×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - VII (b)

1. Bölüm - VII (b)

Winston daha sonra sıralananları biliyordu: geniş kollu giysiler içindeki piskoposlar, kürklü kaftanlara bürünmüş yargıçlar, ceza boyunduruğuna geçirilerek teşhir edilen, tomruğa bağlanarak dolaştırılan, işkence çarklarına bağlanan insanlar, dokuz kamçılı kırbaçlar, Londra Belediye Başkanı'nın verdiği görkemli şölenler, Papa'nın ayaklarını öpmeler. Bir de, jus primae noctis diye bir şey vardı ki, çocukların ders kitaplarında geçmesi sakıncalıydı. Kapitalistlere, fabrikalarında çalışan her kadınla yatma hakkı tanıyan bir yasaydı bu.

Bunların ne kadarının yalan olduğunu nasıl bilecektiniz ki? Sıradan insanların artık Devrim'den önceki dönemden daha iyi durumda oldukları doğru olabilirdi. Doğru olmadığının biricik kanıtı, yüreğinizden yükselen o sessiz protesto, içinde yaşadığınız koşulların dayanılmaz olduğunu duyumsatan, eskiden böyle değildi herhalde diye düşündüren o sezgiydi. Winston birden, çağdaş yaşamın asıl özelliğinin acımasızlığı ve güvensizliği değil, yavanlığı, donukluğu ve kayıtsızlığı olduğunu fark etti. Yaşamın yalnızca tele-ekranlardan yağdırılan yalanlarla değil, Parti'nin erişmeye çalıştığı ülkülerle de hiç benzeşmediğini görmek için çevrenize bir göz atmanız yeterliydi. Bir Parti üyesi için bile, yaşamın çok büyük bir bölümü yansız ve siyasetten uzak, sıkıcı işlerle uğraşmakla, metroda bir yer kapmak için itişip kakışmakla, delik çorapları yamamakla, bir tatlandırıcı tableti için yalvar yakar olmakla, sigara izmaritleri biriktirmekle geçiyordu. Parti'nin erişmeye çalıştığı ülkü, muazzam, dehşetengiz ve heybetli bir şeydi: ürkünç makineler ve korku salan silahlardan oluşan bir çelik ve beton dünyası; uygun adım yürüyen, hepsi aynı şeyleri düşünen ve aynı sloganları atan, durmadan çalışan, savaşan, zafer kazanan, zulmeden bir savaşçılar ve bağnazlar ulusu; hepsinin yüzü birbirine benzeyen üç yüz milyon insan. Gerçeğe gelince; gerçek, karnı karnına geçmiş insanların su alan ayakkabılarıyla dolanıp durdukları, lahana ve hela kokusundan geçilmeyen, derme çatma on dokuzuncu yüzyıl evlerinde oturdukları köhnemiş, kasvetli kentlerdi. Londra, Winston'ın gözünün önüne gelir gibi oldu; milyonlarca çöp tenekesinin kapladığı, koskocaman, harabeye dönmüş kentin görüntüsü, yüzü kırışıklarla dolu, süpürge saçlı, tıkalı lavaboyu açmaya çabalayan Bayan Parsons'ın görüntüsüne karıştı. Yine uzanıp ayak bileğini kaşıdı. Tele-ekranlar sabahtan akşama kadar sayıp döktükleri iç bayıltıcı istatistiklerle, insanların artık daha çok yiyecek, daha çok giysi, daha iyi evler, daha çok eğlence olanağı bulabildiklerini, elli yıl önceye oranla daha uzun yaşayıp daha az çalıştıklarını, daha yapılı, daha sağlıklı, daha güçlü, daha mutlu, daha zeki olduklarını, daha iyi eğitim gördüklerini kanıtlamaya çabalıyordu. İşin ilginci, bu söylenenleri doğrulamanın da, çürütmenin de mümkün olmamasıydı. Örneğin, Parti, bugün yetişkin proleterlerin yüzde kırkının okuma yazma bildiğini ileri sürüyordu; söylenenlere bakılırsa, bu oran Devrim'den önce yüzde on beşi geçmiyordu. Parti, çocuk ölümlerinin Devrimden önce binde üç yüz iken, bu oranın artık binde yüz altmışa düştüğünü öne sürüyordu; istatistikler böyle sürüp gidiyordu işte. İki bilinmeyenli bir denklem gibiydi hepsi. Tarih kitaplarındaki her sözcük, dahası tartışmasız kabul edilen şeyler bile tümüyle hayal ürünü olabilirdi. Jus primae noctis diye bir yasa, kapitalist diye bir yaratık ya da silindir şapka diye bir şey belki de hiç olmamıştı, kim bilebilirdi ki?

Her şey bir sis bulutu içinde yitip gidiyordu. Geçmiş silinmekle kalmıyor, silindiği de unutuluyor, sonunda yalan gerçek olup çıkıyordu. Winston, yalanın somut, şaşmaz kanıtını, olup bittikten sonra da olsa, hayatında yalnızca bir kez ele geçirebilmiş, onu da ancak otuz saniye kadar tutabilmişti elinde. 1973 yılı olmalıydı; Katharine'den ayrıldığı sıralar olsa gerekti. Ama olayın gerçek tarihi o günlerin de yedi sekiz yıl öncesine uzanıyordu.

Olayın başlangıcı, altmışların ortalarına, Devrim'in ilk önderlerinin ortadan kaldırıldığı büyük temizlikler dönemine gidiyordu. 1970'e gelindiğinde, Büyük Birader dışında, ilk başlardaki önderlerin hiçbiri kalmamıştı. Büyük Birader dışında hepsi hain ve karşıdevrimci ilan edilmişti. Goldstein kaçmış, sırra kadem basmıştı; ötekilere gelince, bazıları ortadan kaybolmuş, çoğu ise halka açık mahkemelerde suçlarını kabullendikten sonra idam edilmişti. O dönemden sağ kalanlar, Jones, Aaronson ve Rutherford adında üç adamdı. Bu üçü 1965'te tutuklanmış olmalıydı. Sık sık olduğu gibi, birkaç yıl ortadan kaybolmuşlar, yaşayıp yaşamadıklarını kimse öğrenememişti; sonra birden her nasılsa ortaya çıkarak suçlarını bildik biçimde kabullenivermişlerdi. Düşmanın (o günlerde düşman Avrasya'ydı) istihbarat örgütlerine çalıştıklarını, zimmetlerine para geçirdiklerini, bazı güvenilir Parti üyelerini öldürdüklerini, Devrim'in çok öncesinden başlayarak Büyük Birader'in önderliğine karşı entrikalar çevirdiklerini ve yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan kundaklama eylemlerine giriştiklerini itiraf etmişlerdi. Bütün bunları itiraf ettikten sonra da bağışlanmışlar, yeniden Parti'ye alınmışlar ve önemli görünen, ama aslında yan gelip yatacakları birtakım görevlere getirilmişlerdi. Üçü de Times'da uzun, onursuz yazılar yazarak, yanlış yola sapmalarının nedenlerini çözümlemiş, doğru yolu tutacaklarına söz vermişlerdi. Winston, salıverilmelerinden bir süre sonra üçünü de Kestane Ağacı Kahvesi'nde görmüştü. Onlara, gözünün ucuyla hem korku hem de hayranlıkla nasıl baktığını anımsadı. Ondan çok yaşlıydılar, eski dünyanın yadigârları, Parti'nin destansı ilk günlerinin handiyse son büyük temsilcileriydiler. Yeraltı savaşımı ve iç savaşın görkeminden izler taşıyorlardı hâlâ. Daha o sıralar olaylar ve tarihler belirsizleşmeye başlamış olmasına karşın, Winston onların adlarını Büyük Birader'in adını öğrendiğinden yıllar önce öğrenmişti sanki. Ama aynı zamanda düşman sayılan, aforoz edilmiş yasaklı kişilerdi, birkaç yıla kadar ortadan kaldırılacakları kesindi. Düşünce Polisi'nin eline düşenlerin postu kurtardıkları görülmemişti. Üçü de mezarı boylamayı bekleyen birer cesetti.

Çevrelerindeki masalarda oturan yoktu. Böyle insanların yakınında görülmek bile akıllıca sayılmazdı. Kestane Ağacı Kahvesi'nin spesiyalitesi olan karanfilli cinlerini sessizce yudumluyorlardı. İçlerinde görünüşüyle Winston'ı en çok etkileyen Rutherford'du. Rutherford, bir zamanların ünlü bir karikatürcüsüydü; gerek Devrim öncesinde, gerek Devrim sırasında çarpıcı karikatürleriyle kamuoyunu derinden etkilemişti. Şimdi bile karikatürleri arada sırada da olsa Times'da yayımlanıyordu. Eskiden yaptıklarına öykünen, ama nedense tatsız tuzsuz, çarpıcılıktan yoksun karikatürlerdi. Eski konuları –yoksul mahallelerdeki gecekondular, aç açına dolaşan çocuklar, sokak çatışmaları, barikatlarda bile silindir şapkalarını başlarından çıkarmayan kapitalistler– ısıtıp ısıtıp gündeme getiriyor, geçmişe geri dönmek için bitmek bilmeyen, umarsız bir çaba gösteriyordu. Ağarmış, yağlı saçları yeleyi andıran, gözlerinin altı torba torba, yüzü kırış kırış, kalın zenci dudaklı, ızbandut gibi bir adamdı. Bir zamanlar müthiş güçlü olsa gerekti; oysa şimdi o iri gövdesi bükülmüş, yassılmış, pırtlamış, her yanı sarkmıştı. Herkesin gözlerinin önünde yıkılan, çöküp giden bir dağı andırıyordu.


1. Bölüm - VII (b)

Winston daha sonra sıralananları biliyordu: geniş kollu giysiler içindeki piskoposlar, kürklü kaftanlara bürünmüş yargıçlar, ceza boyunduruğuna geçirilerek teşhir edilen, tomruğa bağlanarak dolaştırılan, işkence çarklarına bağlanan insanlar, dokuz kamçılı kırbaçlar, Londra Belediye Başkanı'nın verdiği görkemli şölenler, Papa'nın ayaklarını öpmeler. Winston knew what came next: bishops in wide-sleeved robes, judges in furry robes, people paraded in the yoke of punishment, tied to logs, tied to torture wheels, whips with nine whips, splendid feasts by the Mayor of London, kisses at the Pope's feet. . Bir de, jus primae noctis diye bir şey vardı ki, çocukların ders kitaplarında geçmesi sakıncalıydı. Also, there was such a thing as jus primae noctis, which was undesirable for children to include in textbooks. Kapitalistlere, fabrikalarında çalışan her kadınla yatma hakkı tanıyan bir yasaydı bu. It was a law that gave capitalists the right to sleep with any woman who worked in their factories.

Bunların ne kadarının yalan olduğunu nasıl bilecektiniz ki? How would you know how many of these were lies? Sıradan insanların artık Devrim'den önceki dönemden daha iyi durumda oldukları doğru olabilirdi. It might be true that ordinary people are now better off than before the Revolution. Doğru olmadığının biricik kanıtı, yüreğinizden yükselen o sessiz protesto, içinde yaşadığınız koşulların dayanılmaz olduğunu duyumsatan, eskiden böyle değildi herhalde diye düşündüren o sezgiydi. The only proof that it wasn't true was that silent protest from your heart, that intuition that made you feel that the conditions you live in were unbearable, that it probably wasn't like that before. Winston birden, çağdaş yaşamın asıl özelliğinin acımasızlığı ve güvensizliği değil, yavanlığı, donukluğu ve kayıtsızlığı olduğunu fark etti. Winston suddenly realized that modern life is characterized not by its cruelty and insecurity, but by its flatness, dullness, and indifference. Yaşamın yalnızca tele-ekranlardan yağdırılan yalanlarla değil, Parti'nin erişmeye çalıştığı ülkülerle de hiç benzeşmediğini görmek için çevrenize bir göz atmanız yeterliydi. It was enough to take a glance around you to see that life is not at all akin to the lies poured out from telescreens, but also to the ideals the Party is trying to achieve. Bir Parti üyesi için bile, yaşamın çok büyük bir bölümü yansız ve siyasetten uzak, sıkıcı işlerle uğraşmakla, metroda bir yer kapmak için itişip kakışmakla, delik çorapları yamamakla, bir tatlandırıcı tableti için yalvar yakar olmakla, sigara izmaritleri biriktirmekle geçiyordu. Even for a Party member, much of his life was spent neutral and non-political, doing boring jobs, jostling for a place on the subway, patching hole socks, begging for a sweetener tablet, hoarding cigarette butts. Parti'nin erişmeye çalıştığı ülkü, muazzam, dehşetengiz ve heybetli bir şeydi: ürkünç makineler ve korku salan silahlardan oluşan bir çelik ve beton dünyası; uygun adım yürüyen, hepsi aynı şeyleri düşünen ve aynı sloganları atan, durmadan çalışan, savaşan, zafer kazanan, zulmeden bir savaşçılar ve bağnazlar ulusu; hepsinin yüzü birbirine benzeyen üç yüz milyon insan. The ideal the Party sought to achieve was something enormous, terrifying, and majestic: a world of steel and concrete of terrifying machinery and fearsome weapons; a nation of warriors and bigots, marching in stride, all thinking the same things and shouting the same slogans, constantly working, fighting, victorious, oppressing; Three hundred million people, all with similar faces. Gerçeğe gelince; gerçek, karnı karnına geçmiş insanların su alan ayakkabılarıyla dolanıp durdukları, lahana ve hela kokusundan geçilmeyen, derme çatma on dokuzuncu yüzyıl evlerinde oturdukları köhnemiş, kasvetli kentlerdi. As for the truth; the real ones were stale, dreary towns, where squats roamed in their watery shoes and lived in makeshift nineteenth-century houses that smelt of cabbage and latrines. Londra, Winston'ın gözünün önüne gelir gibi oldu; milyonlarca çöp tenekesinin kapladığı, koskocaman, harabeye dönmüş kentin görüntüsü, yüzü kırışıklarla dolu, süpürge saçlı, tıkalı lavaboyu açmaya çabalayan Bayan Parsons'ın görüntüsüne karıştı. London seemed to flash before Winston; The image of the huge, devastated city covered by millions of trash cans mingled with that of Mrs. Parsons, her face full of wrinkles and broom hair, struggling to unclog the clogged sink. Yine uzanıp ayak bileğini kaşıdı. Again he reached out and scratched his ankle. Tele-ekranlar sabahtan akşama kadar sayıp döktükleri iç bayıltıcı istatistiklerle, insanların artık daha çok yiyecek, daha çok giysi, daha iyi evler, daha çok eğlence olanağı bulabildiklerini, elli yıl önceye oranla daha uzun yaşayıp daha az çalıştıklarını, daha yapılı, daha sağlıklı, daha güçlü, daha mutlu, daha zeki olduklarını, daha iyi eğitim gördüklerini kanıtlamaya çabalıyordu. Tele-screens show that people now have more food, more clothes, better houses, more entertainment opportunities, they live longer and work less than they did fifty years ago, they are more built, healthier, and more he was trying to prove that they were stronger, happier, smarter, better educated. İşin ilginci, bu söylenenleri doğrulamanın da, çürütmenin de mümkün olmamasıydı. The interesting thing was that it was impossible to confirm or refute what was said. Örneğin, Parti, bugün yetişkin proleterlerin yüzde kırkının okuma yazma bildiğini ileri sürüyordu; söylenenlere bakılırsa, bu oran Devrim'den önce yüzde on beşi geçmiyordu. For example, the Party claimed that forty percent of adult proletarians today were literate; According to what has been said, this rate did not exceed fifteen percent before the Revolution. Parti, çocuk ölümlerinin Devrimden önce binde üç yüz iken, bu oranın artık binde yüz altmışa düştüğünü öne sürüyordu; istatistikler böyle sürüp gidiyordu işte. The party claimed that child mortality had fallen from three hundred per thousand before the Revolution to six hundred per thousand; That's how the statistics went. İki bilinmeyenli bir denklem gibiydi hepsi. It was like an equation with two unknowns. Tarih kitaplarındaki her sözcük, dahası tartışmasız kabul edilen şeyler bile tümüyle hayal ürünü olabilirdi. Every word in the history books, even what was considered uncontested, could have been purely fictitious. Jus primae noctis diye bir yasa, kapitalist diye bir yaratık ya da silindir şapka diye bir şey belki de hiç olmamıştı, kim bilebilirdi ki? Maybe there never was a law called Jus primae noctis, a creature called a capitalist, or a top hat, who knew?

Her şey bir sis bulutu içinde yitip gidiyordu. Everything was disappearing in a cloud of mist. Geçmiş silinmekle kalmıyor, silindiği de unutuluyor, sonunda yalan gerçek olup çıkıyordu. The past is not only erased, it is forgotten that it is erased, and the lie turns out to be the truth. Winston, yalanın somut, şaşmaz kanıtını, olup bittikten sonra da olsa, hayatında yalnızca bir kez ele geçirebilmiş, onu da ancak otuz saniye kadar tutabilmişti elinde. Only once in his life had Winston captured the tangible, infallible proof of the lie, even after it had happened, and held it for only thirty seconds. 1973 yılı olmalıydı; Katharine'den ayrıldığı sıralar olsa gerekti. It should have been 1973; It must have been around the time he broke up with Katharine. Ama olayın gerçek tarihi o günlerin de yedi sekiz yıl öncesine uzanıyordu. But the real history of the event stretched back seven or eight years in those days.

Olayın başlangıcı, altmışların ortalarına, Devrim'in ilk önderlerinin ortadan kaldırıldığı büyük temizlikler dönemine gidiyordu. The beginning of the event went back to the mid-sixties, a period of great purges when the first leaders of the Revolution were eliminated. 1970'e gelindiğinde, Büyük Birader dışında, ilk başlardaki önderlerin hiçbiri kalmamıştı. By 1970, none of the early leaders remained, with the exception of Big Brother. Büyük Birader dışında hepsi hain ve karşıdevrimci ilan edilmişti. All but Big Brother were declared traitors and counter-revolutionaries. Goldstein kaçmış, sırra kadem basmıştı; ötekilere gelince, bazıları ortadan kaybolmuş, çoğu ise halka açık mahkemelerde suçlarını kabullendikten sonra idam edilmişti. Goldstein had escaped, vanished into thin air; as for the others, some disappeared, and most were executed after pleading guilty in public courts. O dönemden sağ kalanlar, Jones, Aaronson ve Rutherford adında üç adamdı. The survivors from that era were three men named Jones, Aaronson, and Rutherford. Bu üçü 1965'te tutuklanmış olmalıydı. These three should have been arrested in 1965. Sık sık olduğu gibi, birkaç yıl ortadan kaybolmuşlar, yaşayıp yaşamadıklarını kimse öğrenememişti; sonra birden her nasılsa ortaya çıkarak suçlarını bildik biçimde kabullenivermişlerdi. As often happens, they disappeared for several years, no one knew whether they were alive or not; Then they had suddenly appeared, somehow, and admitted their guilt in a familiar way. Düşmanın (o günlerde düşman Avrasya'ydı) istihbarat örgütlerine çalıştıklarını, zimmetlerine para geçirdiklerini, bazı güvenilir Parti üyelerini öldürdüklerini, Devrim'in çok öncesinden başlayarak Büyük Birader'in önderliğine karşı entrikalar çevirdiklerini ve yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan kundaklama eylemlerine giriştiklerini itiraf etmişlerdi. They admitted to working with the intelligence agencies of the enemy (the enemy was Eurasia in those days), embezzling money, killing some trusted Party members, plotting against Big Brother's leadership long before the Revolution, and engaging in acts of arson that resulted in hundreds of thousands of deaths. Bütün bunları itiraf ettikten sonra da bağışlanmışlar, yeniden Parti'ye alınmışlar ve önemli görünen, ama aslında yan gelip yatacakları birtakım görevlere getirilmişlerdi. After confessing all this, they were pardoned, reintroduced to the Party, and assigned to positions that seemed important, but were in fact lagging behind. Üçü de Times'da uzun, onursuz yazılar yazarak, yanlış yola sapmalarının nedenlerini çözümlemiş, doğru yolu tutacaklarına söz vermişlerdi. All three had written long, dishonest articles in the Times, analyzing the reasons for their misguidance and promising to take the right path. Winston, salıverilmelerinden bir süre sonra üçünü de Kestane Ağacı Kahvesi'nde görmüştü. Winston had seen all three of them at Chestnut Tree Coffee some time after their release. Onlara, gözünün ucuyla hem korku hem de hayranlıkla nasıl baktığını anımsadı. He remembered how he had looked at them out of the corner of his eye, with both fear and admiration. Ondan çok yaşlıydılar, eski dünyanın yadigârları, Parti'nin destansı ilk günlerinin handiyse son büyük temsilcileriydiler. They were much older than him, relics of the old world, almost the last great exponents of the Party's epic early days. Yeraltı savaşımı ve iç savaşın görkeminden izler taşıyorlardı hâlâ. They still bore traces of the glory of underground warfare and civil war. Daha o sıralar olaylar ve tarihler belirsizleşmeye başlamış olmasına karşın, Winston onların adlarını Büyük Birader'in adını öğrendiğinden yıllar önce öğrenmişti sanki. Even then, events and dates were beginning to blur, but Winston seemed to have learned their names years before he had learned Big Brother's name. Ama aynı zamanda düşman sayılan, aforoz edilmiş yasaklı kişilerdi, birkaç yıla kadar ortadan kaldırılacakları kesindi. But they were also enemies, excommunicated outlaws, certain to be eliminated in a few years. Düşünce Polisi'nin eline düşenlerin postu kurtardıkları görülmemişti. Those who fell into the hands of the Thought Police did not appear to have recovered the hide. Üçü de mezarı boylamayı bekleyen birer cesetti. All three were corpses waiting to be buried.

Çevrelerindeki masalarda oturan yoktu. No one was sitting at the tables around them. Böyle insanların yakınında görülmek bile akıllıca sayılmazdı. It would be unwise to even be seen near such people. Kestane Ağacı Kahvesi'nin spesiyalitesi olan karanfilli cinlerini sessizce yudumluyorlardı. They were quietly sipping their clove gin, the specialty of Chestnut Tree Coffee. İçlerinde görünüşüyle Winston'ı en çok etkileyen Rutherford'du. Of these, Rutherford was the one who impressed Winston the most with his appearance. Rutherford, bir zamanların ünlü bir karikatürcüsüydü; gerek Devrim öncesinde, gerek Devrim sırasında çarpıcı karikatürleriyle kamuoyunu derinden etkilemişti. Rutherford was once a famous cartoonist; He had a profound effect on the public with his striking cartoons both before and during the Revolution. Şimdi bile karikatürleri arada sırada da olsa Times'da yayımlanıyordu. Even now his cartoons were occasionally published in the Times. Eskiden yaptıklarına öykünen, ama nedense tatsız tuzsuz, çarpıcılıktan yoksun karikatürlerdi. They were cartoons that imitated what they used to do, but for some reason tasteless, unsophisticated. Eski konuları –yoksul mahallelerdeki gecekondular, aç açına dolaşan çocuklar, sokak çatışmaları, barikatlarda bile silindir şapkalarını başlarından çıkarmayan kapitalistler– ısıtıp ısıtıp gündeme getiriyor, geçmişe geri dönmek için bitmek bilmeyen, umarsız bir çaba gösteriyordu. He warmed up and brought up old issues—slums in poor neighborhoods, starving children, street skirmishes, capitalists wearing their top hats even at barricades—and made an endless, desperate effort to return to the past. Ağarmış, yağlı saçları yeleyi andıran, gözlerinin altı torba torba, yüzü kırış kırış, kalın zenci dudaklı, ızbandut gibi bir adamdı. He was a man of gray, greasy hair, like a mane, bags under his eyes, wrinkled face, thick black lips, and a stinging man. Bir zamanlar müthiş güçlü olsa gerekti; oysa şimdi o iri gövdesi bükülmüş, yassılmış, pırtlamış, her yanı sarkmıştı. It must have been tremendously powerful once; whereas now his large body was bent, flattened, clattered, drooping all over. Herkesin gözlerinin önünde yıkılan, çöküp giden bir dağı andırıyordu. It was like a mountain crumbling and collapsing before everyone's eyes.