×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - VII (c)

1. Bölüm - VII (c)

Saat on beşti, kahve bu saatlerde tenha olurdu. Winston şimdi o saatte neden kahvede olduğunu anımsayamıyordu. İçeride in cin top oynuyordu. Tele-ekrandan cangıl cungul bir müzik sesi geliyordu. Üç adam, bir köşede, nerdeyse hiç kımıldamadan, ağzını açmadan oturuyordu. Garson, kimsenin istemesine kalmadan, biten cinleri tazeliyordu. Yanlarındaki masada bir satranç tahtası duruyordu; taşlar yerlerine yerleştirilmiş, ama hiç oynanmamıştı. Az sonra, tele-ekranlarda bir şey olmuştu. Çalmakta olan ezgiyle birlikte müziğin tonu da değişmişti. Tarif edilmesi zor bir nağme duyulmuştu. Tuhaf, çatlak, alaycı bir nağme: Winston, sararmış nağmeler, diye geçirmişti içinden. Çok geçmeden, tele-ekrandan bir şarkı yükselmişti:

Güzelim kestane ağacının altında Ben seni sattım, sen de beni havada: Onlar yatar orada, bizler burada Güzelim kestane ağacının altında.

Hiçbiri istifini bozmamıştı. Ama Winston, Rutherford'un yıkıntıya dönmüş yüzüne yeniden bakınca, gözlerinin dolu dolu olduğunu görmüştü. Çok geçmeden de, içi titreyerek, ama neden titrediğini de anlayamadan, Aaronson ile Rutherford'un burunlarının kırık olduğunu fark etmişti ilk kez. Kısa bir süre sonra üçü de yeniden tutuklanmıştı. Söylenenlere bakılırsa, serbest bırakılır bırakılmaz yeni komplolara girişmişlerdi. İkinci yargılanmalarında eski suçlarının tümünü bir kez itiraf etmekle kalmamışlar, yeni suçlarını da olduğu gibi kabul etmişlerdi. Üçü de idam edilmiş ve bundan sonrakilere ders olsun diye, başlarına gelenler Parti tarihine geçirilmişti. Winston, bu olaydan beş yıl sonra, 1973'te, az önce basınçlı borudan masasına düşmüş bir belge tomarını açtığında, ötekilerin arasına karışıp unutulmuş olduğu anlaşılan bir kâğıt parçasına rastlamıştı. Kâğıdı açıp düzeltir düzeltmez, önemini anlayıvermişti. Times gazetesinin on yıl kadar önceki bir sayısından yırtılmış bu yarım sayfada –sayfanın üst yarısı olduğu için tarih görülebiliyordu– New York'taki bir Parti toplantısına katılmış temsilcilerin fotoğrafı vardı. Topluluğun ortasında Jones, Aaronson ve Rutherford açık seçik görülüyordu. Yanılmak olanaksızdı, fotoğrafın altında adları da yazılıydı.

İşin ilginç yanı, iki duruşmada da üçünün de o tarihte Avrasya topraklarında olduğunu itiraf etmiş olmasıydı. Kanada'daki gizli bir havaalanından Sibirya'ya uçmuşlar, orada bir yerde Avrasya Genelkurmayı'ndan birileriyle buluşarak önemli askeri sırları onlara vermişlerdi. Yazdönümüne, 24 Haziran'a denk geldiği için Winston tarihi asla unutmamıştı; kaldı ki, tüm olup biten daha pek çok yerde kayıtlara geçmiş olmalıydı. Bundan tek bir sonuç çıkıyordu: İtiraflar yalandı.

Bu, hiç kuşkusuz, yepyeni bir keşif sayılmazdı. Winston, o günlerde bile, temizlik hareketlerinde ortadan kaldırılan insanların kendilerine yüklenen suçları işlemiş olduklarını düşünmemişti. Ama bu somut bir kanıttı; yanlış toprak katmanında ortaya çıkarak koskoca bir yerbilim kuramını çürütüveren fosilleşmiş bir kemik gibi, yok edilmiş geçmişin bir parçasıydı. Yayımlanarak tüm dünyaya duyurulabilse, ne kadar önemli olduğu anlatılabilse, Parti yerle bir edilebilirdi.

Hiçbir şey olmamış gibi çalışmayı sürdürmüştü. Fotoğrafı görüp de ne anlama geldiğini anlar anlamaz, üstünü başka bir kâğıtla örtüvermişti. Bereket versin, tomarı açtığında, fotoğraf tele-ekrandan baş aşağı görünmekteydi.

Bloknotunu dizinin üstüne yerleştirdi, tele-ekrandan elden geldiğince uzaklaşabilmek için iskemlesini geriye itti. İnsanın yüzündeki her türlü anlatımı silmesi o kadar zor değildi, dahası biraz uğraşırsanız nefes alıp verişinizi bile denetleyebilirdiniz: Ama kalbinizin atışını denetlemeniz olanaksızdı, üstelik tele-ekran kalp atışlarınızı saptayabilecek kadar duyarlıydı. Hiç akla gelmedik bir kaza –örneğin, masasının üstündekileri uçurabilecek bir hava akımı– kendisini ele verecek diye ecel teri dökerek on dakika kadar bekledikten sonra, fotoğrafı, üstünü açmadan, atılacak kâğıtlarla birlikte bellek deliğine bırakmıştı. Fotoğraf, göz açıp kapayıncaya kadar yanıp kül olmuştu herhalde.

On-on bir yıl oluyordu. Bugün olsa, belki de fotoğrafı saklardı. Tuhaftı ama fotoğraf da, yansıttığı olay da artık yalnızca bir anı olmasına karşın, o fotoğrafı bir zamanlar elinde tutmuş olması şimdi bile her şeyi değiştiriyor gibi geliyordu ona. Artık var olmayan bir kanıt sırf bir zamanlar var olduğu için, Parti'nin geçmiş üzerindeki denetimi eskisi kadar güçlü değil miydi yoksa? Ama bugün, fotoğraf küllerinden yeniden doğsa bile kanıt yerine geçmeyebilirdi. Okyanusya, Winston daha o fotoğrafı ele geçirmeden, Avrasya'yla savaşa son vermiş olduğuna göre, artık hayatta olmayan bu üç adam vatanını Doğuasya ajanlarına satmış olmalıydı. O zamandan bu zamana adamlara şimdi anımsayamadığı başka suçlamalar da yöneltilmişti. Büyük olasılıkla, itiraflar yeniden yazıla yazıla, sonunda ilk baştaki gerçekler ve tarihlerin en küçük bir önemi kalmamıştı. Geçmiş değişmekle kalmıyor, sürekli olarak değişiyordu. Onu en çok perişan eden de, bu büyük sahtekârlığın neden yapıldığını bir türlü açık seçik anlayamamasıydı. Geçmişi çarpıtmanın dolaysız yararları apaçık ortadaydı, gel gör ki gerçek neden bilinemiyordu. Winston kalemini alıp yazdı:

NASIL'ını anlıyorum: NEDEN'ini anlamıyorum. Daha önce de pek çok kez olduğu gibi, yoksa ben deli miyim, sorusu geçti aklından. Belki de, deli dedikleri tek kişilik bir azınlıktı. Bir zamanlar dünyanın güneşin çevresinde döndüğüne inanmak nasıl delilik belirtisi olarak görüldüyse, şimdi de geçmişin değiştirilemeyeceğine inanmak delilik belirtisi olarak kabul ediliyordu. Bu inancı bir tek kendisi taşıyor olabilirdi ve eğer öyleyse, o zaman delinin tekiydi. Ama deliliği pek dert etmiyordu, onu asıl ürküten yanılıyor olabileceğiydi.

Çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını alıp Büyük Birader'in kapaktaki portresine baktı. O ipnotize eden gözlerle bakıştı. Sanki büyük bir güç üzerinize yükleniyordu; kafatasınızda bir delik açıp beyninizi tepikliyor, yüreğinize korku salarak inançlarınızı koparıp alıyor, handiyse aklınızın tanıklığını yadsımaya razı ediyordu sizi. Sonunda Parti iki kere ikinin beş ettiğini söyler, siz de buna inanmak zorunda kalırdınız. Önünde sonunda bunu söylemeleri kaçınılmazdı: İçinde bulundukları konumun mantığı bunu gerektiriyordu. Felsefeleri, yalnızca yaşananların geçerliliğini değil, gözler önündeki gerçekliğin varlığını da üstü kapalı olarak yadsıyordu. Sapkınlıkların sapkınlığı sağduyuydu. Ve işin asıl korkunç yanı, farklı düşündüğünüz için sizi öldürecek olmaları değil, haklı olabilecekleriydi. İki kere ikinin dört ettiğini nereden biliyorduk ki? Yerçekimi diye bir şey olduğunu nereden biliyorduk ki? Geçmişin değiştirilemez olduğunu nereden biliyorduk ki? Madem geçmiş de, dış dünya da yalnızca zihinlerdeydi, madem zihin de denetlenebiliyordu, söylenecek ne kalıyordu ki geriye?

Ama hayır! Winston birden cesarete gelir gibi oldu. O'Brien'ın yüzü, durup dururken, gözünün önüne gelmişti. O'Brien'ın ondan yana olduğuna artık daha da emindi. Günceyi O'Brien için, daha doğrusu O'Brien'a yazıyordu: kimsenin okumayacağı, ama belirli birine yazılmış ve özelliğini bundan alan, sonu gelmeyen bir mektup gibiydi. Parti, gözlerinizle gördüğünüze, kulaklarınızla duyduğunuza inanmamanızı söylüyordu. Bu onların en temel, en can alıcı buyruğuydu. Karşısına dikilen dev gücü, herhangi bir Partili aydının bir tartışmada onu ne kadar kolaylıkla alt edebileceğini, ortaya atılacak kurnazca savları yanıtlamak şöyle dursun anlamakta bile zorluk çekeceğini düşününce umarsızlığa kapıldı. Hem de haklı olmasına karşın! Onlar haksız, kendisi haklıydı. Akılsızca da olsa, apaçık ve gerçek olanın savunulması gerekiyordu. Söz götürmez gerçeklere sarılmalıydı! Var olan somut dünyanın yasaları değişmezdi. Taş sert, su ıslaktı, desteksiz nesneler yere düşerdi. O'Brien'la konuşuyormuş ve önemli bir kural koyuyormuş gibi yazdı: Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse, arkası gelir.


1. Bölüm - VII (c)

Saat on beşti, kahve bu saatlerde tenha olurdu. It was fifteen o'clock, the coffee would be secluded at this time. Winston şimdi o saatte neden kahvede olduğunu anımsayamıyordu. Winston could not remember now why he was at the cafe at that hour. İçeride in cin top oynuyordu. Inside, the genie was playing ball. Tele-ekrandan cangıl cungul bir müzik sesi geliyordu. A jungle cungul music sound came from the tele-screen. Üç adam, bir köşede, nerdeyse hiç kımıldamadan, ağzını açmadan oturuyordu. The three men were sitting in a corner, almost motionless, speechless. Garson, kimsenin istemesine kalmadan, biten cinleri tazeliyordu. The waiter was refreshing the finished gin without anyone's request. Yanlarındaki masada bir satranç tahtası duruyordu; taşlar yerlerine yerleştirilmiş, ama hiç oynanmamıştı. On the table next to them lay a chessboard; The pieces were set in place, but never played. Az sonra, tele-ekranlarda bir şey olmuştu. Soon, something happened on the telescreens. Çalmakta olan ezgiyle birlikte müziğin tonu da değişmişti. The tone of the music changed along with the melody that was playing. Tarif edilmesi zor bir nağme duyulmuştu. There was a melody that was difficult to describe. Tuhaf, çatlak, alaycı bir nağme: Winston, sararmış nağmeler, diye geçirmişti içinden. A strange, cracked, mocking tune: Winston, yellowed tunes, he thought. Çok geçmeden, tele-ekrandan bir şarkı yükselmişti: Not long after, a song had risen from the telescreen:

Güzelim kestane ağacının altında  Ben seni sattım, sen de beni havada:  Onlar yatar orada, bizler burada  Güzelim kestane ağacının altında. Beneath the beautiful chestnut tree I sold you, and you me in the air: They lie there, we here Under the beautiful chestnut tree.

Hiçbiri istifini bozmamıştı. None of them had swayed. Ama Winston, Rutherford'un yıkıntıya dönmüş yüzüne yeniden bakınca, gözlerinin dolu dolu olduğunu görmüştü. But when Winston looked again at Rutherford's ruined face, he saw that his eyes were filled with tears. Çok geçmeden de, içi titreyerek, ama neden titrediğini de anlayamadan, Aaronson ile Rutherford'un burunlarının kırık olduğunu fark etmişti ilk kez. It wasn't long before she realized, shivering, but not understanding why she was trembling, for the first time that Aaronson and Rutherford had broken noses. Kısa bir süre sonra üçü de yeniden tutuklanmıştı. All three were re-arrested a short time later. Söylenenlere bakılırsa, serbest bırakılır bırakılmaz yeni komplolara girişmişlerdi. It is said that as soon as they were released, they started new conspiracies. İkinci yargılanmalarında eski suçlarının tümünü bir kez itiraf etmekle kalmamışlar, yeni suçlarını da olduğu gibi kabul etmişlerdi. In their second trial, they not only confessed all of their old crimes once, but also accepted their new crimes as they were. Üçü de idam edilmiş ve bundan sonrakilere ders olsun diye, başlarına gelenler Parti tarihine geçirilmişti. All three of them were executed, and what happened to them was recorded in the history of the Party as a lesson to those who follow. Winston, bu olaydan beş yıl sonra, 1973'te, az önce basınçlı borudan masasına düşmüş bir belge tomarını açtığında, ötekilerin arasına karışıp unutulmuş olduğu anlaşılan bir kâğıt parçasına rastlamıştı. Five years after that, in 1973, when Winston opened a scroll of documents that had just fallen from the pressure pipe on his desk, he stumbled upon a piece of paper that seemed to have been forgotten after mingling with the others. Kâğıdı açıp düzeltir düzeltmez, önemini anlayıvermişti. As soon as he opened the paper and corrected it, he realized its importance. Times gazetesinin on yıl kadar önceki bir sayısından yırtılmış bu yarım sayfada –sayfanın üst yarısı olduğu için tarih görülebiliyordu– New York'taki bir Parti toplantısına katılmış temsilcilerin fotoğrafı vardı. Torn from an issue of the Times newspaper a decade ago, this half-page—the top half of the page so the date could be seen—had a photograph of representatives who had attended a Party meeting in New York. Topluluğun ortasında Jones, Aaronson ve Rutherford açık seçik görülüyordu. In the middle of the ensemble, Jones, Aaronson, and Rutherford were clearly visible. Yanılmak olanaksızdı, fotoğrafın altında adları da yazılıydı. It was impossible to be wrong, their names were also written under the photo.

İşin ilginç yanı, iki duruşmada da üçünün de o tarihte Avrasya topraklarında olduğunu itiraf etmiş olmasıydı. The interesting thing is that in both hearings, all three of them admitted that they were on Eurasian territory at that time. Kanada'daki gizli bir havaalanından Sibirya'ya uçmuşlar, orada bir yerde Avrasya Genelkurmayı'ndan birileriyle buluşarak önemli askeri sırları onlara vermişlerdi. They flew to Siberia from a secret airport in Canada, where they met someone from the Eurasian General Staff and gave them important military secrets. Yazdönümüne, 24 Haziran'a denk geldiği için Winston tarihi asla unutmamıştı; kaldı ki, tüm olup biten daha pek çok yerde kayıtlara geçmiş olmalıydı. Winston never forgot the date, as it fell on the Midsummer, 24 June; After all, all that had happened should have been recorded in many more places. Bundan tek bir sonuç çıkıyordu: İtiraflar yalandı. There was only one conclusion: the confessions were lies.

Bu, hiç kuşkusuz, yepyeni bir keşif sayılmazdı. This, of course, was not a brand new discovery. Winston, o günlerde bile, temizlik hareketlerinde ortadan kaldırılan insanların kendilerine yüklenen suçları işlemiş olduklarını düşünmemişti. Even in those days, Winston did not think that the people removed in the purges had committed the crimes charged on them. Ama bu somut bir kanıttı; yanlış toprak katmanında ortaya çıkarak koskoca bir yerbilim kuramını çürütüveren fosilleşmiş bir kemik gibi, yok edilmiş geçmişin bir parçasıydı. But this was tangible proof; It was part of the destroyed past, like a fossilized bone that emerged in the wrong soil layer and refuted an entire geology theory. Yayımlanarak tüm dünyaya duyurulabilse, ne kadar önemli olduğu anlatılabilse, Parti yerle bir edilebilirdi. If it could be published and announced to the whole world, if it could be explained how important it was, the Party would have been destroyed.

Hiçbir şey olmamış gibi çalışmayı sürdürmüştü. He continued to work as if nothing had happened. Fotoğrafı görüp de ne anlama geldiğini anlar anlamaz, üstünü başka bir kâğıtla örtüvermişti. As soon as he saw the photograph and understood what it meant, he had covered it with another piece of paper. Bereket versin, tomarı açtığında, fotoğraf tele-ekrandan baş aşağı görünmekteydi. Fortunately, when he opened the scroll, the photo appeared upside down on the telescreen.

Bloknotunu dizinin üstüne yerleştirdi, tele-ekrandan elden geldiğince uzaklaşabilmek için iskemlesini geriye itti. He placed his memo pad on his knee, pushed back his chair to get as far away from the telescreen as he could. İnsanın yüzündeki her türlü anlatımı silmesi o kadar zor değildi, dahası biraz uğraşırsanız nefes alıp verişinizi bile denetleyebilirdiniz: Ama kalbinizin atışını denetlemeniz olanaksızdı, üstelik tele-ekran kalp atışlarınızı saptayabilecek kadar duyarlıydı. It wasn't that hard to erase any expression on one's face, moreover, with a little effort you could even control your breathing: But you couldn't control your heartbeat, and the telescreen was sensitive enough to detect your heartbeat. Hiç akla gelmedik bir kaza –örneğin, masasının üstündekileri uçurabilecek bir hava akımı– kendisini ele verecek diye ecel teri dökerek on dakika kadar bekledikten sonra, fotoğrafı, üstünü açmadan, atılacak kâğıtlarla birlikte bellek deliğine bırakmıştı. After waiting for about ten minutes, sweating because an unforeseen accident—for example, an air current that could blow the tops of his desk—would betray him, he had left the photograph unopened in the memory hole, along with the discarded papers. Fotoğraf, göz açıp kapayıncaya kadar yanıp kül olmuştu herhalde. The photograph must have burned to ashes in the blink of an eye.

On-on bir yıl oluyordu. It was ten or eleven years. Bugün olsa, belki de fotoğrafı saklardı. If it was today, maybe he would have kept the photo. Tuhaftı ama fotoğraf da, yansıttığı olay da artık yalnızca bir anı olmasına karşın, o fotoğrafı bir zamanlar elinde tutmuş olması şimdi bile her şeyi değiştiriyor gibi geliyordu ona. It was strange, but even now it seemed to him that even now, the fact that he had once held that photograph in his hand was changing everything, even though the photograph and the event it was projecting were only a memory now. Artık var olmayan bir kanıt sırf bir zamanlar var olduğu için, Parti'nin geçmiş üzerindeki denetimi eskisi kadar güçlü değil miydi yoksa? Was the Party's control over the past not as strong as it used to be, simply because evidence once existed that no longer exists? Ama bugün, fotoğraf küllerinden yeniden doğsa bile kanıt yerine geçmeyebilirdi. But today, even if the photograph were reborn from the ashes, it might not be a substitute for evidence. Okyanusya, Winston daha o fotoğrafı ele geçirmeden, Avrasya'yla savaşa son vermiş olduğuna göre, artık hayatta olmayan bu üç adam vatanını Doğuasya ajanlarına satmış olmalıydı. Since Oceania had ended the war with Eurasia before Winston even got that photograph, these three now-dead men must have sold their homeland to Eastasia agents. O zamandan bu zamana adamlara şimdi anımsayamadığı başka suçlamalar da yöneltilmişti. Since then, other accusations had been leveled against the men, which he can't remember now. Büyük olasılıkla, itiraflar yeniden yazıla yazıla, sonunda ilk baştaki gerçekler ve tarihlerin en küçük bir önemi kalmamıştı. Most likely, as confessions were rewritten, eventually the original facts and dates no longer mattered the least. Geçmiş değişmekle kalmıyor, sürekli olarak değişiyordu. The past did not just change, it was constantly changing. Onu en çok perişan eden de, bu büyük sahtekârlığın neden yapıldığını bir türlü açık seçik anlayamamasıydı. What devastated him the most was that he could not clearly understand why this great fraud was committed. Geçmişi çarpıtmanın dolaysız yararları apaçık ortadaydı, gel gör ki gerçek neden bilinemiyordu. The immediate benefits of distorting the past were obvious, but the real cause was unknown. Winston kalemini alıp yazdı: Winston took his pen and wrote:

NASIL'ını anlıyorum: NEDEN'ini anlamıyorum. I understand the HOW: I do not understand the WHY. Daha önce de pek çok kez olduğu gibi, yoksa ben deli miyim, sorusu geçti aklından. As he had so many times before, the question of am I crazy crossed his mind. Belki de, deli dedikleri tek kişilik bir azınlıktı. Maybe it was the one-man minority they called crazy. Bir zamanlar dünyanın güneşin çevresinde döndüğüne inanmak nasıl delilik belirtisi olarak görüldüyse, şimdi de geçmişin değiştirilemeyeceğine inanmak delilik belirtisi olarak kabul ediliyordu. Just as it was once regarded as a sign of madness to believe that the earth revolved around the sun, it was now regarded as a sign of madness to believe that the past could not be changed. Bu inancı bir tek kendisi taşıyor olabilirdi ve eğer öyleyse, o zaman delinin tekiydi. He could be the only one to hold this belief, and if he did, then he was a lunatic. Ama deliliği pek dert etmiyordu, onu asıl ürküten yanılıyor olabileceğiydi. But his madness didn't really bother him, what really frightened him was that he might be wrong.

Çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını alıp Büyük Birader'in kapaktaki portresine baktı. He picked up the children's history book and looked at the portrait of Big Brother on the cover. O ipnotize eden gözlerle bakıştı. He stared with hypnotizing eyes. Sanki büyük bir güç üzerinize yükleniyordu; kafatasınızda bir delik açıp beyninizi tepikliyor, yüreğinize korku salarak inançlarınızı koparıp alıyor, handiyse aklınızın tanıklığını yadsımaya razı ediyordu sizi. It was as if a great power was being placed upon you; it made a hole in your skull and kicked your brain, instilled fear in your heart, snatched away your beliefs, and nearly persuaded you to deny the testimony of your mind. Sonunda Parti iki kere ikinin beş ettiğini söyler, siz de buna inanmak zorunda kalırdınız. Eventually the Party would say that two and two make five, and you would have to believe it. Önünde sonunda bunu söylemeleri kaçınılmazdı: İçinde bulundukları konumun mantığı bunu gerektiriyordu. It was inevitable that they would eventually say this: the logic of their position demanded it. Felsefeleri, yalnızca yaşananların geçerliliğini değil, gözler önündeki gerçekliğin varlığını da üstü kapalı olarak yadsıyordu. Their philosophies implicitly denied not only the validity of what was experienced but also the existence of reality before their eyes. Sapkınlıkların sapkınlığı sağduyuydu. The perversion of heretics was common sense. Ve işin asıl korkunç yanı, farklı düşündüğünüz için sizi öldürecek olmaları değil, haklı olabilecekleriydi. And the scary part was not that they would kill you for thinking differently, but that they might be right. İki kere ikinin dört ettiğini nereden biliyorduk ki? How did we know that two times two is four? Yerçekimi diye bir şey olduğunu nereden biliyorduk ki? How did we know there was such a thing as gravity? Geçmişin değiştirilemez olduğunu nereden biliyorduk ki? How did we know that the past is unchangeable? Madem geçmiş de, dış dünya da yalnızca zihinlerdeydi, madem zihin de denetlenebiliyordu, söylenecek ne kalıyordu ki geriye? If the past and the outside world were only in the minds, if the mind could be controlled, what was left to say?

Ama hayır! But no! Winston birden cesarete gelir gibi oldu. Winston seemed suddenly courageous. O'Brien'ın yüzü, durup dururken, gözünün önüne gelmişti. O'Brien's face flashed before him out of the blue. O'Brien'ın ondan yana olduğuna artık daha da emindi. He was more certain now that O'Brien was on his side. Günceyi O'Brien için, daha doğrusu O'Brien'a yazıyordu: kimsenin okumayacağı, ama belirli birine yazılmış ve özelliğini bundan alan, sonu gelmeyen bir mektup gibiydi. He was writing the diary for O'Brien, or rather to O'Brien: it was like an endless letter that no one would read, but that was written to a particular person and took its character from it. Parti, gözlerinizle gördüğünüze, kulaklarınızla duyduğunuza inanmamanızı söylüyordu. The party said not to believe what you see with your eyes and hear with your ears. Bu onların en temel, en can alıcı buyruğuydu. This was their most fundamental, most vital command. Karşısına dikilen dev gücü, herhangi bir Partili aydının bir tartışmada onu ne kadar kolaylıkla alt edebileceğini, ortaya atılacak kurnazca savları yanıtlamak şöyle dursun anlamakta bile zorluk çekeceğini düşününce umarsızlığa kapıldı. He despaired at the gigantic power that stood before him, considering how easily any Party intellectual could defeat him in a debate, and that he would have trouble understanding, let alone answering, the cunning arguments to be made. Hem de haklı olmasına karşın! Although he is right! Onlar haksız, kendisi haklıydı. They were wrong, he was right. Akılsızca da olsa, apaçık ve gerçek olanın savunulması gerekiyordu. The obvious and the real, however foolish, had to be defended. Söz götürmez gerçeklere sarılmalıydı! He had to cling to indisputable facts! Var olan somut dünyanın yasaları değişmezdi. The laws of the existing concrete world would not change. Taş sert, su ıslaktı, desteksiz nesneler yere düşerdi. The stone was hard, the water was wet, unsupported objects would fall to the ground. O'Brien'la konuşuyormuş ve önemli bir kural koyuyormuş gibi yazdı: He wrote as if he were talking to O'Brien and laying down an important rule: Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Freedom is being able to say two plus two makes four. Buna izin verilirse, arkası gelir. If this is allowed, it will follow.