×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Hayvan Çiftliği - George Orwell, 9 Bölüm

9 Bölüm

Dokuzuncu Bölüm

Boxer'ın yarılan toynağının iyileşmesi uzun sürdü. Zafer kutlamaları sona erdikten bir gün sonra yel değirmenini yeniden yapmaya başlamışlardı. Boxer bir gün bile izin almaya yanaşmamıştı; acı çektiğini kimseye belli etmemeyi bir onur sorunu olarak görüyor, toynağının çok ağrıdığını akşamları yalnızca Clover'a itiraf ediyordu. Clover, Boxer'ın yarasını, çeşitli otları çiğneyerek hazırladığı lapalarla iyileştirmeye çalışıyordu. Clover ile Benjamin, kendini fazla yormaması için Boxer'a yalvarıyorlardı. Clover,"Atlar da yorulur," diyor, ama Boxer kulak asmıyordu: Artık tek bir amacı kalmıştı, o da emekliye ayrılmadan yel değirmeninin çalışmaya başladığını görmekti. Başlangıçta, Hayvan Çiftliği'nin yasaları ilk kez hazırlanırken, emeklilik yaşı atlar ve domuzlar için on iki, inekler için on dört, köpekler için dokuz, koyunlar için yedi, tavuklar ve kazlar için de beş olarak belirlenmişti. Emekli aylıklarının yüksek tutulması kararlaştırılmıştı. Gerçi henüz hiçbir hayvan emekliye ayrılmış değildi, ama son zamanlarda bu konu gittikçe daha çok tartışılır olmuştu. Meyve bahçesinin arka tarafındaki küçük çayırın arpa ekimine ayrılmasından sonra, büyük çayırın bir köşesinin çitle çevrileceği ve emekliliği gelen hayvanlar için otlak olarak kullanılacağı yolunda bir söylenti dolaşıyor; emekli atlara günde iki buçuk kilo tahıl, kışın yedi buçuk kilo ot, bayramlarda da bir havuç ya da mümkün olursa bir elma verilmesi gerektiği söyleniyordu. Boxer, gelecek yıl yaz sonuna doğru on iki yaşına basacaktı.

Hayatın zorlukları bitmek bilmiyordu. Bu kış da bir önceki kadar soğuktu, yiyecekler daha da azalmıştı. Domuzlar ve köpeklerin tayınları dışında bütün tayınlarda bir kez kısıntıya gidilmişti. Squealer'ın açıklamasına bakılırsa, tayınlarda çok katı bir eşitlik, Hayvancılığın ilkelerine aykırıydı; yiyecek sıkıntısı varmış gibi görünebilirdi, ama gerçek hiç de öyle değildi. Squealer gönüllere su serpmeyi çok iyi beceriyordu. Kuşkusuz, şimdilik, tayınları yeniden ayarlamak zorunda kalmışlardı (Squealer, hiçbir zaman "kısıntı" sözcüğünü kullanmıyor, '"yeniden ayarlama" demeyi yeğliyordu), ama gene de Jones'un dönemiyle kıyaslandığında çok büyük bir ilerleme söz konusuydu. Rakamları en küçük ayrıntısına kadar, tiz bir sesle hızlı hızlı okuyarak, Jones'un dönemine oranla daha çok yulaf, daha çok ot ve daha çok şalgam yediklerini, çalışma saatlerinin daha aza indirildiğini, içme sularının daha nitelikli olduğunu, daha uzun yaşadıklarını, ölen yavruların sayısında büyük bir azalma görüldüğünü, ahırlarda daha fazla saman bulunduğunu ve eskisi kadar pirelenmediklerini bir bir ortaya koyuyordu. Hayvanlar, ne dese inanıyorlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse Jones'un zamanında olup bitenler, belleklerinden neredeyse bütünüyle silinmişti. Şimdilerde yoksul ve çetin bir hayat yaşadıklarını, çoğu zaman aç kalıp soğuktan donduklarını, uyku uyumak dışında her dakikalarını çalışmakla geçirdiklerini biliyorlardı. Ama eski günlerin daha da beter olduğuna inanıyorlar ve bundan mutluluk duyuyorlardı. Kaldı ki, Squealer'ın da durmadan vurguladığı gibi, eskiden köle olmalarına karşılık şimdi özgürdüler; bütün fark da buradaydı. Beslenecek boğazlar da artmıştı. Sonbaharda dört dişi domuz da aşağı yukarı aynı sıralar toplam otuz bir yavru doğurmuştu. Çiftlikteki tek erkek domuz Napoléon olduğundan, hepsi de alacalı olan yavruların babalarının kim olduğunu kestirmek hiç de güç değildi. İleride, tuğla ve kereste alındığı zaman, çiftlik evinin bahçesinde bir derslik yapılacağı açıklanmıştı. Ama şimdilik küçük domuzlara çiftlik evinin mutfağında Napoléon kendisi ders vermekteydi. Beden eğitimi ve gezinti için bahçeye çıkıyorlardı, ama öteki hayvanların yavrularıyla oynamalarına izin yoktu. Gene o sıralar, yeni kurallar getirilmişti: Bir domuz ile başka bir hayvan yolda karşılaştıklarında öteki hayvan kenara çekilerek domuza yol verecek ve bütün domuzlar pazar günleri kuyruklarına yeşil kurdele takma ayrıcalığına sahip olacaklardı.

O yıl çiftlikte işler yolunda gitmesine karşın, hâlâ para sıkıntısı çekiliyordu. Derslik için tuğla, kum ve kireç almak, yel değirmeninin aygıtları için de para biriktirmek zorundaydılar. Ayrıca, ev için gazyağı ve mum, Napoléon'un sofrası için şeker (şişmanlamasınlar diye şekeri öteki domuzlara yasaklamıştı) almaları gerekiyordu; araç gereç, çivi, ip, kömür, tel, hurda demir ve köpek bisküvisi de cabası. Samanların ve patateslerin bir bölümü satılmıştı; sözleşmedeki yumurta sayısı haftada altı yüze çıkarıldığından, o yıl tavuklar yeterince civciv çıkaramamışlardı. Aralık ayında azaltılmış olan tayınlara şubatta yeniden kısıtlama getirilmiş, fazla gazyağı gitmesin diye ahırlarda fener yakmak yasaklanmıştı. Ama domuzların rahatı yerindeydi; dahası, semirdikleri bile söylenebilirdi. Şubat sonlarına doğru bir akşamüstü, mutfağın arkasında bulunan ve Jones'un zamanında hiç kullanılmayan küçük bira imalathanesinden avluya, hayvanların o güne kadar hiç duymadıkları, ılık, nefis, iştah açıcı bir koku yayıldı. Hayvanlardan biri, bunun pişirilmekte olan arpa kokusu olduğunu söyledi. Kokuyu içlerine çeken aç hayvanlar, yoksa akşam yemeğine sıcak bir lapa mı hazırlanıyor, diye düşünmekten kendilerini alamadılar. Ama sıcak lapa şöyle dursun, ertesi pazar artık tüm arpanın domuzlara ayrılacağı açıklandı. Meyve bahçesinin arkasındaki tarlaya çoktan arpa ekilmişti. Çok geçmeden bir haber yayıldı: Artık her domuza günde yarım litre, Napoléon'a ise dört litre bira veriliyor, Napoléon birasını Crown Derby takımının çorba kâsesinden içiyordu. Gerçi güçlüklerin ardı arası kesilmiyordu, ama hayvanlar artık eskisine göre çok daha onurlu yaşadıklarını düşünerek bir ölçüde avutuyorlardı kendilerini. Daha çok şarkı söyleniyor, daha çok konuşma yapılıyor, daha çok tören düzenleniyordu. Napoléon, haftada bir, Hayvan Çiftliği'nde verilen savaşımları ve kazanılan zaferleri kutlamak amacıyla Kendiliğinden Gösteriler düzenlenmesini buyurmuştu. Hayvanlar, belirlenen saatte işi bırakıyor, çiftliğin çevresinde askeri düzende yürüyüşe geçiyorlardı: en önde domuzlar, onların arkasında atlar, sonra inekler, koyunlar, en arkada da kümes hayvanları... Köpekler geçit alayının iki yanında yürüyor, Napoléon'un siyah horozu da başı çekiyordu. Üzerinde hayvan ayağı ve boynuz resmi bulunan, "Yaşasın Napoléon Yoldaş!" yazılı bir bayrağı her zaman Boxer ile Clover taşıyorlardı. Daha sonra, Napoléon'un onuruna yazılmış şiirler okunuyor, ardından Squealer gıda maddeleri üretimindeki son artışları ayrıntılarıyla açıklayan bir konuşma yapıyor, zaman zaman da bir el silah atılıyordu. Kendiliğinden Gösteriler'in en büyük tutkunu koyunlardı; içlerinden biri vakit kaybettiklerinden ve soğukta dikilip durmaktan başka bir şey yapmadıklarından yakınmaya kalksa (bazı hayvanlar, gerçekten de, domuzlar ve köpekler ortalıkta görünmediği zamanlar yakınıyorlardı), koyunlar o saat bir ağızdan, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye avazları çıktığı kadar meleyerek onu susturuyorlardı. Ama hayvanlar bu törenlerden genellikle hoşnuttular. Ne de olsa, kendi kendilerinin efendisi olduklarının ve yalnızca kendi yararları için çalıştıklarının anımsatılması, yüreklerini ferahlatıyordu. Böylece şarkılarla, tören alaylarıyla, Squealer'ın sıraladığı rakamlarla, tüfeğin gümbürtüsüyle, horozun ötüşleriyle ve bayrağın dalgalanışıyla, ara sıra da olsa, açlıklarını unutabiliyorlardı. Nisan ayında Hayvan Çiftliği'nde Cumhuriyet ilan edildi. Bir başkan seçmek gerekiyordu. Tek aday olan Napoléon oybirliğiyle başkan seçildi. Aynı gün, Snowball'un Jones'un suç ortağı olduğuna ilişkin ayrıntılı bilgileri gün ışığına çıkaran yeni belgeler bulunduğu açıklandı. Belgeler, Snowball'un, hayvanların ilk başta sandıkları gibi yalnızca Ağıl Savaşı'nın kaybedilmesi için savaş hilesine başvurmakla kalmadığını, açıktan açığa Jones'un safında dövüştüğünü ortaya koyuyordu. Üstelik, İnsan kuvvetlerinin komutanlığını üstlenmiş ve, "Yaşasın İnsanlık!" diye haykırarak saldırıya geçmişti. Snowball'un sırtındaki yaraları kendi gözleriyle gördüklerini anımsayanlar ise, yepyeni bir şey öğreniyorlardı: Meğer bu yaraları Napoléon dişleriyle açmıştı. Kaç yıldır ortalıkta görünmeyen kuzgun Moses, yaz ortalarına doğru birden çiftliğe geri döndü. Neredeyse hiç değişmemişti; elini sıcak sıcak sudan soğuk suya sokmuyor, eskisi gibi Balbadem Diyarı masalları okuyup duruyordu. Bir kütüğün üstüne tünüyor, kara kanatlarını çırpıyor; dinleyecek birini bulmayagörsün, saatlerce konuşuyordu. Koca gagasıyla gökyüzünü göstererek çok ciddi bir sesle, "İşte orada, yoldaşlar," diyordu. "Balbadem Diyarı, biz zavallı hayvanların tüm sıkıntılarımızdan kurtulup sonsuza dek huzur içinde yaşayacağımız ülke orada, şu gördüğünüz kara bulut var ya, onun hemen ardında!" Dahası, bir gün çok yükseklerden uçarken oradan geçtiğini, alabildiğine uzanıp giden yonca tarlalarını, keten tohumu küspesi ve kesmeşekerlerle kaplı çalılıkları gözleriyle gördüğünü ileri sürüyordu. Hayvanların birçoğu ona inanıyordu. Bu dünyada açlık ve yokluk içinde yaşıyorlardı; başka bir yerlerde daha iyi bir dünyanın bulunmasından daha doğru, daha anlaşılır ne olabilirdi? Asıl anlaşılması zor olan, domuzların Moses'a karşı tutumuydu. Hem onu aşağılayarak Balbadem Diyarı'yla ilgili masallarının palavra olduğunu söylüyorlar, hem de hiç çalışmadan çiftlikte kalmasına ses çıkarmıyorlar, dahası her gün bira içmesine izin veriyorlardı. Boxer, ayağı iyileştikten sonra, her zamankinden daha sıkı çalışmaya başlamıştı. Aslında, o yıl, tüm hayvanlar köle gibi çalışıyorlardı. Çiftliğin gündelik işleri ve yel değirmeninin yeniden yapımının yanı sıra, bir de mart ayında genç domuzlar için bir derslik yapılmaya başlanmıştı. Az yiyip çok çalışmak dayanılır gibi değildi, ama Boxer asla pes etmiyordu. Konuşmalarından da, çalışmasından da, artık eskisi kadar güçlü olmadığını anlamak mümkün değildi. Yalnızca görünüşü biraz değişmişti; tüyleri eskisi kadar parlak değildi, kocaman sağrısı içine göçmüştü. Herkes, "İlkbahar otları bir yeşersin, Boxer kendini toparlar," diyordu. İlkbahar otları yeşerdi, ama Boxer toparlanamadı. Bazen, taşocağına çıkılan yamaçta, iri bir kaya parçasının altında kasları titrediğinde, onu ayakta tutan tek şey kararlılığı oluyordu. Böyle durumlarda, sesini tümden yitirmesine karşın, dudaklarından: "Daha çok çalışacağım," sözcükleri okunabiliyordu. Clover ile Benjamin, sağlığını koruması için onu sürekli uyarıyorlar, ama Boxer kulak asmıyordu. On ikinci yaş günü yaklaşıyordu. Sağlığı umurunda değildi; tek isteği, kendisi emekliye ayrılmadan yel değirmeni için yeterince taş toplanmasıydı.

Bir yaz akşamı, birden çiftlikte bir söylenti yayıldı: Boxer'a bir şey olmuştu. Yel değirmeni için tek başına bir araba taş taşımaya kalkışmıştı. Söylenti hiç kuşkusuz doğruydu. Az sonra, iki güvercin yarışırcasına haberi yetiştirdi: "Boxer yere yıkılmış! Kalkamıyor!" Çiftlikteki hayvanların neredeyse yarısı, yel değirmeninin bulunduğu küçük tepeye koştu. Boxer orada, arabanın okları arasında, boynunu uzatmış yatıyor, başını bile kaldıramıyordu. Gözleri cam gibi olmuş, gövdesi tepeden tırnağa tere batmıştı. Ağzından ince bir kan sızıyordu. Clover, yanı başına diz çöktü.

"Boxer!" diye bağırdı. "Ne oldu sana?" Boxer, duyulur duyulmaz bir sesle, "Ciğerlerim dayanmadı," dedi. "Dert değil. Yel değirmenini bensiz de bitirebilirsiniz. Epeyce taş toplandı. Hem bir ayım kalmıştı. Doğrusu, emekliliğimi dört gözle bekliyordum. Benjamin de yaşlandı artık; belki de onu da emekliye ayırırlar da bana arkadaşlık eder." Clover, "Hemen yardım istemeliyiz," dedi. "Koşun, Squealer'a haber verin." Hayvanlar, olup biteni Squealer'a anlatmak üzere hep birlikte çiftlik evine koştular. Yalnızca Clover'la Benjamin kalmıştı; Benjamin, Boxer'ın yanına uzanmış, uzun kuyruğuyla sinekleri kovuyordu. On beş dakika kadar sonra, Squealer belirdi; üzgün ve kaygılı görünüyordu. Napoléon Yoldaş'ın, çiftliğin en sadık işçilerinden birinin başına geleni çok büyük bir üzüntüyle öğrendiğini, Boxer'ın tedavi için Willingdon'daki hastaneye gönderilmesini sağlamaya çalıştığını söyledi. Hayvanlar biraz tedirgin oldular. O güne kadar Mollie ve Snowball dışında hiçbir hayvan çiftlikten ayrılmamıştı; hasta yoldaşlarının insanların eline bırakılacak olmasından hiç hoşlanmamışlardı. Ama Squealer, onları kolayca yatıştırmakta gecikmedi: Willingdon'daki baytar, Boxer'ı çok daha iyi tedavi edebilirdi. Yarım saat kadar sonra Boxer biraz toparlanıp güçlükle ayağa kalktı; topallayarak ahırına gidip Clover'la Benjamin'in hazırladıkları saman döşeğe uzandı. Boxer, iki gün ahırında kaldı. Domuzlar, banyodaki ilaç dolabında buldukları büyük bir ilaç şişesi göndermişlerdi. Clover, şişenin içindeki pembe ilacı Boxer'a günde iki kez yemeklerden sonra içiriyordu. Akşamları Boxer'ın ahırında kalıp onunla konuşuyor, Benjamin de sinekleri kovuyordu. Boxer, başına gelenlere üzülmediğini söylüyordu. Bir iyileşirse, en azından üç yıl daha yaşayabilir, büyük otlağın bir köşesinde huzurlu günler geçirebilirdi. Belki de hayatında ilk kez okumaya, bir şeyler öğrenmeye vakit ayırabilecekti. Son yıllarını alfabenin tümünü öğrenmeye ayırmayı düşünüyordu.

Ne var ki Benjamin'le Clover, Boxer'la ancak iş saatlerinden sonra ilgilenebiliyorlardı. Üstü kapalı bir yük arabası Boxer'ı götürmeye geldiğinde, öğle saatleriydi. Bir domuzun gözetiminde, şalgam tarlasındaki ayrıkotlarını ayıklamakta olan hayvanlar, Benjamin'in çiftlik binalarının oradan avazı çıktığı kadar anırarak dörtnala geldiğini görünce çok şaşırdılar. Benjamin'i hayatlarında ilk kez telaşlı görüyorlardı; aslına bakılırsa, o güne değin dörtnala koştuğunu da gören olmamıştı. "Çabuk! Çabuk!" diye bağırdı Benjamin. "Hemen gelin! Boxer'ı götürüyorlar!" Hayvanlar, domuza aldırış etmeden, işi bırakıp çiftlik binalarının oraya koştular. Gerçekten de, avluda, iki atlı, üstü kapalı büyük bir yük arabası duruyordu. Yan tarafında bir yazı bulunan arabanın sürücü yerinde, melon şapkalı, şeytan bakışlı bir adam oturuyordu. Boxer'ın ahırı boştu. Hayvanlar, arabanın çevresini almış, hep birlikte, "Güle güle, Boxer!" diye bağırıyorlardı. "Yolun açık olsun!" Benjamin ise, hayvanların çevresinde hoplayıp zıplıyor, küçük ayaklarını yere vurarak, "Salaklar! Salaklar!" diye bağırıyordu. "Kör müsünüz? Arabanın üstünde ne yazıyor, görmüyor musunuz?" Benjamin'i duyan hayvanlar durakladılar; ortalığı bir suskunluk kapladı. Muriel, yazıyı sökmeye çalışıyordu. Benjamin, onu kenara itti ve ölüm sessizliğinin ortasında yazıyı okudu:

"Alfred Simmonds, At Kasabı ve Tutkal İmalatçısı, Willingdon. Hayvan Derisi ve Kemik Tozu Taciri. Köpek kulübesi temin edilir. Şimdi anladınız mı? Boxer'ı at kasabına götürüyorlar, köpek maması yapacaklar!" Hayvanlar, dehşet içinde bağrıştı. Tam o sırada, sürücü yerinde oturan adam atları kamçıladı, tırısa kalkan atların çektiği araba avludan çıktı. Tüm hayvanlar, yeri göğü çınlatarak arabanın ardına düştüler. Clover var gücüyle en önden gidiyordu. Araba hızlanmaya başladı. Clover, güçlü bacaklarıyla dörtnala kalkmaya çalıştıysa da, ancak eşkine erişebildi. "Boxer!" diye bağırıyordu. "Boxer! Boxer! Boxer! "Tam o sırada, dışarıda kopan gürültüyü duymuşçasına, arabanın arkasındaki küçük pencerede Boxer'ın yüzü belirdi. Clover, "Boxer!" diye haykırdı yürekleri dağlayan bir sesle. "Boxer! Çık oradan! Çabuk çık! Boğazlamaya götürüyorlar seni!" Hayvanlar da, "Çık oradan Boxer! At kendini dışarı!" diye bağırıyorlardı. Ama araba iyiden iyiye hızlanmış, arayı gittikçe açıyordu. Boxer'ın, Clover'ın ne dediğini anlayıp anlamadığı da belli değildi. Ama çok geçmeden yüzü camdan kayboldu ve arabanın içinden korkunç tepinmeler duyuldu. Çifteler atarak kapıyı açmaya çalışıyordu. Eskiden olsa, arabanın kapısını birkaç çiftede paramparça ederdi. Ama ne gezer! O eski gücünün yerinde yeller esiyordu. Biraz sonra, tepinmeler yavaş yavaş hafifledi ve sonunda tümden kesildi. Umarsızlığa kapılan hayvanlar, bu kez, arabayı çekmekte olan atlara seslendiler: "Yoldaşlar! Yoldaşlar! Kardeşinizi ölüme götürmeyin!" Ama olup biteni kavrayamayan aptal beygirler, kulaklarını arkaya yatırıp biraz daha hızlandılar. Boxer'ın yüzü bir daha camda belirmedi. İçlerinden biri, önden koşup çiftliğin kapısını kapatmayı düşündü, ama artık çok geçti; araba kapıdan çıkarak yola daldı ve hızla gözden kayboldu. Boxer'ı bir daha hiç görmediler. Üç gün sonra Boxer'ın, gösterilen her türlü özene karşın Willingdon'daki hastanede öldüğü haberi geldi. Haberi açıklayan Squealer, son anlarında Boxer'ın yanında bulunduğunu söylüyordu. Squealer, ön ayağını kaldırıp gözyaşlarını silerek, "Böylesine dokunaklı bir sahne görmemiştim!" dedi. "Son ana kadar başucundaydım. Konuşacak gücü kalmamıştı. Son nefesinde, kulağıma, tek üzüntüsünün yel değirmeninin bittiğini görememek olduğunu fısıldadı. 'İleri, yoldaşlar!' dedi güçlükle. 'Ayaklanma adına ileri! Yaşasın Hayvan Çiftliği! Yaşasın Napoléon Yoldaş! Napoléon her zaman haklıdır!' Son sözleri bunlar oldu, yoldaşlar." Derken, Squealer'ın tavrı ansızın değişiverdi. Bir an durdu, ufacık gözleriyle çevresine kuşkulu bakışlar fırlattıktan sonra başladı anlatmaya.

Boxer götürüldükten sonra çiftlikte saçma ve aşağılık bir söylenti yayıldığını duymuştu. Söylentiye bakılırsa, bazı hayvanlar Boxer'ı götüren arabanın üzerinde "At Kasabı" yazdığını görmüşler ve hemen Boxer'ın kesilmeye gönderildiği sonucuna varmışlardı. Bir hayvanın bu kadar salak olması inanılır gibi değildi. Ter ter tepiniyor, öfkeyle bağırıyordu. Sevgili Önderleri Napoléon Yoldaş'ı hiç mi tanımıyorlardı? Napoléon Yoldaş, hiç böyle bir şeye göz yumar mıydı? Oysa işin aslı çok basitti. Eskiden bir at kasabının kullandığı araba, kısa bir süre önce baytar tarafından satın alınmış ama baytar arabanın üstündeki yazıyı silmeye vakit bulamamıştı. Sorun buradan kaynaklanıyordu.

Hayvanlar, işin aslını öğrenince, yüreklerindeki sıkıntıyı biraz olsun atmışlardı. Hele Squealer, Boxer'a ölüm döşeğinde ne kadar büyük özen gösterildiğini, Napoléon'un o pahalı ilaçları en küçük bir duraksama göstermeden hemen aldırttığını ayrıntılarıyla anlatınca, kafalarındaki son kuşkular da dağıldı; Boxer'ın hiç değilse mutlu öldüğü düşüncesi, yoldaşlarının ölümüyle içlerine çöken acıyı dindirdi. Ertesi pazar, sabahleyin düzenlenen toplantıya Napoléon da katıldı ve Boxer'ı göklere çıkaran kısa bir söylev çekti. Acısını yüreklerinde duydukları yoldaşlarının cenazesini gömülmek üzere çiftliğe getirtmek mümkün olmamıştı. Ama Boxer'ın cenazesine, çiftlik evinin bahçesindeki defne dallarından yaptırttığı kocaman bir çelenk göndermişti. Domuzlar, birkaç güne kadar Boxer için bir anma şöleni düzenleyeceklerdi. Napoléon, söylevini, Boxer'ın en sevdiği iki özdeyişle bitirdi: "Daha çok çalışacağım" ve "Napoléon Yoldaş her zaman haklıdır". Bu özdeyişleri her hayvan kafasına iyice kazımalıydı.

Şölenin verileceği gün Willingdon'dan gelen bir bakkal arabası, çiftlik evine kocaman bir sandık bıraktı. O gece büyük bir şamatayla şarkılar söylendiği duyuldu, ardından tepişme ve boğuşma sesleri geldi, en sonunda on bire doğru bir şangırtı koptu. Ertesi gün öğleye kadar, çiftlik evinde kalanların hiçbirinden ses çıkmadı. Çiftlikte bir söylenti dolaşıyordu: Domuzlar, parayı nereden bulmuşlarsa bulmuşlar, bir kasa viski daha almışlardı


9 Bölüm 9 Abschnitt 9 Section 9 Sección 9 Раздел

Dokuzuncu Bölüm Chapter Nine

Boxer'ın yarılan toynağının iyileşmesi uzun sürdü. Boxer's split hoof took a long time to heal. Zafer kutlamaları sona erdikten bir gün sonra yel değirmenini yeniden yapmaya başlamışlardı. The day after the victory celebrations had ended, they had begun to rebuild the windmill. Boxer bir gün bile izin almaya yanaşmamıştı; acı çektiğini kimseye belli etmemeyi bir onur sorunu olarak görüyor, toynağının çok ağrıdığını akşamları yalnızca Clover'a itiraf ediyordu. Boxer refused to take a day off; He considered it a matter of honor not to let anyone know that he was in pain, only admitting to Clover in the evenings that his hoof hurt a lot. Clover, Boxer'ın yarasını, çeşitli otları çiğneyerek hazırladığı lapalarla iyileştirmeye çalışıyordu. Clover was trying to heal Boxer's wound with poultices he had prepared by chewing various herbs. Clover ile Benjamin, kendini fazla yormaması için Boxer'a yalvarıyorlardı. Clover and Benjamin were begging Boxer not to tire himself too much. Clover,"Atlar da yorulur," diyor, ama Boxer kulak asmıyordu: Artık tek bir amacı kalmıştı, o da emekliye ayrılmadan yel değirmeninin çalışmaya başladığını görmekti. "Horses get tired, too," Clover said, but Boxer didn't listen: there was only one goal left now, and that was to see the windmill start before he retires. Başlangıçta, Hayvan Çiftliği'nin yasaları ilk kez hazırlanırken, emeklilik yaşı atlar ve domuzlar için on iki, inekler için on dört, köpekler için dokuz, koyunlar için yedi, tavuklar ve kazlar için de beş olarak belirlenmişti. Originally, when the laws of Animal Farm were first drafted, the retirement age was set at twelve for horses and pigs, fourteen for cows, nine for dogs, seven for sheep, and five for chickens and geese. Emekli aylıklarının yüksek tutulması kararlaştırılmıştı. It was decided to keep the pensions high. Gerçi henüz hiçbir hayvan emekliye ayrılmış değildi, ama son zamanlarda bu konu gittikçe daha çok tartışılır olmuştu. Although no animals have been retired yet, this topic has been more and more controversial lately. Meyve bahçesinin arka tarafındaki küçük çayırın arpa ekimine ayrılmasından sonra, büyük çayırın bir köşesinin çitle çevrileceği ve emekliliği gelen hayvanlar için otlak olarak kullanılacağı yolunda bir söylenti dolaşıyor; emekli atlara günde iki buçuk kilo tahıl, kışın yedi buçuk kilo ot, bayramlarda da bir havuç ya da mümkün olursa bir elma verilmesi gerektiği söyleniyordu. After the small meadow at the back of the orchard has been reserved for barley cultivation, a rumor circulates that a corner of the large meadow will be fenced off and used as pasture for retiring animals; It was said that retired horses should be given two and a half kilos of grain a day, seven and a half kilos of grass in winter, and a carrot or, if possible, an apple on holidays. Boxer, gelecek yıl yaz sonuna doğru on iki yaşına basacaktı. Boxer would turn twelve by the end of summer next year.

Hayatın zorlukları bitmek bilmiyordu. The difficulties of life were endless. Bu kış da bir önceki kadar soğuktu, yiyecekler daha da azalmıştı. This winter was just as cold as the previous one, with even less food available. Domuzlar ve köpeklerin tayınları dışında bütün tayınlarda bir kez kısıntıya gidilmişti. All rations were cut once, except for pigs and dogs. Squealer'ın açıklamasına bakılırsa, tayınlarda çok katı bir eşitlik, Hayvancılığın ilkelerine aykırıydı; yiyecek sıkıntısı varmış gibi görünebilirdi, ama gerçek hiç de öyle değildi. According to Squealer's explanation, too strict equality in rations was against the principles of Animal Husbandry; It might seem like there was a shortage of food, but the reality was not. Squealer gönüllere su serpmeyi çok iyi beceriyordu. Squealer was very good at sprinkling hearts. Kuşkusuz, şimdilik, tayınları yeniden ayarlamak zorunda kalmışlardı (Squealer, hiçbir zaman "kısıntı" sözcüğünü kullanmıyor, '"yeniden ayarlama" demeyi yeğliyordu), ama gene de Jones'un dönemiyle kıyaslandığında çok büyük bir ilerleme söz konusuydu. Of course, for the time being, they had to readjust rations (Squealer never used the word 'cutback', he preferred to say 're-adjustment'), but it was still a huge advance compared to Jones' era. Rakamları en küçük ayrıntısına kadar, tiz bir sesle hızlı hızlı okuyarak, Jones'un dönemine oranla daha çok yulaf, daha çok ot ve daha çok şalgam yediklerini, çalışma saatlerinin daha aza indirildiğini, içme sularının daha nitelikli olduğunu, daha uzun yaşadıklarını, ölen yavruların sayısında büyük bir azalma görüldüğünü, ahırlarda daha fazla saman bulunduğunu ve eskisi kadar pirelenmediklerini bir bir ortaya koyuyordu. By reading the numbers down to the smallest detail, in a high-pitched voice, they said that they ate more oats, more grass, and more turnips than in Jones' era, that their working hours were reduced, that their drinking water was of better quality, that they lived longer, that the number of offspring died. one by one, it was revealed that there was a great decrease, that there was more hay in the barns and that they were not as flea as they used to be. Hayvanlar, ne dese inanıyorlardı. The animals believed whatever they said. Doğrusunu söylemek gerekirse Jones'un zamanında olup bitenler, belleklerinden neredeyse bütünüyle silinmişti. To tell the truth, what had happened in Jones' time was almost completely erased from their memory. Şimdilerde yoksul ve çetin bir hayat yaşadıklarını, çoğu zaman aç kalıp soğuktan donduklarını, uyku uyumak dışında her dakikalarını çalışmakla geçirdiklerini biliyorlardı. They knew that they were living a poor and hard life now, that they were often starving and freezing, and that they spent every minute working except sleeping. Ama eski günlerin daha da beter olduğuna inanıyorlar ve bundan mutluluk duyuyorlardı. But they believed the old days were even worse, and they were happy about it. Kaldı ki, Squealer'ın da durmadan vurguladığı gibi, eskiden köle olmalarına karşılık şimdi özgürdüler; bütün fark da buradaydı. Moreover, as Squealer constantly emphasizes, they were now free, although they were slaves in the past; here was the whole difference. Beslenecek boğazlar da artmıştı. The mouths to feed had also increased. Sonbaharda dört dişi domuz da aşağı yukarı aynı sıralar toplam otuz bir yavru doğurmuştu. In the autumn all four sows gave birth to a total of thirty-one calves at roughly the same time. Çiftlikteki tek erkek domuz Napoléon olduğundan, hepsi de alacalı olan yavruların babalarının kim olduğunu kestirmek hiç de güç değildi. Napoléon was the only sow on the farm, so it was not difficult to guess who the fathers of the puppies, all of which were mottled, were. İleride, tuğla ve kereste alındığı zaman, çiftlik evinin bahçesinde bir derslik yapılacağı açıklanmıştı. It was announced that a classroom would be built in the garden of the farmhouse later, when the brick and timber were purchased. Ama şimdilik küçük domuzlara çiftlik evinin mutfağında Napoléon kendisi ders vermekteydi. But for now Napoleon himself was teaching the little pigs in the kitchen of the farmhouse. Beden eğitimi ve gezinti için bahçeye çıkıyorlardı, ama öteki hayvanların yavrularıyla oynamalarına izin yoktu. They went out into the garden for physical training and strolling, but the other animals were not allowed to play with their young. Gene o sıralar, yeni kurallar getirilmişti: Bir domuz ile başka bir hayvan yolda karşılaştıklarında öteki hayvan kenara çekilerek domuza yol verecek ve bütün domuzlar pazar günleri kuyruklarına yeşil kurdele takma ayrıcalığına sahip olacaklardı. At that time, new rules were introduced: when a pig and another animal met on the road, the other animal would step aside and give way to the pig, and all pigs would have the privilege of wearing green ribbons in their tails on Sundays.

O yıl çiftlikte işler yolunda gitmesine karşın, hâlâ para sıkıntısı çekiliyordu. Although things were going well on the farm that year, money was still running low. Derslik için tuğla, kum ve kireç almak, yel değirmeninin aygıtları için de para biriktirmek zorundaydılar. They had to buy bricks, sand, and lime for the classroom, and save up for the tools of the windmill. Ayrıca, ev için gazyağı ve mum, Napoléon'un sofrası için şeker (şişmanlamasınlar diye şekeri öteki domuzlara yasaklamıştı) almaları gerekiyordu; araç gereç, çivi, ip, kömür, tel, hurda demir ve köpek bisküvisi de cabası. They also had to buy kerosene and candles for the house, sugar for Napoleon's table (he had forbidden sugar to other pigs so that they would not get fat); Not to mention tools, nails, rope, coal, wire, scrap iron and dog biscuits. Samanların ve patateslerin bir bölümü satılmıştı; sözleşmedeki yumurta sayısı haftada altı yüze çıkarıldığından, o yıl tavuklar yeterince civciv çıkaramamışlardı. Some of the straw and potatoes had been sold; The hens had not hatched enough that year, as the number of eggs under the contract had been increased to six hundred per week. Aralık ayında azaltılmış olan tayınlara şubatta yeniden kısıtlama getirilmiş, fazla gazyağı gitmesin diye ahırlarda fener yakmak yasaklanmıştı. The rations, which were reduced in December, were restricted again in February, and it was forbidden to light lanterns in the barns to avoid excess kerosene. Ama domuzların rahatı yerindeydi; dahası, semirdikleri bile söylenebilirdi. But the pigs were comfortable; moreover, they could even be said to have grown fat. Şubat sonlarına doğru bir akşamüstü, mutfağın arkasında bulunan ve Jones'un zamanında hiç kullanılmayan küçük bira imalathanesinden avluya, hayvanların o güne kadar hiç duymadıkları, ılık, nefis, iştah açıcı bir koku yayıldı. One afternoon in late February, from the small brewery behind the kitchen, which was never used in Jones' time, a warm, delicious, appetizing scent swept across the courtyard, something the animals had never heard of before. Hayvanlardan biri, bunun pişirilmekte olan arpa kokusu olduğunu söyledi. One of the animals said it was the smell of barley being cooked. Kokuyu içlerine çeken aç hayvanlar, yoksa akşam yemeğine sıcak bir lapa mı hazırlanıyor, diye düşünmekten kendilerini alamadılar. The hungry animals inhaling the scent couldn't help but wonder if a hot porridge was being prepared for dinner. Ama sıcak lapa şöyle dursun, ertesi pazar artık tüm arpanın domuzlara ayrılacağı açıklandı. But let alone hot porridge, it was announced the following Sunday that all barley would now be reserved for pigs. Meyve bahçesinin arkasındaki tarlaya çoktan arpa ekilmişti. Barley had already been planted in the field behind the orchard. Çok geçmeden bir haber yayıldı: Artık her domuza günde yarım litre, Napoléon'a ise dört litre bira veriliyor, Napoléon birasını Crown Derby takımının çorba kâsesinden içiyordu. Word soon spread: Every pig was now given half a liter of beer a day, and Napoleon four liters a day, and Napoleon drank his beer from the soup bowl of the Crown Derby team. Gerçi güçlüklerin ardı arası kesilmiyordu, ama hayvanlar artık eskisine göre çok daha onurlu yaşadıklarını düşünerek bir ölçüde avutuyorlardı kendilerini. Although difficulties were not incessant, the animals consoled themselves to some extent by thinking that they were living more dignified than before. Daha çok şarkı söyleniyor, daha çok konuşma yapılıyor, daha çok tören düzenleniyordu. More songs were sung, more speeches were made, more ceremonies were held. Napoléon, haftada bir, Hayvan Çiftliği'nde verilen savaşımları ve kazanılan zaferleri kutlamak amacıyla Kendiliğinden Gösteriler düzenlenmesini buyurmuştu. Napoleon had ordered that Spontaneous Demonstrations be held once a week to celebrate the battles and victories at Animal Farm. Hayvanlar, belirlenen saatte işi bırakıyor, çiftliğin çevresinde askeri düzende yürüyüşe geçiyorlardı: en önde domuzlar, onların arkasında atlar, sonra inekler, koyunlar, en arkada da kümes hayvanları... Köpekler geçit alayının iki yanında yürüyor, Napoléon'un siyah horozu da başı çekiyordu. At the appointed hour, the animals stopped work and marched in military formation around the farm: pigs in the front, horses behind them, then cows, sheep, and poultry at the back. Dogs marched on either side of the procession, with Napoleon's black rooster leading the way. . Üzerinde hayvan ayağı ve boynuz resmi bulunan, "Yaşasın Napoléon Yoldaş!" "Long live Comrade Napoleon!" yazılı bir bayrağı her zaman Boxer ile Clover taşıyorlardı. Boxer and Clover always carried a written flag. Daha sonra, Napoléon'un onuruna yazılmış şiirler okunuyor, ardından Squealer gıda maddeleri üretimindeki son artışları ayrıntılarıyla açıklayan bir konuşma yapıyor, zaman zaman da bir el silah atılıyordu. Next, poems in honor of Napoleon were read, followed by Squealer giving a speech detailing the recent increases in food production, with occasional gunshots. Kendiliğinden Gösteriler'in en büyük tutkunu koyunlardı; içlerinden biri vakit kaybettiklerinden ve soğukta dikilip durmaktan başka bir şey yapmadıklarından yakınmaya kalksa (bazı hayvanlar, gerçekten de, domuzlar ve köpekler ortalıkta görünmediği zamanlar yakınıyorlardı), koyunlar o saat bir ağızdan, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" Sheep were the biggest fans of Spontaneous Shows; If one of them tried to complain that they were wasting time and were doing nothing but standing in the cold (some animals, indeed, were complaining when the pigs and dogs weren't around), the sheep would say in unison, "Four legs good, two legs bad!" diye avazları çıktığı kadar meleyerek onu susturuyorlardı. they silenced him by bleating as much as they could. Ama hayvanlar bu törenlerden genellikle hoşnuttular. But the animals were generally content with these ceremonies. Ne de olsa, kendi kendilerinin efendisi olduklarının ve yalnızca kendi yararları için çalıştıklarının anımsatılması, yüreklerini ferahlatıyordu. After all, it was refreshing to be reminded that they were their own masters and worked only for their own benefit. Böylece şarkılarla, tören alaylarıyla, Squealer'ın sıraladığı rakamlarla, tüfeğin gümbürtüsüyle, horozun ötüşleriyle ve bayrağın dalgalanışıyla, ara sıra da olsa, açlıklarını unutabiliyorlardı. So they could forget their hunger, albeit occasionally, with songs, with processions, with Squealer's numbers, with the roar of the rifle, the crowing of the rooster, and the waving of the flag. Nisan ayında Hayvan Çiftliği'nde Cumhuriyet ilan edildi. In April, the Republic was proclaimed on Animal Farm. Bir başkan seçmek gerekiyordu. A president had to be elected. Tek aday olan Napoléon oybirliğiyle başkan seçildi. The only candidate, Napoleon, was unanimously elected president. Aynı gün, Snowball'un Jones'un suç ortağı olduğuna ilişkin ayrıntılı bilgileri gün ışığına çıkaran yeni belgeler bulunduğu açıklandı. The same day, it was announced that new documents were found revealing detailed information about Snowball being Jones' accomplice. Belgeler, Snowball'un, hayvanların ilk başta sandıkları gibi yalnızca Ağıl Savaşı'nın kaybedilmesi için savaş hilesine başvurmakla kalmadığını, açıktan açığa The documents openly reveal that Snowball not only resorted to warfare to lose the War of the Hallows, as the animals initially thought. Jones'un safında dövüştüğünü ortaya koyuyordu. It was revealing that he was fighting on Jones' side. Üstelik, İnsan kuvvetlerinin komutanlığını üstlenmiş ve, "Yaşasın İnsanlık!" Moreover, he took command of the Human forces and shouted, "Long Live Humanity!" diye haykırarak saldırıya geçmişti. ' he shouted, attacking. Snowball'un sırtındaki yaraları kendi gözleriyle gördüklerini anımsayanlar ise, yepyeni bir şey öğreniyorlardı: Meğer bu yaraları Napoléon dişleriyle açmıştı. Those who remembered seeing the wounds on Snowball's back with their own eyes were learning something completely new: It turned out that Napoleon had opened these wounds with his teeth. Kaç yıldır ortalıkta görünmeyen kuzgun Moses, yaz ortalarına doğru birden çiftliğe geri döndü. Moses the raven, who had not been seen for several years, suddenly returned to the farm in the middle of summer. Neredeyse hiç değişmemişti; elini sıcak sıcak sudan soğuk suya sokmuyor, eskisi gibi Balbadem Diyarı masalları okuyup duruyordu. It had hardly changed; He did not put his hand in the cold water from the hot water, and kept reading the tales of the Honeymoon Land as before. Bir kütüğün üstüne tünüyor, kara kanatlarını çırpıyor; dinleyecek birini bulmayagörsün, saatlerce konuşuyordu. Perched on a log, flapping its black wings; He was talking for hours, seeing as he could find someone to listen to. Koca gagasıyla gökyüzünü göstererek çok ciddi bir sesle, "İşte orada, yoldaşlar," diyordu. "There he is, comrades," he said very gravely, pointing at the sky with his big beak. "Balbadem Diyarı, biz zavallı hayvanların tüm sıkıntılarımızdan kurtulup sonsuza dek huzur içinde yaşayacağımız ülke orada, şu gördüğünüz kara bulut var ya, onun hemen ardında!" “The Land of Honeymoon, the land where we poor animals will get rid of all our troubles and live in peace forever, there is that dark cloud you see, right behind it!” Dahası, bir gün çok yükseklerden uçarken oradan geçtiğini, alabildiğine uzanıp giden yonca tarlalarını, keten tohumu küspesi ve kesmeşekerlerle kaplı çalılıkları gözleriyle gördüğünü ileri sürüyordu. Moreover, he claimed that one day, as he was flying from very high, he passed by and saw with his eyes stretching fields of alfalfa and thickets covered with flaxseed meal and sugar cubes. Hayvanların birçoğu ona inanıyordu. Many of the animals believed in him. Bu dünyada açlık ve yokluk içinde yaşıyorlardı; başka bir yerlerde daha iyi bir dünyanın bulunmasından daha doğru, daha anlaşılır ne olabilirdi? They lived in this world in hunger and poverty; What could be more accurate, more intelligible than finding a better world elsewhere? Asıl anlaşılması zor olan, domuzların Moses'a karşı tutumuydu. What was really difficult to understand was the attitude of the pigs towards Moses. Hem onu aşağılayarak Balbadem Diyarı'yla ilgili masallarının palavra olduğunu söylüyorlar, hem de hiç çalışmadan çiftlikte kalmasına ses çıkarmıyorlar, dahası her gün bira içmesine izin veriyorlardı. Not only did they humiliate him, saying that their fairy tales about the Honeymoon Land were bullshit, but they also let him stay on the farm without working, moreover, they let him drink beer every day. Boxer, ayağı iyileştikten sonra, her zamankinden daha sıkı çalışmaya başlamıştı. After his foot healed, Boxer started working harder than ever before. Aslında, o yıl, tüm hayvanlar köle gibi çalışıyorlardı. In fact, that year, all animals worked like slaves. Çiftliğin gündelik işleri ve yel değirmeninin yeniden yapımının yanı sıra, bir de mart ayında genç domuzlar için bir derslik yapılmaya başlanmıştı. In addition to the daily work of the farm and the rebuilding of the windmill, a classroom for young pigs had begun in March. Az yiyip çok çalışmak dayanılır gibi değildi, ama Boxer asla pes etmiyordu. Eating little and working hard was unbearable, but Boxer never gave up. Konuşmalarından da, çalışmasından da, artık eskisi kadar güçlü olmadığını anlamak mümkün değildi. From his speeches and his work, it was not possible to understand that he was no longer as strong as before. Yalnızca görünüşü biraz değişmişti; tüyleri eskisi kadar parlak değildi, kocaman sağrısı içine göçmüştü. Only his appearance had changed a little; his feathers were not as shiny as before, his huge rump had sunk into it. Herkes, "İlkbahar otları bir yeşersin, Boxer kendini toparlar," diyordu. Everyone was saying, "Your spring grass will bloom, Boxer will recover." İlkbahar otları yeşerdi, ama Boxer toparlanamadı. The springgrass greened, but Boxer could not recover. Bazen, taşocağına çıkılan yamaçta, iri bir kaya parçasının altında kasları titrediğinde, onu ayakta tutan tek şey kararlılığı oluyordu. Sometimes, when his muscles trembled under a boulder on the slope leading up to the quarry, the only thing that kept him alive was his determination. Böyle durumlarda, sesini tümden yitirmesine karşın, dudaklarından: "Daha çok çalışacağım," sözcükleri okunabiliyordu. On such occasions, though he had lost his voice altogether, the words: "I will work harder," could be read from his lips. Clover ile Benjamin, sağlığını koruması için onu sürekli uyarıyorlar, ama Boxer kulak asmıyordu. Clover and Benjamin constantly warned him to keep his health, but Boxer did not heed. On ikinci yaş günü yaklaşıyordu. His twelfth birthday was approaching. Sağlığı umurunda değildi; tek isteği, kendisi emekliye ayrılmadan yel değirmeni için yeterince taş toplanmasıydı. He didn't care about his health; all he wanted was to collect enough stones for the windmill before he retired.

Bir yaz akşamı, birden çiftlikte bir söylenti yayıldı: Boxer'a bir şey olmuştu. One summer evening, a rumor suddenly spread on the farm: Something had happened to Boxer. Yel değirmeni için tek başına bir araba taş taşımaya kalkışmıştı. A single carriage had attempted to carry stones for the windmill. Söylenti hiç kuşkusuz doğruydu. The rumor was undoubtedly true. Az sonra, iki güvercin yarışırcasına haberi yetiştirdi: "Boxer yere yıkılmış! Soon, two pigeons raced the news: "Boxer is down! Kalkamıyor!" Çiftlikteki hayvanların neredeyse yarısı, yel değirmeninin bulunduğu küçük tepeye koştu. Almost half of the animals on the farm rushed to the small hill where the windmill was located. Boxer orada, arabanın okları arasında, boynunu uzatmış yatıyor, başını bile kaldıramıyordu. Boxer lay there between the arrows of the wagon, his neck stretched out, unable to even raise his head. Gözleri cam gibi olmuş, gövdesi tepeden tırnağa tere batmıştı. His eyes were glassy and his body was covered in sweat from head to toe. Ağzından ince bir kan sızıyordu. A thin trickle of blood was oozing from his mouth. Clover, yanı başına diz çöktü. Clover knelt beside him.

"Boxer!" diye bağırdı. "Ne oldu sana?" Boxer, duyulur duyulmaz bir sesle, "Ciğerlerim dayanmadı," dedi. "My lungs didn't last," said Boxer audibly. "Dert değil. "It's not a problem. Yel değirmenini bensiz de bitirebilirsiniz. You can finish the windmill without me. Epeyce taş toplandı. Quite a few stones were collected. Hem bir ayım kalmıştı. And I had a month left. Doğrusu, emekliliğimi dört gözle bekliyordum. Honestly, I was looking forward to my retirement. Benjamin de yaşlandı artık; belki de onu da emekliye ayırırlar da bana arkadaşlık eder." Benjamin is also old now; maybe they'll retire him too and he'll keep me company." Clover, "Hemen yardım istemeliyiz," dedi. “We must seek help immediately,” Clover said. "Koşun, Squealer'a haber verin." "Run, tell Squealer." Hayvanlar, olup biteni Squealer'a anlatmak üzere hep birlikte çiftlik evine koştular. The animals all rushed to the farmhouse to tell Squealer what had happened. Yalnızca Clover'la Benjamin kalmıştı; Benjamin, Boxer'ın yanına uzanmış, uzun kuyruğuyla sinekleri kovuyordu. Only Clover and Benjamin remained; Benjamin was lying next to Boxer, repelling flies with his long tail. On beş dakika kadar sonra, Squealer belirdi; üzgün ve kaygılı görünüyordu. About fifteen minutes later, Squealer appeared; He looked sad and worried. Napoléon Yoldaş'ın, çiftliğin en sadık işçilerinden birinin başına geleni çok büyük bir üzüntüyle öğrendiğini, Boxer'ın tedavi için Willingdon'daki hastaneye gönderilmesini sağlamaya çalıştığını söyledi. He said that Comrade Napoléon learned with great sadness what had happened to one of the farm's most loyal workers, that he was trying to get Boxer to be sent to the hospital in Willingdon for treatment. Hayvanlar biraz tedirgin oldular. The animals were a little nervous. O güne kadar Mollie ve Snowball dışında hiçbir hayvan çiftlikten ayrılmamıştı; hasta yoldaşlarının insanların eline bırakılacak olmasından hiç hoşlanmamışlardı. No animals had ever left the farm except Mollie and Snowball; they did not like that their sick comrades would be left in the hands of the people. Ama Squealer, onları kolayca yatıştırmakta gecikmedi: Willingdon'daki baytar, Boxer'ı çok daha iyi tedavi edebilirdi. But Squealer was quick to placate them easily: the veterinarian at Willingdon could have treated Boxer much better. Yarım saat kadar sonra Boxer biraz toparlanıp güçlükle ayağa kalktı; topallayarak ahırına gidip Clover'la Benjamin'in hazırladıkları saman döşeğe uzandı. After about half an hour Boxer recovered a little and got up with difficulty; limping to his barn, he lay down on the straw mattress that Clover and Benjamin had prepared. Boxer, iki gün ahırında kaldı. Boxer was in his barn for two days. Domuzlar, banyodaki ilaç dolabında buldukları büyük bir ilaç şişesi göndermişlerdi. The pigs had sent a large vial of medicine they had found in the medicine cabinet in the bathroom. Clover, şişenin içindeki pembe ilacı Boxer'a günde iki kez yemeklerden sonra içiriyordu. Clover gave Boxer the pink medicine in the bottle twice a day after meals. Akşamları Boxer'ın ahırında kalıp onunla konuşuyor, Benjamin de sinekleri kovuyordu. In the evenings, he stayed in Boxer's barn and talked to him, and Benjamin repels the flies. Boxer, başına gelenlere üzülmediğini söylüyordu. Boxer said he wasn't upset about what had happened to him. Bir iyileşirse, en azından üç yıl daha yaşayabilir, büyük otlağın bir köşesinde huzurlu günler geçirebilirdi. If one recovered, he could live at least three more years, spending peaceful days in a corner of the great pasture. Belki de hayatında ilk kez okumaya, bir şeyler öğrenmeye vakit ayırabilecekti. Perhaps for the first time in his life, he would be able to take time to read and learn something. Son yıllarını alfabenin tümünü öğrenmeye ayırmayı düşünüyordu. He was considering devoting his final years to learning the entire alphabet.

Ne var ki Benjamin'le Clover, Boxer'la ancak iş saatlerinden sonra ilgilenebiliyorlardı. However, Benjamin and Clover were only able to deal with Boxer after business hours. Üstü kapalı bir yük arabası Boxer'ı götürmeye geldiğinde, öğle saatleriydi. It was noon when a covered wagon arrived to pick up Boxer. Bir domuzun gözetiminde, şalgam tarlasındaki ayrıkotlarını ayıklamakta olan hayvanlar, Benjamin'in çiftlik binalarının oradan avazı çıktığı kadar anırarak dörtnala geldiğini görünce çok şaşırdılar. The animals, under the watch of a pig, weeding the turnip field, were astonished to see Benjamin galloping around the farm buildings, braying as loud as he could go. Benjamin'i hayatlarında ilk kez telaşlı görüyorlardı; aslına bakılırsa, o güne değin dörtnala koştuğunu da gören olmamıştı. For the first time in their lives they saw Benjamin in a rush; as a matter of fact, no one had seen him gallop until that day. "Çabuk! Çabuk!" diye bağırdı Benjamin. "Hemen gelin! Boxer'ı götürüyorlar!" Hayvanlar, domuza aldırış etmeden, işi bırakıp çiftlik binalarının oraya koştular. Gerçekten de, avluda, iki atlı, üstü kapalı büyük bir yük arabası duruyordu. Indeed, in the courtyard stood a large covered wagon with two horses. Yan tarafında bir yazı bulunan arabanın sürücü yerinde, melon şapkalı, şeytan bakışlı bir adam oturuyordu. In the driver's seat of the car with an inscription on its side, sat a man with a bowler hat and a demonic eye. Boxer'ın ahırı boştu. Boxer's barn was empty. Hayvanlar, arabanın çevresini almış, hep birlikte, "Güle güle, Boxer!" The animals surrounded the car and shouted together, "Goodbye, Boxer!" diye bağırıyorlardı. they were shouting. "Yolun açık olsun!" "Have a nice trip!" Benjamin ise, hayvanların çevresinde hoplayıp zıplıyor, küçük ayaklarını yere vurarak, "Salaklar! Benjamin, on the other hand, hopping around the animals, stamping his little feet, "You idiots! Salaklar!" Idiots!" diye bağırıyordu. she was shouting. "Kör müsünüz? "Are you blind? Arabanın üstünde ne yazıyor, görmüyor musunuz?" Don't you see what it says on the car?" Benjamin'i duyan hayvanlar durakladılar; ortalığı bir suskunluk kapladı. Hearing Benjamin, the animals paused; silence pervaded the atmosphere. Muriel, yazıyı sökmeye çalışıyordu. Muriel was trying to disassemble the script. Benjamin, onu kenara itti ve ölüm sessizliğinin ortasında yazıyı okudu: Benjamin pushed her aside and in the midst of dead silence read the inscription:

"Alfred Simmonds, At Kasabı ve Tutkal İmalatçısı, Willingdon. "Alfred Simmonds, Horse Butcher and Glue Maker, Willingdon. Hayvan Derisi ve Kemik Tozu Taciri. Animal Skin and Bone Powder Trader. Köpek kulübesi temin edilir. Dog kennel is provided. Şimdi anladınız mı? Do you understand now? Boxer'ı at kasabına götürüyorlar, köpek maması yapacaklar!" They're taking Boxer to the horse butcher, they're going to make dog food!" Hayvanlar, dehşet içinde bağrıştı. The animals cried out in horror. Tam o sırada, sürücü yerinde oturan adam atları kamçıladı, tırısa kalkan atların çektiği araba avludan çıktı. Just then, the man sitting in the driver's seat whipped the horses, and the cart pulled by the trotting horses came out of the courtyard. Tüm hayvanlar, yeri göğü çınlatarak arabanın ardına düştüler. All the animals fell behind the car, ringing in the sky. Clover var gücüyle en önden gidiyordu. Clover was leading with all his might. Araba hızlanmaya başladı. The car started to accelerate. Clover, güçlü bacaklarıyla dörtnala kalkmaya çalıştıysa da, ancak eşkine erişebildi. Clover tried to gallop on his strong legs, but barely reached his mate. "Boxer!" diye bağırıyordu. "Boxer! Boxer! Boxer! "Tam o sırada, dışarıda kopan gürültüyü duymuşçasına, arabanın arkasındaki küçük pencerede Boxer'ın yüzü belirdi. "Just then, as if he had heard the noise outside, Boxer's face appeared in the small window in the back of the car. Clover, "Boxer!" diye haykırdı yürekleri dağlayan bir sesle. she cried in a heartbreaking voice. "Boxer! Çık oradan! Çabuk çık! Boğazlamaya götürüyorlar seni!" They're taking you to the stranglehold!" Hayvanlar da, "Çık oradan Boxer! And the animals said, "Get out of there, Boxer! At kendini dışarı!" diye bağırıyorlardı. they were shouting. Ama araba iyiden iyiye hızlanmış, arayı gittikçe açıyordu. But the car was accelerating, getting worse and worse. Boxer'ın, Clover'ın ne dediğini anlayıp anlamadığı da belli değildi. It was also unclear whether Boxer understood what Clover was saying. Ama çok geçmeden yüzü camdan kayboldu ve arabanın içinden korkunç tepinmeler duyuldu. But soon his face disappeared from the window, and terrible clamors were heard from inside the car. Çifteler atarak kapıyı açmaya çalışıyordu. He was trying to open the door by throwing doubles. Eskiden olsa, arabanın kapısını birkaç çiftede paramparça ederdi. He used to smash the car door apart in a couple of pairs. Ama ne gezer! But what the hell! O eski gücünün yerinde yeller esiyordu. The winds were blowing in the place of his former strength. Biraz sonra, tepinmeler yavaş yavaş hafifledi ve sonunda tümden kesildi. After a while, the kicks gradually subsided and finally ceased altogether. Umarsızlığa kapılan hayvanlar, bu kez, arabayı çekmekte olan atlara seslendiler: "Yoldaşlar! The animals, in despair, called out to the pulling horses this time: "Comrades! Yoldaşlar! Kardeşinizi ölüme götürmeyin!" Ama olup biteni kavrayamayan aptal beygirler, kulaklarını arkaya yatırıp biraz daha hızlandılar. But the stupid horses, unable to grasp what was going on, threw their ears back and sped up a little faster. Boxer'ın yüzü bir daha camda belirmedi. Boxer's face did not appear in the window again. İçlerinden biri, önden koşup çiftliğin kapısını kapatmayı düşündü, ama artık çok geçti; araba kapıdan çıkarak yola daldı ve hızla gözden kayboldu. One of them thought of running ahead and closing the door of the farm, but it was too late; The car slid out the door into the road and quickly disappeared. Boxer'ı bir daha hiç görmediler. Üç gün sonra Boxer'ın, gösterilen her türlü özene karşın Willingdon'daki hastanede öldüğü haberi geldi. Three days later, word came that Boxer had died at the hospital in Willingdon, despite all care. Haberi açıklayan Squealer, son anlarında Boxer'ın yanında bulunduğunu söylüyordu. Announcing the news, Squealer said that he was with Boxer in his last moments. Squealer, ön ayağını kaldırıp gözyaşlarını silerek, "Böylesine dokunaklı bir sahne görmemiştim!" "I've never seen such a touching scene!" dedi. "Son ana kadar başucundaydım. "I was at your bedside until the last moment. Konuşacak gücü kalmamıştı. He didn't have the strength to speak. Son nefesinde, kulağıma, tek üzüntüsünün yel değirmeninin bittiğini görememek olduğunu fısıldadı. With his last breath, he whispered in my ear that his only regret was not seeing the windmill finished. 'İleri, yoldaşlar!' 'Forward, comrades!' dedi güçlükle. he said with difficulty. 'Ayaklanma adına ileri! 'Forward in the name of insurrection! Yaşasın Hayvan Çiftliği! Long live Animal Farm! Yaşasın Napoléon Yoldaş! Long live Comrade Napoleon! Napoléon her zaman haklıdır!' Napoleon is always right!' Son sözleri bunlar oldu, yoldaşlar." Those were his last words, comrades." Derken, Squealer'ın tavrı ansızın değişiverdi. Then Squealer's demeanor suddenly changed. Bir an durdu, ufacık gözleriyle çevresine kuşkulu bakışlar fırlattıktan sonra başladı anlatmaya. He paused for a moment, after casting doubtful glances around him with his tiny eyes, he began to explain.

Boxer götürüldükten sonra çiftlikte saçma ve aşağılık bir söylenti yayıldığını duymuştu. After Boxer was taken away, he had heard a ridiculous and vile rumor spread on the farm. Söylentiye bakılırsa, bazı hayvanlar Boxer'ı götüren arabanın üzerinde "At Kasabı" yazdığını görmüşler ve hemen Boxer'ın kesilmeye gönderildiği sonucuna varmışlardı. Rumor has it that some animals saw the words "Horse Butcher" on the cart that was taking Boxer, and they immediately concluded that Boxer was sent to be slaughtered. Bir hayvanın bu kadar salak olması inanılır gibi değildi. It was unbelievable that an animal could be this stupid. Ter ter tepiniyor, öfkeyle bağırıyordu. He was sweating, screaming in anger. Sevgili Önderleri Napoléon Yoldaş'ı hiç mi tanımıyorlardı? Did they not know their beloved Leader, Comrade Napoleon, at all? Napoléon Yoldaş, hiç böyle bir şeye göz yumar mıydı? Would Comrade Napoleon ever condone such a thing? Oysa işin aslı çok basitti. The truth, however, was very simple. Eskiden bir at kasabının kullandığı araba, kısa bir süre önce baytar tarafından satın alınmış ama baytar arabanın üstündeki yazıyı silmeye vakit bulamamıştı. The car that used to be driven by a horse butcher was bought by the veteran a short time ago, but the veteran did not have time to erase the writing on the car. Sorun buradan kaynaklanıyordu. The problem was here.

Hayvanlar, işin aslını öğrenince, yüreklerindeki sıkıntıyı biraz olsun atmışlardı. When the animals learned the truth of the matter, they relieved a little of the distress in their hearts. Hele Squealer, Boxer'a ölüm döşeğinde ne kadar büyük özen gösterildiğini, Napoléon'un o pahalı ilaçları en küçük bir duraksama göstermeden hemen aldırttığını ayrıntılarıyla anlatınca, kafalarındaki son kuşkular da dağıldı; Boxer'ın hiç değilse mutlu öldüğü düşüncesi, yoldaşlarının ölümüyle içlerine çöken acıyı dindirdi. The last doubts dissipated, especially when Squealer detailed how much care had been taken to Boxer on his deathbed, and that Napoleon had taken those expensive drugs right away without the slightest hesitation; The thought of Boxer at least dying happily relieved the pain that had descended upon them at the death of his comrades. Ertesi pazar, sabahleyin düzenlenen toplantıya Napoléon da katıldı ve Boxer'ı göklere çıkaran kısa bir söylev çekti. The following Sunday, in the morning's meeting, Napoleon also attended and delivered a short speech that lauded Boxer. Acısını yüreklerinde duydukları yoldaşlarının cenazesini gömülmek üzere çiftliğe getirtmek mümkün olmamıştı. It had not been possible to bring the corpse of his comrades, whose pain they felt in their hearts, to the farm for burial. Ama Boxer'ın cenazesine, çiftlik evinin bahçesindeki defne dallarından yaptırttığı kocaman bir çelenk göndermişti. But he had sent a huge wreath of laurel branches from the farmhouse garden to Boxer's funeral. Domuzlar, birkaç güne kadar Boxer için bir anma şöleni düzenleyeceklerdi. The pigs would hold a memorial feast for Boxer in a few days. Napoléon, söylevini, Boxer'ın en sevdiği iki özdeyişle bitirdi: "Daha çok çalışacağım" ve "Napoléon Yoldaş her zaman haklıdır". Napoleon ended his speech with Boxer's two favorite sayings: "I will work harder" and "Comrade Napoleon is always right". Bu özdeyişleri her hayvan kafasına iyice kazımalıydı. These maxims should be engraved in the head of every animal.

Şölenin verileceği gün Willingdon'dan gelen bir bakkal arabası, çiftlik evine kocaman bir sandık bıraktı. On the day of the feast, a grocery cart from Willingdon dropped a large crate at the farmhouse. O gece büyük bir şamatayla şarkılar söylendiği duyuldu, ardından tepişme ve boğuşma sesleri geldi, en sonunda on bire doğru bir şangırtı koptu. That night there was a great uproar of singing, followed by scuffles and struggles, and finally, at about eleven, there was a rattle. Ertesi gün öğleye kadar, çiftlik evinde kalanların hiçbirinden ses çıkmadı. Until noon the next day, none of the occupants of the farmhouse made a sound. Çiftlikte bir söylenti dolaşıyordu: Domuzlar, parayı nereden bulmuşlarsa bulmuşlar, bir kasa viski daha almışlardı There was a rumor going around the farm: The pigs got the money wherever they got it, they bought another case of whiskey.