×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - VI

1. Bölüm - VI

Winston güncesini yazıyordu:

Üç yıl oluyor. Akşam hava kararmıştı, büyük tren istasyonlarından birinin yakınlarındaki dar bir ara sokaktaydım. Soluk bir sokak lambasının altında, bir kapı aralığının yakınında bir kadın duruyordu. Genç yüzü boyaya batmış gibiydi. Beni çeken de o boyanın maskı andıran beyazlığı ve parlak kırmızı dudaklar oldu. Partili kadınlar hiçbir zaman yüzlerini boyamazlardı. Sokak bomboştu, tek bir tele-ekran yoktu. İki dolar dedi. Kadınla...

Bir an durdu, yazmayı sürdüremedi. Gözlerini kapattı, durmadan yinelenen görüntüyü silip atmak istercesine parmaklarını gözlerine bastırdı. Yüreğinden yeri göğü inleterek ağız dolusu sövmek geldi. Ya da başını duvara vurmak, masayı bir tekmede devirmek, mürekkep hokkasını camdan dışarı fırlatmak... içini kemiren anıyı belleğinden kazımak için zorbaca, mahalleyi ayağa kaldıran, can yakan bir şey yapmak.

Winston, en kötü düşmanın kendi sinir sistemin, diye düşündü. İçindeki gerilim her an gözle görülür bir belirtiye dönüşebilir. Birkaç hafta önce sokakta yanından geçen bir adam geldi aklına: Son derece sıradan görünüşlü bir Parti üyesi, otuz beş kırk yaşlarında, uzun boylu, zayıf bir adam, elinde bir çanta. Aralarında birkaç metre kalmışken, birden adamın yüzünün sol tarafı kasılıvermişti. Adam Winston'ın yanından geçerken kasılma bir kez daha yinelenmişti; bir fotoğraf makinesinin objektif kapağının klik sesi kadar kısa, ama belli ki alışkanlık edinilmiş bir seğirme, bir titreme. Winston, o sırada, zavallı adam hapı yutmuş, diye düşündüğünü anımsadı. Kasılmanın büyük olasılıda istem dışı olması çok korkunçtu. En tehlikelisi ise, insanın uykusunda konuşmasıydı. Görebildiği kadarıyla, bundan korunmanın hiçbir yolu yoktu.

Derin bir nefes aldıktan sonra yazmayı sürdürdü:

Kadınla birlikte kapıdan girdik, bir avludan geçerek bir bodrum katının mutfağına geldik. İçeride duvara dayalı bir yatak, masanın üstünde iyice kısılmış bir lamba vardı. Kadın...

Winston'ın dişleri kamaşmıştı. Tükürmek istiyordu. Bodrum katının mutfağındaki kadını düşünürken, aklına karısı Katharine geldi. Winston evliydi; daha doğrusu bir zamanlar evlenmişti. Belki hâlâ evliydi, çünkü bildiği kadarıyla karısı ölmüş değildi. O bodrum mutfağının ağır, küflü kokusunu, tahtakurusu, kirli giysi ve iğrenç ama ayartıcı ucuz parfüm kokularının birbirine karıştığı o kokuyu yeniden duyar gibi oldu; Partili kadınlar asla koku sürmezlerdi, böyle bir şey düşünülemezdi bile. Yalnızca proleter kadınlar parfüm kullanırlardı. Parfüm kokusu, Winston'ın kafasında, fahişelikle bütünleşmişti. O kadına gidişi, nerdeyse iki yıldır yaptığı ilk kaçamaktı. Fahişelerle birlikte olmak hiç kuşkusuz yasaktı, ama ara sıra çiğnemeyi göze alabileceğiniz kurallardandı bu. Tehlikeli olmasına tehlikeliydi, ama işin ucunda ölüm yoktu. Bir fahişeyle yakalanmak, daha önce işlenmiş bir suçunuz yoksa, size zorunlu çalışma kampında topu topu beş yıla patlayabilirdi. Kolayca göze alınabilecek bir suçtu bu, yeter ki suçüstü yakalanmayın. Yoksul mahalleler kendilerini satmaya hazır kadınlardan geçilmiyordu. Bazılarını, proleterlere yasak olan bir şişe cine satın almak mümkündü. Parti, tümüyle bastırılması olanaksız içgüdülerin giderilebilmesi için, fahişeliği el altından özendiriyordu bile. Fuhuş, gizlice ve zevk almadan yapıldığı, yalnızca aşağı ve horlanan sınıftan kadınları kapsadığı sürece o kadar önemli değildi. Asıl bağışlanmaz suç, Parti üyeleri arasındaki rastgele cinsel ilişkiydi. Ne ki, büyük temizlik hareketleri sırasında sanıkların itiraf ettikleri suçlardan biri olsa da, böyle bir şeyin gerçek olabileceğini hayal etmek bile zordu.

Parti'nin amacı, yalnızca, erkeklerle kadınlar arasında sonradan denetleyemeyeceği bağlılıkların oluşmasını önlemek değildi. Parti'nin açıklamadığı gerçek amacı, cinsel ilişkiden zevk almayı tümden yok etmekti. Evlilikte olsun, evlilik dışı olsun, düşman görülen, aşktan çok erotizmdi. Parti üyeleri arasındaki tüm evliliklerin, bu iş için atanmış bir kurul tarafından onaylanması gerekiyor ve kural hiçbir zaman açıkça dile getirilmese de, birbirlerini fiziksel olarak çekici buldukları izlenimi uyandıran çiftlerin evlenmesine asla izin verilmiyordu. Evliliğin kabul gören tek bir amacı vardı, o da Parti'ye hizmet edecek çocuklar dünyaya getirmekti. Cinsel ilişkinin, lavman yapmaktan farksız, hiç de iç açıcı olmayan sıradan bir işlem olarak görülmesi gerekiyordu. Bu da hiçbir zaman açıkça dile getirilmiyor, çocukluklarından başlayarak dolaylı bir biçimde Parti üyelerinin beyinlerine işleniyordu. Dahası, her iki cins için de sonuna kadar bakir kalmayı savunan Seks Karşıtı Gençlik Birliği gibi örgütler bile kurulmuştu. Bir gün tüm çocukların yapay döllenme (Yenisöylem'de yapdöl deniyordu) yoluyla dünyaya getirileceği ve kamu kurumlarında yetiştirileceği söyleniyordu. Winston, bunun, çok ciddiye bindirilmese de, Parti'nin genel ideolojisine uygun düştüğünün ayırdındaydı. Parti, cinsel içgüdüyü yok etmeye, yok edemediğinde de çarpıtmaya ve karalamaya çalışıyordu. Winston neden böyle yapıldığını bilmiyordu, ama böyle olması gerektiğini doğal karşılıyordu. Kaldı ki, Parti'nin kadınlar arasındaki çabaları büyük ölçüde başarılıydı. Winston bir kez daha Katharine'i düşündü. Ayrılalı dokuz, on, belki on bir yıl olmuştu. Nedense Katharine pek ender aklına geliyordu. Kimi zaman, evli olduğunu bile günlerce unuttuğu oluyordu. Yalnızca on beş ay kadar birlikte yaşamışlardı. Parti boşanmaya izin vermese de, çocuğu olmayan çiftleri ayrı yaşamaya özendiriyordu.

Katharine uzun boylu, sarı saçlı, çok düzgün, alımlı bir kızdı. İnsanın, arkasının tümüyle boş olduğunu anlayıncaya kadar soylu diyebileceği, kişilikli, sert bir yüzü vardı. Winston, evliliklerinin daha başında –belki de yalnızca, Katharine'i çoğu insandan daha yakından tanıdığı için– hayatında ondan daha salak, daha kalın kafalı, daha beyinsiz birine rastlamadığı sonucuna varmıştı. Kafası sloganlardan başka bir şey almazdı; her türlü ahmaklığa inanabilirdi, yeter ki Parti tarafından söylensin. Winston, kendi kendine, "ses bandı" adını takmıştı ona. Yine de, şu cinsellik denen şey olmasa, onunla yaşamaya katlanabilirdi.

Ona ne zaman dokunacak olsa, ürküp kaskatı kesilirdi. Ona sarılmak, tahtadan bir kuklaya sarılmaktan farksızdı. En tuhafı da, Katharine kendisini kucakladığında, onu olanca gücüyle ittiği duygusuna kapılmasıydı. Kasları o kadar sertti ki, Winston ister istemez böyle bir duyguya kapılırdı. Katharine, gözleri kapalı, öylece uzanır, karşı koymadığı gibi sevişmeye de katılmaz, yalnızca boyun eğerdi. Bu son derece utanç verici durum bir süre sonra korkunç bir hal alırdı. Yine de, cinsel ilişkide bulunmama konusunda anlaşabilseler, Winston onunla birlikte yaşamaya katlanabilirdi. Ama ne tuhaftır ki, buna yanaşmayan Katharine'di. Ona kalırsa, bir çocuk yapmaya bakmalıydılar. Dolayısıyla, bu iş düzenli olarak haftada bir gün sürüp gitmişti. Katharine, akşam yapılması ve asla unutulmaması gereken bu işi sabahtan hatırlatırdı Winston'a. İki ad takmıştı bu işe. Ya "bebek yapmak" derdi ya da "Partiye karşı görevimiz": Evet, gerçekten de bu deyimi kullanırdı. Çok geçmeden Winston o gün geldiğinde korkuya kapılır olmuştu. Neyse ki çocuk olmamıştı da, Katharine sonunda denemekten vazgeçmişti; bir süre sonra da ayrılmışlardı.

Winston sessizce içini çekti. Kalemi alıp yeniden yazmaya başladı:

Kadın kendini yatağa attı ve hiçbir ön sevişmeye gerek duymadan, akla gelebilecek en bayağı, en tiksinç biçimde eteğini kaldırdı. Lambayı...

Tahtakurusu ve ucuz parfüm kokusundan geçilmeyen odada, lambanın soluk ışığında, yüreğinde, o anda bile Katharine'in, Parti'nin afyonlayıcı gücüyle donup kalmış, beyaz bedeninin hayaline karışan bir yeniklik ve öfkeyle, öylece dikilişi gözünün önüne geldi. Neden hep böyle olmak zorundaydı? Birkaç yılda bir giriştiği bu pis ilişkiler yerine, neden kendine ait bir kadını olamıyordu? Ne ki, gerçek bir aşk ilişkisinin düşünü kurmak bile olanaksızdı nerdeyse. Partili kadınların hepsi birbirinin aynıydı. İffetlilik, tıpkı Parti'ye bağlılık gibi iliklerine işlemişti. Küçük yaşlarda başlayan koşullandırmalar, oyunlar ve soğutmalarla, okulda, Casuslar ve Gençlik Birliği'nde beyinlerine işlenen saçmalıklarla, konferanslar, geçit törenleri, şarkılar, sloganlar ve marşlarla, o doğal duygu içlerinden sökülüp atılmıştı. Mantığı ayrıksı örneklerin mutlaka olması gerektiğini söylüyor, ama yüreği buna inanmıyordu. Kadınların hepsi de, Parti'nin olmalarını istediği gibi, erişilmezdi. Winston, şu erdemlilik duvarını hayatında bir kez olsun yıkmayı sevilmekten de daha çok istiyordu. Hakkını vererek sevişmek, isyan demekti. Arzu ise düşüncesuçu olarak görülüyordu. Hani, Katharine'de bir istek uyandırmayı başarabilse, kendi karısını baştan çıkarmış gibi olacaktı. Ama hikâyeyi tamamlamak gerekiyordu. Yazdı:

Lambayı iyice açtım. Işıkta bakınca...

Gaz lambasının zayıf ışığı bile karanlık odayı bayağı aydınlatmıştı. Kadını ilk kez doğru dürüst görebiliyordu. Kadına doğru bir adım attıktan sonra, şehvet ve dehşet içinde kalakalmıştı. Oraya gitmekle göze aldığı riskin fena halde farkındaydı. Çıkarken devriyelere yakalanmak işten bile değildi: Dahası, o sırada onu kapının önünde bekliyor bile olabilirlerdi. Ama oraya yapmak için gittiği şeyi yapmadan çıkıp giderse de!..

Bütün bunlar yazılmalı, itiraf edilmeliydi. Lambanın ışığı biraz daha açılınca, birden kadının yaşlı olduğunu görmüştü. Yüzü o kadar kalın bir boya tabakasıyla kaplıydı ki, karton bir mask gibi kırılıverecekmiş gibi görünüyordu. Saçına ak düşmüştü; ama en fecisi, ağzı hafifçe aralanmıştı ve içerisi karanlık bir mağarayı andırıyordu. Tek bir diş bile kalmamıştı ağzında.

Winston, çabuk çabuk çiziktirdi:

Işıkta bakınca, kadının oldukça yaşlı olduğunu gördüm, en azından ellisindeydi. Ama hiç aldırmadım, yaptım yine de.

Parmaklarını yeniden gözlerine bastırdı. En sonunda yazmış, ama hiçbir şey değişmemişti. Terapi işe yaramamıştı. Bağıra bağıra sövüp sayma isteği eskisi kadar güçlüydü.


1. Bölüm - VI

Winston güncesini yazıyordu: Winston wrote in his diary:

Üç yıl oluyor. It's been three years. Akşam hava kararmıştı, büyük tren istasyonlarından birinin yakınlarındaki dar bir ara sokaktaydım. It was dark in the evening, and I was in a narrow alley near one of the major train stations. Soluk bir sokak lambasının altında, bir kapı aralığının yakınında bir kadın duruyordu. Under a dim street lamp, near a doorway, stood a woman. Genç yüzü boyaya batmış gibiydi. His young face looked like it was soaked in paint. Beni çeken de o boyanın maskı andıran beyazlığı ve parlak kırmızı dudaklar oldu. What attracted me was the mask-like whiteness of that paint and the bright red lips. Partili kadınlar hiçbir zaman yüzlerini boyamazlardı. Party women never painted their faces. Sokak bomboştu, tek bir tele-ekran yoktu. The street was empty, not a single telescreen. İki dolar dedi. He said two dollars. Kadınla... With the woman...

Bir an durdu, yazmayı sürdüremedi. He paused for a moment, unable to continue writing. Gözlerini kapattı, durmadan yinelenen görüntüyü silip atmak istercesine parmaklarını gözlerine bastırdı. He closed his eyes and pressed his fingers to his eyes, as if trying to erase the recurring image. Yüreğinden yeri göğü inleterek ağız dolusu sövmek geldi. A mouthful of cursing came from his heart, making the heavens and earth moan. Ya da başını duvara vurmak, masayı bir tekmede devirmek, mürekkep hokkasını camdan dışarı fırlatmak... içini kemiren anıyı belleğinden kazımak için zorbaca, mahalleyi ayağa kaldıran, can yakan bir şey yapmak. Or banging your head against the wall, knocking the table over with a kick, throwing the inkwell out of the window… doing something bullying, uplifting, hurting to scrape the gnawing memory from your memory.

Winston, en kötü düşmanın kendi sinir sistemin, diye düşündü. Your own worst enemy is your own nervous system, Winston thought. İçindeki gerilim her an gözle görülür bir belirtiye dönüşebilir. The tension inside can turn into a visible symptom at any moment. Birkaç hafta önce sokakta yanından geçen bir adam geldi aklına: Son derece sıradan görünüşlü bir Parti üyesi, otuz beş kırk yaşlarında, uzun boylu, zayıf bir adam, elinde bir çanta. A few weeks ago she remembered a man who had passed her on the street: a perfectly ordinary-looking Party member, a tall thin man of thirty-five forty years old, holding a briefcase. Aralarında birkaç metre kalmışken, birden adamın yüzünün sol tarafı kasılıvermişti. With only a few meters between them, the left side of the man's face suddenly twitched. Adam Winston'ın yanından geçerken kasılma bir kez daha yinelenmişti; bir fotoğraf makinesinin objektif kapağının klik sesi kadar kısa, ama belli ki alışkanlık edinilmiş bir seğirme, bir titreme. The contraction was repeated once more as the man passed Winston; as brief as the click of a camera's lens hood, but obviously a habitual twitch, a tremor. Winston, o sırada, zavallı adam hapı yutmuş, diye düşündüğünü anımsadı. Winston remembered thinking then that the poor man had taken the pill. Kasılmanın büyük olasılıda istem dışı olması çok korkunçtu. It was terrifying that the contraction was probably involuntary. En tehlikelisi ise, insanın uykusunda konuşmasıydı. The most dangerous thing was talking in one's sleep. Görebildiği kadarıyla, bundan korunmanın hiçbir yolu yoktu. As far as he could see, there was no way to avoid it.

Derin bir nefes aldıktan sonra yazmayı sürdürdü: He took a deep breath and continued to write:

Kadınla birlikte kapıdan girdik, bir avludan geçerek bir bodrum katının mutfağına geldik. We entered the door with the woman, passed through a courtyard, and came to the kitchen of a basement. İçeride duvara dayalı bir yatak, masanın üstünde iyice kısılmış bir lamba vardı. Inside was a bed against the wall, a lamp well dimmed on the table. Kadın...

Winston'ın dişleri kamaşmıştı. Winston's teeth were glaring. Tükürmek istiyordu. He wanted to spit. Bodrum katının mutfağındaki kadını düşünürken, aklına karısı Katharine geldi. Thinking of the woman in the basement kitchen, he thought of his wife, Katharine. Winston evliydi; daha doğrusu bir zamanlar evlenmişti. Winston was married; Or rather, he was once married. Belki hâlâ evliydi, çünkü bildiği kadarıyla karısı ölmüş değildi. Maybe he was still married because, as far as he knew, his wife was not dead. O bodrum mutfağının ağır, küflü kokusunu, tahtakurusu, kirli giysi ve iğrenç ama ayartıcı ucuz parfüm kokularının birbirine karıştığı o kokuyu yeniden duyar gibi oldu; Partili kadınlar asla koku sürmezlerdi, böyle bir şey düşünülemezdi bile. He seemed to sense the heavy, musty smell of that basement kitchen again, the mingling of bedbugs, dirty clothes, and the nasty but seductive cheap perfume; Party women would never wear fragrance, such a thing was unthinkable. Yalnızca proleter kadınlar parfüm kullanırlardı. Only proletarian women used perfume. Parfüm kokusu, Winston'ın kafasında, fahişelikle bütünleşmişti. The smell of perfume was in Winston's mind integrated with prostitution. O kadına gidişi, nerdeyse iki yıldır yaptığı ilk kaçamaktı. His departure to that woman was his first fling in almost two years. Fahişelerle birlikte olmak hiç kuşkusuz yasaktı, ama ara sıra çiğnemeyi göze alabileceğiniz kurallardandı bu. It was no doubt forbidden to be with prostitutes, but it was a rule you might be willing to break from time to time. Tehlikeli olmasına tehlikeliydi, ama işin ucunda ölüm yoktu. It was dangerous as it was dangerous, but death was not at stake. Bir fahişeyle yakalanmak, daha önce işlenmiş bir suçunuz yoksa, size zorunlu çalışma kampında topu topu beş yıla patlayabilirdi. Getting caught with a prostitute could cost you five years in a forced labor camp, unless you had a previous crime committed. Kolayca göze alınabilecek bir suçtu bu, yeter ki suçüstü yakalanmayın. It was an easy crime, as long as you don't get caught red-handed. Yoksul mahalleler kendilerini satmaya hazır kadınlardan geçilmiyordu. Poor neighborhoods were not populated by women ready to sell themselves. Bazılarını, proleterlere yasak olan bir şişe cine satın almak mümkündü. It was possible to buy some of them for a bottle of gin, which was forbidden to the proletarians. Parti, tümüyle bastırılması olanaksız içgüdülerin giderilebilmesi için, fahişeliği el altından özendiriyordu bile. The Party was already surreptitiously promoting prostitution so that instincts that could not be completely suppressed could be suppressed. Fuhuş, gizlice ve zevk almadan yapıldığı, yalnızca aşağı ve horlanan sınıftan kadınları kapsadığı sürece o kadar önemli değildi. Prostitution was not so important as long as it was done secretly and without pleasure, and only included women of the lower and despised class. Asıl bağışlanmaz suç, Parti üyeleri arasındaki rastgele cinsel ilişkiydi. The real unforgivable crime was promiscuous sexual intercourse between Party members. Ne ki, büyük temizlik hareketleri sırasında sanıkların itiraf ettikleri suçlardan biri olsa da, böyle bir şeyin gerçek olabileceğini hayal etmek bile zordu. However, it was hard to imagine that such a thing could be real, even though it was one of the crimes the defendants confessed to during the big purges.

Parti'nin amacı, yalnızca, erkeklerle kadınlar arasında sonradan denetleyemeyeceği bağlılıkların oluşmasını önlemek değildi. The Party's aim was not merely to prevent the later formation of uncontrollable loyalties between men and women. Parti'nin açıklamadığı gerçek amacı, cinsel ilişkiden zevk almayı tümden yok etmekti. The Party's true aim, which it did not disclose, was to destroy the enjoyment of sexual intercourse altogether. Evlilikte olsun, evlilik dışı olsun, düşman görülen, aşktan çok erotizmdi. It was eroticism rather than love that was seen as the enemy, whether in marriage or out of wedlock. Parti üyeleri arasındaki tüm evliliklerin, bu iş için atanmış bir kurul tarafından onaylanması gerekiyor ve kural hiçbir zaman açıkça dile getirilmese de, birbirlerini fiziksel olarak çekici buldukları izlenimi uyandıran çiftlerin evlenmesine asla izin verilmiyordu. All marriages between party members had to be approved by a board appointed for the job, and although the rule was never stated explicitly, couples who appeared to be physically attracted to each other were never allowed to marry. Evliliğin kabul gören tek bir amacı vardı, o da Parti'ye hizmet edecek çocuklar dünyaya getirmekti. The marriage had only one accepted purpose, and that was to give birth to children who would serve the Party. Cinsel ilişkinin, lavman yapmaktan farksız, hiç de iç açıcı olmayan sıradan bir işlem olarak görülmesi gerekiyordu. Sex was supposed to be seen as an ordinary procedure, not unlike an enema, which was not heartwarming at all. Bu da hiçbir zaman açıkça dile getirilmiyor, çocukluklarından başlayarak dolaylı bir biçimde Parti üyelerinin beyinlerine işleniyordu. This, too, was never openly expressed, but indirectly ingrained into the minds of Party members, starting from their childhood. Dahası, her iki cins için de sonuna kadar bakir kalmayı savunan Seks Karşıtı Gençlik Birliği gibi örgütler bile kurulmuştu. Moreover, organizations have even been formed, such as the Youth Anti-Sex League, which advocated full-blown virginity for both sexes. Bir gün tüm çocukların yapay döllenme (Yenisöylem'de yapdöl deniyordu) yoluyla dünyaya getirileceği ve kamu kurumlarında yetiştirileceği söyleniyordu. It was said that one day all children would be born through artificial insemination (it was called progeny in Newspeak) and would be raised in public institutions. Winston, bunun, çok ciddiye bindirilmese de, Parti'nin genel ideolojisine uygun düştüğünün ayırdındaydı. Winston was aware that this, though not taken too seriously, fit in with the general ideology of the Party. Parti, cinsel içgüdüyü yok etmeye, yok edemediğinde de çarpıtmaya ve karalamaya çalışıyordu. The party was trying to destroy the sexual instinct, and when it couldn't, distort and defame it. Winston neden böyle yapıldığını bilmiyordu, ama böyle olması gerektiğini doğal karşılıyordu. Winston didn't know why it was done that way, but he took it for granted that it had to be like that. Kaldı ki, Parti'nin kadınlar arasındaki çabaları büyük ölçüde başarılıydı. Moreover, the Party's efforts among women were largely successful. Winston bir kez daha Katharine'i düşündü. Winston thought once more of Katharine. Ayrılalı dokuz, on, belki on bir yıl olmuştu. It had been nine, ten, maybe eleven years since we broke up. Nedense Katharine pek ender aklına geliyordu. For some reason, Katharine rarely came to his mind. Kimi zaman, evli olduğunu bile günlerce unuttuğu oluyordu. Sometimes he even forgot that he was married for days. Yalnızca on beş ay kadar birlikte yaşamışlardı. They had only lived together for about fifteen months. Parti boşanmaya izin vermese de, çocuğu olmayan çiftleri ayrı yaşamaya özendiriyordu. Although the party did not allow divorce, it encouraged childless couples to live separately.

Katharine uzun boylu, sarı saçlı, çok düzgün, alımlı bir kızdı. Katharine was a tall, blond-haired, very neat, attractive girl. İnsanın, arkasının tümüyle boş olduğunu anlayıncaya kadar soylu diyebileceği, kişilikli, sert bir yüzü vardı. He had a stern face with personality, one might call noble until you realize that his back is completely blank. Winston, evliliklerinin daha başında –belki de yalnızca, Katharine'i çoğu insandan daha yakından tanıdığı için– hayatında ondan daha salak, daha kalın kafalı, daha beyinsiz birine rastlamadığı sonucuna varmıştı. Early in their marriage, Winston had concluded—perhaps simply because he knew Katharine better than most people—that he had never met anyone more stupid, more obtuse, more brainless than her. Kafası sloganlardan başka bir şey almazdı; her türlü ahmaklığa inanabilirdi, yeter ki Parti tarafından söylensin. His head would take nothing but slogans; he could believe in any kind of folly, as long as it was told by the Party. Winston, kendi kendine, "ses bandı" adını takmıştı ona. Winston himself called it the "sound tape." Yine de, şu cinsellik denen şey olmasa, onunla yaşamaya katlanabilirdi. Still, if it wasn't for this thing called sex, she could bear to live with it.

Ona ne zaman dokunacak olsa, ürküp kaskatı kesilirdi. Whenever he would touch her, she would startle and stiffen. Ona sarılmak, tahtadan bir kuklaya sarılmaktan farksızdı. Hugging him was like hugging a wooden puppet. En tuhafı da, Katharine kendisini kucakladığında, onu olanca gücüyle ittiği duygusuna kapılmasıydı. Strangest of all, when Katharine hugged him, he felt as though he was pushing her with all his might. Kasları o kadar sertti ki, Winston ister istemez böyle bir duyguya kapılırdı. His muscles were so stiff that Winston involuntarily had such a feeling. Katharine, gözleri kapalı, öylece uzanır, karşı koymadığı gibi sevişmeye de katılmaz, yalnızca boyun eğerdi. Katharine would lie there with her eyes closed, not resisting, not participating in the making love, just yielding. Bu son derece utanç verici durum bir süre sonra korkunç bir hal alırdı. This extremely embarrassing situation would soon turn into a terrible one. Yine de, cinsel ilişkide bulunmama konusunda anlaşabilseler, Winston onunla birlikte yaşamaya katlanabilirdi. Still, if they could agree not to have sex, Winston could bear to live with her. Ama ne tuhaftır ki, buna yanaşmayan Katharine'di. But strangely, it was Katharine who refused. Ona kalırsa, bir çocuk yapmaya bakmalıydılar. According to her, they should have looked into having a child. Dolayısıyla, bu iş düzenli olarak haftada bir gün sürüp gitmişti. So this job had been going on regularly, one day a week. Katharine, akşam yapılması ve asla unutulmaması gereken bu işi sabahtan hatırlatırdı Winston'a. Katharine would remind Winston in the morning of this work that must be done in the evening and should never be forgotten. İki ad takmıştı bu işe. It had two names. Ya "bebek yapmak" derdi ya da "Partiye karşı görevimiz": Evet, gerçekten de bu deyimi kullanırdı. He would either say "make a baby" or "Our duty to the Party": Yes, he would indeed use that idiom. Çok geçmeden Winston o gün geldiğinde korkuya kapılır olmuştu. Before long, Winston was terrified when that day came. Neyse ki çocuk olmamıştı da, Katharine sonunda denemekten vazgeçmişti; bir süre sonra da ayrılmışlardı. Fortunately no children, Katharine had finally given up trying; They separated after a while.

Winston sessizce içini çekti. Winston sighed quietly. Kalemi alıp yeniden yazmaya başladı: He took the pen and began to write again:

Kadın kendini yatağa attı ve hiçbir ön sevişmeye gerek duymadan, akla gelebilecek en bayağı, en tiksinç biçimde eteğini kaldırdı. She threw herself on the bed and, without any foreplay, lifted her skirt in the meanest, most disgusting way imaginable. Lambayı... The lamp...

Tahtakurusu ve ucuz parfüm kokusundan geçilmeyen odada, lambanın soluk ışığında, yüreğinde, o anda bile Katharine'in, Parti'nin afyonlayıcı gücüyle donup kalmış, beyaz bedeninin hayaline karışan bir yeniklik ve öfkeyle, öylece dikilişi gözünün önüne geldi. In the room, where the smell of bedbugs and cheap perfumes could not be beat, he pictured himself standing there in the pale light of the lamp, in his heart, a defeat and anger that mixed with the imagination of Katharine's white body, which even then was frozen by the Party's opiate power. Neden hep böyle olmak zorundaydı? Why did it always have to be like this? Birkaç yılda bir giriştiği bu pis ilişkiler yerine, neden kendine ait bir kadını olamıyordu? Why couldn't he have a woman of his own instead of these dirty relationships he had every few years? Ne ki, gerçek bir aşk ilişkisinin düşünü kurmak bile olanaksızdı nerdeyse. However, it was almost impossible to even dream of a true love affair. Partili kadınların hepsi birbirinin aynıydı. Party women were all the same. İffetlilik, tıpkı Parti'ye bağlılık gibi iliklerine işlemişti. Chastity was as ingrained as loyalty to the Party. Küçük yaşlarda başlayan koşullandırmalar, oyunlar ve soğutmalarla, okulda, Casuslar ve Gençlik Birliği'nde beyinlerine işlenen saçmalıklarla, konferanslar, geçit törenleri, şarkılar, sloganlar ve marşlarla, o doğal duygu içlerinden sökülüp atılmıştı. With the conditioning, the games, and the chilling that began at an early age, the bullshit at school, at the Spies and Youth League, with the lectures, the parades, the songs, the slogans, the marches, that natural feeling had been ripped out of them. Mantığı ayrıksı örneklerin mutlaka olması gerektiğini söylüyor, ama yüreği buna inanmıyordu. His logic said that there must be exceptional examples, but his heart did not believe it. Kadınların hepsi de, Parti'nin olmalarını istediği gibi, erişilmezdi. All of the women were inaccessible, as the Party wanted them to be. Winston, şu erdemlilik duvarını hayatında bir kez olsun yıkmayı sevilmekten de daha çok istiyordu. More than being loved, Winston wanted to break that wall of virtue once in his life. Hakkını vererek sevişmek, isyan demekti. Making love by giving it its due meant rebellion. Arzu ise düşüncesuçu olarak görülüyordu. Desire was seen as thoughtcrime. Hani, Katharine'de bir istek uyandırmayı başarabilse, kendi karısını baştan çıkarmış gibi olacaktı. It would be as if he had seduced his own wife if he had succeeded in arousing a desire in Katharine. Ama hikâyeyi tamamlamak gerekiyordu. But the story had to be completed. Yazdı: Wrote:

Lambayı iyice açtım. I turned the lamp on. Işıkta bakınca... When you look in the light...

Gaz lambasının zayıf ışığı bile karanlık odayı bayağı aydınlatmıştı. Even the faint glow of the kerosene lamp illuminated the dark room quite a bit. Kadını ilk kez doğru dürüst görebiliyordu. For the first time, he could see her properly. Kadına doğru bir adım attıktan sonra, şehvet ve dehşet içinde kalakalmıştı. After taking a step towards the woman, he was left with lust and horror. Oraya gitmekle göze aldığı riskin fena halde farkındaydı. He was acutely aware of the risk he was taking to go there. Çıkarken devriyelere yakalanmak işten bile değildi: Dahası, o sırada onu kapının önünde bekliyor bile olabilirlerdi. It was easy to get caught by the patrols on her way out: What's more, they might even be waiting for him at the door at the time. Ama oraya yapmak için gittiği şeyi yapmadan çıkıp giderse de!.. But even if he leaves without doing what he went there to do!..

Bütün bunlar yazılmalı, itiraf edilmeliydi. All this had to be written down, confessed. Lambanın ışığı biraz daha açılınca, birden kadının yaşlı olduğunu görmüştü. When the lamplight turned a little brighter, he suddenly saw that the woman was old. Yüzü o kadar kalın bir boya tabakasıyla kaplıydı ki, karton bir mask gibi kırılıverecekmiş gibi görünüyordu. His face was covered in such a thick layer of paint that it looked like it was going to break like a cardboard mask. Saçına ak düşmüştü; ama en fecisi, ağzı hafifçe aralanmıştı ve içerisi karanlık bir mağarayı andırıyordu. His hair was white; But worst of all, its mouth was slightly ajar, and inside it looked like a dark cave. Tek bir diş bile kalmamıştı ağzında. Not a single tooth remained in his mouth.

Winston, çabuk çabuk çiziktirdi: Winston quickly scribbled:

Işıkta bakınca, kadının oldukça yaşlı olduğunu gördüm, en azından ellisindeydi. Looking in the light, I saw that the woman was quite old, at least fifty. Ama hiç aldırmadım, yaptım yine de. But I didn't mind, I did it anyway.

Parmaklarını yeniden gözlerine bastırdı. He pressed his fingers to his eyes again. En sonunda yazmış, ama hiçbir şey değişmemişti. He finally wrote, but nothing had changed. Terapi işe yaramamıştı. Therapy hadn't worked. Bağıra bağıra sövüp sayma isteği eskisi kadar güçlüydü. The urge to shout and curse was as strong as before.