×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: çerez politikası.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - V (b)

1. Bölüm - V (b)

Winston ekmeğiyle peynirini bitirmişti. Kahvesini içmek için, oturduğu yerde hafifçe yana döndü. Solundaki masada oturan bet sesli adam hiç susmayacak gibiydi. Belki de sekreteri olan ve sırtı Winston'a dönük oturan genç bir kadın, söylediği her şeyi onaylıyormuşçasına onu can kulağıyla dinliyordu. Arada sırada Winston'ın kulağına, genç ve biraz da sersemce bir kadınsılıkla söylenmiş "Bence çok haklısınız. Tamamen aynı fikirdeyim sizinle" gibisinden sözler çalınıyordu. Ama öteki ses bir an bile, genç kadın konuşurken bile susmuyordu. Winston'ın gözü adamı ısırıyordu, ama Kurmaca Dairesi'nde önemli bir görevi olduğu dışında hiçbir şey bilmiyordu. Kalın boyunlu, kocaman ağzı durmadan oynayan, otuz yaşlarında bir adamdı. Başını hafifçe geriye atmıştı; oturduğu açıdan dolayı ışık gözlük camlarına vuruyor, Winston gözlerinin yerinde iki boş yuvarlak görüyordu. İşin kötüsü, o kadar hızlı konuşuyordu ki, tek bir sözcüğü seçmek bile olanaksız gibiydi. Winston, bir ara, adamın ağzından hızla, bir anda, kalıp gibi dökülen "Goldsteincılığın tümden ve kökten yok edilmesi" diye bir söz yakalayabildi, o kadar. Geri kalanı, ördek vaklamasından farksız bir çığrışmadan başka bir şey değildi. Adamın ne dediği duyulamamakla birlikte, aşağı yukarı neden söz ettiğini kestirmek o kadar zor değildi. Ya Goldstein'ı suçlayarak düşünce-suçluları ve kundakçılara karşı daha sert önlemler alınmasını istiyor, ya Avrasya ordusunun gaddarlıklarına karşı esip gürlüyor ya da Büyük Birader'i ve Malabar cephesindeki kahramanları göklere çıkarıyordu; ne fark ederdi ki. Ne söylüyor olursa olsun, her sözünün bağnazlık ve İngsos koktuğu apaçık belliydi. Winston, gözlerini göremediği, çenesi hızla açılıp kapanan bu yüze bakarken, tuhaf bir duyguya kapıldı: Bu adam gerçek bir insan değil de bir çeşit kuklaydı sanki. Konuşan, adamın beyni değil, gırtlağıydı. Ağzından çıkanlar sözcüklerdi gerçi, ama gerçek anlamda bir konuşma değildi bu: Ördek vaklaması gibi, bilinçsizce çıkarılan bir gürültüydü.

Bir süredir konuşmayan Syme, kaşığının sapıyla masadaki türlü artığını deşeliyordu. Öteki masadan gelen aralıksız vaklamalar, ortalığı saran gürültüye karşın, kolaylıkla duyulabiliyordu.

"Yenisöylem'de bir sözcük var," dedi Syme, "bilmem, biliyor musun: ördeksöylem, ördek gibi vaklamak. İki karşıt anlamı olan ilginç bir sözcük. Hasmın için söylendiğinde aşağılama oluyor, aynı düşüncede olduğun biri için söylendiğinde ise övgü." Bu Syme kesin buharlaştırılacak, diye düşündü Winston bir kez daha. Syme'ın kendisini hor gördüğünü, kendisinden pek hoşlanmadığını, bir fırsatını bulsa kendisini hiç duraksamadan düşünce-suçlusu diye ihbar edeceğini çok iyi bilmesine karşın, onun buharlaştırılacağını düşünmek Winston'ın içine dokundu. Tuhaf bir terslik vardı Syme'da. Bir eksiklik vardı: Sağduyu mu, soğukkanlılık mı, koruyucu bir budalalık mı? Bağnaz olmadığı söylenemezdi. İngsos ilkelerine inanıyor, Büyük Birader'e tapıyor, elde edilen zaferlerle coşuyor, sapkınlardan nefret ediyordu, hem de yalnızca içtenlikle değil, sıradan bir Parti üyesinde rastlanmayan bir şehvetle, her şeyi günü gününe bilerek. Yine de, her an gözden düşebilirmiş gibi bir hali vardı Syme'ın. Söylenmese daha iyi olacak şeyler söylüyor, çok fazla kitap okuyor, ressamlar ve müzisyenlerin gediklisi oldukları Kestane Ağacı Kahvesi'ne takılıyordu. Kestane Ağacı Kahvesi'ne gitmeyi yasaklayan bir yasa olmadığı gibi, yazılı olmayan bir yasa da yoktu, gel gör ki kahvenin adı kötüye çıkmıştı. Parti'nin eski, gözden düşmüş önderleri ortadan kaldırılmadan önce burada toplanırlardı. Goldstein'ın bile yıllarca önce zaman zaman burada görüldüğü söyleniyordu. Syme'ın başına gelecekleri şimdiden kestirmek hiç de zor değildi. Ne var ki, Syme'ın, Winston'ın kafasından geçenleri azıcık okuyabilse onu anında Düşünce Polisi'ne ihbar edeceği de bir gerçekti. Kim etmezdi ki, ama Syme herkesten erken davranırdı. Coşku yeterli değildi. Bağnazlık bilinçsizlikti.

Syme başını kaldırıp baktı. "İşte Parsons geliyor," dedi. Sesinin tonunda, "Şu geri zekâlı" demişçesine bir hava vardı. Winston'ın Zafer Konutlarındaki komşusu Parsons, kalabalığın içinde kendine yol açarak ilerlemeye çalışıyordu; tombul, orta boylu, sarı saçlı, kurbağa suratlı bir adamdı. Otuz beş yaşında olmasına karşın boynu ve beli yağ bağlamaya başlamıştı, ama canlı ve çocuksu bir yürüyüşü vardı. Baştan ayağa erken büyümüş bir oğlan çocuğunu andırıyordu; o kadar ki, Parti tulumu giymiş olmasına karşın, onu Casuslar'ın mavi şortu, gri gömleği ve kırmızı boyunbağıyla düşünmemek nerdeyse olanaksızdı. Parsons denince, insanın gözünün önüne hep yumuk yumuk dizler, bıngıl bıngıl kollar gelirdi. Parsons, gerçekten de, ne zaman bir toplu doğa yürüyüşüne çıkacak ya da başka bir bedensel etkinliğe katılacak olsa şort giyme fırsatını asla kaçırmazdı. Winston ile Syme'ı, "Meraba, meraba!" diye neşeyle selamladıktan sonra, berbat bir ter kokusu saçarak masaya oturdu. Pembe yüzü boncuk boncuk terlemişti. Bu adam terlemiyor, ter içinde yüzüyordu. Dernek Merkezi'nde ne zaman masa tenisi oynadığı raket sapının ıslaklığından hemen anlaşılırdı. Syme, cebinden, üstünde yukarıdan aşağıya sözcükler yazılı ince uzun bir kâğıt parçası çıkarmış, parmaklarının arasında bir tükenmezkalem, gözden geçiriyordu.

Parsons, Winston'ı dürterek, "Şuna bak, öğle paydosunda bile çalışıyor," dedi. "Bu ne çalışma aşkı? Nedir o elindeki, oğlum? Benim aklımın ermeyeceği bir iş olsa gerek. Smith, evladım, neden peşinde olduğumu söyleyeyim. Mangırı vermeyi unuttun." Winston, "Ne mangırı?" dedi, ayırdında olmadan cebini yoklayarak. Aylıkların dörtte bir kadarının gönüllü keseneklere ayrılması gerekiyordu, ama bunların sayısı akılda tutulamayacak kadar fazlaydı.

"Nefret Haftası için. Biliyorsun, ev ev para topluyoruz. Bizim blokun veznecisi benim. Büyük bir işe kalkıştık, görkemli bir gösteri düzenliyoruz. Bilesin, bizim Zafer Konutları baştan başa bayraklarla donanmazsa günah benden gider. İki dolar veririm demiştin." Winston cebinden çıkardığı buruşmuş, kirli iki banknotu Parsons'a verdi, Parsons da cahillere özgü özenli bir elyazısıyla küçük bir deftere not düştü. "Ha, aklıma gelmişken, oğlum," dedi. "Benim ufaklık dün sana sapanla taş atmış anlaşılan. Fırçayı yedi benden. Bir daha yaparsa sapanını alacağımı söyledim." "İdamı seyretmeye gidemediği için biraz öfkeliydi sanırım," dedi Winston. "Ya, evet; ruh var çocukta, öyle değil mi? Benim ufaklıklar biraz yaramaz, ama ikisi de hayat dolu piç kurularının. Varsa yoksa Casuslar ve savaş tabii. Geçen cumartesi benim küçük kız ne yapmış, biliyor musun? Birliğiyle Berkhamsted yolunda yürüyüşe çıktıklarında, iki kızı daha yanına alıp yürüyüş kolundan ayrılmış, akşama kadar tuhaf bir adamı izlemiş. Herifin ardına düşmüşler, ormanda iki saat peşinden gitmişler, Amersham'a vardıklarında da devriyelere teslim etmişler." Winston, şaşkınlık içinde, "Ama neden böyle yapmışlar ki?"dedi. Parsons böbürlenerek devam etti:

"Benim kız, adamın düşman ajanı olduğunu düşünmüş; ne bileyim, paraşütle indirilmiş olabilir demiştir belki de kendi kendine. Ama işin asıl ilginç yanı başka, oğlum. Kızı kuşkulandıran ne olmuş, biliyor musun? Adamın ayakkabıları bir tuhafmış; daha önce kimsede öyle ayakkabı görmediğini söylüyor bizim kız. O yüzden adamın yabancı olma olasılığı yüksekmiş. Yedi yaşında bir velet için çok zekice, değil mi?" "Adam ne oldu peki?" diye sordu Winston.

"Doğrusu, bilemiyorum," dedi Parsons. "Ama hiç şaşmam..."Tüfekle nişan alır gibi yaptıktan sonra tetiğe basmış gibi dilini şaklattı. Syme, başını kâğıttan kaldırmadan, "İyi," dedi umursamaz bir sesle. Winston, görevini yerine getirmiş olmak için, "Hiç kuşku yok ki işi şansa bırakamayız," dedi. "Evet,efendim, savaş bitmiş değil," dedi Parsons. Parsons'ı onaylarcasına, başlarının hemen üzerindeki tele-ekrandan bir borazan sesi duyuldu. Ama bu kez açıklanan askeri bir zafer değildi, Varlık Bakanlığı'nın bir duyurusuydu. Genç bir ses, "Yoldaşlar!" diye haykırdı coşkuyla. "Dikkat, yoldaşlar! Olağanüstü haberlerimiz var size. Üretim savaşını kazanmış bulunmaktayız! Her türden tüketim maddelerinin üretimine ilişkin istatistikler tamamlanmış olup, yaşam düzeyinin son bir yıl içinde en az yüzde yirmi oranında yükselmiş olduğu görülmektedir. Bu sabah Okyanusya'nın dört bir yanında karşı durulmaz, kendiliğinden gösteriler düzenlenmiş, fabrikalar ve bürolardan sokağa dökülen işçiler, bilge önderliğinin bizlere bağışladığı yeni, mutlu yaşam için Büyük Birader'e şükranlarını dile getiren pankartlar açarak yürümüşlerdir. İşte bazı rakamlar. Gıda maddeleri..."


1. Bölüm - V (b) Part 1 - V (b)

Winston ekmeğiyle peynirini bitirmişti. Winston had finished his bread and cheese. Kahvesini içmek için, oturduğu yerde hafifçe yana döndü. He turned slightly to drink his coffee. Solundaki masada oturan bet sesli adam hiç susmayacak gibiydi. The loud man sitting at the table to his left seemed to never shut up. Belki de sekreteri olan ve sırtı Winston'a dönük oturan genç bir kadın, söylediği her şeyi onaylıyormuşçasına onu can kulağıyla dinliyordu. A young woman, perhaps his secretary, sitting with her back to Winston, was listening intently, as if she were approving of everything she said. Arada sırada Winston'ın kulağına, genç ve biraz da sersemce bir kadınsılıkla söylenmiş "Bence çok haklısınız. From time to time, in Winston's ear, with a youthful and somewhat dazed femininity, "I think you're quite right. Tamamen aynı fikirdeyim sizinle" gibisinden sözler çalınıyordu. Words like "I totally agree with you" were stolen. Ama öteki ses bir an bile, genç kadın konuşurken bile susmuyordu. But the other voice did not stop for a moment, even as the young woman spoke. Winston'ın gözü adamı ısırıyordu, ama Kurmaca Dairesi'nde önemli bir görevi olduğu dışında hiçbir şey bilmiyordu. Winston's eye was biting him, but he knew nothing except that he had an important job in the Fiction Department. Kalın boyunlu, kocaman ağzı durmadan oynayan, otuz yaşlarında bir adamdı. He was a man in his thirties, with a thick neck and a huge mouth that kept playing. Başını hafifçe geriye atmıştı; oturduğu açıdan dolayı ışık gözlük camlarına vuruyor, Winston gözlerinin yerinde iki boş yuvarlak görüyordu. His head was slightly thrown back; light hit his lenses from the angle he was sitting in, and Winston could see two empty circles in place of his eyes. İşin kötüsü, o kadar hızlı konuşuyordu ki, tek bir sözcüğü seçmek bile olanaksız gibiydi. Worst of all, he was speaking so fast that it seemed impossible to even pick out a single word. Winston, bir ara, adamın ağzından hızla, bir anda, kalıp gibi dökülen "Goldsteincılığın tümden ve kökten yok edilmesi" diye bir söz yakalayabildi, o kadar. For a while, Winston was able to catch a word that came out of the man's mouth quickly and out of the blue, "to destroy Goldsteinism completely and completely," that's all. Geri kalanı, ördek vaklamasından farksız bir çığrışmadan başka bir şey değildi. The rest was nothing more than a screech like a duck quack. Adamın ne dediği duyulamamakla birlikte, aşağı yukarı neden söz ettiğini kestirmek o kadar zor değildi. Although we couldn't hear what the man was saying, it wasn't all that hard to guess what he was talking about. Ya Goldstein'ı suçlayarak düşünce-suçluları ve kundakçılara karşı daha sert önlemler alınmasını istiyor, ya Avrasya ordusunun gaddarlıklarına karşı esip gürlüyor ya da Büyük Birader'i ve Malabar cephesindeki kahramanları göklere çıkarıyordu; ne fark ederdi ki. He was either blaming Goldstein, demanding tougher action against thought-criminals and arsonists, or raging against the atrocities of the Eurasian army, or praising Big Brother and the heroes on the Malabar front; what difference would it make? Ne söylüyor olursa olsun, her sözünün bağnazlık ve İngsos koktuğu apaçık belliydi. Whatever he was saying, it was clear that every word of his reeked of bigotry and Ingsoc. Winston, gözlerini göremediği, çenesi hızla açılıp kapanan bu yüze bakarken, tuhaf bir duyguya kapıldı: Bu adam gerçek bir insan değil de bir çeşit kuklaydı sanki. As Winston stared at the face, whose eyes he could not see, and whose jaws snapped open and shut, he had a strange feeling: It was as if this man was some kind of puppet, not a real person. Konuşan, adamın beyni değil, gırtlağıydı. It was his throat that spoke, not his brain. Ağzından çıkanlar sözcüklerdi gerçi, ama gerçek anlamda bir konuşma değildi bu: Ördek vaklaması gibi, bilinçsizce çıkarılan bir gürültüydü. The words that came out of his mouth were words, but it wasn't really speech: it was an unconscious noise, like a duck quack.

Bir süredir konuşmayan Syme, kaşığının sapıyla masadaki türlü artığını deşeliyordu. Syme hadn't spoken for a while, digging through all the scraps on the table with the handle of her spoon. Öteki masadan gelen aralıksız vaklamalar, ortalığı saran gürültüye karşın, kolaylıkla duyulabiliyordu. The incessant quacking from the other table was easily audible despite the noise.

"Yenisöylem'de bir sözcük var," dedi Syme, "bilmem, biliyor musun: ördeksöylem, ördek gibi vaklamak. "There's a word in Newspeak," said Syme, "I don't know, you know: duckspeak, quack like a duck. İki karşıt anlamı olan ilginç bir sözcük. An interesting word with two opposite meanings. Hasmın için söylendiğinde aşağılama oluyor, aynı düşüncede olduğun biri için söylendiğinde ise övgü." It's insulting when it's said to your opponent, it's praise when it's said to someone you agree with." Bu Syme kesin buharlaştırılacak, diye düşündü Winston bir kez daha. This Syme will surely evaporate, thought Winston once more. Syme'ın kendisini hor gördüğünü, kendisinden pek hoşlanmadığını, bir fırsatını bulsa kendisini hiç duraksamadan düşünce-suçlusu diye ihbar edeceğini çok iyi bilmesine karşın, onun buharlaştırılacağını düşünmek Winston'ın içine dokundu. Though he knew very well that Syme despised him, that he did not like him very much, that he would immediately denounce him as a thought-criminal if he had the chance, it struck Winston that he would be vaporized. Tuhaf bir terslik vardı Syme'da. There was something strangely wrong with Syme. Bir eksiklik vardı: Sağduyu mu, soğukkanlılık mı, koruyucu bir budalalık mı? There was something missing: common sense, composure, protective folly? Bağnaz olmadığı söylenemezdi. Needless to say, he wasn't a fanatic. İngsos ilkelerine inanıyor, Büyük Birader'e tapıyor, elde edilen zaferlerle coşuyor, sapkınlardan nefret ediyordu, hem de yalnızca içtenlikle değil, sıradan bir Parti üyesinde rastlanmayan bir şehvetle, her şeyi günü gününe bilerek. He believed in Ingsoc principles, adored Big Brother, exulted in victories, hated the heretics, not only sincerely, but with a lust unmatched in an ordinary Party member, day-to-day knowing. Yine de, her an gözden düşebilirmiş gibi bir hali vardı Syme'ın. Still, Syme looked as if she might fall out of favor at any moment. Söylenmese daha iyi olacak şeyler söylüyor, çok fazla kitap okuyor, ressamlar ve müzisyenlerin gediklisi oldukları Kestane Ağacı Kahvesi'ne takılıyordu. He said things that would have been better left unsaid, read a lot of books, and hung out at the Chestnut Tree Cafe, where painters and musicians were regulars. Kestane Ağacı Kahvesi'ne gitmeyi yasaklayan bir yasa olmadığı gibi, yazılı olmayan bir yasa da yoktu, gel gör ki kahvenin adı kötüye çıkmıştı. There was no unwritten law, just as there was no law forbidding going to Chestnut Tree Coffee, but the coffee had gotten bad. Parti'nin eski, gözden düşmüş önderleri ortadan kaldırılmadan önce burada toplanırlardı. The old, discredited leaders of the Party used to meet here before they were eliminated. Goldstein'ın bile yıllarca önce zaman zaman burada görüldüğü söyleniyordu. Even Goldstein was said to have been seen here from time to time years ago. Syme'ın başına gelecekleri şimdiden kestirmek hiç de zor değildi. It was not difficult to predict what would happen to Syme. Ne var ki, Syme'ın, Winston'ın kafasından geçenleri azıcık okuyabilse onu anında Düşünce Polisi'ne ihbar edeceği de bir gerçekti. It was true, however, that Syme would have reported Winston immediately to the Thought Police if he could even read a little bit of what was going through his mind. Kim etmezdi ki, ama Syme herkesten erken davranırdı. Who wouldn't, but Syme would act earlier than anyone else. Coşku yeterli değildi. The enthusiasm was not enough. Bağnazlık bilinçsizlikti. Bigotry was unconsciousness.

Syme başını kaldırıp baktı. Syme looked up. "İşte Parsons geliyor," dedi. “Here comes Parsons,” he said. Sesinin tonunda, "Şu geri zekâlı" demişçesine bir hava vardı. There was an air in his tone as if he had said, "That idiot." Winston'ın Zafer Konutlarındaki komşusu Parsons, kalabalığın içinde kendine yol açarak ilerlemeye çalışıyordu; tombul, orta boylu, sarı saçlı, kurbağa suratlı bir adamdı. Winston's neighbor at Victory Houses, Parsons, was trying to make his way through the crowd; He was a plump, medium height man with blond hair and a frog's face. Otuz beş yaşında olmasına karşın boynu ve beli yağ bağlamaya başlamıştı, ama canlı ve çocuksu bir yürüyüşü vardı. Although he was thirty-five years old, his neck and waist had begun to form fat, but he had a lively and childlike gait. Baştan ayağa erken büyümüş bir oğlan çocuğunu andırıyordu; o kadar ki, Parti tulumu giymiş olmasına karşın, onu Casuslar'ın mavi şortu, gri gömleği ve kırmızı boyunbağıyla düşünmemek nerdeyse olanaksızdı. He looked like a precocious boy from head to toe; so much so that, despite wearing a Party jumpsuit, it was almost impossible not to think of him in the Spies' blue shorts, gray shirt, and red necktie. Parsons denince, insanın gözünün önüne hep yumuk yumuk dizler, bıngıl bıngıl kollar gelirdi. When Parsons is mentioned, one's eyes always come to mind with clenched knees and languid arms. Parsons, gerçekten de, ne zaman bir toplu doğa yürüyüşüne çıkacak ya da başka bir bedensel etkinliğe katılacak olsa şort giyme fırsatını asla kaçırmazdı. Parsons, indeed, never missed an opportunity to wear shorts whenever he was going for a group hike or other physical activity. Winston ile Syme'ı, "Meraba, meraba!" “Hello, hello!” Winston and Syme said. diye neşeyle selamladıktan sonra, berbat bir ter kokusu saçarak masaya oturdu. ' she said cheerfully, then sat down at the table, emitting a foul odor of sweat. Pembe yüzü boncuk boncuk terlemişti. Her pink face was beaded with sweat. Bu adam terlemiyor, ter içinde yüzüyordu. This man was not sweating, he was swimming in sweat. Dernek Merkezi'nde ne zaman masa tenisi oynadığı raket sapının ıslaklığından hemen anlaşılırdı. When he played table tennis at the Association Headquarters, it was immediately clear from the wetness of the racket handle. Syme, cebinden, üstünde yukarıdan aşağıya sözcükler yazılı ince uzun bir kâğıt parçası çıkarmış, parmaklarının arasında bir tükenmezkalem, gözden geçiriyordu. Syme took a long, thin piece of paper from his pocket with the words written from top to bottom, a ballpoint pen between his fingers, and was reviewing it.

Parsons, Winston'ı dürterek, "Şuna bak, öğle paydosunda bile çalışıyor," dedi. “Look at that, he's even working during lunch,” Parsons said, nudging Winston. "Bu ne çalışma aşkı? "What work love is this? Nedir o elindeki, oğlum? What is that in your hand, son? Benim aklımın ermeyeceği bir iş olsa gerek. It must be something I can't fathom. Smith, evladım, neden peşinde olduğumu söyleyeyim. Smith, my boy, let me tell you why I'm after you. Mangırı vermeyi unuttun." You forgot to give the meatballs." Winston, "Ne mangırı?" dedi, ayırdında olmadan cebini yoklayarak. he said, unconsciously feeling his pocket. Aylıkların dörtte bir kadarının gönüllü keseneklere ayrılması gerekiyordu, ama bunların sayısı akılda tutulamayacak kadar fazlaydı. About a quarter of the pensions were supposed to be devoted to voluntary allowances, but the number was too great to remember.

"Nefret Haftası için. "For Hate Week. Biliyorsun, ev ev para topluyoruz. You know, we collect money from house to house. Bizim blokun veznecisi benim. I'm the cashier of our block. Büyük bir işe kalkıştık, görkemli bir gösteri düzenliyoruz. We've embarked on a big job, we're putting on a grand show. Bilesin, bizim Zafer Konutları baştan başa bayraklarla donanmazsa günah benden gider. You know, if our Victory Residences are not completely covered with flags, the sin is on me. İki dolar veririm demiştin." You said you'd give me two dollars." Winston cebinden çıkardığı buruşmuş, kirli iki banknotu Parsons'a verdi, Parsons da cahillere özgü özenli bir elyazısıyla küçük bir deftere not düştü. Winston took two crumpled, dirty bills from his pocket and handed them to Parsons, who, in the meticulous handwriting of the ignorant, made notes in a small notebook. "Ha, aklıma gelmişken, oğlum," dedi. "Oh, by the way, son," he said. "Benim ufaklık dün sana sapanla taş atmış anlaşılan. "Looks like my kid threw a stone at you with a slingshot yesterday. Fırçayı yedi benden. He ate the brush from me. Bir daha yaparsa sapanını alacağımı söyledim." I told him if he did it again, I'd take his slingshot." "İdamı seyretmeye gidemediği için biraz öfkeliydi sanırım," dedi Winston. "I think he was a little angry that he couldn't go to see the execution," said Winston. "Ya, evet; ruh var çocukta, öyle değil mi? "Oh, yes; the child has a soul, isn't it? Benim ufaklıklar biraz yaramaz, ama ikisi de hayat dolu piç kurularının. My little ones are a little naughty, but they're both lively bastards. Varsa yoksa Casuslar ve savaş tabii. If not, Spies and war, of course. Geçen cumartesi benim küçük kız ne yapmış, biliyor musun? You know what my little girl did last Saturday? Birliğiyle Berkhamsted yolunda yürüyüşe çıktıklarında, iki kızı daha yanına alıp yürüyüş kolundan ayrılmış, akşama kadar tuhaf bir adamı izlemiş. When he and his unit were out for a walk on the Berkhamsted Road, he took two other girls with him and left the walking column and followed a strange man until the evening. Herifin ardına düşmüşler, ormanda iki saat peşinden gitmişler, Amersham'a vardıklarında da devriyelere teslim etmişler." They followed the guy, followed him through the woods for two hours, and when they got to Amersham they handed him over to patrols." Winston, şaşkınlık içinde, "Ama neden böyle yapmışlar ki?"dedi. "But why would they do that?" said Winston in surprise. Parsons böbürlenerek devam etti: Parsons continued smugly:

"Benim kız, adamın düşman ajanı olduğunu düşünmüş; ne bileyim, paraşütle indirilmiş olabilir demiştir belki de kendi kendine. “My girl thought that the man was an enemy agent; I don't know, maybe she thought to herself that she might have been parachuted. Ama işin asıl ilginç yanı başka, oğlum. But the really interesting thing is something else, my son. Kızı kuşkulandıran ne olmuş, biliyor musun? You know what made the girl suspicious? Adamın ayakkabıları bir tuhafmış; daha önce kimsede öyle ayakkabı görmediğini söylüyor bizim kız. The man's shoes were strange; Our girl says she has never seen shoes like this before in anyone. O yüzden adamın yabancı olma olasılığı yüksekmiş. So the probability that the man was a foreigner was high. Yedi yaşında bir velet için çok zekice, değil mi?" Pretty clever for a seven-year-old kid, isn't it?" "Adam ne oldu peki?" "So what happened man?" diye sordu Winston. ' asked Winston.

"Doğrusu, bilemiyorum," dedi Parsons. "Honestly, I don't know," said Parsons. "Ama hiç şaşmam..."Tüfekle nişan alır gibi yaptıktan sonra tetiğe basmış gibi dilini şaklattı. “But I wouldn't be surprised…” He pretended to aim the rifle, then clicked his tongue as if he had pulled the trigger. Syme, başını kâğıttan kaldırmadan, "İyi," dedi umursamaz bir sesle. “Fine,” Syme said indifferently, without looking up from the paper. Winston, görevini yerine getirmiş olmak için, "Hiç kuşku yok ki işi şansa bırakamayız," dedi. "Of course we can't leave it to chance," said Winston, to fulfill his mission. "Evet,efendim, savaş bitmiş değil," dedi Parsons. "Yes, sir, the war is not over," said Parsons. Parsons'ı onaylarcasına, başlarının hemen üzerindeki tele-ekrandan bir borazan sesi duyuldu. A trumpet rang from the telescreen just above their heads, as if confirming to Parsons. Ama bu kez açıklanan askeri bir zafer değildi, Varlık Bakanlığı'nın bir duyurusuydu. But this time it wasn't a military victory announced, it was an announcement from the Ministry of Wealth. Genç bir ses, "Yoldaşlar!" A young voice shouted, "Comrades!" diye haykırdı coşkuyla. she exclaimed enthusiastically. "Dikkat, yoldaşlar! "Attention, comrades! Olağanüstü haberlerimiz var size. We have extraordinary news for you. Üretim savaşını kazanmış bulunmaktayız! We have won the production war! Her türden tüketim maddelerinin üretimine ilişkin istatistikler tamamlanmış olup, yaşam düzeyinin son bir yıl içinde en az yüzde yirmi oranında yükselmiş olduğu görülmektedir. Statistics on the production of all kinds of consumer goods have been completed and it is seen that the standard of living has increased by at least twenty percent in the last year. Bu sabah Okyanusya'nın dört bir yanında karşı durulmaz, kendiliğinden gösteriler düzenlenmiş, fabrikalar ve bürolardan sokağa dökülen işçiler, bilge önderliğinin bizlere bağışladığı yeni, mutlu yaşam için Büyük Birader'e şükranlarını dile getiren pankartlar açarak yürümüşlerdir. This morning, irresistible, spontaneous demonstrations were held all over Oceania, as workers poured into the streets from factories and offices unfurling banners expressing their gratitude to Big Brother for the new, happy life his wise leadership has bestowed upon us. İşte bazı rakamlar. Here are some numbers. Gıda maddeleri..." Food items..."