×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - I (c)

2. Bölüm - I (c)

Ampleforth, Winston'ı görmediği için gidip başka bir masaya oturdu. Winston'la genç kız başka bir şey konuşmadıkları gibi, aynı masada karşılıklı oturmalarına karşın elden geldiğince birbirlerine bakmamaya çalıştılar. Kız yemeğini çabucak bitirip kalktı, Winston ise oturduğu yerde bir sigara yaktı.

Zafer Meydanı'na kararlaştırdıkları saatten önce vardı. Tepesinde Büyük Birader'in güneye dönük heykelinin, Havaşeridi Bir Çarpışması'nda Avrasya uçaklarının (birkaç yıl önce Doğuasya uçaklarıydı bunlar) hakkından geldiği gökyüzüne baktığı görkemli yivli sütunun kaidesinin çevresinde dolandı. Sütunun önünden geçen caddede, Oliver Cromwell'i at sırtında gösteren bir heykel vardı. Randevu saatini beş dakika geçmiş, ama kız hâlâ görünmemişti. Winston bir kez daha müthiş bir korkuya kapıldı. Demek gelmeyecekti, vazgeçmişti! Ağır ağır meydanın kuzey yakasına doğru yürüdü ve çanları bir zamanlar "Nerde benim üç çeyreğim" diye çalmış olan St. Martin Kilisesi'ni görünce buruk bir hoşnutluk duydu. Sonra birden kızı gördü; anıtın kaidesinin orada durmuş, sütunu sarmalayan bir posteri okuyor ya da okuyormuş gibi yapıyordu. Orası biraz daha kalabalıklaşıncaya kadar kızın yanına gitmek tehlikeliydi. Binanın alınlığının çevresi tele-ekrandan geçilmiyordu. Ama tam o sırada bir patırtı koptu, sol taraftan ağır araçların uğultusu duyuldu. Birden herkes meydanın ortasında koşuşturmaya başladı. Kız da çabucak anıtın kaidesindeki aslanların çevresini dolandı ve koşuşanların arasına karıştı. Winston da arkasından. Koşarken, sağdan soldan gelen bağırtılardan, Avrasyalı tutsakları taşıyan bir konvoyun geçmekte olduğunu anladı.

Meydanın güney yakasında yoğun bir kalabalık birikmişti. Her zaman bu tür kargaşalardan uzak durmayı seçen Winston bu kez dirseklerini kullanarak, omuz atarak, ite kaka kalabalığın içine daldı. Kıza iyice yaklaşmıştı ki, araya insan azmanı bir proleter ile karısı olduğu anlaşılan, fıçı gibi bir kadın girdi; kızla arasında aşılmaz bir etten duvar oluşturmuşlardı. Winston solucan gibi kıvrıldı, var gücüyle hamle yaparak bir omzunu adamla kadının arasına soktu. Bir an iki koca kalça arasında yassılır gibi olduysa da, sonunda aradan sıyrılıverdi; ter içinde kalmıştı. Artık kızın yanındaydı. Omuz omuzaydılar, ama ikisi de gözlerini önüne dikmişti.

Donuk bakışlı muhafızların, ellerinde yarı makineli tüfekleriyle her bir köşesinde dimdik dikildikleri kamyonlar caddede ağır ağır ilerliyor, konvoyun ardı arası kesilmiyordu. Kamyonlara balık istifi doldurulmuş, yırtık pırtık yeşilimtırak üniformalarıyla sarı yüzlü ufak tefek adamlar çömelip oturmuşlardı. Hüzünlü çekik gözleriyle kamyonların kenarından boş boş dışarıya bakıyorlardı. Arada sırada kamyonlardan biri sarsıldığında demir şakırtıları duyuluyordu: Tüm tutsakların ayaklarına pranga vurulmuştu. Kederli yüzlerle dolu kamyonlar birbiri ardı sıra geçip gidiyordu. Winston onların orada olduklarını biliyor, ama yüzlerini arada bir görebiliyordu. Kızın omzu ve kolu dirseğine kadar Winston'ın koluna yaslanmıştı. Yanağı o kadar yakındı ki, handiyse sıcaklığı duyulacaktı. Kız, tıpkı kantinde yaptığı gibi, hemen dizginleri ele aldı. Daha önce de yaptığı gibi, dudaklarını nerdeyse hiç kıpırdatmadan, soğuk bir sesle konuşmaya başladı; sesi, bağrışmalar ve kamyonların gürültüsü arasında boğulup gidiyordu.

"Beni duyabiliyor musun?"

"Evet."

"Pazar öğleden sonra işin var mı?"

"Hayır."

"O zaman dinle. Aklında tutman gerekecek. Paddington İstasyonu'na git..."

Winston'ın ağzını açık bırakan, nerdeyse askeri bir şaşmazlıkla, izleyeceği yolu tarif etti. Yarım saatlik bir tren yolculuğu; istasyondan çıkınca sola dön; yol boyunca iki kilometre yürü; en üstteki çıtası eksik olan bir kapıdan girip çayırın ortasından geçen bir patikaya gireceksin; otlarla kaplı dar bir yoldan yürüyüp çalılar arasında bir keçiyolundan geçecek, yosun tutmuş kupkuru bir ağaca varacaksın. Sanki kafasının içinde bir harita vardı. En sonunda, "Bunların hepsini aklında tutabilecek misin?" diye mırıldandı.

"Evet."

"Önce sola, sonra sağa, sonra yeniden sola dön. Unutma, kapının en üstteki çıtası yok."

"Tamam. Kaçta?"

"Öğleden sonra üç sularında. Beklemen gerekebilir. Ben başka bir yoldan geleceğim. Her şeyi aklında tutabileceğinden emin misin?"

"Evet."

"Öyleyse hemen uzaklaş benden."

Aslında bunu söylemesine gerek yoktu. Ama kalabalığın ortasında sıkışıp kalmışlardı. Kamyonlar hâlâ birbiri ardı sıra geçiyordu, insanlar göz kesilmiş, seyre dalmışlardı. İlk başta yuhalayıp ıslıklayanlar olmuştu, ama bunlar kalabalığın arasındaki Parti üyeleriydi ve çok geçmeden susmuşlardı. Kalabalığın heyecanı tümüyle meraktan kaynaklanıyordu. Yabancılara, ister Avrasyalı ister Doğuasyalı olsunlar, yabansı hayvanlar gözüyle bakılıyordu. Onları yalnızca tutsak durumunda, o da ancak götürülürlerken şöyle bir görüyorlardı. Savaş suçlusu olarak idam edilenler dışında başlarına neler geldiğini kimse bilmiyordu; idam edilmeyenler ortadan kayboluveriyor, olasılıkla kendilerini zorla çalıştırıldıkları kamplarda buluyorlardı. Yuvarlak Moğol yüzlerin yerini şimdi daha Avrupalı, pis, sakallı ve bitkin yüzler almıştı. Bazen gözler, çıkık elmacıkkemiklerinin üzerinden tuhaf bir ısrarla Winston'ın gözlerinin içine bakıyor, sonra çabucak bir başka yöne çevriliyordu. Konvoyun sonu gelmişti. Son kamyonun içinde dimdik duran yaşlı bir adam çarptı Winston'ın gözüne; ak saçları yüzünü örtmüştü; sanki hep böyle duruyormuşçasına kollarını önünde kavuşturmuştu. Artık Winston'la kızın ayrılmaları gerekiyordu. Ama son anda, henüz kalabalıktan kurtulamamışken, kız Winston'ın elini tutup usulca sıktı.

On saniye sürmüş sürmemişti, ama Winston'a elleri uzunca bir süre birbirine kenetliymiş gibi geldi. O kısacık an, kızın elini tüm ayrıntılarıyla tanımasına yetti. Uzun parmaklarını, biçimli tırnaklarını, çalışmaktan nasır tutmuş avcunu, bileğinin altındaki yumuşacık teni keşfetti. Artık yalnızca dokunarak bile tanıyabilirdi bu eli. Birden, kızın gözlerinin ne renk olduğunu bilmediğini düşündü. Herhalde kahverengiydiler, ama siyah saçlılar bazen mavi gözlü de olabiliyorlardı. İçinden dönüp bakmak geçtiyse de, böylesi bir çılgınlığı göze alamadı. Elleri birbirine sımsıkı kenetlenmiş, yüzlerce gövde arasında sıkışıp kaybolmuş, gözlerini öylece karşıya dikmişlerdi; kızın gözleri yerine, ihtiyar tutsağın kederli gözleri, yüzünü örten saçlarının arasından, Winston'a bakıyordu.


2. Bölüm - I (c) Part 2 - I (c)

Ampleforth, Winston'ı görmediği için gidip başka bir masaya oturdu. Since Ampleforth did not see Winston, he went and sat at another table. Winston'la genç kız başka bir şey konuşmadıkları gibi, aynı masada karşılıklı oturmalarına karşın elden geldiğince birbirlerine bakmamaya çalıştılar. Winston and the girl said nothing else, and although they sat facing each other at the same table, they tried as best not to look at each other. Kız yemeğini çabucak bitirip kalktı, Winston ise oturduğu yerde bir sigara yaktı. The girl quickly finished her meal and got up, while Winston sat down and lit a cigarette.

Zafer Meydanı'na kararlaştırdıkları saatten önce vardı. Arrived in Victory Square before the agreed time. Tepesinde Büyük Birader'in güneye dönük heykelinin, Havaşeridi Bir Çarpışması'nda Avrasya uçaklarının (birkaç yıl önce Doğuasya uçaklarıydı bunlar) hakkından geldiği gökyüzüne baktığı görkemli yivli sütunun kaidesinin çevresinde dolandı. He circled the plinth of the magnificent fluted pillar, on top of which the south-facing statue of Big Brother looked up to the sky that the Eurasian planes (which were Eastasia planes a few years ago) had defeated in an Airstrip Collision. Sütunun önünden geçen caddede, Oliver Cromwell'i at sırtında gösteren bir heykel vardı. In the street past the column was a statue of Oliver Cromwell on horseback. Randevu saatini beş dakika geçmiş, ama kız hâlâ görünmemişti. Five minutes past the appointment time, but the girl still hadn't appeared. Winston bir kez daha müthiş bir korkuya kapıldı. Once again Winston fell into a terrible fright. Demek gelmeyecekti, vazgeçmişti! So he wasn't going to come, he had given up! Ağır ağır meydanın kuzey yakasına doğru yürüdü ve çanları bir zamanlar "Nerde benim üç çeyreğim" diye çalmış olan St. He walked slowly to the north side of the square, and St. Martin Kilisesi'ni görünce buruk bir hoşnutluk duydu. Martin's Church, he felt bitterly pleased. Sonra birden kızı gördü; anıtın kaidesinin orada durmuş, sütunu sarmalayan bir posteri okuyor ya da okuyormuş gibi yapıyordu. Then suddenly he saw the girl; He was standing by the base of the monument, reading or pretending to read a poster surrounding the pillar. Orası biraz daha kalabalıklaşıncaya kadar kızın yanına gitmek tehlikeliydi. It was dangerous to go near her until it got a little more crowded. Binanın alınlığının çevresi tele-ekrandan geçilmiyordu. The perimeter of the pediment of the building was impenetrable to the telescreen. Ama tam o sırada bir patırtı koptu, sol taraftan ağır araçların uğultusu duyuldu. But just then, a commotion broke out, the hum of heavy vehicles was heard from the left side. Birden herkes meydanın ortasında koşuşturmaya başladı. Suddenly everyone started running in the middle of the square. Kız da çabucak anıtın kaidesindeki aslanların çevresini dolandı ve koşuşanların arasına karıştı. The girl, too, quickly circled the lions on the pedestal of the monument and mingled with the hustle and bustle. Winston da arkasından. Winston is behind him. Koşarken, sağdan soldan gelen bağırtılardan, Avrasyalı tutsakları taşıyan bir konvoyun geçmekte olduğunu anladı. As he ran, he realized from the shouts coming from right and left that a convoy of Eurasian prisoners was passing by.

Meydanın güney yakasında yoğun bir kalabalık birikmişti. A large crowd had gathered on the south side of the square. Her zaman bu tür kargaşalardan uzak durmayı seçen Winston bu kez dirseklerini kullanarak, omuz atarak, ite kaka kalabalığın içine daldı. Winston, always choosing to stay away from such turmoil, this time using his elbows, shrugging, and pushing into the crowd. Kıza iyice yaklaşmıştı ki, araya insan azmanı bir proleter ile karısı olduğu anlaşılan, fıçı gibi bir kadın girdi; kızla arasında aşılmaz bir etten duvar oluşturmuşlardı. He had gotten very close to the girl when a fierce proletarian and a woman like a barrel, who turned out to be his wife, intervened; they had formed an impenetrable wall of flesh between him and the girl. Winston solucan gibi kıvrıldı, var gücüyle hamle yaparak bir omzunu adamla kadının arasına soktu. Winston curled up like a worm, lunging with all his might, thrusting one shoulder between the man and the woman. Bir an iki koca kalça arasında yassılır gibi olduysa da, sonunda aradan sıyrılıverdi; ter içinde kalmıştı. For a moment he seemed to flatten between two big hips, but finally he slipped out; was covered in sweat. Artık kızın yanındaydı. He was with her now. Omuz omuzaydılar, ama ikisi de gözlerini önüne dikmişti. They were shoulder to shoulder, but both were staring at him.

Donuk bakışlı muhafızların, ellerinde yarı makineli tüfekleriyle her bir köşesinde dimdik dikildikleri kamyonlar caddede ağır ağır ilerliyor, konvoyun ardı arası kesilmiyordu. Trucks, with dull-eyed guards standing upright at each corner with semi-machine guns in their hands, were slowly advancing down the street, and the convoy was incessantly. Kamyonlara balık istifi doldurulmuş, yırtık pırtık yeşilimtırak üniformalarıyla sarı yüzlü ufak tefek adamlar çömelip oturmuşlardı. Small men with yellow faces in their tattered greenish uniforms sat crouched in trucks with a hoard of fish. Hüzünlü çekik gözleriyle kamyonların kenarından boş boş dışarıya bakıyorlardı. They were staring blankly out of the side of the trucks with their sad slanted eyes. Arada sırada kamyonlardan biri sarsıldığında demir şakırtıları duyuluyordu: Tüm tutsakların ayaklarına pranga vurulmuştu. Every now and then there was a rattling of iron when one of the trucks jolted: all the prisoners were shackled to their feet. Kederli yüzlerle dolu kamyonlar birbiri ardı sıra geçip gidiyordu. Trucks filled with sad faces were passing one after another. Winston onların orada olduklarını biliyor, ama yüzlerini arada bir görebiliyordu. Winston knew they were there, but he could see their faces once in a while. Kızın omzu ve kolu dirseğine kadar Winston'ın koluna yaslanmıştı. Her shoulder and arm rested up to her elbow on Winston's arm. Yanağı o kadar yakındı ki, handiyse sıcaklığı duyulacaktı. His cheek was so close that you could almost feel his warmth. Kız, tıpkı kantinde yaptığı gibi, hemen dizginleri ele aldı. The girl immediately took the reins, just as she did in the canteen. Daha önce de yaptığı gibi, dudaklarını nerdeyse hiç kıpırdatmadan, soğuk bir sesle konuşmaya başladı; sesi, bağrışmalar ve kamyonların gürültüsü arasında boğulup gidiyordu. He spoke in a cold voice, as he had done before, almost without moving his lips; His voice was drowned out by shouting and the roar of trucks.

"Beni duyabiliyor musun?" "Can you hear me?"

"Evet." "Yes."

"Pazar öğleden sonra işin var mı?" "Do you have work on Sunday afternoon?"

"Hayır." "No."

"O zaman dinle. "Then listen. Aklında tutman gerekecek. You'll have to keep it in mind. Paddington İstasyonu'na git..."

Winston'ın ağzını açık bırakan, nerdeyse askeri bir şaşmazlıkla, izleyeceği yolu tarif etti. With almost military precision, which left Winston's mouth hanging open, he described the route to follow. Yarım saatlik bir tren yolculuğu; istasyondan çıkınca sola dön; yol boyunca iki kilometre yürü; en üstteki çıtası eksik olan bir kapıdan girip çayırın ortasından geçen bir patikaya gireceksin; otlarla kaplı dar bir yoldan yürüyüp çalılar arasında bir keçiyolundan geçecek, yosun tutmuş kupkuru bir ağaca varacaksın. A half-hour train ride; when you leave the station, turn left; walk two kilometers along the road; you will enter through a door with the missing lath at the top and enter a path that runs through the middle of the meadow; You will walk down a narrow grass-covered path, cross a path through the bushes, and arrive at a dry moss-covered tree. Sanki kafasının içinde bir harita vardı. It was like he had a map in his head. En sonunda, "Bunların hepsini aklında tutabilecek misin?" Finally, "Can you remember all of this?" diye mırıldandı. he muttered.

"Evet." "Yes."

"Önce sola, sonra sağa, sonra yeniden sola dön. Unutma, kapının en üstteki çıtası yok." Remember, the door doesn't have a top lath."

"Tamam. Kaçta?"

"Öğleden sonra üç sularında. "Around three in the afternoon. Beklemen gerekebilir. You may have to wait. Ben başka bir yoldan geleceğim. I will come another way. Her şeyi aklında tutabileceğinden emin misin?" Are you sure you can remember everything?"

"Evet."

"Öyleyse hemen uzaklaş benden." "Then get away from me now."

Aslında bunu söylemesine gerek yoktu. Actually, he didn't need to say that. Ama kalabalığın ortasında sıkışıp kalmışlardı. But they were stuck in the middle of the crowd. Kamyonlar hâlâ birbiri ardı sıra geçiyordu, insanlar göz kesilmiş, seyre dalmışlardı. Trucks were still passing one after the other, people were staring and contemplating. İlk başta yuhalayıp ıslıklayanlar olmuştu, ama bunlar kalabalığın arasındaki Parti üyeleriydi ve çok geçmeden susmuşlardı. Kalabalığın heyecanı tümüyle meraktan kaynaklanıyordu. The excitement of the crowd was purely out of curiosity. Yabancılara, ister Avrasyalı ister Doğuasyalı olsunlar, yabansı hayvanlar gözüyle bakılıyordu. Foreigners, whether Eurasian or Eastasian, were treated as wild animals. Onları yalnızca tutsak durumunda, o da ancak götürülürlerken şöyle bir görüyorlardı. They only glimpsed them in captivity, and he only being taken away. Savaş suçlusu olarak idam edilenler dışında başlarına neler geldiğini kimse bilmiyordu; idam edilmeyenler ortadan kayboluveriyor, olasılıkla kendilerini zorla çalıştırıldıkları kamplarda buluyorlardı. Except for those executed as war criminals, no one knew what had happened to them; those who were not executed disappeared, possibly finding themselves in camps where they were forced to work. Yuvarlak Moğol yüzlerin yerini şimdi daha Avrupalı, pis, sakallı ve bitkin yüzler almıştı. Round Mongolian faces were now replaced by more European, grubby, bearded and exhausted faces. Bazen gözler, çıkık elmacıkkemiklerinin üzerinden tuhaf bir ısrarla Winston'ın gözlerinin içine bakıyor, sonra çabucak bir başka yöne çevriliyordu. Sometimes the eyes would stare into Winston's eyes with strange insistence over his high cheekbones, then quickly turn away. Konvoyun sonu gelmişti. The convoy had come to an end. Son kamyonun içinde dimdik duran yaşlı bir adam çarptı Winston'ın gözüne; ak saçları yüzünü örtmüştü; sanki hep böyle duruyormuşçasına kollarını önünde kavuşturmuştu. An old man standing tall in the last truck caught Winston's eye; white hair covered his face; He had his arms folded in front of him, as if he had always stood like this. Artık Winston'la kızın ayrılmaları gerekiyordu. Now Winston and the girl had to break up. Ama son anda, henüz kalabalıktan kurtulamamışken, kız Winston'ın elini tutup usulca sıktı. But at the last moment, before she could escape the crowd, the girl took Winston's hand and squeezed it softly.

On saniye sürmüş sürmemişti, ama Winston'a elleri uzunca bir süre birbirine kenetliymiş gibi geldi. It didn't take ten seconds, but it seemed to Winston that his hands had been clasped together for a long time. O kısacık an, kızın elini tüm ayrıntılarıyla tanımasına yetti. That brief moment was enough for the girl to recognize his hand in every detail. Uzun parmaklarını, biçimli tırnaklarını, çalışmaktan nasır tutmuş avcunu, bileğinin altındaki yumuşacık teni keşfetti. She discovered her long fingers, her shapely nails, her callused palm from work, the soft skin under her wrist. Artık yalnızca dokunarak bile tanıyabilirdi bu eli. He could now recognize this hand, even just by touch. Birden, kızın gözlerinin ne renk olduğunu bilmediğini düşündü. He suddenly thought that he didn't know what color the girl's eyes were. Herhalde kahverengiydiler, ama siyah saçlılar bazen mavi gözlü de olabiliyorlardı. They were probably brown, but black haired people could sometimes have blue eyes. İçinden dönüp bakmak geçtiyse de, böylesi bir çılgınlığı göze alamadı. Although he wanted to look back, he could not afford such madness. Elleri birbirine sımsıkı kenetlenmiş, yüzlerce gövde arasında sıkışıp kaybolmuş, gözlerini öylece karşıya dikmişlerdi; kızın gözleri yerine, ihtiyar tutsağın kederli gözleri, yüzünü örten saçlarının arasından, Winston'a bakıyordu. Their hands were tightly clasped together, lost among hundreds of bodies, their eyes staring straight ahead; Instead of the girl's eyes, the old prisoner's sad eyes were looking at Winston through the hair that covered his face.