×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - III (a)

1. Bölüm - III (a)

Winston rüyasında annesini görüyordu.

Annem ortadan kaybolduğunda on-on bir yaşlarındaydım herhalde, diye düşündü. Annesi uzun boylu, endamlı, sessiz ve ağırkanlı bir kadındı, harikulade sarı saçları vardı. Babasını, hayal meyal de olsa, her zaman tertemiz koyu giysiler giyen, esmer, zayıf ve gözlüklü bir adam olarak anımsıyordu (babasının ince tabanlı ayakkabıları hiç aklından çıkmamıştı). Belli ki, ikisi de ellilerin ilk büyük temizlik hareketleri sırasında ortadan kaldırılmıştı.

Rüyasında, annesi, onun çok aşağılarında bir yerde oturuyordu, kız kardeşi de kucağındaydı. Winston, iri gözleriyle çıldır çıldır bakan, hiç sesi çıkmayan, minicik, enez bir bebek olması dışında kız kardeşiyle ilgili hiçbir şey anımsamıyordu. İkisi de, başını kaldırmış, ona bakıyordu. Yerin altında bir yerdeydiler –belki bir kuyunun dibi, belki çok derin bir mezar–, Winston'ın çok aşağısında ve durmadan daha da aşağılara gitmekte olan bir yerde. Batmakta olan bir geminin salonundaydılar, gittikçe kararan suların arasından ona bakıyorlardı. Salonda hâlâ hava vardı, hâlâ onlar Winston'ı, Winston da onları görebiliyordu, ama gittikçe dibe, birazdan onları yutup yok edecek olan yeşil sulara batıyorlardı. Winston'ın bulunduğu yerde ışık da vardı, hava da, onlar ise ölümün içine çekiliyorlardı; Winston burada, yukarıda olduğu için onlar orada, aşağıdaydılar. Bunu Winston da biliyordu, onlar da; bildiklerini yüzlerinden okuyabiliyordu. Ama yüzlerinde de, yüreklerinde de en küçük bir gücenme yoktu; yalnızca onun yaşayabilmesi için kendilerinin ölmesi gerektiğini, bunun yaşamın doğası gereği kaçınılmaz olduğunu bildikleri anlaşılıyordu.

Winston neler olup bittiğini anımsayamıyordu; ama rüyasında biliyordu ki, annesiyle kız kardeşi onun yaşaması için can vermişlerdi. Bu rüya, rüyalara özgü görüntülerde geçmekle birlikte, insanın düşünsel yaşamının bir devamı olan ve uyandıktan sonra da yeni ve değerliymiş gibi gelen gerçekler ve düşüncelerin ayırdına vardığı rüyalardandı. Şimdi birden Winston'ı allak bullak eden, annesinin nerdeyse otuz yıl önceki ölümünün, artık pek mümkün olmayan biçimde trajik ve hüzünlü bir ölüm olduğuydu. Trajedinin, eski zamanlara, mahremiyet, sevgi ve dostluğun hâlâ var olduğu, aile üyelerinin nedenini bilmeye gerek duymadan birbirlerine arka çıktıkları bir zamana ait bir şey olduğunu anlıyordu. Annesinin anısı yüreğini dağlıyordu, çünkü annesi onu severek ölmüştü, Winston ise o sıralar onun sevgisine karşılık veremeyecek kadar küçük ve bencildi; nasıl olduğunu anımsamıyordu, ama annesi özel ve sağlam bir sadakat kavramı adına kendini feda etmişti. Winston artık böyle şeylere rastlanmadığının ayırdındaydı. Artık korku, nefret ve acı vardı, soylu duygulara, derin ve karmaşık acılara rastlanmıyordu. Winston bütün bunları yüzlerce kulaç aşağıda, daha da derinlere batmakta olan annesiyle kız kardeşinin yeşil suların arasından kendisine bakan iri gözlerinde görür gibiydi.

Birden, kendini, güneşin eğik ışınlarının toprağı yaldızladığı bir yaz akşamı, bodur, süngersi bir turbalığın üstünde buldu. Bu görünüme rüyalarında o kadar sık rastlıyordu ki, gerçek dünyada da görüp görmediğini hiçbir zaman tam olarak anlayamıyordu. Uyur uyanık düşünürken, buraya Altın Ülkesi adını vermişti. Tavşanlar tarafından kemirilmiş eski bir çayırdı burası; ortasından bir patika geçiyor, sağda solda köstebek yuvaları göze çarpıyordu. Çayırın karşı tarafındaki kırık dökük çitin içinde kalan karaağaçların dalları hafif rüzgârda salınıyor, gür yaprakları kadın saçı gibi uçuşuyordu. Gözle görülmese de, yakınlarda bir yerde, söğütlerin altındaki gölcüklerde sazanların yüzdüğü duru bir dere ağır ağır akıyordu.

Siyah saçlı kız, çayırın öte yanından ona doğru geliyordu. Sanki bir çırpıda giysilerini yırttığı gibi istifini bozmadan bir kenara fırlattı. Teni beyaz ve duruydu, ama Winston'da en küçük bir istek uyandırmadı, göz ucuyla bile bakmadı kıza. O anda Winston'ı asıl afallatan, kızın giysilerini bir kenara fırlatışı karşısında kapıldığı hayranlık oldu. Genç kız, bu hareketindeki zarafet ve umursamazlıkla, Büyük Birader, Parti ve Düşünce Polisi tek bir benzersiz kol hareketiyle yok edilebilirmişçesine bütün bir kültürü, bütün bir düşünce sistemini yerle bir etmişti sanki. Bu da eski çağlardan kalma bir hareketti. Winston, dudaklarında "Shakespeare" sözcüğüyle uyandı. Tele-ekrandan kulakları sağır eden bir düdük sesi yükseldi ve otuz saniye kadar aynı tonda sürdü. Saat sıfır yedi on beşti, büro çalışanlarının kalkma vakti gelmişti. Winston yataktan güç bela kalktı –çıplaktı, çünkü bir Dış Parti üyesi yılda yalnızca üç bin giysi kuponu alabiliyordu, oysa bir pijama altı yüz kupondu– ve iskemlenin üstündeki soluk tişörtle şortu kaptı. Beden Alıştırmaları üç dakikaya kadar başlayacaktı. Birden, nerdeyse her sabah uyanır uyanmaz yakalandığı şiddetli bir öksürük nöbetine tutularak iki büklüm oldu. Ciğerleri öyle bir boşalmıştı ki, ancak sırtüstü uzanıp art arda derin derin nefes aldıktan sonra soluklanabildi. Öksürmekten damarları şişmiş, varis çıbanı kaşınmaya başlamıştı.

Cırlak bir kadın sesi, "Otuz kırk yaş arasındakiler!" diye ciyakladı. "Otuz kırk yaş arasındakiler! Lütfen yerlerinize geçin. Otuz kırk yaş arasındakiler!" Winston, cimnastik giysileri giymiş, lastik pabuçlu, ince yapılı ama kaslı, genççe bir kadının görüntüsünün belirdiği tele-ekranın karşısında hemen hazır ola geçti.

Kadın, "Kolları bükün ve uzatın!" diye gürledi. "Benim gibi yapacaksınız. Bir, iki, üç, dört! Bir, iki, üç, dört! Hadi bakalım, yoldaşlar, canlanın biraz! Bir, iki, üç, dört! Bir, iki, üç, dört!..." Öksürük nöbetinin sancısı, rüyanın Winston'da uyandırdığı duyguları tümden silememişti; üstelik cimnastiğin ritmik hareketleri nedense o duyguları diriltiyordu. Yüzünde Beden Alıştırmaları için uygun görülen o sert ama hoşnut bakış, kollarını kaldırıp indirirken, çocukluğunun belli belirsiz günlerini kafasında yeniden canlandırmaya çalışıyordu. Ama hiç de kolay değildi. Ellilerin sonlarının ötesinde her şey silikleşiyordu. Olup bitenlerle ilgili hiçbir kayıt olmayınca, insanın kendi yaşamının ana çizgileri bile belirsizleşiyordu. Büyük olasılıkla hiç olmamış büyük olayları anımsıyordunuz, olayların ayrıntılarını anımsıyor, ama meydana geldikleri ortamı çıkaramıyordunuz, araya hiçbir şey anımsayamadığınız büyük boşluklar giriyordu. Anlaşılan, o zamanlar her şey farklıydı. Ülkelerin adları ve haritadaki biçimleri bile farklıydı. Örneğin, o günlerde Havaşeridi Bir'e Havaşeridi Bir denmiyordu; İngiltere ya da Britanya deniyordu, ama Londra'ya o zaman da Londra dendiğinden nerdeyse emindi. Winston, ülkesinin savaşta olmadığı bir dönemi anımsamıyordu, ama çocukluğunda uzunca bir barış dönemi yaşadıkları açıktı, çünkü ilk anıları arasında bir hava saldırısının herkesi şaşkınlığa uğratması yer alıyordu. Belki de Colchester'a atom bombası atıldığındaydı. Saldırıyı anımsamıyordu, ama babasının elinden sımsıkı tuttuğunu, ayaklarının altında çın çın öten sarmal bir merdivenden döne döne ta aşağılara, yerin altına indiklerini hiç unutmamıştı; bir ara bacakları o kadar yorulmuştu ki yanıp yakılmaya başlamış, sonunda durup dinlenmek zorunda kalmışlardı. Annesi, her zamanki ağır aksak, dalgın haliyle, epeyce arkalarında kalmıştı. Kucağında Winston'ın minik kız kardeşi vardı; belki de katlanmış birkaç battaniyeydi kucağındaki: O sırada kız kardeşinin doğup doğmadığından bile emin değildi. En sonunda, bir metro istasyonu olduğu anlaşılan kalabalık, gürültülü bir yere inmişlerdi.


1. Bölüm - III (a)

Winston rüyasında annesini görüyordu. Winston dreamed of his mother.

Annem ortadan kaybolduğunda on-on bir yaşlarındaydım herhalde, diye düşündü. I must have been about ten or eleven when my mother disappeared, he thought. Annesi uzun boylu, endamlı, sessiz ve ağırkanlı bir kadındı, harikulade sarı saçları vardı. His mother was a tall, stout, quiet and sluggish woman with beautiful blond hair. Babasını, hayal meyal de olsa, her zaman tertemiz koyu giysiler giyen, esmer, zayıf ve gözlüklü bir adam olarak anımsıyordu (babasının ince tabanlı ayakkabıları hiç aklından çıkmamıştı). He remembered his father, albeit vaguely, as a dark, thin, bespectacled man who always wore clean, dark clothes (he never forgot his thin-soled shoes). Belli ki, ikisi de ellilerin ilk büyük temizlik hareketleri sırasında ortadan kaldırılmıştı. Evidently, both had been eliminated during the first great clean-ups of the fifties.

Rüyasında, annesi, onun çok aşağılarında bir yerde oturuyordu, kız kardeşi de kucağındaydı. In his dream, his mother was sitting far below him, with his sister on his lap. Winston, iri gözleriyle çıldır çıldır bakan, hiç sesi çıkmayan, minicik, enez bir bebek olması dışında kız kardeşiyle ilgili hiçbir şey anımsamıyordu. Winston had no recollection of his sister, except that she was a tiny, squishy baby with big eyes and a frantic voice. İkisi de, başını kaldırmış, ona bakıyordu. Both of them looked up at him. Yerin altında bir yerdeydiler –belki bir kuyunun dibi, belki çok derin bir mezar–, Winston'ın çok aşağısında ve durmadan daha da aşağılara gitmekte olan bir yerde. They were somewhere underground—perhaps the bottom of a well, perhaps a very deep grave—somewhere far below Winston and steadily descending. Batmakta olan bir geminin salonundaydılar, gittikçe kararan suların arasından ona bakıyorlardı. They were in the saloon of a sinking ship, staring at him through the darkening waters. Salonda hâlâ hava vardı, hâlâ onlar Winston'ı, Winston da onları görebiliyordu, ama gittikçe dibe, birazdan onları yutup yok edecek olan yeşil sulara batıyorlardı. There was still air in the room, they could still see Winston and Winston could see them, but they were sinking further and further down into the green waters that would soon devour them. Winston'ın bulunduğu yerde ışık da vardı, hava da, onlar ise ölümün içine çekiliyorlardı; Winston burada, yukarıda olduğu için onlar orada, aşağıdaydılar. Where Winston was there was light, in the air, they were being drawn into death; Because Winston was up here, they were down there. Bunu Winston da biliyordu, onlar da; bildiklerini yüzlerinden okuyabiliyordu. Winston knew that too, and they too; He could read what he knew on their faces. Ama yüzlerinde de, yüreklerinde de en küçük bir gücenme yoktu; yalnızca onun yaşayabilmesi için kendilerinin ölmesi gerektiğini, bunun yaşamın doğası gereği kaçınılmaz olduğunu bildikleri anlaşılıyordu. But there was not the slightest resentment in their faces or in their hearts; it seemed that they knew only that for him to live they had to die, that this was inevitable by the very nature of life.

Winston neler olup bittiğini anımsayamıyordu; ama rüyasında biliyordu ki, annesiyle kız kardeşi onun yaşaması için can vermişlerdi. Winston could not remember what had happened; but he knew in his dream that his mother and sister had died for him to live. Bu rüya, rüyalara özgü görüntülerde geçmekle birlikte, insanın düşünsel yaşamının bir devamı olan ve uyandıktan sonra da yeni ve değerliymiş gibi gelen gerçekler ve düşüncelerin ayırdına vardığı rüyalardandı. Although this dream is seen in the images peculiar to dreams, it was a continuation of the intellectual life of the person and was one of the dreams that he became aware of the facts and thoughts that seemed to be new and valuable after waking up. Şimdi birden Winston'ı allak bullak eden, annesinin nerdeyse otuz yıl önceki ölümünün, artık pek mümkün olmayan biçimde trajik ve hüzünlü bir ölüm olduğuydu. What was suddenly shocking to Winston now was that his mother's death almost thirty years ago was a tragic and sad death in a way that is no longer possible. Trajedinin, eski zamanlara, mahremiyet, sevgi ve dostluğun hâlâ var olduğu, aile üyelerinin nedenini bilmeye gerek duymadan birbirlerine arka çıktıkları bir zamana ait bir şey olduğunu anlıyordu. He understood that tragedy belonged to ancient times, a time when privacy, love, and friendship still existed, when family members backed each other without knowing why. Annesinin anısı yüreğini dağlıyordu, çünkü annesi onu severek ölmüştü, Winston ise o sıralar onun sevgisine karşılık veremeyecek kadar küçük ve bencildi; nasıl olduğunu anımsamıyordu, ama annesi özel ve sağlam bir sadakat kavramı adına kendini feda etmişti. The memory of his mother was heartbreaking, for his mother had died loving him, and Winston was then too small and selfish to reciprocate his love; He couldn't remember how it happened, but his mother had sacrificed herself in the name of a special and firm notion of loyalty. Winston artık böyle şeylere rastlanmadığının ayırdındaydı. Winston realized that such things were no longer to be found. Artık korku, nefret ve acı vardı, soylu duygulara, derin ve karmaşık acılara rastlanmıyordu. There was now fear, hatred and pain, no noble feelings, no deep and complex pain. Winston bütün bunları yüzlerce kulaç aşağıda, daha da derinlere batmakta olan annesiyle kız kardeşinin yeşil suların arasından kendisine bakan iri gözlerinde görür gibiydi. Winston seemed to see it all hundreds of fathoms down, in the large eyes of his mother and sister, who were sinking even deeper, staring at him through the green waters.

Birden, kendini, güneşin eğik ışınlarının toprağı yaldızladığı bir yaz akşamı, bodur, süngersi bir turbalığın üstünde buldu. All of a sudden he found himself on a dwarf, spongy peatland on a summer evening when the sun's oblique rays gilded the ground. Bu görünüme rüyalarında o kadar sık rastlıyordu ki, gerçek dünyada da görüp görmediğini hiçbir zaman tam olarak anlayamıyordu. This appearance was so common in her dreams that she could never fully understand whether she was seeing it in the real world as well. Uyur uyanık düşünürken, buraya Altın Ülkesi adını vermişti. While he was sleeping and thinking, he called it the Land of Gold. Tavşanlar tarafından kemirilmiş eski bir çayırdı burası; ortasından bir patika geçiyor, sağda solda köstebek yuvaları göze çarpıyordu. It was an old meadow gnawed by rabbits; A path ran through it, and molehills stood out on the right and left. Çayırın karşı tarafındaki kırık dökük çitin içinde kalan karaağaçların dalları hafif rüzgârda salınıyor, gür yaprakları kadın saçı gibi uçuşuyordu. The branches of the elm trees that remained in the broken hedge across the meadow swayed in the light wind, and their thick leaves fluttered like women's hair. Gözle görülmese de, yakınlarda bir yerde, söğütlerin altındaki gölcüklerde sazanların yüzdüğü duru bir dere ağır ağır akıyordu. Nearby, though invisible, a clear stream flowed slowly, with carp swimming in ponds under the willows.

Siyah saçlı kız, çayırın öte yanından ona doğru geliyordu. The black-haired girl was coming towards him from the other side of the meadow. Sanki bir çırpıda giysilerini yırttığı gibi istifini bozmadan bir kenara fırlattı. He threw it aside, undisturbed, as if he had torn his clothes in one fell swoop. Teni beyaz ve duruydu, ama Winston'da en küçük bir istek uyandırmadı, göz ucuyla bile bakmadı kıza. Her skin was white and clear, but it did not arouse the slightest desire in Winston, and he did not glance at her out of the corner of his eye. O anda Winston'ı asıl afallatan, kızın giysilerini bir kenara fırlatışı karşısında kapıldığı hayranlık oldu. What really stunned Winston at that moment was his admiration at her tossing her clothes aside. Genç kız, bu hareketindeki zarafet ve umursamazlıkla, Büyük Birader, Parti ve Düşünce Polisi tek bir benzersiz kol hareketiyle yok edilebilirmişçesine bütün bir kültürü, bütün bir düşünce sistemini yerle bir etmişti sanki. The young girl, with her grace and carelessness in her gesture, had destroyed an entire culture, an entire thought system, as if Big Brother, the Party, and the Thought Police could be destroyed with a single unique gesture of the arm. Bu da eski çağlardan kalma bir hareketti. It was an ancient movement. Winston, dudaklarında "Shakespeare" sözcüğüyle uyandı. Winston awoke with the word "Shakespeare" on his lips. Tele-ekrandan kulakları sağır eden bir düdük sesi yükseldi ve otuz saniye kadar aynı tonda sürdü. A deafening whistle came from the telescreen and lasted for thirty seconds in the same tone. Saat sıfır yedi on beşti, büro çalışanlarının kalkma vakti gelmişti. It was seven fifteen o'clock, it was time for the office workers to get up. Winston yataktan güç bela kalktı –çıplaktı, çünkü bir Dış Parti üyesi yılda yalnızca üç bin giysi kuponu alabiliyordu, oysa bir pijama altı yüz kupondu– ve iskemlenin üstündeki soluk tişörtle şortu kaptı. Winston barely got out of bed—naked, for an Outer Party member could only get three thousand clothing coupons a year, whereas a pajamas cost six hundred—and snatched the faded T-shirt and shorts off the chair. Beden Alıştırmaları üç dakikaya kadar başlayacaktı. Body Exercises would begin in up to three minutes. Birden, nerdeyse her sabah uyanır uyanmaz yakalandığı şiddetli bir öksürük nöbetine tutularak iki büklüm oldu. Suddenly, he collapsed into a fit of coughing, which he caught almost every morning upon waking. Ciğerleri öyle bir boşalmıştı ki, ancak sırtüstü uzanıp art arda derin derin nefes aldıktan sonra soluklanabildi. His lungs were so empty that he could only inhale after laying on his back and taking a deep breath in succession. Öksürmekten damarları şişmiş, varis çıbanı kaşınmaya başlamıştı. His veins were swollen from coughing, and the varicose boil began to itch.

Cırlak bir kadın sesi, "Otuz kırk yaş arasındakiler!" A shrill female voice shouted, "Those in the thirty-forty-year-olds!" diye ciyakladı. she squeaked. "Otuz kırk yaş arasındakiler! "Those between the ages of thirty and forty! Lütfen yerlerinize geçin. Please take your seats. Otuz kırk yaş arasındakiler!" Those between the ages of thirty and forty!” Winston, cimnastik giysileri giymiş, lastik pabuçlu, ince yapılı ama kaslı, genççe bir kadının görüntüsünün belirdiği tele-ekranın karşısında hemen hazır ola geçti. Winston quickly stood before the telescreen, where the image of a slender but muscular young woman in gymnastics clothes and rubber shoes appeared.

Kadın, "Kolları bükün ve uzatın!" The woman said, "Bend and stretch the arms!" diye gürledi. he growled. "Benim gibi yapacaksınız. "You will do like me. Bir, iki, üç, dört! One two three four! Bir, iki, üç, dört! One two three four! Hadi bakalım, yoldaşlar, canlanın biraz! Come on, comrades, freshen up a bit! Bir, iki, üç, dört! One two three four! Bir, iki, üç, dört!..." Öksürük nöbetinin sancısı, rüyanın Winston'da uyandırdığı duyguları tümden silememişti; üstelik cimnastiğin ritmik hareketleri nedense o duyguları diriltiyordu. The pangs of the coughing fit had not completely erased the emotions the dream had aroused in Winston; moreover, the rhythmic movements of gymnastics somehow resurrected those feelings. Yüzünde Beden Alıştırmaları için uygun görülen o sert ama hoşnut bakış, kollarını kaldırıp indirirken, çocukluğunun belli belirsiz günlerini kafasında yeniden canlandırmaya çalışıyordu. He tried to replay the vague days of his childhood as he raised and lowered his arms, the stern but contented look on his face that was deemed appropriate for the Body Exercises. Ama hiç de kolay değildi. But it wasn't easy at all. Ellilerin sonlarının ötesinde her şey silikleşiyordu. Beyond the late fifties everything was fading. Olup bitenlerle ilgili hiçbir kayıt olmayınca, insanın kendi yaşamının ana çizgileri bile belirsizleşiyordu. With no record of what was going on, even the outlines of one's own life were blurred. Büyük olasılıkla hiç olmamış büyük olayları anımsıyordunuz, olayların ayrıntılarını anımsıyor, ama meydana geldikleri ortamı çıkaramıyordunuz, araya hiçbir şey anımsayamadığınız büyük boşluklar giriyordu. You probably remember big events that never happened, you remember the details of the events, but you couldn't make out the environment in which they happened, big gaps intervened where you couldn't remember anything. Anlaşılan, o zamanlar her şey farklıydı. Apparently, everything was different back then. Ülkelerin adları ve haritadaki biçimleri bile farklıydı. Even the names of the countries and their shape on the map were different. Örneğin, o günlerde Havaşeridi Bir'e Havaşeridi Bir denmiyordu; İngiltere ya da Britanya deniyordu, ama Londra'ya o zaman da Londra dendiğinden nerdeyse emindi. For example, Airstrip One was not called Airstrip One in those days; It was called England or Britain, but he was almost certain that London was then called London as well. Winston, ülkesinin savaşta olmadığı bir dönemi anımsamıyordu, ama çocukluğunda uzunca bir barış dönemi yaşadıkları açıktı, çünkü ilk anıları arasında bir hava saldırısının herkesi şaşkınlığa uğratması yer alıyordu. Winston could not recall a time when his country was not at war, but it was clear that they had a long period of peace as a child, for one of his earliest memories was of an air raid that took everyone by surprise. Belki de Colchester'a atom bombası atıldığındaydı. Maybe it was when the atomic bomb was dropped on Colchester. Saldırıyı anımsamıyordu, ama babasının elinden sımsıkı tuttuğunu, ayaklarının altında çın çın öten sarmal bir merdivenden döne döne ta aşağılara, yerin altına indiklerini hiç unutmamıştı; bir ara bacakları o kadar yorulmuştu ki yanıp yakılmaya başlamış, sonunda durup dinlenmek zorunda kalmışlardı. He did not remember the attack, but he had never forgotten that his father was holding his hand tightly, and that they had descended into the ground, spiraling down a spiral staircase ringing under his feet; At one point their legs were so tired that they began to burn and eventually had to stop and rest. Annesi, her zamanki ağır aksak, dalgın haliyle, epeyce arkalarında kalmıştı. Her mother, in her usual limp, distracted state, was far behind them. Kucağında Winston'ın minik kız kardeşi vardı; belki de katlanmış birkaç battaniyeydi kucağındaki: O sırada kız kardeşinin doğup doğmadığından bile emin değildi. In his lap was Winston's little sister; maybe it was a few folded blankets in his lap: he wasn't even sure if his sister had been born at the time. En sonunda, bir metro istasyonu olduğu anlaşılan kalabalık, gürültülü bir yere inmişlerdi. Finally, they had landed in a crowded, noisy place that turned out to be a subway station.