×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - V (c)

1. Bölüm - V (c)

"Yeni, mutlu yaşam" deyimi birkaç kez tekrarlandı. Son zamanlarda Varlık Bakanlığı yetkililerinin dilinden düşmeyen bir deyimdi bu. Borazan sesiyle dikkat kesilmiş olan Parsons, oturduğu yerden, bilirbilmez bir ciddiyetle, sıkıldığını belli etmemeye çalışarak dinliyordu. Gerçi okunan rakamlardan bir şey anladığı yoktu, ama bunlardan hoşnutluk duyulması gerektiğinin ayırdındaydı. Yarısına kadar kömürleşmiş tütünle dolu, kocaman, kirli bir pipo çıkartmıştı. Haftalık yüz gram tütün tayınıyla bir pipoyu ağzına kadar doldurmak pek mümkün değildi. Winston ise, iki parmağının arasında özenle düz tuttuğu Zafer Sigarası'nı tüttürüyordu. Yeni tayın ertesi günden önce verilmeyecekti ve yalnızca dört sigarası kalmıştı. Kulaklarını çevreden gelen seslere tıkamış, tele-ekrandan dökülen saçmalıkları dinliyordu. Söylenenlere bakılırsa, çikolata tayınını haftada yirmi grama çıkardığı için Büyük Birader'e minnet gösterileri bile yapılmıştı. Winston, elinde olmadan, daha dün çikolata tayınının haftada yirmi grama düşürüleceği açıklanmamış mıydı, diye geçirdi aklından. Nasıl oluyordu da, üzerinden daha yirmi dört saat geçmeden kabullenebiliyorlardı bunu? Evet, kabulleniyorlardı işte. Parsons hayvanca bir aptallıkla kolayca kabulleniyordu. Yan masadaki, gözleri görünmeyen yaratık bağnazlıkla, körü körüne kabulleniyordu; çikolata tayınının daha geçen hafta otuz gram olduğunu ileri sürecek herkesi ortaya çıkarıp ihbar edecek ve buharlaştıracak kadar gözü dönmüştü. Çiftdüşün yoluyla biraz daha karmaşık bir biçimde de olsa, Syme da kabulleniyordu. Peki, belleğini yitirmeyen bir tek kendisi mi kalmıştı?

Tele-ekrandan akıllara durgunluk veren istatistikler birbiri ardı sıra yağıyordu. Geçen yıla oranla daha çok yiyecek, daha çok giyecek, daha çok konut, daha çok ev eşyası, daha çok tencere, daha çok yakıt, daha çok gemi, daha çok helikopter, daha çok kitap, daha çok bebek vardı; hastalık, suç ve cinnet dışında her şey daha çoktu. Her yıl, her dakika herkes ve her şey görülmemiş bir hızla çoğalıyordu. Winston, biraz önce Syme'ın yaptığı gibi, kaşığını eline almış, masanın üstündeki türlü artığıyla oynuyor, deşeleyip şekiller oluştururken, yaşadıkları yaşamın büründüğü görünümü düşünüyordu öfkeyle. Yaşam hep böyle mi olagelmişti? Yemeğin tadı her zaman böyle mi olmuştu? Kantine göz gezdirdi. Alçak tavanlı bir salon, bir sürü bedenin sürtüne sürtüne kararttığı duvarlar; insanların dirsek dirseğe oturmalarını gerektirecek kadar bitişik düzen yerleştirilmiş eski püskü madeni masalar ve iskemleler; eğri büğrü kaşıklar, ezik büzük tepsiler, kaba saba beyaz kulplu bardaklar; tüm yüzeyler yağ içinde, her çatlak kir dolu ve kötü cin, kötü kahve, yavan türlü ve kirli giysi kokularının birbirine karıştığı ekşimsi, baygın bir koku. İnsanın içinden bütün benliğiyle isyan etmek geliyordu, hakkı olan bir şey elinden alınmış gibi bir duyguya kapılıyordu insan. Winston geçmişi düşündüğünde de aklına farklı bir şey gelmiyordu. Yeterince yiyecek bulabildiği, delik deşik çoraplar ve iç çamaşırları giymediği, evdeki eşyaların kırık dökük olmadığı bir dönem anımsamıyordu; odalar doğru dürüst ısınmazdı, metrolar hep tıklım tıklımdı, evler dökülüyordu, ekmekler kapkara, çay kıtı kıtınaydı, kahve bulaşık suyu gibiydi, sigara bulmak her zaman sorun olmuştu; şu yapay cin dışında tek bir şey yoktu ki ucuz ve bol olsun. Ve bu sıkıntı, pislik ve kıtlık, bitmek bilmeyen kışlar, yapış yapış çoraplar, hiçbir zaman çalışmayan asansörler, bir türlü ısınmayan sular, pürtüklü sabunlar, dağılıveren sigaralar, tatsız tuzsuz yemekler nicedir insanın yüreğini daraltıyorsa ve insan yaşlandıkça her şey daha da kötüye gidiyorsa, bütün bunlar dünyanın bu düzeninin doğal olmadığını göstermiyor muydu? İnsan bu durumun dayanılmaz olduğunu düşünüyorsa, bir zamanlar düzenin şimdikinden çok farklı olduğuna ilişkin anıları olması gerekmez miydi?

Winston kantine bir kez daha göz gezdirdi. Hemen herkes çirkindi, üstelik sırtlarında şu birbirinin aynı mavi tulumlar olmasa da bir şey değişmeyecekti. Kantinin öbür ucunda ufak tefek, böcek gibi bir adam tek başına oturmuş, kahvesini içiyor, minik gözleriyle sağa sola kuşkulu bakışlar fırlatıyordu. İnsan çevresine şöyle bir bakmasa, diye düşündü Winston, Parti'nin ideal tipler olarak belirlediği sarışın, hayat dolu, güneşte yanmış, kaygısız gençlerin, uzun boylu, güçlü kuvvetli delikanlılarla diri göğüslü genç kızların gerçekten var olduğuna, hem de çoğunlukta olduklarına kolayca inanabilir. Oysa, görebildiği kadarıyla, Havaşeridi Bir'de yaşayanların çoğu ufak tefek, kara kuru, biçimsiz insanlardı. Bakanlıkların şu böceksi tiplerden geçilmemesi ne kadar tuhaftı: genç yaşta göbek bağlayan, kısa bacaklı, oradan oraya seğirtip duran, çipil gözlü, ablak suratlı, yerden bitme bir sürü adam. Anlaşılan, Parti'nin egemenliğinde en çok bu tipler yetişiyordu. Varlık Bakanlığı'nın açıklaması ikinci bir borazan sesiyle sona erdi ve yerini tangır tungur bir müziğe bıraktı. Tele-ekrandan yağdırılan rakamlar karşısında aşka gelen Parsons piposunu ağzından çıkardı.

"Varlık Bakanlığı belli ki bu yıl büyük iş başarmış," dedi başını bilgiççe sallayarak. "Bana bak, Smith oğlum, bana verebileceğin bir jiletin var mı?" "Hiç yok," dedi Winston. "Ben de altı haftadır aynı jileti kullanıyorum." "İyi, ne yapalım; bir soralım dedik, oğlum." "Kusura kalma," dedi Winston. Bakanlığın açıklaması okunurken kesilmiş olan, yan masadaki vaklama yeniden yükseliverdi. Nedendir bilinmez, Winston'ın aklına birden, çalı süpürgesini andıran saçları ve yüzündeki tozlu kırışıklarıyla Bayan Parsons geldi. O çocuklar, iki yıla kalmaz, kadıncağızı Düşünce Polisi'ne ihbar ederlerdi. Bayan Parsons da, Syme da, Winston da, O'Brien da buharlaştırılacaktı. Ama Parsons asla buharlaştırılmayacaktı. Gözleri görünmeyen, ördek sesli yaratık asla buharlaştırılmayacaktı. Bakanlıkların labirenti andıran koridorlarında koşar adım gidip gelen böceksi küçük adamlar da asla buharlaştırılmayacaktı. Kurmaca Dairesi'nde çalışan şu esmer kız, o da hiçbir zaman buharlaştırılmayacaktı. Winston, kimin hayatta kalacağını, kimin yok olacağını içgüdüleriyle biliyordu sanki: Peki, neydi hayatta kalmayı sağlayacak olan? Bunu bilmek kolay değildi.

Birden, daldığı düşüncelerden sıçrayarak kendine geldi. Yan masadaki kız hafifçe dönmüş, ona bakıyordu. O esmer kızdı. Yan dönmüş bakıyordu ama gözleriyle yiyordu Winston'ı. Göz göze gelir gelmez başını çevirdi.

Winston'ın sırtından aşağı ter boşandı. Bir an gövdesini tepeden tırnağa kaplayan dehşet dalgası çok geçmeden yerini bezdirici bir tedirginliğe bıraktı. Neden ona bakıp duruyordu bu kız? Neden ardını bırakmıyordu? Kantine geldiğinde kız masada mıydı, yoksa daha sonra mı gelip oturmuştu, ne yazık ki anımsayamıyordu. Ama daha dün, İki Dakika Nefret sırasında hiç gereği yokken gelip arkasına oturuvermişti. Niyeti, büyük olasılıkla, onu dinlemek ve yeterince bağırıp bağırmadığını anlamaktı.

Kızla ilgili daha önce düşündüklerini anımsadı: Olasılıkla, Düşünce Polisi değildi de, en tehlikelisinden bir amatör casustu. Kızın ne kadardır kendisine bakmakta olduğunu bilmiyordu; kim bilir, belki beş dakikadır gözünü üzerinden ayırmamıştı ve bu süre içinde Winston yüzündeki anlatımı tümüyle denetleyememiş olabilirdi. Herkesin ortasında ya da tele-ekranın görüş alanı içindeyken düşüncelerinizi başıboş bırakmak çok tehlikeliydi. En ufak bir şey sizi ele verebilirdi. Sürekli gözünüzün seğirmesi, farkında olmadan yüzünüzün kaygılı bir anlatıma bürünmesi, kendi kendinize söylenip durmanız, olağandışılık belirtisi gösteren ya da bir şeyler gizlediğiniz izlenimi uyandıran herhangi bir şey. Kaldı ki, yüzünüzde belirecek uygunsuz bir anlatım bile (örneğin, bir zafer açıklanırken inanmamış görünmek) cezayı gerektiren bir suçtu. Yenisöylem'de bu suç için bir sözcük bile vardı: Yüzsuçu diyorlardı. Kız, Winston'a yeniden arkasını dönmüştü. Belki de onu izlediği yoktu; belki iki gündür onun bu kadar yakınlarında oturması yalnızca bir rastlantıydı. Winston sönmüş olan sigarasını özenli bir biçimde masanın kenarına bıraktı. İçindeki tütün dökülmezse, geri kalanını işi bittikten sonra içebilirdi. Yan masadaki adam Düşünce Polisi'nin casuslarından biri olabilirdi, eğer öyleyse Winston üç güne kadar kendini Sevgi Bakanlığı'nın mahzenlerinde bulabilirdi, ama ne olursa olsun bir sigara izmariti boşa harcanmamalıydı. Syme, elindeki ince uzun kâğıdı katlayıp cebine koymuştu. Parsons yine konuşup duruyordu.

"Sana söylemiş miydim, oğlum," dedi piposunun sapını çekiştirerek, "benim iki velet bir gün bir de bakmışlar, yaşlı bir satıcı kadın Büyük Birader'in posterine sosis sarıyor, o saat ateşe vermişler kadının eteğini. Çaktırmadan arkadan yaklaşmışlar, kibriti çakıp tutuşturuvermişler eteğini kadının. Eminim, fena yanmıştır karı. Fırlamalık işte! Ama şeytana pabucunu ters giydirir ikisi de! Şimdilerde Casuslar'ı dört dörtlük eğitiyorlar, benim zamanımdan bile daha iyi yetiştiriyorlar. En son bunlara ne vermişler dersin? Anahtar deliklerinden içeriyi dinleyebilmeleri için kulak boruları! Benim ufak kız geçen gece bir tanesini eve getirip bizim oturma odasının kapısında denedi; kulağını dayayıp da dinlediğinden çok daha iyi işitiliyormuş. Tabii bunlar sadece bir oyuncak. Ama doğru yolu gösteriyorlar çocuklara, değil mi?" Tam o sırada tele-ekrandan kulak tırmalayıcı bir düdük sesi geldi. İşbaşı yapma vaktinin geldiğini gösteriyordu. Üçü birden yerinden fırlayıp asansörlerin önünde itişip kakışan kalabalığa katıldı; bu arada, Winston'ın sigarasında kalan tütün yere döküldü.


1. Bölüm - V (c)

"Yeni, mutlu yaşam" deyimi birkaç kez tekrarlandı. The phrase "new, happy life" was repeated several times. Son zamanlarda Varlık Bakanlığı yetkililerinin dilinden düşmeyen bir deyimdi bu. It was a phrase that had been used by the Ministry of Wealth officials lately. Borazan sesiyle dikkat kesilmiş olan Parsons, oturduğu yerden, bilirbilmez bir ciddiyetle, sıkıldığını belli etmemeye çalışarak dinliyordu. Parsons, distracted by the sound of the trumpet, was sitting and listening with unknowing seriousness, trying not to show that he was bored. Gerçi okunan rakamlardan bir şey anladığı yoktu, ama bunlardan hoşnutluk duyulması gerektiğinin ayırdındaydı. Although he did not understand anything from the numbers read, he was aware that they should be enjoyed. Yarısına kadar kömürleşmiş tütünle dolu, kocaman, kirli bir pipo çıkartmıştı. He had pulled out a huge dirty pipe half full of charred tobacco. Haftalık yüz gram tütün tayınıyla bir pipoyu ağzına kadar doldurmak pek mümkün değildi. With a ration of one hundred grams of tobacco per week, it was hardly possible to fill a pipe to the brim. Winston ise, iki parmağının arasında özenle düz tuttuğu Zafer Sigarası'nı tüttürüyordu. Winston was smoking the Victory Cigarette, which he held neatly flat between his two fingers. Yeni tayın ertesi günden önce verilmeyecekti ve yalnızca dört sigarası kalmıştı. The new ration would not be given until the next day, and he had only four cigarettes left. Kulaklarını çevreden gelen seslere tıkamış, tele-ekrandan dökülen saçmalıkları dinliyordu. He was listening to the bullshit pouring out of the telescreen, his ears clogged to the sounds of his surroundings. Söylenenlere bakılırsa, çikolata tayınını haftada yirmi grama çıkardığı için Büyük Birader'e minnet gösterileri bile yapılmıştı. There were even displays of gratitude to Big Brother for raising the chocolate ration to twenty grams a week, it was said. Winston, elinde olmadan, daha dün çikolata tayınının haftada yirmi grama düşürüleceği açıklanmamış mıydı, diye geçirdi aklından. Hadn't it been announced yesterday that the chocolate ration would be reduced to twenty grams a week, Winston involuntarily wondered? Nasıl oluyordu da, üzerinden daha yirmi dört saat geçmeden kabullenebiliyorlardı bunu? How was it that they were able to accept it within twenty-four hours? Evet, kabulleniyorlardı işte. Yes, they were accepting. Parsons hayvanca bir aptallıkla kolayca kabulleniyordu. Parsons readily accepted with a brutish stupidity. Yan masadaki, gözleri görünmeyen yaratık bağnazlıkla, körü körüne kabulleniyordu; çikolata tayınının daha geçen hafta otuz gram olduğunu ileri sürecek herkesi ortaya çıkarıp ihbar edecek ve buharlaştıracak kadar gözü dönmüştü. The blindfolded creature at the next table was accepting with bigotry, blindly; He had been so frantic to expose, report and vaporize anyone who would claim that his chocolate ration was only thirty grams last week. Çiftdüşün yoluyla biraz daha karmaşık bir biçimde de olsa, Syme da kabulleniyordu. Syme was also accepting, albeit in a slightly more complex way through doublethink. Peki, belleğini yitirmeyen bir tek kendisi mi kalmıştı? So, was he the only one left who didn't lose his memory?

Tele-ekrandan akıllara durgunluk veren istatistikler birbiri ardı sıra yağıyordu. Mind-blowing statistics poured down one after another from the telescreen. Geçen yıla oranla daha çok yiyecek, daha çok giyecek, daha çok konut, daha çok ev eşyası, daha çok tencere, daha çok yakıt, daha çok gemi, daha çok helikopter, daha çok kitap, daha çok bebek vardı; hastalık, suç ve cinnet dışında her şey daha çoktu. Compared to last year, there was more food, more clothing, more housing, more household goods, more pots, more fuel, more ships, more helicopters, more books, more babies; everything was more, except sickness, crime, and insanity. Her yıl, her dakika herkes ve her şey görülmemiş bir hızla çoğalıyordu. Every year, every minute, everyone and everything was multiplying at an unprecedented rate. Winston, biraz önce Syme'ın yaptığı gibi, kaşığını eline almış, masanın üstündeki türlü artığıyla oynuyor, deşeleyip şekiller oluştururken, yaşadıkları yaşamın büründüğü görünümü düşünüyordu öfkeyle. As Syme had just done, Winston held up his spoon, fidgeting with the scraps on the table, digging and forming shapes, contemplating the appearance of the life they had lived. Yaşam hep böyle mi olagelmişti? Has life always been like this? Yemeğin tadı her zaman böyle mi olmuştu? Did food always taste like this? Kantine göz gezdirdi. He glanced at the canteen. Alçak tavanlı bir salon, bir sürü bedenin sürtüne sürtüne kararttığı duvarlar; insanların dirsek dirseğe oturmalarını gerektirecek kadar bitişik düzen yerleştirilmiş eski püskü madeni masalar ve iskemleler; eğri büğrü kaşıklar, ezik büzük tepsiler, kaba saba beyaz kulplu bardaklar; tüm yüzeyler yağ içinde, her çatlak kir dolu ve kötü cin, kötü kahve, yavan türlü ve kirli giysi kokularının birbirine karıştığı ekşimsi, baygın bir koku. A hall with a low ceiling, walls blackened by the friction of many bodies; shabby metal tables and chairs placed close enough to require people to sit elbow to elbow; crooked spoons, crooked crooked trays, rough white handled glasses; all surfaces are covered in oil, every crack is full of dirt, and a sour, faint odor mixed with the odors of bad gin, bad coffee, uninspired and dirty clothes. İnsanın içinden bütün benliğiyle isyan etmek geliyordu, hakkı olan bir şey elinden alınmış gibi bir duyguya kapılıyordu insan. One felt like rebelling with one's whole being, and one felt as if something had been taken away from one's right. Winston geçmişi düşündüğünde de aklına farklı bir şey gelmiyordu. When Winston thought of the past, nothing else came to mind. Yeterince yiyecek bulabildiği, delik deşik çoraplar ve iç çamaşırları giymediği, evdeki eşyaların kırık dökük olmadığı bir dönem anımsamıyordu; odalar doğru dürüst ısınmazdı, metrolar hep tıklım tıklımdı, evler dökülüyordu, ekmekler kapkara, çay kıtı kıtınaydı, kahve bulaşık suyu gibiydi, sigara bulmak her zaman sorun olmuştu; şu yapay cin dışında tek bir şey yoktu ki ucuz ve bol olsun. He couldn't remember a time when he had enough to eat, didn't wear holed socks and underwear, and things in the house were not broken; the rooms were not properly heated, the subways were always crowded, the houses were falling apart, the bread was black, the tea was scarce, the coffee was like dishwater, it was always a problem to find cigarettes; Except that artificial gin, there was only one thing that was cheap and plentiful. Ve bu sıkıntı, pislik ve kıtlık, bitmek bilmeyen kışlar, yapış yapış çoraplar, hiçbir zaman çalışmayan asansörler, bir türlü ısınmayan sular, pürtüklü sabunlar, dağılıveren sigaralar, tatsız tuzsuz yemekler nicedir insanın yüreğini daraltıyorsa ve insan yaşlandıkça her şey daha da kötüye gidiyorsa, bütün bunlar dünyanın bu düzeninin doğal olmadığını göstermiyor muydu? And if this boredom, filth and famine, endless winters, sticky socks, elevators that never work, water that never gets hot, rough soaps, scattering cigarettes, tasteless salty meals, how long has it been making one's heart narrow and everything gets worse as one gets older? Didn't these show that this order of the world was unnatural? İnsan bu durumun dayanılmaz olduğunu düşünüyorsa, bir zamanlar düzenin şimdikinden çok farklı olduğuna ilişkin anıları olması gerekmez miydi? If one thinks this situation is unbearable, shouldn't he have memories of how the order was once very different from what it is now?

Winston kantine bir kez daha göz gezdirdi. Winston glanced at the canteen once more. Hemen herkes çirkindi, üstelik sırtlarında şu birbirinin aynı mavi tulumlar olmasa da bir şey değişmeyecekti. Almost everyone was ugly, and it wouldn't matter if they didn't have those identical blue overalls on their backs. Kantinin öbür ucunda ufak tefek, böcek gibi bir adam tek başına oturmuş, kahvesini içiyor, minik gözleriyle sağa sola kuşkulu bakışlar fırlatıyordu. At the other end of the canteen, a small insect-like man was sitting alone, drinking his coffee, casting doubtful glances from side to side with his tiny eyes. İnsan çevresine şöyle bir bakmasa, diye düşündü Winston, Parti'nin ideal tipler olarak belirlediği sarışın, hayat dolu, güneşte yanmış, kaygısız gençlerin, uzun boylu, güçlü kuvvetli delikanlılarla diri göğüslü genç kızların gerçekten var olduğuna, hem de çoğunlukta olduklarına kolayca inanabilir. If one hadn't looked around, Winston thought, one could easily believe that the fair-haired, vivacious, sunburned, carefree youths, tall, strong-looking boys and bubbly young girls, whom the Party identified as their ideal types, really existed, and that they were in the majority. Oysa, görebildiği kadarıyla, Havaşeridi Bir'de yaşayanların çoğu ufak tefek, kara kuru, biçimsiz insanlardı. Yet, as far as he could see, most of the inhabitants of Airstrip One were small, blotchy, misshapen people. Bakanlıkların şu böceksi tiplerden geçilmemesi ne kadar tuhaftı: genç yaşta göbek bağlayan, kısa bacaklı, oradan oraya seğirtip duran, çipil gözlü, ablak suratlı, yerden bitme bir sürü adam. How strange it was that the ministries didn't go past those insect-like types: a bunch of bullshit, short-legged, scurrying, big-eyed, chubby-faced men with belly buttons at a young age. Anlaşılan, Parti'nin egemenliğinde en çok bu tipler yetişiyordu. It seems that these types were mostly grown under the rule of the Party. Varlık Bakanlığı'nın açıklaması ikinci bir borazan sesiyle sona erdi ve yerini tangır tungur bir müziğe bıraktı. The statement of the Ministry of Wealth ended with the sound of a second trumpet and was replaced by a rattling music. Tele-ekrandan yağdırılan rakamlar karşısında aşka gelen Parsons piposunu ağzından çıkardı. Falling in love with the numbers pouring out from the telescreen, Parsons took his pipe out of his mouth.

"Varlık Bakanlığı belli ki bu yıl büyük iş başarmış," dedi başını bilgiççe sallayarak. “The Wealth Department has obviously done a great job this year,” he said with a pedantic nod. "Bana bak, Smith oğlum, bana verebileceğin bir jiletin var mı?" "Look at me, Smith boy, do you have a razor you can give me?" "Hiç yok," dedi Winston. “Not at all,” Winston said. "Ben de altı haftadır aynı jileti kullanıyorum." "I've been using the same razor for six weeks." "İyi, ne yapalım; bir soralım dedik, oğlum." "Well, what should we do; we thought we'd ask, son." "Kusura kalma," dedi Winston. "Sorry," said Winston. Bakanlığın açıklaması okunurken kesilmiş olan, yan masadaki vaklama yeniden yükseliverdi. The quack at the next table, which had been interrupted while the ministry's statement was being read, rose again. Nedendir bilinmez, Winston'ın aklına birden, çalı süpürgesini andıran saçları ve yüzündeki tozlu kırışıklarıyla Bayan Parsons geldi. For some reason, Winston suddenly thought of Miss Parsons, with her broom-broom hair and dusty wrinkles on her face. O çocuklar, iki yıla kalmaz, kadıncağızı Düşünce Polisi'ne ihbar ederlerdi. Those children, within two years, would report the woman to the Thought Police. Bayan Parsons da, Syme da, Winston da, O'Brien da buharlaştırılacaktı. Both Miss Parsons, Syme, Winston, and O'Brien would be vaporized. Ama Parsons asla buharlaştırılmayacaktı. But Parsons would never be vaporized. Gözleri görünmeyen, ördek sesli yaratık asla buharlaştırılmayacaktı. The eyeless, duck-voiced creature would never be vaporized. Bakanlıkların labirenti andıran koridorlarında koşar adım gidip gelen böceksi küçük adamlar da asla buharlaştırılmayacaktı. Nor would the insect-like little men scurry up and down the labyrinthine corridors of ministries. Kurmaca Dairesi'nde çalışan şu esmer kız, o da hiçbir zaman buharlaştırılmayacaktı. That brunette girl from the Fiction Department, she was never going to be vaporized either. Winston, kimin hayatta kalacağını, kimin yok olacağını içgüdüleriyle biliyordu sanki: Peki, neydi hayatta kalmayı sağlayacak olan? It was as if Winston instinctively knew who would survive and who would perish: But what would ensure survival? Bunu bilmek kolay değildi. Knowing this was not easy.

Birden, daldığı düşüncelerden sıçrayarak kendine geldi. He suddenly came to himself, bouncing from his thoughts. Yan masadaki kız hafifçe dönmüş, ona bakıyordu. The girl at the next table turned slightly, looking at him. O esmer kızdı. She was a brunette. Yan dönmüş bakıyordu ama gözleriyle yiyordu Winston'ı. He was looking sideways, but he was eating Winston with his eyes. Göz göze gelir gelmez başını çevirdi. As soon as his eyes met, he turned his head.

Winston'ın sırtından aşağı ter boşandı. Sweat ran down Winston's back. Bir an gövdesini tepeden tırnağa kaplayan dehşet dalgası çok geçmeden yerini bezdirici bir tedirginliğe bıraktı. For a moment, the wave of terror that filled his body from head to toe was soon replaced by a gruesome uneasiness. Neden ona bakıp duruyordu bu kız? Why was she staring at him? Neden ardını bırakmıyordu? Why didn't he leave it behind? Kantine geldiğinde kız masada mıydı, yoksa daha sonra mı gelip oturmuştu, ne yazık ki anımsayamıyordu. Unfortunately, he could not remember whether the girl was at the table when he came to the canteen, or whether she had come and sat down later. Ama daha dün, İki Dakika Nefret sırasında hiç gereği yokken gelip arkasına oturuvermişti. But only yesterday, during the Two Minutes Hate, he had come to sit behind her out of necessity. Niyeti, büyük olasılıkla, onu dinlemek ve yeterince bağırıp bağırmadığını anlamaktı. His intention, most likely, was to listen to him and see if he was yelling enough.

Kızla ilgili daha önce düşündüklerini anımsadı: Olasılıkla, Düşünce Polisi değildi de, en tehlikelisinden bir amatör casustu. He remembered what he had thought of the girl before: he was probably not the Thought Police, but an amateur spy, most dangerously. Kızın ne kadardır kendisine bakmakta olduğunu bilmiyordu; kim bilir, belki beş dakikadır gözünü üzerinden ayırmamıştı ve bu süre içinde Winston yüzündeki anlatımı tümüyle denetleyememiş olabilirdi. He did not know how long the girl had been looking after him; Who knows, maybe he hadn't taken his eyes off him for five minutes, and in that time Winston might not have been able to fully control the expression on his face. Herkesin ortasında ya da tele-ekranın görüş alanı içindeyken düşüncelerinizi başıboş bırakmak çok tehlikeliydi. It was too dangerous to let your thoughts wander in public or within sight of the telescreen. En ufak bir şey sizi ele verebilirdi. The slightest thing could give you away. Sürekli gözünüzün seğirmesi, farkında olmadan yüzünüzün kaygılı bir anlatıma bürünmesi, kendi kendinize söylenip durmanız, olağandışılık belirtisi gösteren ya da bir şeyler gizlediğiniz izlenimi uyandıran herhangi bir şey. Persistent twitching of your eyes, unwittingly worried expression on your face, muttering to yourself, anything that shows any sign of being unusual or gives the impression that you are hiding something. Kaldı ki, yüzünüzde belirecek uygunsuz bir anlatım bile (örneğin, bir zafer açıklanırken inanmamış görünmek) cezayı gerektiren bir suçtu. Moreover, even an inappropriate expression on your face (for example, appearing disbelieving when a victory was announced) was a punishable offence. Yenisöylem'de bu suç için bir sözcük bile vardı: Yüzsuçu diyorlardı. There was even a word for this crime in Newspeak: They called it Facecrime. Kız, Winston'a yeniden arkasını dönmüştü. The girl had turned her back on Winston again. Belki de onu izlediği yoktu; belki iki gündür onun bu kadar yakınlarında oturması yalnızca bir rastlantıydı. Maybe he wasn't watching her; maybe it was just a coincidence that he had been sitting so close to her for two days. Winston sönmüş olan sigarasını özenli bir biçimde masanın kenarına bıraktı. Winston carefully placed his extinguished cigarette on the edge of the table. İçindeki tütün dökülmezse, geri kalanını işi bittikten sonra içebilirdi. If the tobacco inside did not spill, he could smoke the rest after he was done. Yan masadaki adam Düşünce Polisi'nin casuslarından biri olabilirdi, eğer öyleyse Winston üç güne kadar kendini Sevgi Bakanlığı'nın mahzenlerinde bulabilirdi, ama ne olursa olsun bir sigara izmariti boşa harcanmamalıydı. The man at the next table might have been one of the Thought Police spies, and if so, Winston would have found himself in the cellars of the Ministry of Love for up to three days, but a cigarette butt was not to be wasted anyway. Syme, elindeki ince uzun kâğıdı katlayıp cebine koymuştu. Syme had folded the thin long piece of paper in his hand and put it in his pocket. Parsons yine konuşup duruyordu. Parsons was talking again.

"Sana söylemiş miydim, oğlum," dedi piposunun sapını çekiştirerek, "benim iki velet bir gün bir de bakmışlar, yaşlı bir satıcı kadın Büyük Birader'in posterine sosis sarıyor, o saat ateşe vermişler kadının eteğini. "Did I tell you, son," he said, tugging at the handle of his pipe, "my two brats looked at it one day, and an old saleswoman was wrapping sausages in a poster of Big Brother, and that hour they set her skirt on fire. Çaktırmadan arkadan yaklaşmışlar, kibriti çakıp tutuşturuvermişler eteğini kadının. They approached from behind, ignoring her, struck the match and lit her skirt. Eminim, fena yanmıştır karı. I'm sure it was badly burned. Fırlamalık işte! It's a throw! Ama şeytana pabucunu ters giydirir ikisi de! But they both put the devil in his shoes inside out! Şimdilerde Casuslar'ı dört dörtlük eğitiyorlar, benim zamanımdan bile daha iyi yetiştiriyorlar. They train the Spies right now, even better than in my time. En son bunlara ne vermişler dersin? What do you think they gave them last? Anahtar deliklerinden içeriyi dinleyebilmeleri için kulak boruları! Earpipes so they can listen in through the keyholes! Benim ufak kız geçen gece bir tanesini eve getirip bizim oturma odasının kapısında denedi; kulağını dayayıp da dinlediğinden çok daha iyi işitiliyormuş. My little girl brought one home last night and tried it on our living room door; He heard much better than if he had put his ear to it and listened. Tabii bunlar sadece bir oyuncak. Of course these are just toys. Ama doğru yolu gösteriyorlar çocuklara, değil mi?" But they show the children the right way, don't they?" Tam o sırada tele-ekrandan kulak tırmalayıcı bir düdük sesi geldi. Just then, a raspy whistle came from the telescreen. İşbaşı yapma vaktinin geldiğini gösteriyordu. It showed that it was time to start work. Üçü birden yerinden fırlayıp asansörlerin önünde itişip kakışan kalabalığa katıldı; bu arada, Winston'ın sigarasında kalan tütün yere döküldü. All three jumped up and joined the squabbling crowd in front of the elevators; Meanwhile, the remaining tobacco from Winston's cigarette spilled onto the floor.