×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: çerez politikası.


image

TEDx Turkey, Engelleri Avantaja Cevirin: Betul Mardin at TEDxAnkaraCitadel

Engelleri Avantaja Cevirin: Betul Mardin at TEDxAnkaraCitadel

Transcriber: Esra Çakmak Gözden geçirme: Figen Ergürbüz Şimdi...

Şimdiki konuk konuşmacımız, sevgili Betûl Mardin. Betûl Mardin'le geçen sene tanıştığımızda

o kadar büyük bir enerji doğdu ki, inanın bu anımı hiç unutamayacağım. Yarım saatlik toplantıyı üç buçuk saatte bitirebildik. İnanılmaz bir enerji, inanılmaz bir insan.

Bana dedi ki,

"Berrinciğim, çok beğendim temanı, etkinliğini çok beğendim, ama ben seksen beş yaşındayım."

Ben, dedi, seyahat etmeyi pek tercih etmiyorum. "Seyahat etmeyi pek tercih etmiyorum.

Artı, zaman zaman rahatsızlanıyorum.

O yüzden gelemeyebilirim, sana karşı da mahçup olmak istemem." "Ne yapsak," dedi.

"Yani çok katılmak istiyorum ama, katılamayabilirim, ne yapsak?" "Videonuzu çekebilir miyiz?" dedim.

"Memnuniyetle," dedi

ve sevgili Ali Bey ve ekibiyle, üç hafta kadar önce videosunu çektik. Karşınızda, sevgili Betûl Mardin.

(Alkış)

Şimdi, benim adım Betûl Mardin.

Dolayısıyla anlıyorsunuz ki geçmişte Mardin'le ilişkim olmuş. Mardin'le ilişkiniz olursa;

demek ki birazcık Arapsınız, azıcık bir Kürtsünüz. Biz bunların üstüne bir de babamın annesinden dolayı Mısırlıyız. Dolayısıyla biraz herkesten bir şeyler almışız, öyle bir aileyiz. Şimdi bu

doğuştan itibaren gelenekleri, insanın hayatına tabii damga vuruyor. Benim ismim Betûl, aslında Betül diyor İstanbullular. Biz hâlbuki Betûl diyoruz,

çünkü Betûl'ün anlamı Meryem Ana'ya verilen vasıf, Betül ise keçi demek.

Dolayısıyla ben her dakika bununla da uğraşmak mecburiyetindeyim çalışırken, "Hayır yavrum, hayır.

Noktalama beni yavrum, şapkala yavrum, şapkala yavrum." Böyle bir şey.

İnsanların isim verirken çok dikkat etmeleri lazım, çünkü ne olacağı belli değil.

İsim başka dilde yanlış da anlaşılabilir.

Ben bu şekilde bir defa Betûl diye çıkmışım, bir de soyadım şehir adı. Yani neyse, hâllettik de

bunlar, böyle güçlüklerle başlamak hayatın daha mükemmel olmasına yardımcı oluyor. Doğmuşum, ailenin ikinci kızı olarak.

Annem duyunca zaten bayılmış üzüntüden.

İsmimi bulamamışlar,

Kur'an-ı Kerim açılmış, Betûl adını koymuşlar. Ben bir defa böyle büyürken bari doğru düzgün bir şey olsam; hayır, dilsiz doğmuşum.

Beş yaşına kadar konuşmuyorum,

tıs yok bende "eğeğe" yaparmışım, iyi mi!

İkinci kız ve de dilsiz, yani çok zarar, çok. Beş yaşında ben hatırlıyorum bir parça konuşamadığımı. Azıcık hatırlıyorum ama, yani onun üzüntüsünü. Çünkü benim asıl hatırladığım şey;

dadımız İsviçreliydi,

evvela iki kardeştik, sonra üç olduk.

Çok döverdi.

Elimize elimize vururdu.

Ben bunun üstüne daha çok dayak yerdim, çünkü solaktım. Sol el kötüdür, diye cetvelle vururdu.

Şimdi siz diyeceksiniz ki, niye bunun üstüne duruyorsunuz? Durmak mecburiyetinde kaldım,

çünkü zamanla anlaşıldı ki, benim konuşamamam kekeme olmamın, bunun altındaki sebeplerden biri çok çok kötü dayak yememdi.

Şimdi bu dayak yedik, oldu bitti, beş yaşında konuşmuşum. On üç yaşına kadar kekemeydim.

On yaşında,

bir piknikte bir dağın tepesinde, Koştaş suyunun membağında herkes benimle alay ederken, bir çınar ağacının arkasına gelip bir yemin verdim.

O yemindir beni doğuran.

"Benimle kimse alay edemeyecek,

bu son alay ettikleri gün olacak," diye yemin verdim. Hâlbuki kekemeydim,

ama gerçekten bir kafam işledi

ve ağzıma taş koyarak ayna önünde egzersizler yaptım. Artık kekeme değilim,

arada bir nutkum tutulur, ama kekeme değilim. Fakat o dayaktan, bazı olaylarda sakat kaldığım ortaya çıktı. Çok seneler sonra,

araba kullanmak istedim, kullanamadım.

Şoför dedi ki, "Sizde bir tuhaflık var hanımefendi." Ben o sırada tedavi oluyordum hastanede bel kırığımdan, doktora gelmiş ve demiş ki,

hanımefendide bir sorun var, sorunları makine kullanmakta, demiş. O da geldi bana doktor, dedi ki, "Seni dövdüler mi küçükken?" dedi. "Evet, nereden anladın?" dedim.

Beyninde bir merkez var, onu kırmışlar, dedi. Sen hiçbir zaman, elinizdeki makinelerle oynayamayacaksın, dedi. Ben bilgisayar açamam.

Ben telefonu bile çok zor öğrendim.

Şimdi buradan ne demek istiyorum size;

çocuklarınızı dövmeyin yahu, acıyın onlara ya! Başka şey yok mu?

Bir şeker verin, onların gönlünü alarak konuşun. Bu, benim çok çektiğim bir olay oldu.

Ha şimdi diyeceksiniz ki, çektin de ne oldu. Bu bana kırbaç oldu.

Ben evvela alay edilmemek için,

sonradan da bir olayda çok iyi olmak andına çalışmaya başladım. Bir defa kadınlara demek isterim ki,

ben bugün 85 yaşındayım ve hâlâ çalışıyorsam, ben her zaman çalışmaya karar verdim.

O sizi ayakta tutuyor, beyninizi daha iyi çalıştırıyor. Bir tanesi bu.

İkincisi de;

kadın kısmının ne zaman yere batacağı belli değil. Benim hayatımda iki kez ailem sıfıra düştü ve ben Allah'tan çalışıyordum

ve bunu çok ucuz atlattım.

Eğer çalışmıyor olsaydım, acaba ne yapardım çok düşünüyorum bazen. Felaket bir şey olurdu.

Onun için, bu da ikinci söylemek istediğim şey kadın olarak. Her zaman kenarda bir yerde mesleğiniz, yapabileceğiniz bir şey olsun. Ben ne dedim size, Mısırlıyım.

Mısır'da çok büyük arazilerim vardı.

Bir günde yok oldu,

dakikada, şak.

"Yeni bir karar aldık," dediler arazim gitti. Bunlara hazırlıklı olun.

Ben 1955-56 senesinde

yine böyle bir ekonomik kriz karşısında,

bir gazetede çalışmaya karar verdim,

çünkü çok iyi İngilizcem vardı, Fransızcam vardı. Sekreter gibi, böyle tercümeler yapmak için girdim bir yere. Ama tabii, yine ben!

Durmuyorum ki yerimde!

Dursana abi!

Hayır, duramam.

Ben benim ya!

İngilizce, Fransızca tercümeler yapıyorum falan derken biri bana dedi ki, "Ya sen röportaj..."

"Yaparım, ne olacak yani."

"İngilizlerle..."

"Yaparım, İngilizcem var."

Birden bire kendimi magazinci gördüm;

bırakın onu, bana bir gün

Yazı İşleri Müdürü getirdi bir büyük sayfayı önüme koydu, "Bu sayfa senin artık," dedi

ve ben birden bire bir gazetenin magazin sekreteri oldum. Üç sene burada çalıştım.

Röportajlar yaptırdım,

çocuklar emrimde, koş git bunları yap falan diyorum, ben emir veriyorum, nasıl yapıyorum ama.

Burada böyle bir süre devam ettikten sonra sıkıldım. Aa, evliyim, çocuğum var, ne oluyorum ya!

Amerikan Haberler Merkezi vardı, oraya girdim. Orada da İngilizcemden dolayı onların işlerini yaptım. Bakın, "işlerini" diyorum.

Daha o zaman "halkla ilişkiler" diye bir kelime yok. O da bitti,

radyodan teklif aldım.

Aa, ne hoş!

Hiç hayatımda yapmamışım program, radyoya girdim. Bir de baktım program uzmanı olarak beni almışlar, program yapmasını bilmem. Zararı yok ama, çalışırım.

Başladım ona çalışmaya.

Bir süre sonra, radyoda değişik programlarla ün kattım. Mesela; turistlere yönelik programlar yaptım, canlı yayın üstelik program. Bu böyle giderken giderken, üç sene burada çalıştıktan sonra birilerinin gözüne çarpmışım ben.

Çağırdılar beni Ankara'ya, dediler ki,

"Hadi, BBC'ye gidiyorsun. Televizyon dersi alacaksın." "Ne?

Televizyon yok ki," dedim.

"Televizyona başlıyoruz," dedi TRT.

Televizyon ya, yok televizyon hâlbuki.

"E peki," dedim ben de.

Üç kişi bizi BBC'ye yolladılar.

BBC'de herkes altı ay yapacak işini,

üçüncü ayın sonunda BBC'den haber geldi.

Bizi Ankara'ya davet ettiler.

"Karar verdik, sen bizle geliyorsun.

Stajı ortada bırakıyorsun, lüzumu yok sana." Nasıl! Oh.

Ben başladım kendimi beğenmeye.

Kalktım geldim Ankara'ya.

Çocuklarım burada, ben Ankara'dayım.

Bir otel odası; bir yatak, bir de yazı masası, çalışıyoruz evelallah. Televizyon dersi vermeye başladım İngilizlerle. Üç hafta sonra BBC'deki adam dedi ki,

"Ben dönüyorum, sen devam et," dedi.

"Neyi?" dedim.

"Derslere devam," dedi.

İyi mi! BBC'de üç ayda ne öğrenmişsem ders vereceğiz. Verdim, oldu.

Çocukları seçtik, onları yerleştirdik, başladık. Ben canlı yayında,

o zaman daha bilmiyoruz nasıl yapılır canlı yayın dışında program, daha gelmemiş dünyaya, onları yapıyorum

ve tiyatro sahne nasıl dayanamıyorum ki.

Tiyatro var, piyesler koyuyoruz canlı; adam unutursa bittik. Canlı yayın, yok başka bir şey.

Allah'tan ki Haldun Dormen'le evliydim de birazcık tiyatrodan anlıyordum. Ben onları yapmaya başladım, ama artık sıkıldım. Çocuklarım İstanbul'da,

her hafta sonu trenle otobüsle bir şeylerle İstanbul'a geliyorum, çocuklarımı görüyorum, tekrar dönüyorum.

Gittim genel müdüre, rahmetli oldu şimdi kendisi, dedim ki, "Beni ne olur İstanbul'a tayin edin." Televizyon yok İstanbul'da, dedi. Kuzular mee'liyor, dedi. Ne, daha hiçbir şey yapmadık, dedi.

"O zaman istifamı kabul edin," dedim.

1968, 10 Mayıs.

İstanbul'a düdük gibi geldim.

Hiçbir şeyim yok.

Düşündüm taşındım, Akbank'ın yönetim kurulu başkanı rahmetli Ahmet Dağlıbey'i tanırdım, kalktım ona gittim. Dedim ki, ya ben iş arıyorum.

Aman, dedi. Sana göre bir işim var, dedi. "Nedir o?" dedim.

Yanımda çalışanlardan birine bir şey söylersem ben azarladım zannediyor, dedi. Ağlayarak çıkıyor, dedi.

O gelirse bana, istifasını verecek zannediyorum, ben azarlıyorum, dedi. Olmuyor, dedi.

"Ben sana söyleyeyim, sen söyle; onlar sana söylesin, sen bana söyle" deyince hiç anlamadım.

Ya bu fena bir şey!

Hayır, dedi.

Bunun Fransızca adını biliyorum, dedi.

Bir dakika, dedi.

Galatasaray mezunu Hamid Bey vardı, onu çağırttı aşağıdan. Neydi bunun adı, dedi.

Relation publique, dedi.

Yazdım.

Ama İngilizcesini bilmiyorum, dedi. Bu yeni bir meslek, dedi. Kalktım Amerikan Sefarethanesi'ne gittim.

Orada bir kütüphane vardı, oradan buldum: public relations. Ne bu ya!

Halkla ilişkiler? Hiç bilmiyorum.

Oturdum, çalıştım çalıştım, geldim.

Alıyorum ben bu işi Ahmet Bey, dedim.

Haftada üç gün, dedi.

Tamam, haftada üç gün gelirim ben sana, dedim. Orada başladım, ertesi gün Selahattin Beyazıt aradı. "Ben bir plak şirketi kurdum, ne olur benim tanıtımı yapar mısın?" dedi. Onun adı "halkla ilişkiler" dedim.

Ben biliyorum artık.

Orada da üç gün, etti mi altı gün!

Size öyle geliyor.

Ertesi gün, hayatımın en büyük teklifini aldım. On dokuz lokanta ve gece kulübü olan İbrahim Doğudan Bey, bana. Ben sana ne yapabilirim İbrahim Bey, dedim. Merak etme, seni kimse görmeyecek buraya gelirken, dedi. İstemem senin bana yardım ettiğini bilmelerini, dedi. Ben nihâyetinde bir garsondum, dedi.

Aman estağfurullah falan ben, ne istiyorsun? "Tarabya Koyunda her gün beş bin kişi yemek yiyor. Bana bu beş bin kişinin isimlerini

ve telefon numaralarını getirmeni istiyorum," dedi. "Onlar bizde yemek yesin," dedi.

E bu biraz zamanımı aldı açıkçası.

Hümeyra vardır şarkı söyler, onun annesi de yardım etti bana. Biz beş bin kişiyi oturduk yazdık.

Beş bin değilmiş meğer, üç bin beş yüzmüş, so what! Üç bin beş yüz kişinin isimlerini, telefon numaralarını getirdim. Defter,

o zaman başka bir şey yok.

Deftere yazdım getirdim.

İbrahim Bey arkasındaki kasayı açtı, kasanın içine koydu kapattı. Allah allah!

Hâlbuki benden demişlerdi ki, bunun kopyasını verir misin. Ben bunu kasada saklayacağım, dedi.

Kimseye vermem, bunlar bizde yemek yiyecek; başka yerde değil, dedi. Biz başladık onlarla oluşan listelere davetler yapıyoruz, yemekler veriyoruz, hakikaten işledi.

Benim bu iş hoşuma gitti.

Ben büsbütün daldım.

Her tarafım halkla ilişkiler artık.

Şehir şehir dolaşıyorum, insanlarla tanışıyorum, halkla ilişkilerini yapıyorum Akbank'ın giderek, nedir biliyor musunuz diye şubelere.

Şubelerdeki çocuklardan anlıyorum nedir problemler, geliyorum anlatıyorum. Yani anlatamam size, nasıl mesudum!

Ve bu böyle gitti gitti, birdenbire

geldi kafama bir laf.

"Ben burada iyiyim de acaba dışarıda iyi miyim?" "Acaba ben bunu Londra'da da yapabilir miyim?" Böyle bir şey geldi, gittim doğruca bizim Ahmet Dallı'ya. Ben, dedim, emin olmak istiyorum ki bu meslekte iyiyim. Gidebilir miyim?

Aa tabii, dedi.

Dışarıda, dedi, Londra'da bir şirket var, dedi, bizle çalışıyor, dedi. Oraya senin tayinini çıkaralım, dedi.

Nasıl? Tamam. O sırada ben düştüm kalça kırdım, zaten gitmem lazım doktora. Kalktım gittim oraya.

Orada başladım çalışmaya.

Şimdi, zannediyorsunuz ki siz

ben bunu anlatırken böyle, dünyanın en kolay en, değil. Neler çekiyorum bilseniz!

Ne kovulmalar dükkanlardan,

beni anlamayanlar,

yanlış anlayanlar,

ama insanın içinde bir güneş gibi bir şey var ya; bir yolda başlamışım yürümeye,

o yolun sonunda bir güneş görüyorum, "böyle" gidiyorum. "Bu meslek, bu meslek Türkiye için çok mühim, bu meslek," diye gidiyorum. Orada da çalıştım, çalıştım, çalıştım;

üç senenin sonunda buraya döndüm.

Buraya döndüm, burada çalışacağım.

Tam o sırada, bir bey geldi bana.

Beraber şirket kuralım, dedi.

Aynı zamanda burada halkla ilişkilerciler de çoğalmıştı, 30-40 kişi vardı. Olur, dedim.

Onun adı Alaaddin'di, benim adım Betûl'dü; A&B; diye bir şirket kurduk. Teşvikiye'de, evvela Sultan Ahmet'te bayağı çalıştık beraber. Çok insanlarla beraber çalıştık.

Ben o sırada, Allahım yarabbim, yine o ışık çarptı bana. Yahu, dedim, bunun bir derneği var.

Ya bu dernek nasıl gidiyor?

Evvela beni o derneğe bir defa seçtiler.

O işi yaptıktan sonra başkanım ya, çağırdım. Dedim ki, "Biz niye Türkiye'de böyle kuma gömülmüş yaşıyoruz? Biz uluslararası olmalıyız."

Nasıl yani, dediler.

"Allah allah! Dışarıdaki derneklere bakalım." İngiltere'deki dernek bana en yakını geldi tabii, orada yaşamış olduğum için. Oranın başkanını buraya konuşmacı olarak davet ettim. Aa, diyeceksiniz, nasıl yaptın?

Çok kolay, kalktım gittim Londra'ya,

adamı çağırdım.

Biliyorsunuz İngilizler çay sever.

Çay saati buluştuk.

Adama bir çay bir kek, "İstanbul'a gelirim ben," dedi. Ne demek, dedi. Gelmez miyim, yaparım, dedi konuşmayı. Dedim ki, halkla ilişkilerin önemini anlatan bir şey, dedim. Buraya hemen döndü, bir seminer; zaten artık işi götürüyoruz. Adamcağız geldi.

Uluslararası olduğu için, bazı ülkelerin üyelerinden baskı görmeye başladım. Ve o zaman anladım ki,

Türkiye uluslararası platformda güçlükleri var. Yani, komşularla insanların çok iyi geçinmesi lazım. O iyi geçinmede de halkla ilişkilerin çok büyük önemi var ve benim tutumum çok iyi olabilir, dedim.

Beyefendi konuşmasını yaptıktan sonra,

adama dedim ki,

"Yahu niye ben burada bir büyük toplantı yapmıyorum uluslararası?" "Yap," dedi adam. "Para meselesi." Hemen ben seminer...

Gerçekten, konu da şu:

Ülkelerin komşularıyla geçinmelerinde halkla ilişkilerin önemi. Nasıl?

Bütün komşular geldi.

Herkes buradaydı.

Boğaz'da gezinti yaptılar.

Allah, bayıldılar!

Şimdi, hakikaten nasıl Türkiye'de bunlar düşünülmemiş bilmiyorum. O zamanlar başladı zaten turizme göre bir ilgi Türkiye'de. Yahu, niye biz böyle kalmışız kardeşim!

Evet ama, yeterli değil.

Ben bir şeyler daha yapmalıyım.

Hong Kong'da toplantı var, oraya gittim.

O sırada, benim o ilk tanıştığım İngiliz guru bana bir nasihat verdi. Dedi ki,

"Herhangi bir toplantıya girdiğinde, bir soru sor sonunda. Ama öyle bir soru sor ki Betûl; herkesin kafası dönsün, 'Bu soruyu kim sordu?' desinler.

Bir ikinci soru patlat, aynı şeyde, ama sakın üçüncüyü sorma; çünkü 'Yine kadın sordu,' derler," dedi.

Ben de, Hong Kong'daki toplantıda

bir Amerikalı konuşmacının sonunda bir soru sordum. Herkeste bir duraklama oldu.

Söylemeyeceğim sorunun ne olduğunu,

uluslararası bir soruydu Amerikalılar ile ilgili. İkinci soruyu da patlattım, bir daha sormadım. Ertesi sene Güney Afrika'daydı toplantı, yine gittim. İçeri girdiğimde bir uğultu başladı odada.

"Mother! Mother!" diye bağırıyorlardı.

Meğer bana "Anne" demeye karar vermişler uluslararası seminerden sonra. O günden bugüne, bana zaten hâlâ

halkla ilişkilercilerle konuşursam,

ülkeden ülkeye, bana Anne derler.

Şimdi, bu şeyden sonra

ben tabii ki uluslararası olayda başkan oldum. O başkanlıktan sonra,

bunun ne kadar önemli olduğunu İstanbul da anladı, Ankara da anladı. Halkla ilişkilere önem verildi

ve ben nihâyet,

İstanbul'da ve Türkiye'de

halkla ilişkileri biraz yerleştirdiğime inanıyorum. Çalışmaya devam ediyorum,

benim için en önemli iki şey var:

Biri vatanım,

diğeri mesleğim.

Hepinize iyi günler dilerim.


Engelleri Avantaja Cevirin: Betul Mardin at TEDxAnkaraCitadel Barrieren in Vorteile verwandeln: Betul Mardin bei TEDxAnkaraCitadel Μετατρέψτε τα εμπόδια σε πλεονεκτήματα: Betul Mardin στο TEDxAnkaraCitadel Turn Barriers into Advantages: Betul Mardin at TEDxAnkaraCitadel Transformer les obstacles en avantages : Betul Mardin à TEDxAnkaraCitadel 障壁を利点に変える:ベトゥル・マルディン TEDxAnkaraCitadelにて Превратите препятствия в свою пользу: Бетул Мардин на TEDxAnkaraCitadel

Transcriber: Esra Çakmak Gözden geçirme: Figen Ergürbüz Şimdi... Now...

Şimdiki konuk konuşmacımız, sevgili Betûl Mardin. Our current guest speaker is dear Betûl Mardin. Нынешним нашим приглашенным спикером является дорогая Бетул Мардин. Betûl Mardin'le geçen sene tanıştığımızda When we met Betul Mardin last year Когда мы встретили Бетул Мардин в прошлом году

o kadar büyük bir enerji doğdu ki, inanın bu anımı hiç unutamayacağım. such a great energy was born, believe me, I will never forget this moment. такая великая энергия родилась, поверьте, я никогда не забуду этот момент. Yarım saatlik toplantıyı üç buçuk saatte bitirebildik. We were able to finish the half-hour meeting in three and a half hours. Мы смогли закончить получасовую встречу за три с половиной часа. İnanılmaz bir enerji, inanılmaz bir insan. Incredible energy, incredible person.

Bana dedi ki, She said to me,

"Berrinciğim, çok beğendim temanı, etkinliğini çok beğendim, "My dear dear, I liked your theme and activity very much, "Милый милый, мне очень понравилась твоя тема и деятельность, ama ben seksen beş yaşındayım." but I'm eighty-five years old."

Ben, dedi, seyahat etmeyi pek tercih etmiyorum. I, he said, do not prefer to travel much. Я, сказал он, не предпочитаю много путешествовать. "Seyahat etmeyi pek tercih etmiyorum. "I don't like to travel much.

Artı, zaman zaman rahatsızlanıyorum. Plus, I get sick from time to time.

O yüzden gelemeyebilirim, sana karşı da mahçup olmak istemem." That's why I can't come, and I don't want to be embarrassed to you." "Ne yapsak," dedi. "What shall we do," he said. "Что мы будем делать," сказал он.

"Yani çok katılmak istiyorum ama, katılamayabilirim, ne yapsak?" "So I want to participate a lot, but I may not be able to participate, what should we do?" "Videonuzu çekebilir miyiz?" dedim. "Can we shoot your video?" I said.

"Memnuniyetle," dedi “Gladly,” he said. -- С удовольствием, -- сказал он.

ve sevgili Ali Bey ve ekibiyle, üç hafta kadar önce videosunu çektik. and with dear Ali Bey and his team, we shot the video about three weeks ago. и с дорогим Али Беем и его командой мы сняли видео около трех недель назад. Karşınızda, sevgili Betûl Mardin. Here is my dear Betul Mardin.

(Alkış)

Şimdi, benim adım Betûl Mardin.

Dolayısıyla anlıyorsunuz ki geçmişte Mardin'le ilişkim olmuş. Therefore, you understand that I had a relationship with Mardin in the past. Mardin'le ilişkiniz olursa; If you have a relationship with Mardin;

demek ki birazcık Arapsınız, azıcık bir Kürtsünüz. So you are a little bit Arab, a little bit Kurdish. Итак, вы немного араб, немного курд. Biz bunların üstüne bir de babamın annesinden dolayı Mısırlıyız. On top of that, we are Egyptians because of my father's mother. Кроме того, мы египтяне из-за матери моего отца. Dolayısıyla biraz herkesten bir şeyler almışız, öyle bir aileyiz. Therefore, we took a little something from everyone, we are such a family. Поэтому мы взяли от каждого понемногу, мы такая семья. Şimdi bu Now this

doğuştan itibaren gelenekleri, insanın hayatına tabii damga vuruyor. From birth, traditions leave a natural stamp on people's lives. С самого рождения традиции оставляют естественный отпечаток в жизни людей. Benim ismim Betûl, aslında Betül diyor İstanbullular. My name is Betül, actually, Istanbulites call it Betül. Меня зовут Бетюль, на самом деле стамбульцы называют меня Бетюль. Biz hâlbuki Betûl diyoruz, However, we call it Betul, Однако мы называем его Бетул,

çünkü Betûl'ün anlamı Meryem Ana'ya verilen vasıf, because the meaning of Betul is the attribute given to the Virgin Mary, потому что значение Betul - это атрибут, данный Деве Марии, Betül ise keçi demek. Betül means goat. Бетюль означает коза.

Dolayısıyla ben her dakika bununla da uğraşmak mecburiyetindeyim çalışırken, Therefore, I have to deal with it every minute while working, Поэтому мне приходится сталкиваться с этим каждую минуту во время работы, "Hayır yavrum, hayır. "No baby, no.

Noktalama beni yavrum, şapkala yavrum, şapkala yavrum." Punctuate me baby, hat on baby, hat on baby." Подчеркни меня, детка, шляпа на детке, шляпа на детке». Böyle bir şey.

İnsanların isim verirken çok dikkat etmeleri lazım, Люди должны быть очень осторожны, называя имена, çünkü ne olacağı belli değil. потому что не понятно что будет.

İsim başka dilde yanlış da anlaşılabilir. Имя также может быть неправильно понято на других языках.

Ben bu şekilde bir defa Betûl diye çıkmışım, bir de soyadım şehir adı. That's how I came out as Betül once, and my surname is the name of the city. Вот так я однажды вышел как Бетул, а моя фамилия — это название города. Yani neyse, hâllettik de So anyway, we got it done Так или иначе, мы сделали это

bunlar, böyle güçlüklerle başlamak hayatın daha mükemmel olmasına yardımcı oluyor. these, starting with such difficulties helps to make life more perfect. это, начиная с таких трудностей, помогает сделать жизнь более совершенной. Doğmuşum, ailenin ikinci kızı olarak. I was born as the second daughter of the family. Я родилась второй дочерью в семье.

Annem duyunca zaten bayılmış üzüntüden. When my mother heard it, she already fainted from sadness. Когда мама услышала это, она уже упала в обморок от грусти.

İsmimi bulamamışlar, They couldn't find my name

Kur'an-ı Kerim açılmış, Betûl adını koymuşlar. The Qur'an was opened and they named it Betul. Коран был открыт, и они назвали его Бетул. Ben bir defa böyle büyürken bari doğru düzgün bir şey olsam; If only I was a decent thing when I was growing up like this once; Если бы я только был порядочным человеком, когда рос таким же образом; hayır, dilsiz doğmuşum. No, I was born mute. Нет, я родился немым.

Beş yaşına kadar konuşmuyorum, I don't speak until the age of five, Я не говорю до пяти лет,

tıs yok bende "eğeğe" yaparmışım, iyi mi! no hiss, i used to make a "file", alright! без шипения, я привык "файловать", ладно!

İkinci kız ve de dilsiz, yani çok zarar, çok. The second girl and also mute, so very hurt, too. Вторая девушка и тоже немая, так что тоже очень больно. Beş yaşında ben hatırlıyorum bir parça konuşamadığımı. I remember when I was five years old that I couldn't speak a bit. Я помню, когда мне было пять лет, я немного не мог говорить. Azıcık hatırlıyorum ama, yani onun üzüntüsünü. I remember a little bit, that is, his sadness. Помню немного, то есть его грусть. Çünkü benim asıl hatırladığım şey; Because what I really remember is; Потому что я действительно помню;

dadımız İsviçreliydi, our nanny was Swiss, наша няня была швейцаркой,

evvela iki kardeştik, sonra üç olduk. First we were two brothers, then we became three. Сначала нас было два брата, потом нас стало трое.

Çok döverdi. Его много били.

Elimize elimize vururdu. Он ударил нас по рукам.

Ben bunun üstüne daha çok dayak yerdim, çünkü solaktım. I would have been beaten up more for that because I was left-handed. Кроме того, меня бы избили больше, потому что я был левшой. Sol el kötüdür, diye cetvelle vururdu. "The left hand is bad," he would strike with a ruler. «Левая рука плохая», — бил он линейкой.

Şimdi siz diyeceksiniz ki, niye bunun üstüne duruyorsunuz? Now you will say, why are you dwelling on this? Теперь вы скажете, почему вы зацикливаетесь на этом? Durmak mecburiyetinde kaldım, I had to stop я должен был остановиться

çünkü zamanla anlaşıldı ki, benim konuşamamam because over time it became clear that I can't speak потому что со временем стало ясно, что я не умею говорить kekeme olmamın, bunun altındaki sebeplerden biri one of the reasons why i stutter одна из причин почему я заикаюсь çok çok kötü dayak yememdi. I was very, very badly beaten. Меня очень, очень сильно избили.

Şimdi bu dayak yedik, oldu bitti, beş yaşında konuşmuşum. Now we took this beating, it's over, I spoke at the age of five. Теперь мы приняли это избиение, все кончено, я заговорил в пять лет. On üç yaşına kadar kekemeydim. I didn't stutter until I was thirteen.

On yaşında, ten years old,

bir piknikte bir dağın tepesinde, Koştaş suyunun membağında at the top of a mountain at a picnic, at the source of Koştaş water на вершине горы на пикнике, у источника воды Кошташ herkes benimle alay ederken, bir çınar ağacının arkasına gelip While everyone was making fun of me, I came behind a plane tree. Пока все надо мной смеялись, я зашла за платан. bir yemin verdim. I made an oath. Я дал клятву.

O yemindir beni doğuran. Это клятва породила меня.

"Benimle kimse alay edemeyecek, "No one will make fun of me,

bu son alay ettikleri gün olacak," diye yemin verdim. This will be their last mocking day,” I swore. Это будет их последний день насмешек, — поклялся я. Hâlbuki kekemeydim, However, I could not stutter, Однако я не мог заикаться,

ama gerçekten bir kafam işledi but i really had a headache но у меня действительно была головная боль

ve ağzıma taş koyarak ayna önünde egzersizler yaptım. and I did exercises in front of the mirror by putting stones in my mouth. Artık kekeme değilim, I am no longer a stutterer, Я больше не заика,

arada bir nutkum tutulur, ama kekeme değilim. I am speechless once in a while, but I don't stutter. Время от времени я теряю дар речи, но не заикаюсь. Fakat o dayaktan, bazı olaylarda sakat kaldığım ortaya çıktı. But from that beating, it turned out that I was disabled in some events. Но из этого избиения выяснилось, что я инвалид в некоторых видах спорта. Çok seneler sonra, Many years later, Много лет спустя,

araba kullanmak istedim, kullanamadım. I wanted to drive, but I couldn't. Я хотел водить, но не мог.

Şoför dedi ki, "Sizde bir tuhaflık var hanımefendi." The driver said, "There's something wrong with you, ma'am." Водитель сказал: «С вами что-то не так, мэм». Ben o sırada tedavi oluyordum hastanede bel kırığımdan, At that time, I was being treated at the hospital for my back fracture, В то время я лечился в больнице от перелома позвоночника, doktora gelmiş ve demiş ki, came to the doctor and said, пришел к врачу и сказал:

hanımefendide bir sorun var, sorunları makine kullanmakta, demiş. There is a problem with the lady, she said, her problems are using the machine. Есть проблема с дамой, сказала она, ее проблемы в использовании машины. O da geldi bana doktor, dedi ki, "Seni dövdüler mi küçükken?" dedi. He came to me, doctor, and said, "Did they beat you when you were little?" said. Он пришел ко мне, доктор, и сказал: «Вас били, когда вы были маленькой?» сказал. "Evet, nereden anladın?" dedim. "Yeah, how did you know?" I said.

Beyninde bir merkez var, onu kırmışlar, dedi. “He has a center in his brain, they broke it,” he said. Sen hiçbir zaman, elinizdeki makinelerle oynayamayacaksın, dedi. “You will never be able to play with the machines you have,” he said. Ben bilgisayar açamam. I cannot open the computer. Я не могу открыть компьютер.

Ben telefonu bile çok zor öğrendim. I even learned the phone very hard.

Şimdi buradan ne demek istiyorum size; Now what do I want to say to you here; Теперь, что я хочу сказать вам здесь;

çocuklarınızı dövmeyin yahu, acıyın onlara ya! Do not beat your children, have pity on them! Не бейте своих детей, пожалейте их! Başka şey yok mu? Is there anything else? Есть ли еще что-нибудь?

Bir şeker verin, onların gönlünü alarak konuşun. Give them a candy, talk to their hearts. Дайте им конфету, поговорите с их сердцем. Bu, benim çok çektiğim bir olay oldu. This was an event that I was very fond of. Это событие мне очень понравилось.

Ha şimdi diyeceksiniz ki, çektin de ne oldu. Oh, now you will say, what happened when you pulled it? О, теперь вы скажете, что произошло, когда вы его вытащили? Bu bana kırbaç oldu. This whipped me up. Это подстегнуло меня.

Ben evvela alay edilmemek için, First of all, so as not to be mocked,

sonradan da bir olayda çok iyi olmak andına çalışmaya başladım. Afterwards, I started to work in the name of being very good at an event. После этого я начал работать во имя того, чтобы быть очень хорошим на мероприятии. Bir defa kadınlara demek isterim ki, I would like to say to women once, Я хотел бы сказать женщинам однажды,

ben bugün 85 yaşındayım ve hâlâ çalışıyorsam, I am 85 years old today and if I am still working, ben her zaman çalışmaya karar verdim. I always decided to work.

O sizi ayakta tutuyor, beyninizi daha iyi çalıştırıyor. It keeps you up, makes your brain work better. Это поддерживает вас, заставляет ваш мозг работать лучше. Bir tanesi bu. This is one. Это один.

İkincisi de; The second is; Второй;

kadın kısmının ne zaman yere batacağı belli değil. It is not clear when the female part will sink to the ground. Пока не ясно, когда женская часть опустится на землю. Benim hayatımda iki kez ailem sıfıra düştü Twice in my life my family has fallen to zero Дважды в моей жизни моя семья упала до нуля ve ben Allah'tan çalışıyordum and i was working from god

ve bunu çok ucuz atlattım. And I got through it very cheap. И я обошёлся очень дёшево.

Eğer çalışmıyor olsaydım, acaba ne yapardım çok düşünüyorum bazen. Sometimes I wonder what I would do if I wasn't working. Иногда я думаю, что бы я делал, если бы не работал. Felaket bir şey olurdu. It would have been a disaster. Это было бы катастрофой.

Onun için, bu da ikinci söylemek istediğim şey kadın olarak. For her, this is the second thing I want to say as a woman. Her zaman kenarda bir yerde mesleğiniz, yapabileceğiniz bir şey olsun. Always have a job somewhere on the sidelines, something you can do. Всегда имейте работу где-нибудь на обочине, что-то, что вы можете сделать. Ben ne dedim size, Mısırlıyım. What did I tell you, I'm from Egypt. Что я тебе говорил, я из Египта.

Mısır'da çok büyük arazilerim vardı. I had very large lands in Egypt. У меня были очень большие земли в Египте.

Bir günde yok oldu, disappeared in a day, исчез через день,

dakikada, şak. minute, sh. минута, ш.

"Yeni bir karar aldık," dediler arazim gitti. "We made a new decision," they said, and my land was gone. «Мы приняли новое решение», — сказали они, и моя земля исчезла. Bunlara hazırlıklı olun. Be prepared for these. Будьте готовы к этому.

Ben 1955-56 senesinde I was in 1955-56 Я был в 1955-56 гг.

yine böyle bir ekonomik kriz karşısında, Again, in the face of such an economic crisis,

bir gazetede çalışmaya karar verdim, I decided to work for a newspaper,

çünkü çok iyi İngilizcem vardı, Fransızcam vardı. because I had very good English, I had French. Sekreter gibi, böyle tercümeler yapmak için girdim bir yere. Like a secretary, I went somewhere to do such translations. Ama tabii, yine ben! But of course, it's me again! Но, конечно же, это снова я!

Durmuyorum ki yerimde! I'm not standing still! Я не стою на месте!

Dursana abi! Hold on bro! Держись братан!

Hayır, duramam. Нет, я не могу остановиться.

Ben benim ya!

İngilizce, Fransızca tercümeler yapıyorum falan derken When I say I'm doing translations in English and French, etc. Когда я говорю, что делаю переводы на английский, французский и т. biri bana dedi ki, "Ya sen röportaj..." кто-то сказал мне: "А как насчет твоего интервью..."

"Yaparım, ne olacak yani." — Я сделаю это, и что?

"İngilizlerle..." "С англичанами..."

"Yaparım, İngilizcem var."

Birden bire kendimi magazinci gördüm; Внезапно я увидел себя таблоидом;

bırakın onu, bana bir gün оставь это мне однажды

Yazı İşleri Müdürü getirdi bir büyük sayfayı önüme koydu, Главный редактор принес передо мной большую страницу, "Bu sayfa senin artık," dedi "This page is yours now," he said.

ve ben birden bire bir gazetenin magazin sekreteri oldum. And all of a sudden I became the tabloid secretary of a newspaper. И вдруг я стал бульварным секретарем газеты. Üç sene burada çalıştım. I worked here for three years.

Röportajlar yaptırdım,

çocuklar emrimde, koş git bunları yap falan diyorum, The children are at my command, I say run and do these things. Дети в моей команде, я говорю, беги и делай эти вещи, ben emir veriyorum, nasıl yapıyorum ama. I give orders, but how do I do it. Я отдаю приказы, но как я это делаю.

Burada böyle bir süre devam ettikten sonra sıkıldım. After going on here for such a while, I got bored. Проведя здесь столько времени, мне стало скучно. Aa, evliyim, çocuğum var, ne oluyorum ya! Aa, I am married, I have a child, what am I doing! Аа, я женат, у меня есть ребенок, что я делаю!

Amerikan Haberler Merkezi vardı, oraya girdim. There was the American News Center, I went in there. Там был Американский центр новостей, я зашел туда. Orada da İngilizcemden dolayı onların işlerini yaptım. I did their work there because of my English. Я сделал их работу там из-за моего английского. Bakın, "işlerini" diyorum. Look, I say "work". Слушай, я говорю "работа".

Daha o zaman "halkla ilişkiler" diye bir kelime yok. There was no such word as "public relations" back then. Тогда еще не было такого слова, как «связи с общественностью». O da bitti, It's over too это слишком

radyodan teklif aldım. I got an offer from the radio. Я получил предложение от радио.

Aa, ne hoş! Oh, how nice! О, как мило!

Hiç hayatımda yapmamışım program, radyoya girdim. I've never done a program in my life, I got into the radio. Я никогда в жизни не делал программы, я попал на радио. Bir de baktım program uzmanı olarak beni almışlar, program yapmasını bilmem. I also saw that they took me as a programmer, I don't know how to program. Еще я видел, что меня взяли программистом, я не умею программировать. Zararı yok ama, çalışırım. It's okay, but I'll try. Ничего, но я буду работать.

Başladım ona çalışmaya. I started working on it. Я начал работать над этим.

Bir süre sonra, radyoda değişik programlarla ün kattım. After a while, I became famous with different programs on the radio. Через некоторое время я прославился разными передачами на радио. Mesela; turistlere yönelik programlar yaptım, canlı yayın üstelik program. For example; I made programs for tourists, a live broadcast program. Например; Делал программы для туристов, программу прямого эфира. Bu böyle giderken giderken, üç sene burada çalıştıktan sonra As it goes like this, after working here for three years Как это происходит, проработав здесь три года birilerinin gözüne çarpmışım ben. I caught someone's eye. Я поймал чей-то взгляд.

Çağırdılar beni Ankara'ya, dediler ki, They called me to Ankara, they said, Меня позвали в Анкару, сказали:

"Hadi, BBC'ye gidiyorsun. Televizyon dersi alacaksın." "Come on, you're going to the BBC. You're going to take a TV class." "Ne?

Televizyon yok ki," dedim. There's no TV," I said.

"Televizyona başlıyoruz," dedi TRT. "We're starting TV," TRT said.

Televizyon ya, yok televizyon hâlbuki. There is no television, however.

"E peki," dedim ben de. "Well, well," I said. — Ну что ж, — сказал я.

Üç kişi bizi BBC'ye yolladılar. Three people sent us to the BBC.

BBC'de herkes altı ay yapacak işini, Everyone at the BBC will do their job for six months, Все на Би-би-си будут делать свою работу в течение шести месяцев,

üçüncü ayın sonunda BBC'den haber geldi. At the end of the third month, news came from the BBC. В конце третьего месяца пришла новость от BBC.

Bizi Ankara'ya davet ettiler. They invited us to Ankara. Нас пригласили в Анкару.

"Karar verdik, sen bizle geliyorsun. "We've decided, you're coming with us.

Stajı ortada bırakıyorsun, lüzumu yok sana." You leave the internship in the middle, there is no need for you." Вы покидаете стажировку посредине, в вас нет необходимости». Nasıl! Oh. How! oh. Как! ой.

Ben başladım kendimi beğenmeye. I started to like myself. Я начала нравиться себе.

Kalktım geldim Ankara'ya. I got up and came to Ankara. Я встал и приехал в Анкару.

Çocuklarım burada, ben Ankara'dayım. My children are here, I am in Ankara. Мои дети здесь, я в Анкаре.

Bir otel odası; bir yatak, bir de yazı masası, çalışıyoruz evelallah. a hotel room; We are working on a bed and a writing desk. гостиничный номер; Работаем над кроватью и письменным столом. Televizyon dersi vermeye başladım İngilizlerle. I started teaching television lessons with the British. Я начал давать уроки телевидения с британцами. Üç hafta sonra BBC'deki adam dedi ki, Three weeks later the man at the BBC said, Три недели спустя человек на BBC сказал:

"Ben dönüyorum, sen devam et," dedi. "I'm coming back, you go on," he said. — Я возвращаюсь, ты продолжай, — сказал он.

"Neyi?" dedim. "What?" I said. "Что?" Я сказал.

"Derslere devam," dedi. "Continue with the lessons," he said. «Продолжайте уроки», — сказал он.

İyi mi! BBC'de üç ayda ne öğrenmişsem ders vereceğiz. Is it good! We will teach what I have learned in three months at the BBC. Это хорошо! Мы будем учить тому, чему я научился за три месяца на BBC. Verdim, oldu. I gave it, it's done.

Çocukları seçtik, onları yerleştirdik, başladık. We chose the children, we placed them, we started. Выбрали детей, разместили, начали. Ben canlı yayında, I'm live, Я в эфире,

o zaman daha bilmiyoruz nasıl yapılır canlı yayın dışında program, then we don't know how to do the program except live broadcast, daha gelmemiş dünyaya, onları yapıyorum to the world that has not yet come, I make them в мир, который еще не пришел, я делаю их

ve tiyatro sahne nasıl dayanamıyorum ki. and how I can not stand the theater stage. и как же я терпеть не могу театральную сцену.

Tiyatro var, piyesler koyuyoruz canlı; adam unutursa bittik. There is theater, we put on plays live; If the man forgets, we're done. Есть театр, мы ставим живые спектакли; Если мужчина забудет, нам конец. Canlı yayın, yok başka bir şey. Live stream, nothing else. Прямой эфир, ничего больше.

Allah'tan ki Haldun Dormen'le evliydim de birazcık tiyatrodan anlıyordum. Fortunately, I was married to Haldun Dormen, but I understood a little about theater. Слава богу, я была замужем за Халдуном Дорменом, но немного разбиралась в театре. Ben onları yapmaya başladım, ama artık sıkıldım. I started making them, but now I'm bored. Я начал их делать, но теперь мне скучно. Çocuklarım İstanbul'da, My children are in Istanbul,

her hafta sonu trenle otobüsle bir şeylerle İstanbul'a geliyorum, I come to Istanbul with something by train and bus every weekend, Я приезжаю в Стамбул с чем-то поездом и автобусом каждые выходные, çocuklarımı görüyorum, tekrar dönüyorum. I see my children, I come back again. Я вижу своих детей, я возвращаюсь снова.

Gittim genel müdüre, rahmetli oldu şimdi kendisi, I went to the general manager, he is deceased now, Я пошел к генеральному директору, он уже умер, dedim ki, "Beni ne olur İstanbul'a tayin edin." I said, "Please appoint me to Istanbul." Я сказал: «Пожалуйста, назначьте меня в Стамбул». Televizyon yok İstanbul'da, dedi. Kuzular mee'liyor, dedi. “There is no television in Istanbul,” he said. “The lambs are mingling,” he said. «В Стамбуле нет телевидения, — сказал он. — Ягнята смешались, — сказал он. Ne, daha hiçbir şey yapmadık, dedi. “What, we haven't done anything yet,” he said. — Что, мы еще ничего не сделали, — сказал он.

"O zaman istifamı kabul edin," dedim. "Then accept my resignation," I said. — Тогда прими мою отставку, — сказал я.

1968, 10 Mayıs. 1968, 10 May.

İstanbul'a düdük gibi geldim. I came to Istanbul like a whistle. Я пришел в Стамбул, как свисток.

Hiçbir şeyim yok. I have nothing. У меня ничего нет.

Düşündüm taşındım, Akbank'ın yönetim kurulu başkanı I thought I moved, Akbank's chairman of the board Я думал, что переехал, председатель правления Акбанка rahmetli Ahmet Dağlıbey'i tanırdım, kalktım ona gittim. I knew the late Ahmet Dağlıbey, I got up and went to him. Я знал покойного Ахмета Даглубея, встал и пошел к нему. Dedim ki, ya ben iş arıyorum. I said, I am looking for a job. Я сказал, я ищу работу.

Aman, dedi. Sana göre bir işim var, dedi. Oh, he said. “I have a job for you,” he said. О, сказал он. — У меня есть для тебя работа, — сказал он. "Nedir o?" dedim. "What's that?" I said.

Yanımda çalışanlardan birine bir şey söylersem ben azarladım zannediyor, dedi. “If I say something to one of my employees, he thinks I am scolding him,” he said. «Если я что-то говорю одному из своих сотрудников, он думает, что я его ругаю», — сказал он. Ağlayarak çıkıyor, dedi. “She comes out crying,” he said. «Она выходит в слезах», — сказал он.

O gelirse bana, istifasını verecek zannediyorum, ben azarlıyorum, dedi. If he comes, I think he will give me his resignation, I scold him, he said. Если он придет, я думаю, он подаст мне прошение об отставке, я его ругаю, сказал он. Olmuyor, dedi. It doesn't, he said. Это не так, сказал он.

"Ben sana söyleyeyim, sen söyle; onlar sana söylesin, sen bana söyle" "I'll tell you, you tell; they tell you, you tell me" «Я тебе скажу, ты скажи, они тебе скажут, ты мне скажешь» deyince hiç anlamadım. I didn't understand at all. Я совсем не понял.

Ya bu fena bir şey! Oh that's a bad thing! О, это плохо!

Hayır, dedi. No, he said.

Bunun Fransızca adını biliyorum, dedi. “I know the French name for it,” he said. «Я знаю его французское название», — сказал он.

Bir dakika, dedi. “Wait a minute,” he said.

Galatasaray mezunu Hamid Bey vardı, onu çağırttı aşağıdan. There was Hamid Bey, a graduate of Galatasaray, and he had him summoned from downstairs. Там был Хамид-бей, выпускник «Галатасарая», и он вызвал его снизу. Neydi bunun adı, dedi. “What was the name of it?” he said. — Как это называется? — спросил он.

Relation publique, dedi. “Relation publique,” he said.

Yazdım.

Ama İngilizcesini bilmiyorum, dedi. Bu yeni bir meslek, dedi. But I don't know English, he said. “This is a new profession,” he said. «Но я не знаю английского», — сказал он. «Это новая профессия, — сказал он. Kalktım Amerikan Sefarethanesi'ne gittim. I got up and went to the American Embassy. Я встал и пошел в американское посольство.

Orada bir kütüphane vardı, oradan buldum: public relations. There was a library there, I found it from there: public relations. Там была библиотека, я ее оттуда нашел: связи с общественностью. Ne bu ya! What is this!

Halkla ilişkiler? Hiç bilmiyorum. Public relations? I dont know.

Oturdum, çalıştım çalıştım, geldim. I sat, I worked, I worked, I came.

Alıyorum ben bu işi Ahmet Bey, dedim. I'm taking this job, Ahmet Bey, I said.

Haftada üç gün, dedi. “Three days a week,” he said.

Tamam, haftada üç gün gelirim ben sana, dedim. "Okay, I'll come to you three days a week," I said. «Хорошо, я буду приходить к тебе три дня в неделю», — сказал я. Orada başladım, ertesi gün Selahattin Beyazıt aradı. I started there, Selahattin Beyazıt called the next day. Я начал там, Selahattin Beyazıt позвонил на следующий день. "Ben bir plak şirketi kurdum, ne olur benim tanıtımı yapar mısın?" dedi. "I've started a record label, will you promote me?" said. «Я основал звукозаписывающий лейбл, вы будете меня продвигать?» сказал. Onun adı "halkla ilişkiler" dedim. I called it "public relations".

Ben biliyorum artık. I know now.

Orada da üç gün, etti mi altı gün! Three days there too, six days! Там тоже три дня, шесть дней!

Size öyle geliyor. It seems so to you. Вам так кажется.

Ertesi gün, hayatımın en büyük teklifini aldım. The next day, I got the biggest offer of my life. On dokuz lokanta ve gece kulübü olan İbrahim Doğudan Bey, bana. Mr. İbrahim Doğudan, who owns nineteen restaurants and nightclubs, to me. Ben sana ne yapabilirim İbrahim Bey, dedim. I said, 'What can I do to you, Mr. Ibrahim?' Merak etme, seni kimse görmeyecek buraya gelirken, dedi. “Don't worry, no one will see you on your way here,” he said. İstemem senin bana yardım ettiğini bilmelerini, dedi. “I don't want them to know that you helped me,” he said. «Я не хочу, чтобы они знали, что вы помогли мне», — сказал он. Ben nihâyetinde bir garsondum, dedi. «В конце концов, я был официантом, — сказал он.

Aman estağfurullah falan ben, ne istiyorsun? What do you want? "Tarabya Koyunda her gün beş bin kişi yemek yiyor. "Five thousand people eat every day in Tarabya Bay. Bana bu beş bin kişinin isimlerini Give me the names of these five thousand people Назовите мне имена этих пяти тысяч человек

ve telefon numaralarını getirmeni istiyorum," dedi. And I want you to bring their phone numbers,” he said. "Onlar bizde yemek yesin," dedi. “Let them eat with us,” he said. «Пусть едят с нами», — сказал он.

E bu biraz zamanımı aldı açıkçası. Well, this took some time, frankly. Ну, это заняло некоторое время, честно говоря.

Hümeyra vardır şarkı söyler, onun annesi de yardım etti bana. Hümeyra sings and her mother helped me. Хюмейра поет, и ее мама помогала мне. Biz beş bin kişiyi oturduk yazdık. We sat down and wrote five thousand people. Мы сели и написали пять тысяч человек.

Beş bin değilmiş meğer, üç bin beş yüzmüş, so what! Оказывается, не пять тысяч, а три тысячи пятьсот, ну и что! Üç bin beş yüz kişinin isimlerini, telefon numaralarını getirdim. Defter,

o zaman başka bir şey yok.

Deftere yazdım getirdim.

İbrahim Bey arkasındaki kasayı açtı, kasanın içine koydu kapattı. Ибрагим-бей открыл за собой сейф, положил его в сейф и закрыл. Allah allah!

Hâlbuki benden demişlerdi ki, bunun kopyasını verir misin. Тем не менее, они сказали от меня, вы можете дать мне копию этого? Ben bunu kasada saklayacağım, dedi. «Я сохраню его в сейфе», — сказал он.

Kimseye vermem, bunlar bizde yemek yiyecek; başka yerde değil, dedi. никому не отдам, с нами едят; «Ни в другом месте», — сказал он. Biz başladık onlarla oluşan listelere davetler yapıyoruz, Мы начали делать приглашения в созданные с ними списки, yemekler veriyoruz, hakikaten işledi. мы подаем еду, это действительно сработало.

Benim bu iş hoşuma gitti. Мне нравится эта работа.

Ben büsbütün daldım.

Her tarafım halkla ilişkiler artık. Я все о связях с общественностью сейчас.

Şehir şehir dolaşıyorum, insanlarla tanışıyorum, Я путешествую из города в город, встречая людей, halkla ilişkilerini yapıyorum Akbank'ın giderek, Занимаюсь пиаром с Акбанком постепенно, nedir biliyor musunuz diye şubelere. к ветвям, если вы знаете, что это такое.

Şubelerdeki çocuklardan anlıyorum nedir problemler, geliyorum anlatıyorum. Я понимаю, какие проблемы у детей в филиалах, прихожу и говорю им. Yani anlatamam size, nasıl mesudum! Так что я не могу передать вам, как я был счастлив!

Ve bu böyle gitti gitti, birdenbire И это пошло так, внезапно

geldi kafama bir laf. Мне пришло в голову слово.

"Ben burada iyiyim de acaba dışarıda iyi miyim?" «Здесь мне хорошо, но интересно, хорошо ли мне снаружи?» "Acaba ben bunu Londra'da da yapabilir miyim?" «Интересно, смогу ли я сделать это в Лондоне?» Böyle bir şey geldi, gittim doğruca bizim Ahmet Dallı'ya. Пришло как-то так, я пошел прямо к нашему Ахмету Далли. Ben, dedim, emin olmak istiyorum ki bu meslekte iyiyim. Я сказал, что хочу убедиться, что хорошо справляюсь с этой работой. Gidebilir miyim? Я могу идти?

Aa tabii, dedi. — О, конечно, — сказал он.

Dışarıda, dedi, Londra'da bir şirket var, dedi, bizle çalışıyor, dedi. «В Лондоне есть компания, — сказал он, — которая работает с нами». Oraya senin tayinini çıkaralım, dedi. «Давай отправим тебя туда», — сказал он.

Nasıl? Tamam. O sırada ben düştüm kalça kırdım, zaten gitmem lazım doktora. В то время я упал и сломал бедро, мне все равно нужно идти к врачу. Kalktım gittim oraya. Я встал и пошел туда.

Orada başladım çalışmaya. Я начал работать там.

Şimdi, zannediyorsunuz ki siz Теперь ты думаешь, что ты

ben bunu anlatırken böyle, dünyanın en kolay en, değil. Это не самое простое в мире, как я это описываю. Neler çekiyorum bilseniz! Если бы вы только знали, что я делаю!

Ne kovulmalar dükkanlardan,

beni anlamayanlar, те, кто меня не понимает

yanlış anlayanlar,

ama insanın içinde bir güneş gibi bir şey var ya; но внутри человека есть что-то вроде солнца; bir yolda başlamışım yürümeye, Я начал идти по дороге

o yolun sonunda bir güneş görüyorum, "böyle" gidiyorum. Вижу солнце в конце той дороги, иду "вот так". "Bu meslek, bu meslek Türkiye için çok mühim, bu meslek," diye gidiyorum. Orada da çalıştım, çalıştım, çalıştım;

üç senenin sonunda buraya döndüm. Я вернулся сюда спустя три года.

Buraya döndüm, burada çalışacağım. Я вернулся сюда, я буду работать здесь.

Tam o sırada, bir bey geldi bana. В этот момент ко мне подошел джентльмен.

Beraber şirket kuralım, dedi. «Давайте создадим компанию вместе», — сказал он.

Aynı zamanda burada halkla ilişkilerciler de çoğalmıştı, 30-40 kişi vardı. В то же время специалистов по связям с общественностью здесь прибавилось, их стало 30-40 человек. Olur, dedim.

Onun adı Alaaddin'di, benim adım Betûl'dü; A&B; diye bir şirket kurduk. Его звали Аладдин, меня звали Бетул; А&Б; Мы основали компанию под названием Teşvikiye'de, evvela Sultan Ahmet'te bayağı çalıştık beraber. Мы много работали вместе в Тешвикие, сначала в Султанахмете. Çok insanlarla beraber çalıştık. Мы работали со многими людьми.

Ben o sırada, Allahım yarabbim, yine o ışık çarptı bana. В это время, Боже мой, этот свет снова ударил меня. Yahu, dedim, bunun bir derneği var. Ну, я сказал, у него есть ассоциация.

Ya bu dernek nasıl gidiyor? Как продвигается это объединение?

Evvela beni o derneğe bir defa seçtiler. Во-первых, однажды меня избрали в эту ассоциацию.

O işi yaptıktan sonra başkanım ya, çağırdım. После того, как я сделал эту работу, я позвонил своему президенту. Dedim ki, "Biz niye Türkiye'de böyle kuma gömülmüş yaşıyoruz? Я сказал: «Почему в Турции мы живем, зарывшись в песок? Biz uluslararası olmalıyız." Мы должны быть интернациональными».

Nasıl yani, dediler. Как же так, говорили они.

"Allah allah! Dışarıdaki derneklere bakalım." «Боже мой! Давайте посмотрим на ассоциации снаружи». İngiltere'deki dernek bana en yakını geldi tabii, orada yaşamış olduğum için. Ассоциация в Англии была мне ближе всего, конечно, потому что я там жил. Oranın başkanını buraya konuşmacı olarak davet ettim. Я пригласил президента этого места в качестве докладчика. Aa, diyeceksiniz, nasıl yaptın? Аа, скажете вы, как вы это сделали?

Çok kolay, kalktım gittim Londra'ya, Это легко, я встал и поехал в Лондон,

adamı çağırdım. Я позвонил мужчине.

Biliyorsunuz İngilizler çay sever.

Çay saati buluştuk.

Adama bir çay bir kek, "İstanbul'a gelirim ben," dedi. «Я приеду в Стамбул», — сказала она мужчине с чашкой чая и тортом. Ne demek, dedi. Gelmez miyim, yaparım, dedi konuşmayı. Что ты имеешь в виду? - сказал он. "Можно я не приду, я сделаю это", сказал он. Dedim ki, halkla ilişkilerin önemini anlatan bir şey, dedim. Я сказал: «Кое-что о важности связей с общественностью». Buraya hemen döndü, bir seminer; zaten artık işi götürüyoruz. Он тут же вернулся сюда, на семинар; Мы уже беремся за работу сейчас. Adamcağız geldi. Наш человек приехал.

Uluslararası olduğu için, bazı ülkelerin üyelerinden baskı görmeye başladım. Поскольку он международный, я начал ощущать давление со стороны представителей некоторых стран. Ve o zaman anladım ki, И вот тогда я понял

Türkiye uluslararası platformda güçlükleri var. У Турции есть трудности на международной площадке. Yani, komşularla insanların çok iyi geçinmesi lazım. Я имею в виду, что соседи и люди должны очень хорошо ладить. O iyi geçinmede de halkla ilişkilerin çok büyük önemi var Связи с общественностью имеют большое значение для хороших отношений. ve benim tutumum çok iyi olabilir, dedim. И мое отношение вполне может быть таким, сказал я.

Beyefendi konuşmasını yaptıktan sonra, После того, как джентльмен произнес свою речь,

adama dedim ki, Я сказал мужчине

"Yahu niye ben burada bir büyük toplantı yapmıyorum uluslararası?" «Ну, почему бы мне не устроить здесь большую международную встречу?» "Yap," dedi adam. "Para meselesi." «Сделай это», — сказал мужчина. «Денежный вопрос». Hemen ben seminer... Вот я и семинар...

Gerçekten, konu da şu: Действительно, вот в чем дело:

Ülkelerin komşularıyla geçinmelerinde halkla ilişkilerin önemi. Важность связей с общественностью для стран, чтобы ладить со своими соседями. Nasıl?

Bütün komşular geldi. Пришли все соседи.

Herkes buradaydı. Все были здесь.

Boğaz'da gezinti yaptılar. Они путешествовали по Босфору.

Allah, bayıldılar! Боже, они упали в обморок!

Şimdi, hakikaten nasıl Türkiye'de bunlar düşünülmemiş bilmiyorum. Теперь я действительно не знаю, как эти вещи не учитывались в Турции. O zamanlar başladı zaten turizme göre bir ilgi Türkiye'de. В то время уже был интерес к туризму в Турции. Yahu, niye biz böyle kalmışız kardeşim! Ну почему нас так оставили, брат!

Evet ama, yeterli değil. Да, но недостаточно.

Ben bir şeyler daha yapmalıyım. Я должен сделать что-то еще.

Hong Kong'da toplantı var, oraya gittim. Есть встреча в Гонконге, я поехал туда.

O sırada, benim o ilk tanıştığım İngiliz guru bana bir nasihat verdi. В то время английский гуру, которого я впервые встретил, дал мне несколько советов. Dedi ki,

"Herhangi bir toplantıya girdiğinde, bir soru sor sonunda. «Когда вы входите на любую встречу, задайте вопрос в конце. Ama öyle bir soru sor ki Betûl; herkesin kafası dönsün, Но задайте такой вопрос, что Бетул; все поворачивают головы 'Bu soruyu kim sordu?' desinler. — Кто задал этот вопрос? пусть говорят.

Bir ikinci soru patlat, aynı şeyde, ama sakın üçüncüyü sorma; Задайте второй вопрос, то же самое, но не задавайте третий; çünkü 'Yine kadın sordu,' derler," dedi. потому что они говорят: «Женщина спросила еще раз», — сказал он.

Ben de, Hong Kong'daki toplantıda Я тоже на встрече в Гонконге

bir Amerikalı konuşmacının sonunda bir soru sordum. Я задал вопрос в конце американскому спикеру. Herkeste bir duraklama oldu. Все остановились.

Söylemeyeceğim sorunun ne olduğunu, Я не скажу вам, в чем проблема,

uluslararası bir soruydu Amerikalılar ile ilgili. Это был международный вопрос об американцах. İkinci soruyu da patlattım, bir daha sormadım. Я тоже задал второй вопрос, больше его не задавал. Ertesi sene Güney Afrika'daydı toplantı, yine gittim. İçeri girdiğimde bir uğultu başladı odada. Когда я вошел, в комнате был гул.

"Mother! Mother!" diye bağırıyorlardı.

Meğer bana "Anne" demeye karar vermişler uluslararası seminerden sonra. O günden bugüne, bana zaten hâlâ С того дня и до сих пор это все еще

halkla ilişkilercilerle konuşursam,

ülkeden ülkeye, bana Anne derler. Из страны в страну меня называют Матерью.

Şimdi, bu şeyden sonra

ben tabii ki uluslararası olayda başkan oldum. O başkanlıktan sonra, После этого президентства

bunun ne kadar önemli olduğunu İstanbul da anladı, Ankara da anladı. Стамбул понимал, насколько это важно, и Анкара это понимала. Halkla ilişkilere önem verildi

ve ben nihâyet,

İstanbul'da ve Türkiye'de

halkla ilişkileri biraz yerleştirdiğime inanıyorum. Çalışmaya devam ediyorum,

benim için en önemli iki şey var:

Biri vatanım,

diğeri mesleğim.

Hepinize iyi günler dilerim.