×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

TED x Istanbul, Elini Kaldır! | Karsu Dönmez | TEDxIstanbul

Elini Kaldır! | Karsu Dönmez | TEDxIstanbul

Çeviri: Bilge Yilmaz Gözden geçirme: Gözde Caymazer

Karsu Caz Sanatçısı

Merhaba, hoş geldiniz.

Ben bugün biraz kendimi anlatacağım size.

3 yaşındaydım orada ve en sonda diyordum ki

“baba daha çok istiyorum, daha çok istiyorum baba.”

Bu benim sınıf fotoğrafım.

Tek Türk kızıydım okulda. Sağdaki benim.

Ben gençken yani tek kız olarak okulda

çok da popüler bir kız değildim.

Kıvırcık saç moda değildi

ve annem bana hippi kıyafetler giydirirdi.

Şimdi, hikayem nerede başladı anlatabilirim.

İsmim Karsu. Karsu Dönmez

ve benim babamın, annemin doğduğu köyün ismi.

Hatay'da Antakya'da.

Benim annem, babam orada doğdu ve annem 9 yaşında

Hollanda'ya Amsterdam'a göçtü.

Dedem Amsterdam'da çalışıyordu ve ailesini Hollanda'ya getirdi.

Babam mülteci olarak 20 yaşında Hollanda'ya kaçtı.

Annem babam kariyer yapmak istediler.

Annem spor yapmak istiyordu.

Ama dedem diyordu ki “yok, kızlar spor yapmaz.”

Babam çok müzisyen olmak istiyordu, saz çalmak istiyordu.

Ama dedem derdi ki “yok oğlum doktor ol, avukat ol.”

Müzik çalmak ayıptı o dönemlerde.

Babam ilk kez 21 yaşındayken sazı gördü ve kendi kendine çalmayı öğrendi.

Benim annem babam tabi ki okula gittiler.

Babam sosyolog oldu, annem psikolog öğretmeni oldu

ve çok güzel bir hayat yaptılar kendilerine ve dediler ki

biz iki kızımıza bütün olanakları vermek istiyoruz.

Spor, kültür, sanat, müzik.

Ben normal hayatımı yaşadım yani okula gidiyordum bisikletle Amsterdam'da.

Babamın bir restoranı var Kilim diye Amsterdam'da.

6 sene orada garson olarak çalıştım.

Masa 2 yoğurtlu adana kebap, masa 5 şiş kebap, hepsini biliyorum.

Ve Kilim'de bir piyano vardı. Bir piyano.

Ben 7 yaşından beri piyano çalmaya başladım.

Çünkü piyanoyu çok seviyordum.

Ama kendim için yani başkaları için değil.

Müşteri bir kere duydu, Karsu, sahibin kızı piyano çalıyor.

Müşteri dedi ki çalmak ister misin? Yoo, niye çalacağım?

"Ya ne olur bir şey çal." Tamam dedim, oturdum,

garsonluğu 2 dakika bıraktım ve müzik çaldım.

Müşteri çok beğendi, ben çok utandım.

Dedim ki hayatım boyunca hiç, başka yani -- bu sondu.

İkinci hafta yine müşteri geldi.

Dedi ki “ya arkadaşlarımızdan duyduk, bir kız burada çalıyormuş da.”

Eee, bendim herhalde.

"Evet çalabilir misin?"

"Yoo…" Tamam en sonunda yine çaldım.

Artık her hafta sonu Amsterdam'da, Hollanda'da herkes konuşmaya başladı.

Bir Türk kızı var –Karsu- restoranda müzik çalıyor.

Klasik müzik çalıyordum, bazı pop şarkıları da deniyordum

ve her hafta sonu artık kendim de beğenmeye başladım çalmayı.

Saat 8'de garsonluğu bırakırdım.

Babam da derdi “Seyirci, seyirciler kızım bu akşam….”

(Gülüşmeler)

Ve çok güzeldi.

Ondan sonra yarışmaya katıldım. Kazandım ve o müzik yarışmasında

-piyano ve seste- beni Amerika'ya davet ettiler.

Carnegie Hall, New York.

Oraya gittiğimde ben çok heyecanlı değildim.

Çünkü normalde restoranda çalıyorum yani alışığım artık.

Ama Google'dan baktığımda 1 gün önce, uçakla gitmeden önce,

Google'dan girdim Carnegi Hall ne diye.

Baktım ki Ray Charles çaldı, Madonna çaldı.

Şimdi Karsu çalacak.

(Gülüşmeler)

Bayağı heyecanlıydım.

Gittim, konserimi verdim, geri geldim ve hayatıma döndüm.

Restorana gittim, liseye gidiyordum ve her hafta sonu çalıyordum.

Ama Hollanda'da basında acayip bir şey oldu.

Bu Türk kız kim?

Artık restoran her hafta sonu yemek için değil

– kusura bakma baba– ama müzik için dolmaya başlıyordu.

(Gülüşmeler)

Benim hedefim yani rüyam küçükken bir şeydi.

Herhalde bütün kızlar gibi prenses olmak.

Güzel elbise giymek, pırlanta ayakkabılar ve restoranda çalarken

halen müzisyen olmak hedefim değildi.

Psikolog olmak istiyordum. Çocuk psikoloğu.

Kilim doluyordu –restoran- ve çalıyordum.

Dedik ki ailemle, biz bir konser verelim, insanların hepsi görsün, ondan sonra bitti

yani okula devam ederim.

Konseri verdik 750 kişi, 5 hafta önceden biletler tükendi.

Hayatımda hiç konser vermedim, çok heyecanlıydım.

Verdik konseri, dedik ki tamam bitti.

İkinci hafta sonu yine restoranda çalışırken

dışarıda kuyruk olmaya başlıyordu.

New York'ta iken caza aşık olmuştum.

Babamın aradığı özgürlüğü ben New York'ta caz müzikle orada buldum.

Artık caz müziği kendim yazmaya başladım

Kendi şarkılarımı, bestelerimi, sözlerimi yazmaya başladım.

Dedim ki ben gerçekten artık müzik yapmayı çok seviyorum,

bayağı da bir kariyer olmaya başladı.

Çünkü insanlar soruyorlardı: Burada konser yapmak ister misin?

Burada konser yapmak ister misin?

Seviyordum, dedim ki o zaman daha profesyonel bir seviyeye getirelim,

konservatuvara gideyim.

Heyecanlıydım. 18 yaşında konservatuara “baş” vuracaktım.

(Gülüşmeler)

Aklımda tutmak için Türk kelimeleri bazen--

(Gülüşmeler) (Alkış)

Konservatuvara giderken bayağı bir heyecanlıydım.

Böyle yuvarlak bir yerde bir şey vardı, durdum.

Müziğimi çaldım.

Dedim ki ok.

Şimdi kariyer profesyonel başlayacak ve okula alacaklar beni.

Ama almadılar.

(Gülüşmeler)

Çok çok çok üzgündüm, eve ağlayarak gittim.

Bizde okumak çok önemli bir konu.

Dedim ki şimdi ben ne yapacağım? O zaman bırakayım yani.

Öğretmenler -3 tane öğretmen duruyordu- beni daha yetenekli gibi görmüyorlarsa

o zaman öyledir, o zaman hiç yapmayayım.

Ama dedim ki ben bunu çok seve seve yapıyorum,

gerçekten müzik yapmayı seviyorum ve çalmayı çok seviyorum.

Eve gittim, 1 yıl kendi müziğimi çalıştım.

Dedim ki Türk müziği güzel, caz müzik güzel,

klasik müzik güzel, pop müzik de güzel, blues.

Artık böyle birleştirerek kendi müziğimi yapmaya başladım.

Çok çalıştım ve daha çok konserler vermeye başladım.

Ankara'ya gittim ilk kez konser için, salon 200 kişi.

Hazırdım ilk kez Türkiye'ye, 20 kişi gelmişti.

Düşünüyordum ki yavaş yavaş iyi gidiyordu müzik

ama halen ben konservatuvara alınmadım yani.

Hala benim hissime göre profesyonel değildim.

Hollanda'da- Avrupa'da diyeceğim- en büyük caz festivaline davetliydim.

20 yaşındaydım.

Benden önce sahnede Quincy Jones, benden sonra Norah Jones ve Stevie Wonder.

Bayağı bir heyecanlı konserdi.

Ama halen profesyonel olmadığıma inanıyordum.

Çünkü konservatuvarı bitirmedim, alınmadım bile.

Konserimi verdim, baktım ki böyle seyircilerin içinde

bana hayır diyen öğretmenler bana alkış yapıyordu.

Onlar seyircilerin içinde, ben sahnenin üstünde.

(Alkış)

Tabi ki yavaş yavaş, yıllarca çok çalıştım.

Allah'tan şimdi Ankara'da iki bin kişi geliyor, yirmi kişi değil.

Şu anda 25 yaşına geldim, biraz yaşlanıyoruz.

(Gülüşmeler)

Mutluyum ki artık bütün hedeflerime ulaştım.

Artık onlarca ülkede konser veriyorum.

Monako'dan Fas'a, Brezilya'dan Endonezya'ya.

Artık müziğimle dünyayı geziyorum ve çok mutlu mutlu yapıyorum.

Çok mutluyum ki-- Konservatuvara alınmadığım için

ve baştan biraz zorluk yaşadığım için rüyalarımı bırakmadığıma çok mutluyum.

Şimdi ben Karsu olarak -müzisyen değil-

artık vardığım için insanlara ne geri verebilirim?

Dünyayı kurtaramam kendi başıma. Ama belki bir şey yapabilirim.

“Connecting The Dots” bugünün konusu.

Annem babam Hollanda'ya göçtü, babam mülteci olarak.

Şu anda dünyada çok evden kaçan, ülkelerden kaçan,

ailelerden kaçan kişiler var.

Amsterdam'da yaşıyorum.

Orada merkez tren istasyonunda her gün Suriye'den,

Eritre'den, Afganistan'dan mülteciler geliyor.

Ben MasterPeace'in, savaşa karşı müzik yapan bir organizasyonun

elçisi olarak orada -göstereceğim size-

her akşam mültecileri bu tişörtle trenden çıkarıyoruz.

‘Refugees welcome, we are here to help you''

Arkadaşlarla bunu -gönüllülerle- bir buçuk aydır yapıyoruz.

(Alkış)

Şimdi ben müzisyen Karsu olarak orada değilim.

İlk başlarda da -böyle gitmiyorum yani- tişörtle, bot ayakkabılar, soğuk çünkü.

Biz 20 kişiyle, -artık çok mutluyum, yönetmen oldum orada-

söylüyoruz ve duruyoruz orada.

20 kişiyle grubu paylaşıyoruz, sen Almanya tramvayına git,

sen Brüksel tramvayına git, sen Paris tramvayına git.

O tişörtü giyip orada bekliyoruz.

Mülteci gelince yemek veriyoruz, içecek veriyoruz, sıcak ceket veriyoruz,

internet veriyoruz ve gülümse--

We smile. Yes.

(Gülüşmeler)

Ben her akşam yaşadığımı size anlatırsam burada iki ay otururuz.

Her akşam onlarca, yüzlerce kişi geliyor.

Ama size bir hikaye anlatmak isterim.

Bu, bir buçuk hafta önce oluyor.

Ben aşağıda duruyordum kıyafetlerin, yemeklerin yanında ve arkadaşları

tren istasyonuna gönderdim.

Anlattığım gibi sen oraya, sen oraya, sen oraya.

Bir arkadaş geldi. 10 yaşında çocuk, yalnız.

Çocuk 2 kelime söylüyor: Suriye ve baba.

Ben bakıyorum, diyorum ki “annen, baban nerede?

Yalnız mı geldin sen, nasıl olabilir?”

Oturttum, yemek verdim. İki gün yemek yememişti.

Su verdik, oturdu.

Biz şimdi arkadaşlarla düşünüyoruz biz ne yapacağız.

Sonra çocuk cebinden bir numara çıkardı, baba dedi sorarak.

Mülteci arkadaşlar benim yaşımda,

iki hafta önceden gelip bize yardım ediyorlar gönüllü olarak.

Arapça konuşuyor. Dedik ki şimdi arayalım mı?

Çünkü kimse almazsa bu telefonu, kötü haber gelirse biz mi vereceğiz çocuğa?

Ama arayalım.

Aradı arkadaşım numarayı ve çaldı.

Çocuk önümüzde oturuyor ve bende arayan arkadaşın yüzüne bakıyorum

Birisi telefonu aldı. Baktım, kafasını salladı.

Olamaz dedim, şimdi biz mi söyleyeceğiz bu çocuğa ne olduğunu.

Telefonu kapattı iki dakika sonra.

Dedim ki babası yaşıyor mu? Babası Suriye'de mi?

Babası yoksa Macaristan'da mı kaldı?

“Yok” dedi “babası yaşıyor ve babası Amsterdam'da.”

Aynı şehirde babası, aynı gün o da gelmiş.

Yarım saat sonra baba ve oğlu birbiriyle buluştular.

Her akşam böyle anlattığım gibi onlarca, yüzlerce hikaye yaşıyoruz.

Bu hikaye güzel bitti ama çok güzel bitmeyen de çok var.

Şimdi ben bütün hayallerimi seviyeye geldiğim için,

çok mutlu yaşayabildiğim için düşünüyorum ki bu çocuklar da

aynı hayallerle, aynı rüyalarla onların da bir şansları olması lazım.

Akşamlar bitiyor tren istasyonunda, bisikletle eve gidiyorum.

Eve giderken diyorum ki kendime bu mu hayat?

Why is it so unfair? (Hayat neden hiç adil değil?)

Eve gidiyorum, bütün akşamı düşünüyorum

ve o sesleri halen duyuyorum yeni Suriyeli arkadaşlarımın.

Diyorlar ki Karsu ne olur sen bizim hikayemizi anlat.

“Ben ailemi kaybettim, cam gibi, ayna gibi paramparça oldum.”

Ben de düşünüyorum bu hikayeyi nasıl anlatabilirim ki?

Belki bir dil vardır, evrensel bir dil vardır: müzik.

Çok teşekkür ediyorum dinlediğiniz için.

(Alkış)

(Canlı Müzik Performansı)


Elini Kaldır! Heben Sie die Hand | Karsu Dönmez | TEDxIstanbul Raise Your Hand! | Karsu Dönmez | TEDxIstanbul Levez la main ! | Karsu Dönmez | TEDxIstanbul Поднимите руку! | Карсу Дёнмез | TEDxIstanbul Höj din hand! | Karsu Dönmez | TEDxIstanbul | Karsu Dönmez | TEDxIstanbul | Karsu Dönmez | TEDxIstanbul

Çeviri: Bilge Yilmaz Gözden geçirme: Gözde Caymazer Translator: Gözde Caymazer Reviewer: Erman Turkmen

Karsu Caz Sanatçısı

Merhaba, hoş geldiniz. Hello, welcome.

Ben bugün biraz kendimi anlatacağım size. Today, I will tell you about myself.

3 yaşındaydım orada ve en sonda diyordum ki I was 3 years old there, and I tell my dad

“baba daha çok istiyorum, daha çok istiyorum baba.” "Daddy I want more, I want more daddy."

Bu benim sınıf fotoğrafım. This is my class picture.

Tek Türk kızıydım okulda. Sağdaki benim. The only Turkish girl at school. At the right, that’s me.

Ben gençken yani tek kız olarak okulda Als ich jung war, war ich das einzige Mädchen in der Schule. When I was young, as only Turkish girl,

çok da popüler bir kız değildim. I was not a popular girl at school.

Kıvırcık saç moda değildi Lockiges Haar war nicht in Mode It was not hot to have curly hair,

ve annem bana hippi kıyafetler giydirirdi. und meine Mutter zwang mich, Hippie-Klamotten zu tragen. and my mom put me in hippie cloths.

Şimdi, hikayem nerede başladı anlatabilirim. Jetzt kann ich Ihnen sagen, wie meine Geschichte begann. I will tell you now where the story begins.

İsmim Karsu. Karsu Dönmez My name is Karsu, Karsu Donmez.

ve benim babamın, annemin doğduğu köyün ismi. This is the name of the village where my dad, my mom were born.

Hatay'da Antakya'da. In Hatay, in Antakya.

Benim annem, babam orada doğdu ve annem 9 yaşında Meine Eltern sind dort geboren und meine Mutter ist 9 Jahre alt. My mom and dad were born in this place, and my mom was 9

Hollanda'ya Amsterdam'a göçtü. when she moved to Amsterdam.

Dedem Amsterdam'da çalışıyordu ve ailesini Hollanda'ya getirdi. Mein Großvater arbeitete in Amsterdam und brachte seine Familie nach Holland. My grandpa worked in Holland, and took his family with him.

Babam mülteci olarak 20 yaşında Hollanda'ya kaçtı. When he fled to Holland as a refugee, my dad was 20.

Annem babam kariyer yapmak istediler. My mom and dad wanted a career in Holland.

Annem spor yapmak istiyordu. My mom wanted to do sport.

Ama dedem diyordu ki “yok, kızlar spor yapmaz.” Aber mein Großvater sagte: "Nein, Mädchen treiben keinen Sport". But my grandpa said, "No, girls may not do sports."

Babam çok müzisyen olmak istiyordu, saz çalmak istiyordu. Mein Vater wollte Musiker werden, er wollte die Saz spielen. My dad wanted to be a mucisian, he wanted to play the saz.

Ama dedem derdi ki “yok oğlum doktor ol, avukat ol.” Aber mein Großvater hat immer gesagt: "Nein, mein Sohn, werde Arzt, werde Anwalt". But his dad said, "No son, be a doctor or a lawyer."

Müzik çalmak ayıptı o dönemlerde. Damals war es eine Schande, Musik zu machen. It was not appropriate to be a musician at that time.

Babam ilk kez 21 yaşındayken sazı gördü ve kendi kendine çalmayı öğrendi. Mein Vater sah das Instrument zum ersten Mal, als er 21 Jahre alt war, und lernte es selbst zu spielen. My dad was 21 years old when he saw the saz and began to play it.

Benim annem babam tabi ki okula gittiler. Meine Eltern sind natürlich zur Schule gegangen. Of course my mom and dad went to school.

Babam sosyolog oldu, annem psikolog öğretmeni oldu Mein Vater wurde Soziologe, meine Mutter wurde Psychologielehrerin. My dad is sociologist, my mom is psychologist teacher,

ve çok güzel bir hayat yaptılar kendilerine ve dediler ki and they had a very nice life together, and decided to give

biz iki kızımıza bütün olanakları vermek istiyoruz. Wir wollen unseren beiden Töchtern jede Chance geben. all the opportunities to their two daughters.

Spor, kültür, sanat, müzik. Sports, culture, art, music.

Ben normal hayatımı yaşadım yani okula gidiyordum bisikletle Amsterdam'da. Ich lebte mein normales Leben, ich fuhr mit dem Fahrrad zur Schule in Amsterdam. I had a normal life. I mean, I went to school by bike in Amsterdam.

Babamın bir restoranı var Kilim diye Amsterdam'da. Mein Vater besitzt ein Restaurant namens Kilim in Amsterdam. My dad had a restaurant in Amsterdam, called Kilim,

6 sene orada garson olarak çalıştım. where I worked 6 years as waitress.

Masa 2 yoğurtlu adana kebap, masa 5 şiş kebap, hepsini biliyorum. Tisch 2 Adana Kebab mit Joghurt, Tisch 5 Schaschlik, ich kenne sie alle. Table 2 Adana kebab with yogurt, table 5 shish kebab, I knew everything.

Ve Kilim'de bir piyano vardı. Bir piyano. And at Kilim there was a piano. One piano.

Ben 7 yaşından beri piyano çalmaya başladım. Ich habe mit 7 Jahren angefangen, Klavier zu spielen. I began to play the piano when I was 7,

Çünkü piyanoyu çok seviyordum. because I loved to play the piano.

Ama kendim için yani başkaları için değil. Aber für mich selbst, nicht für andere. But only for myself, not for the others.

Müşteri bir kere duydu, Karsu, sahibin kızı piyano çalıyor. Der Kunde hat einmal gehört, dass Karsu, die Tochter des Besitzers, Klavier spielt. One guest had heard: Karsu, the daughter of the owner, can play piano.

Müşteri dedi ki çalmak ister misin? Yoo, niye çalacağım? Der Kunde sagte: "Willst du spielen? Nein, warum sollte ich? This customer asked, "Can you play something?" "No, why should I?"

"Ya ne olur bir şey çal." Tamam dedim, oturdum, "Please play something." I said okay, and sat down,

garsonluğu 2 dakika bıraktım ve müzik çaldım. stopped waitering for 2 minutes and made music.

Müşteri çok beğendi, ben çok utandım. This guest liked it very much, but I was shy.

Dedim ki hayatım boyunca hiç, başka yani -- bu sondu. Ich sagte, ich würde nie im Leben, niemals, niemals - das war das letzte Mal. And I said, never again. This was the last.

İkinci hafta yine müşteri geldi. Next week an other guest came and said,

Dedi ki “ya arkadaşlarımızdan duyduk, bir kız burada çalıyormuş da.” "My friends told me that there is a girl playing here."

Eee, bendim herhalde. Probably, that must be me.

"Evet çalabilir misin?" Yes, would you play something?

"Yoo…" Tamam en sonunda yine çaldım. No... Okay, again, I played.

Artık her hafta sonu Amsterdam'da, Hollanda'da herkes konuşmaya başladı. And each weekend in Amsterdam, in Holland, people began to talk,

Bir Türk kızı var –Karsu- restoranda müzik çalıyor. a Turkish girl – Karsu – is playing in a restaurant.

Klasik müzik çalıyordum, bazı pop şarkıları da deniyordum I played classic music, sometimes tried pop songs each weekend,

ve her hafta sonu artık kendim de beğenmeye başladım çalmayı. und jedes Wochenende habe ich angefangen, es selbst zu spielen. and even I began to like it.

Saat 8'de garsonluğu bırakırdım. At 8 o’clock I stopped waitering.

Babam da derdi “Seyirci, seyirciler kızım bu akşam….” Mein Vater sagte immer: "Publikum, Publikum, meine Tochter heute Abend....". My dad said, "Dear guests, my daughter will this evening..."

(Gülüşmeler) (Laughter)

Ve çok güzeldi. It was very nice.

Ondan sonra yarışmaya katıldım. Kazandım ve o müzik yarışmasında Danach habe ich an einem Wettbewerb teilgenommen, den ich gewonnen habe, und bei diesem Musikwettbewerb Then I began to join competitions. Won a competition and at that competition -

-piyano ve seste- beni Amerika'ya davet ettiler. -auf Klavier und Gesang- haben sie mich nach Amerika eingeladen. piano and vocal – I was invited to play is the USA.

Carnegie Hall, New York. Carnegie Hall, New York.

Oraya gittiğimde ben çok heyecanlı değildim. Ich war nicht sehr aufgeregt, als ich dort ankam. When I went there, I was not very excited.

Çünkü normalde restoranda çalıyorum yani alışığım artık. Because I played in our restaurant, I was used to play.

Ama Google'dan baktığımda 1 gün önce, uçakla gitmeden önce, Aber als ich es gegoogelt habe, war es einen Tag her, bevor ich mit dem Flugzeug abreiste, But a day before I flew,

Google'dan girdim Carnegi Hall ne diye. Ich habe Carnegi Hall gegoogelt. I googled "what is Carnegie Hall?"

Baktım ki Ray Charles çaldı, Madonna çaldı. I saw that Ray Charles and Madonna had played there.

Şimdi Karsu çalacak. And now Karsu will play there.

(Gülüşmeler) (Laughter)

Bayağı heyecanlıydım. Ich war ziemlich aufgeregt. Then I got very nervous.

Gittim, konserimi verdim, geri geldim ve hayatıma döndüm. Ich ging hin, gab mein Konzert, kam zurück und kehrte in mein Leben zurück. I went and gave my concert, went back and had my normal live.

Restorana gittim, liseye gidiyordum ve her hafta sonu çalıyordum. Went to the restaurant, followed my high school and played each weekend.

Ama Hollanda'da basında acayip bir şey oldu. Aber in der holländischen Presse geschah etwas Seltsames. But in the media something strange happened.

Bu Türk kız kim? Wer ist dieses türkische Mädchen? Who is this Turkish girl?

Artık restoran her hafta sonu yemek için değil Das Restaurant ist nicht länger ein Ort, an dem man jedes Wochenende essen kann. The restaurant got full, not because of the food -

– kusura bakma baba– ama müzik için dolmaya başlıyordu. - Tut mir leid, Dad, aber die Musik hat sich langsam gefüllt. sorry dady – but because of the music.

(Gülüşmeler) (Laughter)

Benim hedefim yani rüyam küçükken bir şeydi. Mein Ziel, mein Traum, war etwas, als ich klein war. When I was young, my aim was, namely, my dream,

Herhalde bütün kızlar gibi prenses olmak. Eine Prinzessin zu sein, wie alle Mädchen, nehme ich an. probably just like all girls, being a princess.

Güzel elbise giymek, pırlanta ayakkabılar ve restoranda çalarken Ein schönes Kleid und Diamantenschuhe tragen und in einem Restaurant spielen

halen müzisyen olmak hedefim değildi. Es war immer noch nicht mein Ziel, Musiker zu werden. It was still not my goal to be a musician.

Psikolog olmak istiyordum. Çocuk psikoloğu.

Kilim doluyordu –restoran- ve çalıyordum. Der Teppich füllte sich - das Restaurant - und ich habe gespielt. Kilim was getting busier and busier, I was playing in the restaurant.

Dedik ki ailemle, biz bir konser verelim, insanların hepsi görsün, ondan sonra bitti Wir haben mit meiner Familie gesagt, lass uns ein Konzert geben, damit die Leute es sehen, und dann war es vorbei. With my family, we said, let's give one concert, people can see me, then stop.

yani okula devam ederim. also werde ich wieder zur Schule gehen. Going further with my school.

Konseri verdik 750 kişi, 5 hafta önceden biletler tükendi. Wir haben ein Konzert für 750 Leute gegeben, das fünf Wochen im Voraus ausverkauft war. We gave that concert for 750 people. Sold out 5 weeks before.

Hayatımda hiç konser vermedim, çok heyecanlıydım. Ich habe noch nie in meinem Leben ein Konzert gegeben, so aufgeregt war ich. I had never given such a concert, and I was very nervous.

Verdik konseri, dedik ki tamam bitti. Wir haben das Konzert gegeben und gesagt, okay, es ist vorbei. We gave that concert, and said, that’s it.

İkinci hafta sonu yine restoranda çalışırken Am zweiten Wochenende, als ich wieder im Restaurant arbeitete The next weekend in the restaurant, when I was working,

dışarıda kuyruk olmaya başlıyordu. Draußen bildete sich eine Schlange. a huge row began to develop.

New York'ta iken caza aşık olmuştum. Als ich in New York war, habe ich mich in den Jazz verliebt. I was in love with jazz when I was in New York.

Babamın aradığı özgürlüğü ben New York'ta caz müzikle orada buldum. Die Freiheit, die mein Vater suchte, fand ich in der Jazzmusik in New York. There I found the freedom my father sought with jazz music in New York.

Artık caz müziği kendim yazmaya başladım Ich habe selbst angefangen, Jazzmusik zu schreiben. And I began to write my own jazz music and wrote the songs,

Kendi şarkılarımı, bestelerimi, sözlerimi yazmaya başladım. Ich begann, meine eigenen Lieder, Kompositionen und Texte zu schreiben. the compositions and the lyrics.

Dedim ki ben gerçekten artık müzik yapmayı çok seviyorum, Ich habe gesagt, dass ich jetzt wirklich gerne Musik mache, I said that I really love to make music,

bayağı da bir kariyer olmaya başladı. und es wird eine ziemliche Karriere. and it became quite a career.

Çünkü insanlar soruyorlardı: Burada konser yapmak ister misin? People were asking me if I would want to give a concert here?

Burada konser yapmak ister misin? Want to do a concert there?

Seviyordum, dedim ki o zaman daha profesyonel bir seviyeye getirelim, I loved it, I said at that time to bring it to a more professional level,

konservatuvara gideyim. I'm going to do the conservatory.

Heyecanlıydım. 18 yaşında konservatuara “baş” vuracaktım. Ich war aufgeregt, denn ich wollte mich mit 18 Jahren an der Musikhochschule bewerben. I was excited. Would "hit my head" apply to the conservatory when I'm 18 years old.

(Gülüşmeler) (Laughter)

Aklımda tutmak için Türk kelimeleri bazen-- Türkische Wörter, die man sich manchmal merken sollte. Turkish words to keep in mind sometimes--

(Gülüşmeler) (Alkış)

Konservatuvara giderken bayağı bir heyecanlıydım. Ich war sehr aufgeregt, als ich an die Musikhochschule ging. And I was pretty excited to go to the conservatory.

Böyle yuvarlak bir yerde bir şey vardı, durdum. Es gab etwas an einem runden Ort wie diesem, ich blieb stehen. And there was something round where I stood.

Müziğimi çaldım. Ich habe meine Musik gespielt. I played my music.

Dedim ki ok. Ich sagte okay. I said okay.

Şimdi kariyer profesyonel başlayacak ve okula alacaklar beni. Jetzt beginnt die berufliche Laufbahn, und sie werden mich zur Schule bringen. Now a professional career will begin, and they will take me to the school.

Ama almadılar. Aber das taten sie nicht. But they did not.

(Gülüşmeler) (Laughter)

Çok çok çok üzgündüm, eve ağlayarak gittim. Ich war sehr, sehr, sehr aufgebracht, ich bin weinend nach Hause gegangen. I was very, very sorry, I went home crying.

Bizde okumak çok önemli bir konu. Lesen ist ein sehr wichtiges Thema für uns. Studying is a very important issue for us.

Dedim ki şimdi ben ne yapacağım? O zaman bırakayım yani. Ich sagte: "Was soll ich jetzt tun? Dann höre ich auf. I said what do I do now? Then leave it.

Öğretmenler -3 tane öğretmen duruyordu- beni daha yetenekli gibi görmüyorlarsa Wenn die Lehrer - es standen 3 Lehrer da - mich nicht für talentierter halten

o zaman öyledir, o zaman hiç yapmayayım. dann war's das, dann sollte ich es gar nicht machen.

Ama dedim ki ben bunu çok seve seve yapıyorum, Aber ich habe gesagt, dass ich das sehr gerne mache,

gerçekten müzik yapmayı seviyorum ve çalmayı çok seviyorum.

Eve gittim, 1 yıl kendi müziğimi çalıştım. Ich ging nach Hause und übte ein Jahr lang meine eigene Musik. I went home, worked one year to make my own music.

Dedim ki Türk müziği güzel, caz müzik güzel, I said Turkish music is nice, jazz music is nice,

klasik müzik güzel, pop müzik de güzel, blues. classical music is nice, pop music is nice, blues.

Artık böyle birleştirerek kendi müziğimi yapmaya başladım. Ich habe angefangen, meine eigene Musik zu machen, indem ich sie so kombiniert habe. Now I began to make my own music combining these.

Çok çalıştım ve daha çok konserler vermeye başladım. Ich arbeitete hart und begann, mehr Konzerte zu geben. I worked very hard and I started to give more concerts.

Ankara'ya gittim ilk kez konser için, salon 200 kişi. Ich war zum ersten Mal in Ankara auf einem Konzert, 200 Leute im Saal. I went to Ankara for the first time to give a concert in a hall of 200 people.

Hazırdım ilk kez Türkiye'ye, 20 kişi gelmişti. Ich war bereit für das erste Mal in der Türkei, 20 Leute kamen. I was ready for the first time in Turkey. 20 people came.

Düşünüyordum ki yavaş yavaş iyi gidiyordu müzik Ich fand, dass die Musik langsam besser wurde. And I thought that the music was going better slowly,

ama halen ben konservatuvara alınmadım yani. aber ich bin immer noch nicht an der Musikhochschule angekommen. but I was still not taken to the conservatory.

Hala benim hissime göre profesyonel değildim. Ich hatte immer noch das Gefühl, dass ich unprofessionell war. My feeling was still "I’m not professional."

Hollanda'da- Avrupa'da diyeceğim- en büyük caz festivaline davetliydim. Ich wurde zum größten Jazzfestival in Holland - ich würde sagen in Europa - eingeladen. I was invited to one of the largest jazz festivals in Europe.

20 yaşındaydım. I was 20 years old.

Benden önce sahnede Quincy Jones, benden sonra Norah Jones ve Stevie Wonder. Quincy Jones vor mir, Norah Jones und Stevie Wonder nach mir. Quincy Jones on stage before me, after me Norah Jones and Stevie Wonder.

Bayağı bir heyecanlı konserdi. Es war ein ziemlich aufregendes Konzert. It was a quite exciting concert.

Ama halen profesyonel olmadığıma inanıyordum. Aber ich glaubte immer noch, dass ich kein Profi war. But I still believed that I am not a professional.

Çünkü konservatuvarı bitirmedim, alınmadım bile. Weil ich das Konservatorium nicht abgeschlossen habe, wurde ich nicht einmal angenommen. Because I have not finished the conservatory, was not even accepted.

Konserimi verdim, baktım ki böyle seyircilerin içinde Ich habe mein Konzert gegeben, und ich habe gemerkt, dass ich in einem solchen Publikum war. I gave my concert, I saw that the teachers

bana hayır diyen öğretmenler bana alkış yapıyordu. Die Lehrer, die mich abgelehnt haben, haben mir applaudiert. who said "no" to me, were in the audience giving me applause.

Onlar seyircilerin içinde, ben sahnenin üstünde. Sie sitzen im Publikum, ich stehe auf der Bühne. They were in the audience and I was on stage.

(Alkış) (Applause)

Tabi ki yavaş yavaş, yıllarca çok çalıştım. Langsam, natürlich, ich habe jahrelang hart gearbeitet. Of course, slowly, through the years, I worked very hard.

Allah'tan şimdi Ankara'da iki bin kişi geliyor, yirmi kişi değil. Zum Glück kommen jetzt nicht mehr zwanzig, sondern zweitausend Menschen nach Ankara. Thank God, two thousand people attend my concerts in Ankara now, not twenty.

Şu anda 25 yaşına geldim, biraz yaşlanıyoruz. Ich bin jetzt 25, wir werden ein bisschen alt. Currently I became at the age of 25, I'm getting a little bit older.

(Gülüşmeler) (Laughter)

Mutluyum ki artık bütün hedeflerime ulaştım. Ich bin froh, dass ich jetzt alle meine Ziele erreicht habe. And I am happy that I have reached all my goals.

Artık onlarca ülkede konser veriyorum. Jetzt gebe ich Konzerte in Dutzenden von Ländern. Now I give concerts in dozens of countries.

Monako'dan Fas'a, Brezilya'dan Endonezya'ya. From Monaco to Morocco, from Brazil to Indonesia.

Artık müziğimle dünyayı geziyorum ve çok mutlu mutlu yapıyorum. Jetzt reise ich mit meiner Musik durch die Welt und bin dabei sehr glücklich. Now I travel the world with my music and I'm very happy.

Çok mutluyum ki-- Konservatuvara alınmadığım için I'm so happy that I didn't get into the conservatory.

ve baştan biraz zorluk yaşadığım için rüyalarımı bırakmadığıma çok mutluyum. und ich bin so froh, dass ich meine Träume nicht aufgegeben habe, weil ich anfangs ein paar Schwierigkeiten hatte. and I'm very happy that I didn't give up my dreams because I had some difficulties at the beginning.

Şimdi ben Karsu olarak -müzisyen değil- Jetzt bin ich, als Karsu -kein Musiker- Now I as Karsu – not as a musician –

artık vardığım için insanlara ne geri verebilirim? Was kann ich den Menschen zurückgeben, jetzt wo ich angekommen bin? what can I give back to the people?

Dünyayı kurtaramam kendi başıma. Ama belki bir şey yapabilirim. Alleine kann ich die Welt nicht retten. Aber vielleicht kann ich etwas tun. I can not save the world on my own. But maybe I can do something.

“Connecting The Dots” bugünün konusu. Das heutige Thema lautet "Connecting The Dots". "Connecting The Dots" in today's issue.

Annem babam Hollanda'ya göçtü, babam mülteci olarak. My mother, my father emigrated to Holland, my father as a refugee-

Şu anda dünyada çok evden kaçan, ülkelerden kaçan, Derzeit sind weltweit viele Menschen auf der Flucht aus ihren Häusern und Ländern,

ailelerden kaçan kişiler var.

Amsterdam'da yaşıyorum. I live in Amsterdam.

Orada merkez tren istasyonunda her gün Suriye'den, At the central train station, every day the refugees

Eritre'den, Afganistan'dan mülteciler geliyor. come from Syria, Eritrea, and Afghanistan.

Ben MasterPeace'in, savaşa karşı müzik yapan bir organizasyonun Ich bin Mitglied von MasterPeace, einer Organisation, die Musik gegen den Krieg macht. And I as ambassador of Masterpeace, an organization makes music against war -

elçisi olarak orada -göstereceğim size- als Bote dort - ich zeige es dir - here I’ll show you -

her akşam mültecileri bu tişörtle trenden çıkarıyoruz. Jeden Abend holen wir Flüchtlinge mit diesem T-Shirt aus dem Zug. we welcome refugees with this T-shirt from the trains.

‘Refugees welcome, we are here to help you'' "Refugees welcome, we are here to help you '

Arkadaşlarla bunu -gönüllülerle- bir buçuk aydır yapıyoruz. Wir machen das seit eineinhalb Monaten mit Freunden - Freiwilligen -. With our friends – volunteers – we do this one and a half month.

(Alkış) (Applause)

Şimdi ben müzisyen Karsu olarak orada değilim. Now I am not there as musician Karsu.

İlk başlarda da -böyle gitmiyorum yani- tişörtle, bot ayakkabılar, soğuk çünkü. Am Anfang bin ich nicht so gegangen, ich meine, im T-Shirt, in Stiefeln, weil es kalt war. At first, I did not went there like this. T-shirt, boots, because it’s cold.

Biz 20 kişiyle, -artık çok mutluyum, yönetmen oldum orada- Wir waren 20 Leute, -ich bin jetzt sehr glücklich, ich bin dort Direktor- We were with 20 people.

söylüyoruz ve duruyoruz orada. und wir stehen da. I'm very happy, I’m director now, and we're standing there.

20 kişiyle grubu paylaşıyoruz, sen Almanya tramvayına git, 20 von uns teilen sich die Gruppe, Sie fahren mit der Straßenbahn nach Deutschland, We share the group with 20 people, you go to the German train,

sen Brüksel tramvayına git, sen Paris tramvayına git. Sie nehmen die Brüsseler Straßenbahn, Sie nehmen die Pariser Straßenbahn. you go to the Luxembourg train, you go to the train from Paris.

O tişörtü giyip orada bekliyoruz. Wir werden das T-Shirt anziehen und dort warten. We wear that T-shirt and wait there.

Mülteci gelince yemek veriyoruz, içecek veriyoruz, sıcak ceket veriyoruz, Wenn Flüchtlinge ankommen, geben wir ihnen Essen, Trinken und warme Jacken, When a refugee comes, we give food, drinks, and we offer a warm coat,

internet veriyoruz ve gülümse-- giving internet and a smile.

We smile. Yes. We smile. Yes.

(Gülüşmeler) (Laughter)

Ben her akşam yaşadığımı size anlatırsam burada iki ay otururuz. Wenn ich Ihnen erzähle, was ich jede Nacht durchmache, werden wir zwei Monate lang hier sitzen. If I tell you what I experience every evening, we sit here for two months.

Her akşam onlarca, yüzlerce kişi geliyor. Dozens, hundreds of people come every evening.

Ama size bir hikaye anlatmak isterim. But I want to tell you one story.

Bu, bir buçuk hafta önce oluyor. This happened one and a half week ago.

Ben aşağıda duruyordum kıyafetlerin, yemeklerin yanında ve arkadaşları Ich stand unten mit den Klamotten und dem Essen und seinen Kumpels I was standing below the clothes and food,

tren istasyonuna gönderdim. zum Bahnhof. and told my friends to go to the train stations

Anlattığım gibi sen oraya, sen oraya, sen oraya. Wie ich schon sagte, du da, du da, du da. just like I told you: you go there, you there, you there.

Bir arkadaş geldi. 10 yaşında çocuk, yalnız. Then a friend came, a 10-year-old child alone.

Çocuk 2 kelime söylüyor: Suriye ve baba. The child only says 2 words, Syria and father.

Ben bakıyorum, diyorum ki “annen, baban nerede? I'm looking and asking,

Yalnız mı geldin sen, nasıl olabilir?” Bist du allein gekommen, wie kann das sein?" "Where's your mother and father? Did you come alone, how come?”

Oturttum, yemek verdim. İki gün yemek yememişti. Ich setzte ihn hin und fütterte ihn. Er hatte seit zwei Tagen nichts mehr gegessen. I sat him down, gave him something to eat. He had not eaten for two days.

Su verdik, oturdu. Wir gaben ihm Wasser und er setzte sich hin. We gave him water, he sat down.

Biz şimdi arkadaşlarla düşünüyoruz biz ne yapacağız. Wir überlegen jetzt mit meinen Freunden, was wir tun werden. With our friends, we think what to do.

Sonra çocuk cebinden bir numara çıkardı, baba dedi sorarak. Dann zog der Junge eine Nummer aus seiner Tasche, sagte "Papa" und fragte. Then the child took a number from his pocket, asking "father."

Mülteci arkadaşlar benim yaşımda, Die Freunde der Flüchtlinge sind in meinem Alter, Refugee friends my age,

iki hafta önceden gelip bize yardım ediyorlar gönüllü olarak. they come and help us two weeks in advance voluntarily.

Arapça konuşuyor. Dedik ki şimdi arayalım mı? Er spricht Arabisch. Wir sagten, sollen wir ihn jetzt anrufen? Speaking Arabic. We said shall we call now?

Çünkü kimse almazsa bu telefonu, kötü haber gelirse biz mi vereceğiz çocuğa? Denn wenn niemand dieses Telefon kauft, wenn es schlechte Nachrichten gibt, werden wir es dann dem Kind geben? Because if no one picks up, are we going to give this phone to the child if bad news comes?

Ama arayalım. Aber lasst uns nach ihr suchen. But let's call.

Aradı arkadaşım numarayı ve çaldı. Mein Kumpel wählte die Nummer und es klingelte. My friends called that number, and it rang.

Çocuk önümüzde oturuyor ve bende arayan arkadaşın yüzüne bakıyorum Der Junge sitzt vor uns und ich schaue in das Gesicht des Anrufers. The child was sitting in front of us, and I was looking at my friends face.

Birisi telefonu aldı. Baktım, kafasını salladı. Jemand nahm den Hörer ab. Ich sah ihn an, er schüttelte den Kopf. Someone picked up the phone. I looked up, he shook his head.

Olamaz dedim, şimdi biz mi söyleyeceğiz bu çocuğa ne olduğunu. Ich sagte: "Oh, nein, jetzt müssen wir ihm sagen, was passiert ist. I said no way, now are we going to tell what happened to this kid.

Telefonu kapattı iki dakika sonra. Nach zwei Minuten legte er auf. After two minutes he put the phone off.

Dedim ki babası yaşıyor mu? Babası Suriye'de mi? Ich fragte: "Lebt sein Vater noch? Ist sein Vater in Syrien? I asked if his father was alive. Was his father in Syria?

Babası yoksa Macaristan'da mı kaldı? His father or did he stay in Hungary?

“Yok” dedi “babası yaşıyor ve babası Amsterdam'da.”

Aynı şehirde babası, aynı gün o da gelmiş. His father was in the same city, he came at the same day.

Yarım saat sonra baba ve oğlu birbiriyle buluştular. Half an hour later, the father and son met each other.

Her akşam böyle anlattığım gibi onlarca, yüzlerce hikaye yaşıyoruz. Jeden Abend erleben wir Dutzende, ja Hunderte von Geschichten wie diese. As I told, every night we share hundreds of those stories.

Bu hikaye güzel bitti ama çok güzel bitmeyen de çok var. Diese Geschichte ist gut ausgegangen, aber es gibt viele, die nicht so gut ausgegangen sind. This story had a happy ending, but we also have bad experiences.

Şimdi ben bütün hayallerimi seviyeye geldiğim için, Jetzt, wo ich alle meine Träume verwirklicht habe, Now I can give back, because I got this level for my dreams,

çok mutlu yaşayabildiğim için düşünüyorum ki bu çocuklar da Ich denke, weil ich so glücklich leben konnte, denke ich, dass diese Kinder and I’m having a happy life. I was thinking that these children

aynı hayallerle, aynı rüyalarla onların da bir şansları olması lazım. mit denselben Träumen, denselben Träumen, sollten sie auch eine Chance haben. could have the same ideas, the same dreams and they should also have the same chances

Akşamlar bitiyor tren istasyonunda, bisikletle eve gidiyorum. The evenings end at the train station, I'm going home on my bike.

Eve giderken diyorum ki kendime bu mu hayat? Auf dem Heimweg frage ich mich: Ist das das Leben? On my way home, I asked myself, "is this life?"

Why is it so unfair? (Hayat neden hiç adil değil?)

Eve gidiyorum, bütün akşamı düşünüyorum I go home and think about those evenings,

ve o sesleri halen duyuyorum yeni Suriyeli arkadaşlarımın. und ich höre immer noch die Stimmen meiner neuen syrischen Freunde. and I still hear the voices of my Syrian friends.

Diyorlar ki Karsu ne olur sen bizim hikayemizi anlat. Sie sagen: "Karsu, bitte erzähle unsere Geschichte. They say, what happens to Karsu, you tell our story.

“Ben ailemi kaybettim, cam gibi, ayna gibi paramparça oldum.” "Ich habe meine Familie verloren, ich war zerbrochen wie Glas, wie ein Spiegel." I lost my parents, I was shattered like a mirror, like glass."

Ben de düşünüyorum bu hikayeyi nasıl anlatabilirim ki? Ich überlege, wie ich diese Geschichte erzählen kann. I was also thinking "how can I tell this story?"

Belki bir dil vardır, evrensel bir dil vardır: müzik. Maybe there's a language, there is one universal language: music.

Çok teşekkür ediyorum dinlediğiniz için. Vielen Dank, dass Sie zugehört haben. Thank you for listening.

(Alkış)

(Canlı Müzik Performansı) (Music)