretmişti. The ocean taught me how to take action in life. İşte bugün bu yüzden buradayım. That's why I'm here today.

Sizlere bana okyanusun fısıldadığı ve nasıl harekete geçebileceğimi öğrettiği I'm going to show you all what the ocean whispered to me and taught me how to act.

o üç maddeli formülden bahsetmek istiyorum. I want to talk about that three-point formula.

Madde 1: “Temet Nosce”

Temet Nosce, Latince bir söylem olup “Kendini bil” anlamına geliyor. Belki bazılarımız buna Matrix filminden aşina olabilir. Hatırlarsınız, Morpheus Neo'yu sistemden kaçırıyor, You remember, Morpheus kidnaps Neo from the system,

çünkü onun seçilmiş kişi olduğuna inanıyor.

Sonra onu kâhinle buluşturuyor. Then he brings him to the oracle.

Kâhin ve Neo'nun o ünlü buluşma sahnesi mutfakta gerçekleşiyor. The famous meeting scene between the Oracle and Neo takes place in the kitchen.

Ve beklenenin aksine ilk soruyu kâhin yöneltiyor: And contrary to expectations, the oracle poses the first question: “Ee Neo, sence sen o seçilmiş kişi misin?” "So, Neo, do you think you're the chosen one?"

Neo büyük bir açıklıkla bunu bilmediğini söylüyor. Neo says with great clarity that he doesn't know. İşte o zaman Kâhin mutfağın eşiğinde asılı o ahşap tabelayı gösteriyor. That's when the Clairvoyant points to the wooden sign hanging on the threshold of the kitchen.

Orada "TEMET NOSCE" yazıyor. It says "TEMET NOSCE".

Ve Kâhin şöyle devam ediyor:

“Kendini bilmek, âşık olmak gibidir.

Kimse sana âşık olup olmadığını söyleyemez. No one can tell you if you're in love or not.

Bunu ancak sen bilebilirsin, sen hissedebilirsin. Only you can know it, only you can feel it.

İşte bu yüzden seçilmiş kişi olup olmadığını And that's why I want to know if you are the chosen one

ancak ve ancak sen bilebilirsin." and only you can know."

Neo bu sözlerin gerçekliği ve ağırlığı karşısında büyük bir şaşkınlık yaşıyor. Neo is shocked by the reality and weight of these words. E kolay değil. It's not easy.

Bu söz, öyle bir söz ki aynı zamanda felsefe tarihinin ilk öğretilerinden biri. This is a saying that is also one of the first teachings in the history of philosophy.

Hatta o kadar eski ki In fact, it's so old

Yunanistan'ın Delphi bölgesindeki Apollon Tapınağı'nın girişinde At the entrance to the Temple of Apollo in Delphi, Greece “Temet Nosce”nin farklı bir Latince versiyonu yazıyordu. It was a different Latin version of "Temet Nosce". Ben şahsen bu sözün omuzlarda taşınması zor bir yük olduğuna inanıyorum. I personally believe that this promise is a burden that is difficult to bear.

Neden mi? Why?

Çünkü hepimiz her zaman güçlü olduğumuza inanmak istiyoruz. Because we all want to believe that we are always strong. Zira öyle yetiştiriliyoruz. Because that is how we are brought up.

Mesela ailelerimiz için en yakışıklı, en güzel, en başarılı, her şeyin en iyisini hak eden bizler değil miyiz? don't we deserve the best of everything? Tabi tutulduğumuz eğitim sistemi The education system we are subjected to

bize sadece başarı hikâyeleri sunmuyor mu? doesn't it only offer us success stories?

Peki ya iş hayatımız?

Her şeyin en iyisini bilen,

en doğrusunu yapan,

her terfiyi hak eden yine bizler değil miyiz? Seyrettiğimiz filmler, diziler bile kahramanlarla dolu. Dünya bu kadar başarı hikâyesi ve kahramanla doluyken bizler nasıl başarısız olabiliriz?

Hiç düşündünüz mü?

Belki Atlantik geçişi öncesinde böyle düşünmek bana da iyi hissettirebilirdi. Ancak bir süredir denizcilikle ilgilenen biri olarak şunu çok iyi biliyordum:

"Okyanus böyle blöfleri yemezdi."

Kendimi kandırabilirdim, ama onu asla kandıramazdım.

Bir şekilde tüm zaaflarımla, tüm eksi yönlerimle yüzleşip kendimi olduğum gibi kabul etmek durumundaydım. Başta bu yaklaşımın beni oldukça zorlayacağını düşünmüştüm. Ancak zaman içerisinde beni daha güçlü kıldığını fark ettim. Evet, “Kendini bilmek” bir klişe olmaktan çıkmış, beni hafifletmeye bile başlamıştı.

E şimdi haklı olarak soracaksınız.

Kendini bildin de ne oldu diye.

Hemen söyleyeyim.

Koskoca Atlantik Okyanusu'nu tek başıma geçmemin çok mantıksız olduğuna karar verdim.

Açık deniz tecrübem vardı, uzun rotalar yapmıştım

ancak hiç okyanus aşırı bir tecrübem olmamıştı. İşte bu noktada benim eksilerimi tamamlayabilecek benden daha tecrübeli bir ekibe mürettebat olarak katılmamın daha doğru olduğunu fark ettim ve araştırmalarımı bu yönde yoğunlaştırdım. Sonunda internetten Ekber ve Gülin'i buldum. Ekber ve Gülin, okyanusaşırı tecrübesi olan bir çiftti ve Karayipler'in St. Maarteen Adası'ndan

Portekiz'in Lagoş kentine doğru bir geçiş planlıyorlardı.

Kendilerine e-postayla ulaştım.

Planlamalarımızı yaptık ve ben St. Maarteen'e gittim. Bu arada onları hiç tanımıyordum bile.

Hatta havalimanına ilk indiğimde

“Merhaba ben Emre, merhaba biz de Gülin ve Ekber” diye tokalaştığımızı anımsıyorum.

Ancak bunu takip eden 10 gün içerisinde

hem teknemizin bakımlarını yapma, hem teknemizi geliştirme

hem de biraz birbirimizi tanıma şansımız olmuştu. Ekber, çok enteresan bir kişilikti.

Hayatı denizlerde geçmişti ve çok babacan, çok soğukkanlı bir karakteri vardı.

Karadaki hazırlıklarımız sırasında yaşadığımız problemlerde ekibi sakinleştiren, çözüm üreten genelde Ekber oluyordu. Gülin'in de kendinden emin bir duruşu vardı.

Hatta Gülin için şu an Türkiye'de en fazla okyanus geçmiş kadın dememiz yanlış olmayacaktır diye düşünüyorum.

Ekip olarak birbirimizi yakından tanıdıkça ortak zamanlarımız da

daha keyifli geçmeye başladı ve zaman su gibi akıp geçti. Adadaki son günümüze geldik.

Son günümüzde St. Maarteen'in Philipsburg limanına demir attık. Harikulade bir yerdi!

Her şeyden önce heyecan doruktaydı.

Dile kolay ben bir gün sonra hayalimdeki o seyahate başlayabilecektim.

Ekber ve Gülin erkenden dinlenmeye çekildiler. Benim de bu zorlu seyahat öncesinde

enerji toplayabilmek için erkenden uyumam gerekiyordu. Ama, uyuyamadım.

Çok stresliydim.

Saat 4'e kadar gözümün bir ucu karada

“Emre acaba böyle bir maceraya girmesen de karaya mı kaçsan?” diye kendimi sorgulayıp durdum.

İşte o gece, okyanus bana harekete geçme formülünün ikinci maddesini fısıldadı: “Konfor alanını terk et!”

Konfor alanını şöyle tanımlayabiliriz:

İnsanın hali hazırda aşina hissettiği bir ortamda, her şeyi kontrol edebileceği yanılgısına düştüğü ve kendisini rahat hissettiği psikolojik evre.

Aslında bu kavram insanlık tarihiyle yaşıt bile diyebiliriz. Ancak konfor alanına ilk dikkat çekenlerden biri Platon olmuş. Platon "Devlet" adlı eserinde kaleme almış olduğu "Mağara Alegorisi" ile

bu konuda önemli tespitlerde bulunmuş.

Hikâye, doğdukları andan itibaren

bir mağarada mahkûm edilen insanları konu alıyor. Bu insanlar yüzleri dönük olacak şekilde zincirleniyorlar. Ama öyle bir zincirleniyorlar ki yanlarına dönüp diğer mahkûmları göremiyorlar bile.

Tek görebildikleri duvardaki o gölgeler.

Duydukları bütün sesleri o gölgelerle eşleştiriyorlar ve aslında onlar için dünya sadece ve sadece o gölgelerden ibaret. Gün geliyor, mahkûmlardan biri zincirlerini kırmayı başarıyor.

Ürke ürke mağaranın çıkışına doğru ilerliyor ve güneşle tanışıyor.

Güneşin o güçlü ışıkları gözlerini öyle bir acıtıyor ki başta büyük bir refleksle gözlerini kapıyor. Gözlerini tekrar açtığındaysa,

bu sefer zihnindeki zincirleri kırmayı başarıyor. Zira karşısında bambaşka dünya olduğunu görüyor. Hikâyenin mesajı çok net:

Konfor alanının dışına çıkmazsan değişemezsin,

değişemezsen geleceğin parçası olamazsın.

Evet o güven çemberinin içerisinde olmak bizleri rahat hissettiriyor olabilir.

Ancak yeni tecrübelerin o çizginin ötesinde olduğunu düşündüğümüzde

aslında o alan hepimiz için değişememe riskini de beraberinde getiriyor. Bu hikayeyi hatırlamak

gözlerimi “acaba kaçsam mı” diyerek baktığım karadan, tekrar açık denizlere çevirmemi sağlamıştı. Ve evet, belki de o kara parçası benim kendi mağaramdı.

Ve içimde hissettiğim şey aslında stres değildi, heyecandı.

Daha önce hiç yaşamadığım bir şeyi tecrübe edecektim. Ve kalbimin gümbür gümbür atması çok ama çok normaldi. İşte bu düşünceler, yaptığımız hazırlıklar, 3 kişiden oluşsa bile bir takımın parçası olduğumu hissetmek beni rahatlatmaya başlamıştı.

Sonunda heyecanımla barışabildim

ve bambaşka bir hayata gözlerimi açmak üzere kamarama çekildim.

Ve sabah oldu, o büyük an geldi çattı.

O gün ne kadar heyecanlı olduğumu size anlatamam. Hayalimdeki seyahate başlamak üzere demir aldık ve St. Maarteen'den okyanusun o uçsuz bucaksız ufkuna doğru seyretmeye başladık.

Hava tam istediğimiz gibiydi. Planımız St. Maarteen'den

Azorlar'a varmak, Azorlar'da birkaç gün dinlendikten sonra

Portekiz'in Lagoş kentine ulaşarak seyahatimizi sonlandırmaktı. Her şeyi de düşünmüştük, vardiyalar halinde çalışıyorduk. Vardiyalarımız dışında, teknemizdeki küçük işlerimizi halledip

dinlenmeye çekiliyorduk.

Her sabah uydudan meteorolojik raporumuzu alıp çalışmalar yapıyorduk. Sonrasında günlük rotamızda küçük rötuşlar yapabiliyorduk. Her şey kontrolümüz altındaydı ve planladığımız gibi gidiyordu. Ta ki bir gün hava şartları değişene kadar… O sabah uydudan aldığımız raporda

yaklaşık 2-3 derece kuzey enlemimizde bir fırtına oluşumu gözüküyordu.

Biz kuzey doğuya doğru ilerlerken ani bir kararla rotamızı güney doğuya kırmak zorunda kaldık. O fırtınadan kaçınmak zorundaydık, bu çok netti. Ancak yeni rotamız aynı zamanda

hedeflerimizden uzaklaşmamız anlamına da geliyordu. İki üç gün bu yönde ilerledikten sonra

haritamızı açtık ve bir değerlendirme yaptık. O günkü koordinatlarımıza göre, ara hedefimiz olan Azorlar'a çıkmak yerine Madeira'ya ulaşmak daha mantıklı gözüküyordu. Hatta iki üç gün daha bu yönde ilerlersek

Kanarya Adaları veya Cape Verde'ye bile ulaşabilirdik. Planlar bozulmaya başlamıştı, belirsizlik artıyordu.

Düşünsenize bu kadar belirsizlikle dolu bir seyahate çıkıyorsunuz, Avrupa'ya ulaşmayı hedefliyorsunuz ancak gelişmeler sizi Afrika'ya yönlendiriyor. Yani bu, ada vapurunun Bostancı İskelesi yerine

Kadıköy İskelesi'ne yanaşması gibi bir şey değil. Bambaşka bir kıtadan bahsediyorum.

Açıkçası bu belirsizlik beni yiyip bitirmişti. Ekber ve Gülin benden çok daha rahat gözüküyorlardı ancak ilk fırsatta Ekber'e gidip tepkimi şöyle dile getirdim: “Ekber, hani Azorlar'a varacaktık? Portekiz'e nasıl gideceğiz?

Hiçbir şey planladığımız gibi gitmiyor, neler oluyor?” Sanki kurumsal Emre tekrar canlanmıştı da

“Ne demek planlarımıza uyamıyoruz? Ne demek hedeflerimize ulaşamıyoruz?”

diye serzenişte bulunuyordu.

Buna karşılık Ekber bana her zamanki soğukkanlılığıyla

çok net bir cevap vermişti:

“Emreciğim, hava şartları değişti. N'apalım fırtınaya mı girelim? Bu hiçbirimizin kontrol edebileceği bir şey değil. Ayrıca bizim nihai hedefimiz okyanusu geçmek, Portekiz'e varmak değil ki.

Biz hedefimize varmak için rotamızı değiştirdik sadece. Sakin olabilirsin.”

Okyanus bu sefer Ekber vasıtasıyla

bana harekete geçme formülünün 3. Maddesini fısıldamıştı:

Çakıl taşı gibi ol!

Çakıl taşının hikayesini bilirsiniz.

O da aslında diğer bütün taşlar gibi

kendisine has köşesi, şekli olan bir kaya parçasıdır.

Zaman içerisinde doğaya maruz kalır,

parçalanıp ayrılıp yok olmak yerine köşelerinin aşınmasına izin verir. Şeklini değiştirerek var olmaya devam eder ama özünü hiçbir zaman kaybetmez.

O her zaman için bir taştır.

Bir de hani “Temet Nosce”de bahsetmiştik ya, Hepimiz gerçekten güçlü olduğumuza inanmak istiyoruz diye. İnsanoğlu aynı zamanda,

her şeyin kontrol edebildiği yanılgısına da düşmeyi de seviyor.

Çünkü bu bizi rahat hissettiriyor.

Bu şekilde kendimize ait bir konfor alanı tanımlayabiliyoruz. Ama sizi temin ederim:

Okyanus, o bizim kurgularla dolu özel veya iş hayatlarımızdan bambaşka bir ortamdı.

Her şeyden önce bizden çok daha kuvvetliydi. Ona kafa tutma ihtimalimiz bile yoktu.

Ayrıca, kontrol edilemezdi.

Bizim kontrol edebildiğimiz şeyler teknemizle sınırlıydı.

Dümenimiz, yelkenlerimiz, vinçlerimiz, halatlarımız vs. Ve o an için yapmamız gereken en mantıklı hareket okyanusu doğru okuyup onu doğru anlamak

ve kontrol edebildiğimiz unsurlarla ona ayak uydurmaktı. Burada bir parantez açmak istiyorum.

Sizce de hayatımızda kontrol duygusu gereğinden fazla ağır basmıyor mu? Hatta bazen daha fazla şey kontrol edebilelim diye beklemeyi tercih edip harekete geçmeyi ertelemiyor muyuz? Sizce de aslında okyanus, hayatın ta kendisi değil mi?

Biliyorum bunu söylemek çok kolay, idrak edebilmekse çok daha zor. En azından okyanusta benim için öyle olmuştu. Bunu anlamam zaman aldı ama bunu özümseyebildiğim an, içimdeki o gerginlik, o canavar gibi uyanan kurumsal Emre ile beraber tekrar uçup gitti ve yerini o tatlı heyecana bıraktı.

Ve sonra ne oldu biliyor musunuz?

Hava şartları da düzeldi,

bizim şansımız yaver gitti ve biz Azorlar'a varabildik. Azorlar'da teknemizin tamiratlarını yaptık, erzaklarımızı yeniledik.

Birkaç gün dinlendikten sonra Portekiz Lagoş'a doğru yelken açtık.

Ben yaklaşık 30 gün süren bir seyahat sonrasında hayallerimden birini gerçekleştirmiştim.

Ve bu benim için sadece bir başlangıç olmuştu. Çünkü, artık hayatta nasıl harekete geçebileceğimi çok iyi biliyordum. Ve bunu hayatımın her alanına uygulamaya başladım. Hatta bugün kendimi insanları ve şirketleri harekete geçirmeye adadım. Bu, benim hikayemdi.

Kim bilir sizin nasıl hikayeleriniz var.

Belki siz de benzer tecrübeler edindiniz

ve bu süreçte kendinize has yeni değerler keşfettiniz. Belki de henüz öyle bir şansınız olmadı.

Eğer olmadıysa lütfen duraksamayın.

Keşkelerin bedelinin çok ağır olduğu bu hayatta, şu üç maddeli formüllü kullanın:

1\. Kendinizi iyi tanıyın 2\. Konfor alanınızın dışına çıkma cesaretini gösterin. 3\. Çakıl taşı gibi olun, dış dünyaya adapte olun ve kendinizi gerçekleştirin. İsmini hiç hatırlayamadığım,

görsem bile telaffuz edemediğim Danimarkalı bir filozof var. Bir de onun hiç unutmadığım şu güzel sözü:

“Hayat geriye bakarak anlaşılır, ileriye bakarak yaşanır.” Geçmişe odaklanarak, onunla gurur duyarak geleceğin ancak ve ancak izleyicisi olabiliriz. Ama eğer o güven çemberinin dışına çıkıp

yeni tecrübeler edinme cesareti gösterebilirsek

işte o zaman kendi çapımızda da olsa

geleceğimizi şekillendirmeye başlayabiliriz. Ben bunun insana çok farklı bir güç katacağına inanıyorum.

Nasıl bir güç mü?

Bazen çok zor bir durumla karşılaştığımda ve düşüncelere daldığımda eşim Deniz bana şöyle der:

“Emre, yapma ama… Okyanus geçmiş insansın, bununla mı baş edemeyeceksin”

Benim bahsettiğim

“Bunu başardıysam, her şeyi başarabilirim” tarzında bir güç değil aslında.

Benim anlatmaya çalıştığım, hayatımızın herhangi bir anında, herhangi bir alanında rahatlıkla harekete geçebileceğimizi ve geleceğimizi şekillendirebileceğimizi bilme gücü.

O yüzden durmayın!

Bir hayaliniz, bir tutkunuz mu var?

Harekete geçin!

İşinizde veya hayatınızda daha güzel, daha iyi şeyler yaparak

bir şeyleri değiştirebileceğinize mi inanıyorsunuz? Harekete geçin!

Sizce dünya daha yaşanılabilir bir yer mi olabilir? Harekete geçin!

Ve Şems-i Tebrizi'nin o sözlerini unutmayın, Her insan ölecek yaşta…

Sakın ha geç kalmayın…

Çok teşekkür ederim!