×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - II (a)

2. Bölüm - II (a)

II

Winston, dallar arasından vuran ışıkla bir aydınlanan, bir gölgeye gömülen dar bir yolda, altın rengi su birikintilerine basarak koşar adım yürüyordu. Solundaki ağaçların altındaki toprak çançiçeklerinden görünmüyordu. Hava insanın tenini okşuyordu sanki. Mayısın ikisiydi. Ormanın derinliklerinden tahtalı güvercinlerin cıvıltıları geliyordu.

Biraz erken gelmişti. Yolu bulmakta en küçük bir güçlük çekmemişti; belli ki kız bu konuda deneyimliydi, o yüzden her zamanki kadar korkmuyordu Winston. Kız güvenli bir yer bulmuş olmalıydı. Doğrusu, kırsal yörelerin Londra'dan daha güvenli olduğu söylenemezdi. Gerçi buralarda hiç tele-ekran yoktu, ama bir yerlere yerleştirilmiş olabilecek gizli mikrofonlardan sesinizi kaydedip tanıyabilirlerdi; üstelik, kimsenin dikkatini çekmeden bir başınıza yolculuk etmeniz hiç de kolay değildi. Yüz kilometreyi geçmeyen yolculuklarda pasaportunuzu onaylatmanız gerekmiyordu, ama bazen tren istasyonlarının çevresinde dolaşan devriyeler oralarda rastladıkları bütün Parti üyelerinin kâğıtlarına bakıyorlar, akla gelmedik sorular soruyorlardı. Ne ki, Winston hiçbir devriyeye rastlamamış, istasyonda indikten sonra yola koyulduğunda da ikide bir dönüp arkasına bakmış, izlenmediği kanısına varmıştı. Tren, hava günlük güneşlik olduğu için gezintiye çıkmış proleterlerle doluydu. Winston'ın oturduğu ahşap koltuklu kompartmanı, dişleri dökülmüş bir nineden bir aylık bir bebeğe kadar kalabalık bir aile tıka basa doldurmuştu; öğleden sonrayı kırda oturan "yakınlarıyla" birlikte geçirecekler ve Winston'a hiç çekinmeden anlattıkları gibi, biraz karaborsa tereyağı alacaklardı.

Yol önce genişledi, ama çok geçmeden, kızın sözünü ettiği patikaya vardı Winston; iki yanı çalılık bir keçiyoluydu burası. Saati yoktu, ama üçü geçtiğini sanmıyordu. Yerleri boydan boya kaplayan çançiçeklerine basmadan yürümek olanaksızdı. Biraz vakit geçirmek için çömelip çiçek toplamaya başladı; ne ki, aklından, buluştuklarında kıza bir demet çiçek sunmak da geçmiyor değildi. Koca bir demet toplamış, çiçeklerin baygın kokusunu içine çekiyordu ki, arkasından gelen bir sesle donup kaldı; belli ki, çalıları çıtırdatarak yaklaşan biri vardı. En iyisi, çiçek toplamaya devam etmekti. Gelen ya kızdı ya da biri tarafından izlenmişti. Başını kaldırıp çevreye bakınsa, kuşku çekebilirdi. Bir çiçek daha, bir çiçek daha derken, bir el usulca omzuna dokundu.

Başını kaldırıp baktı. Kızdı gelen. Sesini çıkarmaması için başıyla uyardıktan sonra çalıları araladı ve ormana giden dar yolda hızla ilerlemeye başladı. Balçıklara hiç basmadan yürüdüğüne bakılırsa, buradan çok geçmişti. Winston da, çiçek demetini sımsıkı tutarak, ardına düştü. İlkin büyük bir rahatlık duymuştu, ama önünde ilerleyen dipdiri, incecik bedene, beline sımsıkı sarılmış kırmızı kuşakla kalçalarının daha da ortaya çıkan yuvarlaklığına bakarken yüreğine ağır bir eziklik çöktü. Şimdi bile, kız arkasına dönüp kendisine bir baksa, vazgeçebilirmiş gibi geliyordu Winston'a. Havanın güzelliği, yemyeşil yapraklar gözünü korkutuyordu. Daha istasyondan buraya yürürken, mayıs güneşi altında kendini sararmış solmuş, Londra'nın toz dumanı derisinin gözeneklerine işlemiş, gün yüzü görmeyen bir yaratık gibi hissetmişti. Kızın onu şimdiye kadar hiç gün ışığında görmediğini fark etmişti birden. Daha önce kızın sözünü ettiği, kuruyup devrilmiş ağacın oraya gelmişlerdi. Kız ağacın üzerinden atladı ve geçit vermez gibi görünen çalıları araladı. Winston da ardından yürüdü ve bir açıklığa çıktılar; çepeçevre yüksek, körpe ağaçlarla kuşatılmış çimenlik bir tepecikteydiler. Kız durup arkasına döndü.

"İşte geldik," dedi.

Aralarında yalnızca birkaç adım kalmış olmasına karşın, Winston kıza iyice sokulmayı göze alamıyordu.

"Patikada yürürken, gizli bir mikrofon falan olabilir diye konuşmak istemedim," dedi kız. "Sanmıyorum, ama belli de olmaz. Neme lazım, ya o soysuzlardan biri sesimizi tanırsa. Neyse, burada güvende sayılırız."

Winston hâlâ kıza yaklaşacak cesareti bulamıyordu kendinde. "Demek burada güvendeyiz, öyle mi?" diye alık alık yineledi.

"Evet. Ağaçlara baksana." Çevreleri, bir süre önce budanıp yeniden sürgün vermiş, bilek kalınlığında dişbudaklarla kaplıydı. "Dalları arasına mikrofon gizlenebilecek kadar büyümemişler. Hem ilk gelişim değil buraya."

Konuşadursunlar, Winston kıza biraz daha sokulmayı başarmıştı. Kız karşısında dimdik duruyordu; yüzünde, neden bu kadar ağırdan aldığını sorgularcasına hafif alaycı bir gülümseyiş belirmişti. Ayaklarının altı çançiçekleriyle kaplıydı. Sanki toprağı kendiliğinden örtüvermişlerdi. Winston kızın elini tuttu.

"İnanır mısın," dedi, "şu ana kadar gözlerinin renginin farkında değildim." Kirpikleri kopkoyu, gözleri kahverengiydi, açık kahverengi. "İşte sen de gördün neye benzediğimi sonunda, hâlâ bakabiliyor musun bana?"

"Neden bakamayacakmışım ki?"

"Otuz dokuz yaşındayım. Yakamı kurtaramadığım bir karım, bacaklarımda varislerim, beş takma dişim var."

"Umurumda değil," dedi kız.

Hangisinin önce davrandığı belli değildi, ama az sonra kollarındaydı kız. Winston ilk başta, olup bitene inanamadı. Kızın dipdiri bedeni bedenine sımsıkı yaslanmıştı, simsiyah saçlarından önünü göremiyordu. Ve evet! Kız başını kaldırıp ona baktı, Winston o geniş, kırmızı ağzı öptü. Kız, kollarını Winston'ın boynuna dolamış, sevgilim, bir tanem, canım, diye mırıldanıyordu. Winston kızı çekip yere yatırdı, kız hiç karşı koymadı, ona istediğini yapabilirdi. Ne ki, kıza dokunuyordu, ama bedeninde en küçük bir uyanma yoktu Winston'ın. Şaşkın ve gururluydu, o kadar. Olup bitenden hoşnuttu, ama en küçük bir cinsel istek duymuyordu. Her şey ansızın oluverdiği için mi, kızın gençliği ve güzelliği gözünü korkuttuğundan mı, yoksa kadınsız yaşamaya fazla alıştığı için mi, nedenini bilemiyordu. Kız toparlanıp kalktı, saçına ilişen bir çançiçeğini aldı. Winston'ın yanına oturup kolunu beline doladı.

"Aldırma, bir tanem. Acelemiz ne? Akşama kadar buradayız. Burası saklanmak için biçilmiş kaftan, değil mi? Hep birlikte çıkılan o doğa yürüyüşlerinden birinde yolumu kaybedince kendimi burada bulmuştum. Birinin geldiğini yüz metreden duyuyorsun."

Winston, "Adın ne?" diye sordu.

"Julia. Ben seninkini biliyorum. Winston... Winston Smith."

"Nasıl öğrendin?"

"Galiba bazı şeyleri öğrenmekte senden daha becerikliyim, canım. Söyle bakalım, sana o pusulayı vermeden önce hakkımda neler düşünüyordun?"

Winston yalan söyleme isteğine kapılmadı. Dahası, en kötüsünden başlamak bir tür ilanı aşk yerine bile geçebilir, diye düşündü.

"Senden resmen nefret ediyordum," dedi. "Irzına geçmek, sonra da öldürmek istiyordum seni. İki hafta önce, başını bir kaldırım taşıyla ezmeyi geçirdim aklımdan ciddi ciddi. Doğrusunu istersen, senin Düşünce Polisi'yle bir ilişkin olduğunu düşünüyordum."

Gülüşüne bakılırsa kızın hoşuna gitmişti; belli ki, Winston'ın sözlerini kendini gizlemekteki becerisine bir övgü olarak almıştı.

"Düşünce Polisi ha! Gerçekten böyle düşünmüş olamazsın!"

"Yok, aslında tam öyle değil. Ama görünüşüne bakarak –gençsin, dinçsin, sağlıklısın ya, anlarsın işte– sandım ki..."

"İyi bir Parti üyesi olduğumu sandın. Özüyle sözüyle su katılmadık bir Parti üyesi. Bayraklar, geçit törenleri, oyunlar, toplu doğa yürüyüşleri falan. Fırsatını bulsam seni bir düşünce-suçlusu olarak ele verip öldürteceğimi geçirdin kafandan, değil mi?"

"Evet, öyle bir şey işte. Biliyorsun, genç kızların çoğu böyle."


2. Bölüm - II (a)

II

Winston, dallar arasından vuran ışıkla bir aydınlanan, bir gölgeye gömülen dar bir yolda, altın rengi su birikintilerine basarak koşar adım yürüyordu. Winston was jogging, stepping over golden puddles, down a narrow path that was shrouded in shadow and illuminated by the light shining through the branches. Solundaki ağaçların altındaki toprak çançiçeklerinden görünmüyordu. The earth under the trees to his left was not visible from the bellflowers. Hava insanın tenini okşuyordu sanki. It was as if the air was caressing your skin. Mayısın ikisiydi. It was the second of May. Ormanın derinliklerinden tahtalı güvercinlerin cıvıltıları geliyordu. From the depths of the forest came the chirping of wooden pigeons.

Biraz erken gelmişti. It was a little early. Yolu bulmakta en küçük bir güçlük çekmemişti; belli ki kız bu konuda deneyimliydi, o yüzden her zamanki kadar korkmuyordu Winston. He had not the slightest difficulty in finding the way; Evidently the girl was experienced at this, so she wasn't as frightened as usual. Kız güvenli bir yer bulmuş olmalıydı. The girl must have found a safe place. Doğrusu, kırsal yörelerin Londra'dan daha güvenli olduğu söylenemezdi. Indeed, the countryside could not be said to be safer than London. Gerçi buralarda hiç tele-ekran yoktu, ama bir yerlere yerleştirilmiş olabilecek gizli mikrofonlardan sesinizi kaydedip tanıyabilirlerdi; üstelik, kimsenin dikkatini çekmeden bir başınıza yolculuk etmeniz hiç de kolay değildi. Although there were no telescreens around here, they could record and recognize your voice from hidden microphones that might have been placed somewhere; moreover, it was not easy to travel alone without anyone noticing. Yüz kilometreyi geçmeyen yolculuklarda pasaportunuzu onaylatmanız gerekmiyordu, ama bazen tren istasyonlarının çevresinde dolaşan devriyeler oralarda rastladıkları bütün Parti üyelerinin kâğıtlarına bakıyorlar, akla gelmedik sorular soruyorlardı. You didn't have to have your passport validated on trips of less than a hundred kilometers, but sometimes the patrols around the train stations looked at the papers of all Party members they encountered there, asking unthinkable questions. Ne ki, Winston hiçbir devriyeye rastlamamış, istasyonda indikten sonra yola koyulduğunda da ikide bir dönüp arkasına bakmış, izlenmediği kanısına varmıştı. However, Winston had not come across any patrols, and when he got off at the station and set off, he looked back every now and then and realized that he was not being followed. Tren, hava günlük güneşlik olduğu için gezintiye çıkmış proleterlerle doluydu. The train was full of proletarians taking a stroll, as it was sunny daily. Winston'ın oturduğu ahşap koltuklu kompartmanı, dişleri dökülmüş bir nineden bir aylık bir bebeğe kadar kalabalık bir aile tıka basa doldurmuştu; öğleden sonrayı kırda oturan "yakınlarıyla" birlikte geçirecekler ve Winston'a hiç çekinmeden anlattıkları gibi, biraz karaborsa tereyağı alacaklardı. A large family of families, from a toothless grandma to a one-month-old baby, crammed Winston's wooden armchair; They would spend the afternoon with their "relatives" in the country and buy some black-market butter, as they had told Winston without hesitation.

Yol önce genişledi, ama çok geçmeden, kızın sözünü ettiği patikaya vardı Winston; iki yanı çalılık bir keçiyoluydu burası. The road widened at first, but soon Winston reached the path of which she spoke; It was a bush road on both sides. Saati yoktu, ama üçü geçtiğini sanmıyordu. He didn't have a watch, but he didn't think it was past three. Yerleri boydan boya kaplayan çançiçeklerine basmadan yürümek olanaksızdı. It was impossible to walk without stepping on the bellflowers that covered the floor. Biraz vakit geçirmek için çömelip çiçek toplamaya başladı; ne ki, aklından, buluştuklarında kıza bir demet çiçek sunmak da geçmiyor değildi. To pass some time, he crouched down and began to collect flowers; however, it was not on his mind to offer her a bunch of flowers when they met. Koca bir demet toplamış, çiçeklerin baygın kokusunu içine çekiyordu ki, arkasından gelen bir sesle donup kaldı; belli ki, çalıları çıtırdatarak yaklaşan biri vardı. He gathered a huge bunch, inhaling the faint scent of flowers, when he froze at a voice behind him; There was obviously someone approaching, crackling the bushes. En iyisi, çiçek toplamaya devam etmekti. It was best to keep picking flowers. Gelen ya kızdı ya da biri tarafından izlenmişti. The one who came was either angry or was followed by someone. Başını kaldırıp çevreye bakınsa, kuşku çekebilirdi. If he had lifted his head and looked around, he would have aroused suspicion. Bir çiçek daha, bir çiçek daha derken, bir el usulca omzuna dokundu. Another flower, another flower, and a hand softly touched his shoulder.

Başını kaldırıp baktı. He looked up. Kızdı gelen. She came from. Sesini çıkarmaması için başıyla uyardıktan sonra çalıları araladı ve ormana giden dar yolda hızla ilerlemeye başladı. After warning him with his head not to make a sound, he parted the bushes and started speeding along the narrow road that led to the forest. Balçıklara hiç basmadan yürüdüğüne bakılırsa, buradan çok geçmişti. It had been a long time since he walked on the slime without stepping on it. Winston da, çiçek demetini sımsıkı tutarak, ardına düştü. Winston fell behind him, clutching the bouquet of flowers. İlkin büyük bir rahatlık duymuştu, ama önünde ilerleyen dipdiri, incecik bedene, beline sımsıkı sarılmış kırmızı kuşakla kalçalarının daha da ortaya çıkan yuvarlaklığına bakarken yüreğine ağır bir eziklik çöktü. At first he felt a great relief, but a heavy crush fell on his heart as he looked at the slender body advancing in front of him, the red belt tightly wrapped around his waist, and the more evident roundness of his hips. Şimdi bile, kız arkasına dönüp kendisine bir baksa, vazgeçebilirmiş gibi geliyordu Winston'a. Even now, it seemed to Winston that he might give up if she looked back at him. Havanın güzelliği, yemyeşil yapraklar gözünü korkutuyordu. The beauty of the air, the lush green leaves intimidated him. Daha istasyondan buraya yürürken, mayıs güneşi altında kendini sararmış solmuş, Londra'nın toz dumanı derisinin gözeneklerine işlemiş, gün yüzü görmeyen bir yaratık gibi hissetmişti. Even as he walked here from the station, he felt like a creature that had not seen the light of day, withered in the May sun, the dust of London's dust penetrating the pores of his skin. Kızın onu şimdiye kadar hiç gün ışığında görmediğini fark etmişti birden. He suddenly realized that the girl had never seen him in daylight before. Daha önce kızın sözünü ettiği, kuruyup devrilmiş ağacın oraya gelmişlerdi. They had come to the withered tree of which the girl had spoken earlier. Kız ağacın üzerinden atladı ve geçit vermez gibi görünen çalıları araladı. The girl jumped over the tree and parted through the seemingly impenetrable bushes. Winston da ardından yürüdü ve bir açıklığa çıktılar; çepeçevre yüksek, körpe ağaçlarla kuşatılmış çimenlik bir tepecikteydiler. Winston followed her, and they came out into a clearing; They were on a grassy mound surrounded by tall, young trees. Kız durup arkasına döndü. The girl stopped and turned around.

"İşte geldik," dedi. "Here we are," he said.

Aralarında yalnızca birkaç adım kalmış olmasına karşın, Winston kıza iyice sokulmayı göze alamıyordu. Winston couldn't afford to get too close to her, even though they were only a few feet apart.

"Patikada yürürken, gizli bir mikrofon falan olabilir diye konuşmak istemedim," dedi kız. “I didn't want to talk while we were walking down the path in case there was a hidden microphone or something,” the girl said. "Sanmıyorum, ama belli de olmaz. "I don't think so, but you never know. Neme lazım, ya o soysuzlardan biri sesimizi tanırsa. What if one of those bastards recognizes our voice? Neyse, burada güvende sayılırız." Anyway, we're pretty safe here."

Winston hâlâ kıza yaklaşacak cesareti bulamıyordu kendinde. Winston still could not find the courage to approach the girl. "Demek burada güvendeyiz, öyle mi?" "So we're safe here, right?" diye alık alık yineledi. he mutteredly repeated.

"Evet. "Yes. Ağaçlara baksana." Look at the trees." Çevreleri, bir süre önce budanıp yeniden sürgün vermiş, bilek kalınlığında dişbudaklarla kaplıydı. They were surrounded by ankle-thick ash, some time ago pruned and re-sprouted. "Dalları arasına mikrofon gizlenebilecek kadar büyümemişler. "They're not big enough to hide a microphone between their branches. Hem ilk gelişim değil buraya." Besides, it's not my first time here."

Konuşadursunlar, Winston kıza biraz daha sokulmayı başarmıştı. While they could talk, Winston had managed to get a little closer to her. Kız karşısında dimdik duruyordu; yüzünde, neden bu kadar ağırdan aldığını sorgularcasına hafif alaycı bir gülümseyiş belirmişti. The girl stood straight before him; A slightly mocking smile appeared on his face, as if questioning why he was taking it so slowly. Ayaklarının altı çançiçekleriyle kaplıydı. The soles of his feet were covered with bellflowers. Sanki toprağı kendiliğinden örtüvermişlerdi. It was as if they had covered the ground by themselves. Winston kızın elini tuttu. Winston took her hand.

"İnanır mısın," dedi, "şu ana kadar gözlerinin renginin farkında değildim." "Would you believe it," he said, "until now I wasn't aware of the color of your eyes." Kirpikleri kopkoyu, gözleri kahverengiydi, açık kahverengi. His eyelashes were dark, his eyes were brown, light brown. "İşte sen de gördün neye benzediğimi sonunda, hâlâ bakabiliyor musun bana?" "So you've seen what I look like at last, can you still look at me?"

"Neden bakamayacakmışım ki?" "Why couldn't I look?"

"Otuz dokuz yaşındayım. "I am thirty-nine years old. Yakamı kurtaramadığım bir karım, bacaklarımda varislerim, beş takma dişim var." I have a wife that I can't save, varicose veins on my legs, five dentures."

"Umurumda değil," dedi kız. "I don't care," said the girl.

Hangisinin önce davrandığı belli değildi, ama az sonra kollarındaydı kız. It was unclear which of them acted first, but soon the girl was in his arms. Winston ilk başta, olup bitene inanamadı. At first, Winston could not believe what was happening. Kızın dipdiri bedeni bedenine sımsıkı yaslanmıştı, simsiyah saçlarından önünü göremiyordu. The girl's lively body was tightly pressed against him, she could not see through her jet-black hair. Ve evet! And yes! Kız başını kaldırıp ona baktı, Winston o geniş, kırmızı ağzı öptü. The girl looked up at him, and Winston kissed that wide, red mouth. Kız, kollarını Winston'ın boynuna dolamış, sevgilim, bir tanem, canım, diye mırıldanıyordu. Darling, darling, darling, the girl muttered, her arms around Winston's neck. Winston kızı çekip yere yatırdı, kız hiç karşı koymadı, ona istediğini yapabilirdi. Winston pulled her down and laid her on the ground, she didn't resist, she could do whatever she wanted to him. Ne ki, kıza dokunuyordu, ama bedeninde en küçük bir uyanma yoktu Winston'ın. He was touching her, however, but there was not the slightest awakening in Winston's body. Şaşkın ve gururluydu, o kadar. He was surprised and proud, that's all. Olup bitenden hoşnuttu, ama en küçük bir cinsel istek duymuyordu. He was content with what was happening, but he felt not the slightest sexual desire. Her şey ansızın oluverdiği için mi, kızın gençliği ve güzelliği gözünü korkuttuğundan mı, yoksa kadınsız yaşamaya fazla alıştığı için mi, nedenini bilemiyordu. He didn't know why, whether it was because everything had happened so suddenly, because the girl's youth and beauty had intimidated him, or because he had gotten too used to living without a woman. Kız toparlanıp kalktı, saçına ilişen bir çançiçeğini aldı. The girl got up and picked up a bellflower from her hair. Winston'ın yanına oturup kolunu beline doladı. He sat next to Winston and wrapped his arm around his waist.

"Aldırma, bir tanem. "Never mind, honey. Acelemiz ne? What's our hurry? Akşama kadar buradayız. We are here until evening. Burası saklanmak için biçilmiş kaftan, değil mi? This place is perfect for hiding, isn't it? Hep birlikte çıkılan o doğa yürüyüşlerinden birinde yolumu kaybedince kendimi burada bulmuştum. I found myself here when I lost my way on one of those nature walks that we all go on together. Birinin geldiğini yüz metreden duyuyorsun." You hear someone coming from a hundred yards away."

Winston, "Adın ne?" Winston said, "What's your name?" diye sordu. she asked.

"Julia. "Julia. Ben seninkini biliyorum. I know yours. Winston... Winston Smith." Winston... Winston Smith."

"Nasıl öğrendin?" "How did you learn?"

"Galiba bazı şeyleri öğrenmekte senden daha becerikliyim, canım. "I think I'm better at learning things than you, dear. Söyle bakalım, sana o pusulayı vermeden önce hakkımda neler düşünüyordun?" Tell me, what were you thinking of me before I gave you that compass?"

Winston yalan söyleme isteğine kapılmadı. Winston was not compelled to lie. Dahası, en kötüsünden başlamak bir tür ilanı aşk yerine bile geçebilir, diye düşündü. Moreover, starting with the worst might even replace a kind of declaration of love, he thought.

"Senden resmen nefret ediyordum," dedi. “I literally hated you,” he said. "Irzına geçmek, sonra da öldürmek istiyordum seni. "I wanted to rape you and then kill you. İki hafta önce, başını bir kaldırım taşıyla ezmeyi geçirdim aklımdan ciddi ciddi. Two weeks ago, I was seriously thinking about crushing his head with a cobblestone. Doğrusunu istersen, senin Düşünce Polisi'yle bir ilişkin olduğunu düşünüyordum." Honestly, I thought you had an affair with the Thought Police."

Gülüşüne bakılırsa kızın hoşuna gitmişti; belli ki, Winston'ın sözlerini kendini gizlemekteki becerisine bir övgü olarak almıştı. Judging by his smile, she liked it; Evidently he had taken Winston's words as a tribute to his skill at concealing himself.

"Düşünce Polisi ha! "The Thought Police huh! Gerçekten böyle düşünmüş olamazsın!" You can't really think like that!"

"Yok, aslında tam öyle değil. "No, actually it's not like that. Ama görünüşüne bakarak –gençsin, dinçsin, sağlıklısın ya, anlarsın işte– sandım ki..." But by the way you look—you're young, vigorous, healthy, you know—I thought..."

"İyi bir Parti üyesi olduğumu sandın. "You thought I was a good Party member. Özüyle sözüyle su katılmadık bir Parti üyesi. He is a Party member who did not agree with his word. Bayraklar, geçit törenleri, oyunlar, toplu doğa yürüyüşleri falan. Flags, parades, games, trekking, etc. Fırsatını bulsam seni bir düşünce-suçlusu olarak ele verip öldürteceğimi geçirdin kafandan, değil mi?" You thought I'd turn you in as a thought-criminal and have you killed if I got the chance, right?"

"Evet, öyle bir şey işte. "Yeah, something like that. Biliyorsun, genç kızların çoğu böyle." You know, most young girls are like that."