×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

Kaderi Değiştiren, Beklenmedik Bir Vaat

Beklenmedik Bir Vaat

Hiç birisi için sürpriz bir parti düzenlediniz mi? Bazen sır saklamak zordur. Birinin gözlerine bakarak, ondan bir şey gizlediğinizi bile bile onunla konuşmak kolay değildir. Özellikle de o gizlenen bilgi iyi bir şeyse! Bu dersimizde Allah'ın Avram'la konuştuğu, ancak onun için planladığı her şeyi ona bildiremediği bir zamanı öğreneceğiz. Allah Avram'a onu hayrete düşüren talimatlar verdi. Avram'ın anlayamadığı gizem neydi? Önce başka bir öyküyle başlayalım. Kore Savaşı'nda, Kuzey Korelilerin aylar süren acımasız saldırılarından sonra, müşterek kuvvetler stratejik bir karşı taarruz planladılar. Taarruz çok başarılıydı, Kuzey Kore ordusunun bir tam tümeni tecrit edildi ve on binlerce Korelinin özgürlüğü güvenceye alındı. Yarbay Müftüoğlu (takma isim) taarruzu planlayanlardan biriydi. Emri altındaki herkesin saygısını kazanmış, doğru ve dürüst bir adamdı. Kore Savaşı'nda onun gibi daha fazla adama ihtiyaç vardı, Amerikalılar böyle parlak bir strateji uzmanına ve komutana sahip oldukları için çok şanslıydılar. Taburunda nam salmış 700 Türk vardı. Taburun personeli arasında, Türk ordusuna itibar kazandıran bir asker olan Başçavuş Mehmet Çakmak yer alıyordu. Biraz fevri olmasına rağmen, aynı zamanda sadık, korkusuz, emirlere itaat eden ve emir vermeyi bilen bir adamdı. Yarbay Müftüoğlu uluslararası koalisyonla toplantı yaptıktan sonra, acil bir toplantı için güvendiği dostu Başçavuş Çakmak'ı çağırdı. “Çakmak, yarın Kuzey Korelilere saldırıyoruz, senin görevin kilit önemde bir köprüyü imha etmek. Bu son derece önemli bir görev ve seni bu iş için özellikle seçtim. Yardımcın olarak er Umut'u götürmeni istiyorum.” Son sözleri Başçavuş Çakmak'ı çok şaşırttı. “Komutanım, er Umut mu?” Yarbay Müftüoğlu sükunetle yanıtladı: “Evet, yardımcın olarak özellikle onu seçtim. O senin için güvenle geri dönebilme vaadim.” Bu sözler tuhaf geldi, bu yüzden Başçavuş Çakmak aklından geçenleri söyledi. “Komutanım, düşüncemi arz edebilir miyim? Müfrezemde oğlum gibi saydığım Çavuş Levent var. İyi bir asker, hiçbir şeyden korkmuyor ve beni gönderdiğiniz görevde bana çok iyi hizmet edeceğine inanıyorum.” Yarbay Müftüoğlu sakin ve kibarca, sözünü bağladı. “Hayır. Erle git. Er Umut'un senin için yapabileceği şeyi Çavuş Levent yapamaz. O bu görevin adamı. Çavuş Levent için başka planlarım var. Dediğim gibi, er Umut sana sağ salim dönüş sözüm. Emirlerime itaat et.” Başçavuş Çakmak komutanını selamlayarak ayrıldı. Konu kapanmıştı. Çakmak takımını topladı ve düşman hatlarının arkasındaki köprüyü imha etme görevi için hazırlık yaptı. Gecenin karanlığında on altı askerden oluşan takım, dağ yollarından gizlice köprüye doğru ilerledi. Köprü her iki tarafından da sıkı şekilde korunduğundan, plan askerlerin nehirden aşağı doğru yüzerek köprüye tırmanmaları ve dinamit yerleştirmeleriydi. Her şey planlandığı gibi gitti. Er Umut görevlerini beceriyle yerine getirdi, ancak bu esnada Başçavuş Çakmak düşünmekten kendini alamıyordu. “Çavuş Levent kesinlikle görevini en az onun kadar iyi yapabilirdi. Komutanımı bu emri vermeye iten neydi ki?” Türk askerleri dinamitleri patlatacak güvenli mesafeye çekildiler. Karanlık gökyüzünde parlak turuncu bir patlama ile köprü yıkıldı. Başçavuş Çakmak ve imha takımı olay yerinden kaçarken, dört Kuzey Kore askeriyle karşılaştılar. Adamların Birleşmiş Milletler askerleriyle karşılaştıklarında korkudan akıllarının çıktığı belli oluyordu. Ormana kaçmadan önce makineli tüfekle ateş açtılar. O sırada Başçavuş Çakmak vuruldu. Mermi sağ omzunu delip geçmişti. Askerler iki dal ve bir çarşaf ile sedye yaptılar. Başçavuşu ellerinden geldiği kadar hızlı bir şekilde ormandan geçirdiler. Fakat geceleyin ilerlemek zordu ve komutanları hızla kan kaybediyordu. Sonunda bir Kızılhaç tıbbi yardım karakolunun parlayan ışıklarını gördüler. Askerler komutanları için gerçekten endişeleniyorlardı ve acil yardım için doktorları uyandırdılar. Doktorlar adamın ezilmiş omzuna ve solgun yüzüne bakarak, “Bu adamın acilen kana ihtiyacı var” dediler. Başçavuş, cılızlaşmış sesiyle, “Beni ölüme terk edin. Kan grubum 0 RH negatif. Asla bulamazsınız” dedi. Tam o sırada er Umut öne çıktı. “Ben de 0 negatifim komutanım. Benim kanımı alabilirsiniz.” O zaman Başçavuş Çakmak, Yarbayının sözlerini hatırladı. “Onu özellikle seçtim. Çavuş Levent'in yapamayacağını o yapabilir. O senin vaadin.” Yarbay ödevini yapmıştı. Taburdaki tek bir adam onun hayatını kurtarabilirdi ve Yarbay her şeyi önceden tahmin etmişti. Başçavuş gözlerini kapadı ve Umut'un kanı kendi damarlarına akarken doktorların emin ellerinde dinlendi. Yarbaya bizzat teşekkür edebilmek için hayatta kaldı ve bir daha hiçbir zaman onun karar verme becerilerini sorgulamadı. O günden itibaren Çakmak, doğru çözümün her zaman çok belirgin olanın olmayabileceğini öğrendi. Avram de bu dersi almıştı. Bir zaman geleceğin nasıl şekillendiğini bildiğini sanmıştı, ancak Allah'ın başka bir planı vardı. O zaman, Allah'ın kararı Avram'a bir anlam ifade etmemişti. Fakat bunu imanla kabul etti ve tüm gizem ancak yıllar sonra çözüldü. Allah Avram'ın bilmediği bir şey biliyordu. Şimdi Yaratılış 17. bölüm, 1-6 ayetlerinden başlayarak, Kutsal Yazılar'dan okuyalım: 1 Avram doksan dokuz yaşındayken RAB ona görünerek, “Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'yım” dedi, “Benim yolumda yürü, kusursuz ol. 2 Seninle yaptığım antlaşmayı sürdürecek, soyunu alabildiğine çoğaltacağım.” 3 Avram yüzüstü yere kapandı. Tanrı, 4 “Seninle yaptığım antlaşma şudur” dedi, “Birçok ulusun babası olacaksın. 5 Artık adın Avram11 değil, İbrahim12 olacak. Çünkü seni birçok ulusun babası yapacağım. 6 Seni çok verimli kılacağım. Soyundan uluslar doğacak, krallar çıkacak. Bunlar, Allah'ın imanın babası Avram'a yaklaşık dört bin yıl önce söylediği gerçek sözler! Bu Allah'ın onunla yaptığı antlaşmaydı, ve Tevrat'ta Yaratılış kitapçığının 17. bölümünde yazılıdır. Ayrıca, Allah'ın bildirisinde tekrarlanan bir konu var. Allah Avram'a sürekli olarak büyük bir isim olacağını ve soyu aracılığıyla hatırlanacağını hatırlatıyor. Çocukları olmayan bir adamın yıllar boyunca “Yüce Baba” olarak adlandırılmasının ne kadar utandırıcı olduğunu tahmin edebilirsiniz! Fakat şimdi 99 yaşında olan ve tek oğlu 13 yaşındaki İsmail olan Avram, yeni bir ad alıyor. Adı bundan böyle “Yüce Baba” anlamına gelen Avram değil, “pek çok ulusun babası” anlamına gelen İbrahim olacaktı. Evet, Avram İbrahim peygamberdir! Öyküyü, Yaratılış 17. bölüm, 7-10 ayetlerinde okumaya devam edelim: 7 Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım. 8 Bir yabancı olarak yaşadığın toprakları, bütün Kenan ülkesini sonsuza dek mülkünüz olmak üzere sana ve soyuna vereceğim. Onların Tanrısı olacağım.” 9 Tanrı İbrahim'e, “Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız” dedi, 10 “Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek. Burada antlaşmanın simgesi olarak İbrahim'e ve tüm varislerine, “sonsuz bir antlaşma” olarak sünnet veriliyordu. Damadın düğünde geline altın vermesi gibi, Allah da İbrahim'e, Göksel Krallığın kendisine verdiği vaadin tanıklığı olarak sonsuza dek ayakta kalacak özel bir armağan veriyordu. Bu ilişkinin simgesi sünnetti. İbrahim'in mirası putperestlerden farklı olacaktı. O hem içeriden, hem de dışarıdan temiz olacaktı. Daha sonra Allah, onu samimiyetle izlemek isteyenlere kalplerinin sünnet edilmesi gerektiğini söyleyecekti! Antlaşma kanla onaylandı. Allah Söz'ünü verdi, insanların kanı aktı, iyileştiler ve daha sonra da bedenlerinde Allah'ın vaadinin bir işaretini taşıdılar. Kutsal Yazılar, Yaratılış 17. bölüm, 24. ve 25. ayetlerde şöyle diyor: 24 İbrahim sünnet olduğunda doksan dokuz yaşındaydı. 25 Oğlu İsmail on üç yaşında sünnet oldu. O sünnet gününde çok özel bir olay oldu. Sünnet antlaşmasının yanı sıra, Allah İbrahim'e bir vaat fısıldadı. Bunu 17. bölüm, 15-22 ayetlerinde okuyalım: 15 Tanrı, “Karın Saray'a gelince, ona artık Saray demeyeceksin” dedi, “Bundan böyle onun adı Sara13 olacak. 16 Onu kutsayacak, ondan sana bir oğul vereceğim. Onu kutsayacağım, ulusların anası olacak. Halkların kralları onun soyundan çıkacak.” 17 İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden, “Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?” dedi,“Doksan yaşındaki Sara doğurabilir mi?” 18 Sonra Tanrı'ya, “Keşke İsmail'i mirasçım kabul etseydin!” dedi. 19 Tanrı, “Hayır. Ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İshak14 koyacaksın” dedi, “Onunla ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim. 20 İsmail'e gelince, seni işittim. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım. On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım. 21 Ancak antlaşmamı gelecek yıl bu zaman Sara'nın doğuracağı oğlun İshak'la sürdüreceğim. ” 22 Tanrı İbrahim'le konuşmasını bitirince ondan ayrılıp yukarıya çekildi. Allah tabii ki İbrahim'in ilk oğlu İsmail'i seviyordu. Böylece aynı gün, İsmail'in büyük biri olacağı ve kutsanacağı vaadi de verildi. Allah onu büyük bir ulus yapmayı vaat etti. Hatta Allah geleceğini önceden bildirdi ve ondan 12 bey doğacağını söyledi. Bu İbrahim için yeterli değildi ve Allah'a sordu, “Neden başka bir oğula ihtiyacım var? Sonsuz antlaşma'yı oğlum İsmail aracılığıyla gerçekleştiremez misin?” Fakat Allah sözlerinde kararlıydı. İşte burada bir gizem var. İsmail, İbrahim'in oğlu olarak ve sünnetli olduğu için sonsuz antlaşmanın bir parçası olmasına rağmen, bu antlaşmanın yerine getirilmesinde İshak'ın yapabileceği bir şey vardı. Fakat Allah bunun ne olduğunu bildirmiyor. Özet olarak “İsmail için planlarım var. Fakat İshak'ta senin bilmediğin bir şeyler var” diyor. Allah'ın sözleri kelimesi kelimesine 20. ve 21. ayetlerde görülebilir: 20 İsmail'e gelince, seni işittim. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım. On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım. 21 Ancak antlaşmamı gelecek yıl bu zaman Sara'nın doğuracağı oğlun İshak'la sürdüreceğim. Ve konu böylece kapanıyor. Tıpkı Yarbay Müftüoğlu'nun Çakmak'ın bilmediği bir şeyi bildiği gibi, Allah da İbrahim'in bilmediği bir şeyi biliyordu. Şimdi konuyla ilgili bir öykü düşünün. Bir zamanlar İstanbul'da yaşayan fakir bir emekli ilkokul öğretmeni varmış, karısıyla birlikte ikinci el yemek masası almaya çıkmışlar. Bu çift kızlarını üniversitede okuttuğundan, her bir kuruş onlar için çok değerliymiş. Yanlarına 200 TL alarak, iyi bir pazarlık yapabilme umuduyla dükkân dükkân gezmişler. İşleri bir türlü yolunda gitmiyormuş, zira kadın sürekli olarak sandalyelerin oynak oluşlarından şikâyet ediyormuş. Sonunda bir ikinci el mobilya dükkânında kadın istediği gibi bir masa bulmuş. Kadın her sandalyeyi tek tek denerken, kocası da dükkânın arka tarafında sarılı olarak duran halıları karıştırmaya başlamış. Adam halıların fiyatlarını sormuş. Fiyatları 70 ile 100 TL arasında değişiyormuş. Bu sırada karısı masa ile yedi sandalyenin (sekizincisi parçalanmış) fiyatını pazarlıkla 180 TL'ye indirdiği için kendisiyle gurur duyuyormuş. Kocasından 200 TL'yi istemiş. Ancak kocası dükkâncıya 100 TL uzatarak, “Bu eski halıyı alıyorum” demiş. Kadın çok bozulmuş! Dükkâncının önünde bile dilini tutmayarak adama bağırmaya başlamış! “Ne? Halıya ihtiyacımız yok! Buraya masa almaya geldik. Bana bir yıldan beri masa sözün var ve bu parayı hurda kâğıtmış gibi harcıyorsun! Pazarlık bile yapmadın! Deli misin sen?” Dükkâncı, adam için utanmış, ancak ne yapabilirmiş ki? Yaşlı kadın sözüne devam ederek yedi sandalyeden birine oturmuş. “Bu dükkândan o pireli eski halıyla çıkmayacağım. Ya bana bu masayı alırsın, ya da eve gelmem!” Sonunda, adam halıyı omzuna almış, dükkâncıya selam vererek dışarı çıkmış ve köşede karısını beklemiş. Karısını tanıyormuş. Kadın 15 dakika sonra dükkândan çıkarak adamı aramaya başlamış. Adama daha da çok dırdır etmiş. İkisi halıyla birlikte otobüse binmişler ve kadın tüm yol boyunca yaşlı öğretmenin başının etini yemiş. Adam karısının kendisini yaylım ateşine tuttuğu sırasında ağzını hep kapalı tutmuş. Dolmuşa binmişler, kadın taarruzu yine sürdürmüş. 4. kattaki evlerine girmişler ve adam halıyı yere sermiş. Halının kenarları aşınmış, püskülleri yıpranmış. Bir köşede boş bir nokta varmış. Kadın kocasına ağzına geleni söylemiş! Tüm bu esnada emekli ilkokul öğretmeni hafif sesle kendi kendine konuşarak halıyı takdir ediyor, etrafında dolaşarak, “Şu madalyona, yaprak desenine, lalelere bak” diyormuş. Sonra halıyı sararak, karısını kapıdan bağırır halde bırakıp çıkıp gitmiş. Yaşlı öğretmen iki gün eve gelmemiş! Bu esnada davranışından pişmanlık duyan karısı, adamın temelli gittiğinden korkarak çılgına dönmüş. Ancak üçüncü gün adam geri gelmiş. Yeni bir takım elbise ve yeni ayakkabılar giyinmiş. Karısına altın bir bilezik vererek şunları söylemiş: “40 yıllık eşim –bilmeni isterim ki bugün sana yeni bir masa ile sandalyeler getirilecek– fakat bu masada yemek yiyebilmek için deniz kıyısındaki yeni evimize gitmen gerekecek. O halı, canım, bir saray halısıydı, Fatih Sultan Mehmet zamanından kalma ve Hamza'nın eseriydi.” Öykünün devamına göre, hayatlarının geri kalanında bolluk içinde yaşamalarına rağmen, adam karısına yemek masası için yediden fazla sandalye almayı reddetmiş – bir daha kocasını asla sorgulamaması için bir hatırlatıcı olarak. Tıpkı bilge hocanın karısının yalvarmalarına rağmen gizli planına sadık kalması gibi, Allah'ın da bir bildiği vardı. Çoğunlukla, haberimiz olmayan bir bilgi parçası vardır – bilecek olsaydık, birdenbire Allah'ın planlarının mükemmel derecede mantıklı geleceği, tek bir ayrıntı. Ancak İbrahim Peygamber, öğretmenin karısından daha iyi terbiyeliydi! Allah'ın eylemlerini anlamamasına rağmen, kendine hakim olarak Allah'ın yolunu izledi. İbrahim ve İsmail o gün sünnet oldular. Acaba İsmail'i ve yaşlı babası İbrahim'i ata bindirmişler miydi? Müzik eşliğinde halay çekilmiş miydi? Sara ve Hacer pirinç pilavı, nohut ve kuzu pişirmişler miydi? Yoksa ilk sünnet çok özel bir an mıydı? Bilmiyoruz. Ancak emin olabileceğimiz bir şey var ki, İbrahim yarası iyileşirken kendi kendine düşünmüştür: “Bana başka bir oğul doğacak. Bir mucize çocuk. Neden, Allah'ım? Planın nedir?”


Beklenmedik Bir Vaat Ein unerwartetes Versprechen An Unexpected Promise

Hiç birisi için sürpriz bir parti düzenlediniz mi? Have you ever thrown a surprise party for someone? Bazen sır saklamak zordur. Sometimes it's hard to keep a secret. Birinin gözlerine bakarak, ondan bir şey gizlediğinizi bile bile onunla konuşmak kolay değildir. It is not easy to talk to someone by looking into their eyes, knowing that you are hiding something from them. Özellikle de o gizlenen bilgi iyi bir şeyse! Especially if that hidden information is a good thing! Bu dersimizde Allah'ın Avram'la konuştuğu, ancak onun için planladığı her şeyi ona bildiremediği bir zamanı öğreneceğiz. In this lesson, we will learn about a time when God spoke to Abram but failed to inform him of everything he had planned for him. Allah Avram'a onu hayrete düşüren talimatlar verdi. God gave Abram instructions that astonished him. Avram'ın anlayamadığı gizem neydi? What was the mystery that Abram couldn't understand? Önce başka bir öyküyle başlayalım. Let's start with another story first. Kore Savaşı'nda, Kuzey Korelilerin aylar süren acımasız saldırılarından sonra, müşterek kuvvetler stratejik bir karşı taarruz planladılar. In the Korean War, after months of brutal attacks by the North Koreans, the joint forces planned a strategic counteroffensive. Taarruz çok başarılıydı, Kuzey Kore ordusunun bir tam tümeni tecrit edildi ve on binlerce Korelinin özgürlüğü güvenceye alındı. The offensive was very successful, a full division of the North Korean army was isolated and the freedom of tens of thousands of Koreans was secured. Yarbay Müftüoğlu (takma isim) taarruzu planlayanlardan biriydi. Lieutenant Colonel Müftüoğlu (alias) was one of those who planned the attack. Emri altındaki herkesin saygısını kazanmış, doğru ve dürüst bir adamdı. He was a righteous and honest man who earned the respect of all under his command. Kore Savaşı'nda onun gibi daha fazla adama ihtiyaç vardı, Amerikalılar böyle parlak bir strateji uzmanına ve komutana sahip oldukları için çok şanslıydılar. The Korean War needed more men like him, the Americans were very lucky to have such a brilliant strategist and commander. Taburunda nam salmış 700 Türk vardı. There were 700 well-known Turks in his battalion. Taburun personeli arasında, Türk ordusuna itibar kazandıran bir asker olan Başçavuş Mehmet Çakmak yer alıyordu. Among the staff of the battalion was Sergeant Major Mehmet Çakmak, a soldier who brought credit to the Turkish army. Biraz fevri olmasına rağmen, aynı zamanda sadık, korkusuz, emirlere itaat eden ve emir vermeyi bilen bir adamdı. Although somewhat impulsive, he was also a loyal, fearless man who obeyed and knew how to give orders. Yarbay Müftüoğlu uluslararası koalisyonla toplantı yaptıktan sonra, acil bir toplantı için güvendiği dostu Başçavuş Çakmak'ı çağırdı. After meeting with the international coalition, Lieutenant Colonel Müftüoğlu summoned his trusted friend, Sergeant Major Çakmak, for an emergency meeting. “Çakmak, yarın Kuzey Korelilere saldırıyoruz, senin görevin kilit önemde bir köprüyü imha etmek. “Cakmak, we are attacking the North Koreans tomorrow, your task is to destroy a key bridge. Bu son derece önemli bir görev ve seni bu iş için özellikle seçtim. Yardımcın olarak er Umut'u götürmeni istiyorum.” Son sözleri Başçavuş Çakmak'ı çok şaşırttı. I want you to take Private Hope as your assistant.” His last words surprised Sergeant Çakmak. “Komutanım, er Umut mu?” Yarbay Müftüoğlu sükunetle yanıtladı: “Evet, yardımcın olarak özellikle onu seçtim. O senin için güvenle geri dönebilme vaadim.” Bu sözler tuhaf geldi, bu yüzden Başçavuş Çakmak aklından geçenleri söyledi. That's my promise to you that I can return safely.” Those words sounded strange, so Sergeant Çakmak said what was on his mind. “Komutanım, düşüncemi arz edebilir miyim? “Commander, may I offer my opinion? Müfrezemde oğlum gibi saydığım Çavuş Levent var. İyi bir asker, hiçbir şeyden korkmuyor ve beni gönderdiğiniz görevde bana çok iyi hizmet edeceğine inanıyorum.” Yarbay Müftüoğlu sakin ve kibarca, sözünü bağladı. He is a good soldier, fears nothing, and I believe he will serve me well in the mission you sent me on.” Lieutenant Colonel Müftüoğlu calmly and politely kept his word. “Hayır. Erle git. Er Umut'un senin için yapabileceği şeyi Çavuş Levent yapamaz. O bu görevin adamı. He is the man of this mission. Çavuş Levent için başka planlarım var. Dediğim gibi, er Umut sana sağ salim dönüş sözüm. As I said, er Umut, my promise to return safely to you. Emirlerime itaat et.” Başçavuş Çakmak komutanını selamlayarak ayrıldı. Konu kapanmıştı. The matter was closed. Çakmak takımını topladı ve düşman hatlarının arkasındaki köprüyü imha etme görevi için hazırlık yaptı. Gecenin karanlığında on altı askerden oluşan takım, dağ yollarından gizlice köprüye doğru ilerledi. Köprü her iki tarafından da sıkı şekilde korunduğundan, plan askerlerin nehirden aşağı doğru yüzerek köprüye tırmanmaları ve dinamit yerleştirmeleriydi. Her şey planlandığı gibi gitti. Everything went as planned. Er Umut görevlerini beceriyle yerine getirdi, ancak bu esnada Başçavuş Çakmak düşünmekten kendini alamıyordu. Private Umut fulfilled his duties skillfully, however, Sergeant Çakmak could not help thinking. “Çavuş Levent kesinlikle görevini en az onun kadar iyi yapabilirdi. “Sergeant Levent could certainly have done his duty at least as well as he did. Komutanımı bu emri vermeye iten neydi ki?” Türk askerleri dinamitleri patlatacak güvenli mesafeye çekildiler. What prompted my commander to give this order?" Turkish soldiers retreated to a safe distance to explode the dynamite. Karanlık gökyüzünde parlak turuncu bir patlama ile köprü yıkıldı. With a bright orange explosion in the dark sky, the bridge collapsed. Başçavuş Çakmak ve imha takımı olay yerinden kaçarken, dört Kuzey Kore askeriyle karşılaştılar. As Sergeant Major Çakmak and the extermination team fled the scene, they encountered four North Korean soldiers. Adamların Birleşmiş Milletler askerleriyle karşılaştıklarında korkudan akıllarının çıktığı belli oluyordu. When the men encountered the United Nations soldiers, it was obvious that they were out of their minds with fear. Ormana kaçmadan önce makineli tüfekle ateş açtılar. They opened fire with a machine gun before fleeing into the forest. O sırada Başçavuş Çakmak vuruldu. At that time, Sergeant Major Çakmak was shot. Mermi sağ omzunu delip geçmişti. The bullet had pierced his right shoulder. Askerler iki dal ve bir çarşaf ile sedye yaptılar. Başçavuşu ellerinden geldiği kadar hızlı bir şekilde ormandan geçirdiler. They drove the sergeant major through the woods as fast as they could. Fakat geceleyin ilerlemek zordu ve komutanları hızla kan kaybediyordu. But advancing at night was difficult, and their commander was bleeding rapidly. Sonunda bir Kızılhaç tıbbi yardım karakolunun parlayan ışıklarını gördüler. Finally, they saw the glowing lights of a Red Cross medical outpost. Askerler komutanları için gerçekten endişeleniyorlardı ve acil yardım için doktorları uyandırdılar. Doktorlar adamın ezilmiş omzuna ve solgun yüzüne bakarak, “Bu adamın acilen kana ihtiyacı var” dediler. Başçavuş, cılızlaşmış sesiyle, “Beni ölüme terk edin. The sergeant major said in his feeble voice, “Leave me to die. Kan grubum 0 RH negatif. Asla bulamazsınız” dedi. Tam o sırada er Umut öne çıktı. Just then, private Umut came forward. “Ben de 0 negatifim komutanım. Benim kanımı alabilirsiniz.” O zaman Başçavuş Çakmak, Yarbayının sözlerini hatırladı. “Onu özellikle seçtim. Çavuş Levent'in yapamayacağını o yapabilir. O senin vaadin.” Yarbay ödevini yapmıştı. Taburdaki tek bir adam onun hayatını kurtarabilirdi ve Yarbay her şeyi önceden tahmin etmişti. Başçavuş gözlerini kapadı ve Umut'un kanı kendi damarlarına akarken doktorların emin ellerinde dinlendi. The Sergeant Major closed his eyes and rested in the doctors' safe hands as Hope's blood flowed through his own veins. Yarbaya bizzat teşekkür edebilmek için hayatta kaldı ve bir daha hiçbir zaman onun karar verme becerilerini sorgulamadı. He survived to thank the lieutenant colonel personally and never again questioned his decision-making skills. O günden itibaren Çakmak, doğru çözümün her zaman çok belirgin olanın olmayabileceğini öğrendi. From that day on, Cakmak learned that the right solution may not always be the obvious one. Avram de bu dersi almıştı. Bir zaman geleceğin nasıl şekillendiğini bildiğini sanmıştı, ancak Allah'ın başka bir planı vardı. He once thought he knew how the future was taking shape, but God had another plan. O zaman, Allah'ın kararı Avram'a bir anlam ifade etmemişti. At that time, God's decision made no sense to Abram. Fakat bunu imanla kabul etti ve tüm gizem ancak yıllar sonra çözüldü. Allah Avram'ın bilmediği bir şey biliyordu. Şimdi Yaratılış 17. bölüm, 1-6 ayetlerinden başlayarak, Kutsal Yazılar'dan okuyalım: 1 Avram doksan dokuz yaşındayken RAB ona görünerek, “Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'yım” dedi, “Benim yolumda yürü, kusursuz ol. Now, starting from Genesis 17, verses 1-6, let's read from the Scriptures: 1 When Abram was ninety-nine years old, the LORD appeared to him and said, "I am God Almighty," saying, "Walk in my way, be blameless. 2 Seninle yaptığım antlaşmayı sürdürecek, soyunu alabildiğine çoğaltacağım.” 3 Avram yüzüstü yere kapandı. 2 I will uphold the covenant I made with you, and multiply your lineage to the fullest.” 3 Abram fell on his face. Tanrı, 4 “Seninle yaptığım antlaşma şudur” dedi, “Birçok ulusun babası olacaksın. 4 “This is the covenant I have made with you,” said God, “that you will be the father of many nations. 5 Artık adın Avram11 değil, İbrahim12 olacak. Çünkü seni birçok ulusun babası yapacağım. 6 Seni çok verimli kılacağım. 6 I will make you very productive. Soyundan uluslar doğacak, krallar çıkacak. Nations will be born from his descendants, kings will emerge. Bunlar, Allah'ın imanın babası Avram'a yaklaşık dört bin yıl önce söylediği gerçek sözler! These are the true words of God to Abram, the father of faith, nearly four thousand years ago! Bu Allah'ın onunla yaptığı antlaşmaydı, ve Tevrat'ta Yaratılış kitapçığının 17. bölümünde yazılıdır. Ayrıca, Allah'ın bildirisinde tekrarlanan bir konu var. Also, there is a recurring theme in God's message. Allah Avram'a sürekli olarak büyük bir isim olacağını ve soyu aracılığıyla hatırlanacağını hatırlatıyor. God is constantly reminding Abram that he will be a great name and will be remembered through his descendants. Çocukları olmayan bir adamın yıllar boyunca “Yüce Baba” olarak adlandırılmasının ne kadar utandırıcı olduğunu tahmin edebilirsiniz! Fakat şimdi 99 yaşında olan ve tek oğlu 13 yaşındaki İsmail olan Avram, yeni bir ad alıyor. Adı bundan böyle “Yüce Baba” anlamına gelen Avram değil, “pek çok ulusun babası” anlamına gelen İbrahim olacaktı. Evet, Avram İbrahim peygamberdir! Yes, Abram is the prophet Abraham! Öyküyü, Yaratılış 17. bölüm, 7-10 ayetlerinde okumaya devam edelim: 7 Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım. I will be the God of your descendants after you. 8 Bir yabancı olarak yaşadığın toprakları, bütün Kenan ülkesini sonsuza dek mülkünüz olmak üzere sana ve soyuna vereceğim. 8 I will give you and your descendants your land as a foreigner, the whole land of Canaan, to be your possession forever. Onların Tanrısı olacağım.” 9 Tanrı İbrahim'e, “Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız” dedi, 10 “Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek. Burada antlaşmanın simgesi olarak İbrahim'e ve tüm varislerine, “sonsuz bir antlaşma” olarak sünnet veriliyordu. Damadın düğünde geline altın vermesi gibi, Allah da İbrahim'e, Göksel Krallığın kendisine verdiği vaadin tanıklığı olarak sonsuza dek ayakta kalacak özel bir armağan veriyordu. Just as the groom gave gold to the bride at the wedding, God gave Abraham a special gift that would last forever as a testament to the promise the Heavenly Kingdom had made to him. Bu ilişkinin simgesi sünnetti. İbrahim'in mirası putperestlerden farklı olacaktı. Abraham's legacy would be different from that of the pagans. O hem içeriden, hem de dışarıdan temiz olacaktı. Daha sonra Allah, onu samimiyetle izlemek isteyenlere kalplerinin sünnet edilmesi gerektiğini söyleyecekti! Later, God would tell those who wanted to follow him sincerely that their hearts should be circumcised! Antlaşma kanla onaylandı. Allah Söz'ünü verdi, insanların kanı aktı, iyileştiler ve daha sonra da bedenlerinde Allah'ın vaadinin bir işaretini taşıdılar. Kutsal Yazılar, Yaratılış 17. bölüm, 24. ve 25. ayetlerde şöyle diyor: 24 İbrahim sünnet olduğunda doksan dokuz yaşındaydı. 25 Oğlu İsmail on üç yaşında sünnet oldu. O sünnet gününde çok özel bir olay oldu. Sünnet antlaşmasının yanı sıra, Allah İbrahim'e bir vaat fısıldadı. Bunu 17. bölüm, 15-22 ayetlerinde okuyalım: 15 Tanrı, “Karın Saray'a gelince, ona artık Saray demeyeceksin” dedi, “Bundan böyle onun adı Sara13 olacak. 16 Onu kutsayacak, ondan sana bir oğul vereceğim. 16 I will bless him, and I will give you a son by him. Onu kutsayacağım, ulusların anası olacak. Halkların kralları onun soyundan çıkacak.” 17 İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. Kings of peoples will descend from him.” 17 Abraham fell on his face and laughed. İçinden, “Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?” dedi,“Doksan yaşındaki Sara doğurabilir mi?” 18 Sonra Tanrı'ya, “Keşke İsmail'i mirasçım kabul etseydin!” dedi. 19 Tanrı, “Hayır. Ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İshak14 koyacaksın” dedi, “Onunla ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim. 20 İsmail'e gelince, seni işittim. 20 As for Ishmael, I heard you. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım. On iki beyin babası olacak. He will have twelve brains. Soyunu büyük bir ulus yapacağım. 21 Ancak antlaşmamı gelecek yıl bu zaman Sara'nın doğuracağı oğlun İshak'la sürdüreceğim. ” 22 Tanrı İbrahim'le konuşmasını bitirince ondan ayrılıp yukarıya çekildi. Allah tabii ki İbrahim'in ilk oğlu İsmail'i seviyordu. Böylece aynı gün, İsmail'in büyük biri olacağı ve kutsanacağı vaadi de verildi. Allah onu büyük bir ulus yapmayı vaat etti. Hatta Allah geleceğini önceden bildirdi ve ondan 12 bey doğacağını söyledi. Bu İbrahim için yeterli değildi ve Allah'a sordu, “Neden başka bir oğula ihtiyacım var? This was not enough for Abraham and he asked God, “Why do I need another son? Sonsuz antlaşma'yı oğlum İsmail aracılığıyla gerçekleştiremez misin?” Fakat Allah sözlerinde kararlıydı. Can't you fulfill the eternal covenant through my son Ishmael?" But God was firm in his words. İşte burada bir gizem var. Here is a mystery. İsmail, İbrahim'in oğlu olarak ve sünnetli olduğu için sonsuz antlaşmanın bir parçası olmasına rağmen, bu antlaşmanın yerine getirilmesinde İshak'ın yapabileceği bir şey vardı. Although Ishmael was part of the eternal covenant as Abraham's son and circumcised, there was something Isaac could do in fulfilling that covenant. Fakat Allah bunun ne olduğunu bildirmiyor. But God does not reveal what it is. Özet olarak “İsmail için planlarım var. In summary, “I have plans for Ismail. Fakat İshak'ta senin bilmediğin bir şeyler var” diyor. But there is something about Isaac that you do not know.” Allah'ın sözleri kelimesi kelimesine 20. ve 21. ayetlerde görülebilir: 20 İsmail'e gelince, seni işittim. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım. On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım. 21 Ancak antlaşmamı gelecek yıl bu zaman Sara'nın doğuracağı oğlun İshak'la sürdüreceğim. Ve konu böylece kapanıyor. Tıpkı Yarbay Müftüoğlu'nun Çakmak'ın bilmediği bir şeyi bildiği gibi, Allah da İbrahim'in bilmediği bir şeyi biliyordu. Şimdi konuyla ilgili bir öykü düşünün. Bir zamanlar İstanbul'da yaşayan fakir bir emekli ilkokul öğretmeni varmış, karısıyla birlikte ikinci el yemek masası almaya çıkmışlar. Once upon a time, there was a poor retired primary school teacher living in Istanbul, and he and his wife went out to buy a second-hand dinner table. Bu çift kızlarını üniversitede okuttuğundan, her bir kuruş onlar için çok değerliymiş. Yanlarına 200 TL alarak, iyi bir pazarlık yapabilme umuduyla dükkân dükkân gezmişler. They took 200 TL with them and went from shop to shop in the hope of making a good bargain. İşleri bir türlü yolunda gitmiyormuş, zira kadın sürekli olarak sandalyelerin oynak oluşlarından şikâyet ediyormuş. Things were not going well, because the woman was constantly complaining that the chairs were loose. Sonunda bir ikinci el mobilya dükkânında kadın istediği gibi bir masa bulmuş. Kadın her sandalyeyi tek tek denerken, kocası da dükkânın arka tarafında sarılı olarak duran halıları karıştırmaya başlamış. While the woman tried each chair one by one, her husband began to rummage through the rolled up carpets at the back of the shop. Adam halıların fiyatlarını sormuş. The man asked the prices of the carpets. Fiyatları 70 ile 100 TL arasında değişiyormuş. Prices ranged from 70 to 100 TL. Bu sırada karısı masa ile yedi sandalyenin (sekizincisi parçalanmış) fiyatını pazarlıkla 180 TL'ye indirdiği için kendisiyle gurur duyuyormuş. Meanwhile, his wife was proud of herself for having bargained down the price of the table and seven chairs (the eighth of which was broken) to 180 TL. Kocasından 200 TL'yi istemiş. Ancak kocası dükkâncıya 100 TL uzatarak, “Bu eski halıyı alıyorum” demiş. Kadın çok bozulmuş! The woman is so upset! Dükkâncının önünde bile dilini tutmayarak adama bağırmaya başlamış! “Ne? Halıya ihtiyacımız yok! Buraya masa almaya geldik. Bana bir yıldan beri masa sözün var ve bu parayı hurda kâğıtmış gibi harcıyorsun! You've promised me a desk for over a year and you're wasting that money like scrap paper! Pazarlık bile yapmadın! Deli misin sen?” Dükkâncı, adam için utanmış, ancak ne yapabilirmiş ki? Are you crazy?" The shopkeeper was embarrassed for the man, but what could he do? Yaşlı kadın sözüne devam ederek yedi sandalyeden birine oturmuş. The old woman continued her speech and sat down in one of the seven chairs. “Bu dükkândan o pireli eski halıyla çıkmayacağım. “I'm not leaving this shop with that old flea carpet. Ya bana bu masayı alırsın, ya da eve gelmem!” Sonunda, adam halıyı omzuna almış, dükkâncıya selam vererek dışarı çıkmış ve köşede karısını beklemiş. Either you buy me this table, or I won't come home!” Finally, the man picked up the rug, bowed to the shopkeeper, and went outside to wait for his wife in the corner. Karısını tanıyormuş. He knew his wife. Kadın 15 dakika sonra dükkândan çıkarak adamı aramaya başlamış. The woman left the shop 15 minutes later and started looking for the man. Adama daha da çok dırdır etmiş. He nagged the man even more. İkisi halıyla birlikte otobüse binmişler ve kadın tüm yol boyunca yaşlı öğretmenin başının etini yemiş. The two of them got on the bus with the carpet, and the woman ate the old teacher's head all the way through. Adam karısının kendisini yaylım ateşine tuttuğu sırasında ağzını hep kapalı tutmuş. The man always kept his mouth shut while his wife was shooting him. Dolmuşa binmişler, kadın taarruzu yine sürdürmüş. They got on the minibus and the woman continued the attack again. 4\. kattaki evlerine girmişler ve adam halıyı yere sermiş. Halının kenarları aşınmış, püskülleri yıpranmış. Bir köşede boş bir nokta varmış. There was an empty spot in a corner. Kadın kocasına ağzına geleni söylemiş! Tüm bu esnada emekli ilkokul öğretmeni hafif sesle kendi kendine konuşarak halıyı takdir ediyor, etrafında dolaşarak, “Şu madalyona, yaprak desenine, lalelere bak” diyormuş. Sonra halıyı sararak, karısını kapıdan bağırır halde bırakıp çıkıp gitmiş. Yaşlı öğretmen iki gün eve gelmemiş! Bu esnada davranışından pişmanlık duyan karısı, adamın temelli gittiğinden korkarak çılgına dönmüş. Meanwhile, his wife, who regretted her behavior, went crazy, afraid that the man was gone for good. Ancak üçüncü gün adam geri gelmiş. Yeni bir takım elbise ve yeni ayakkabılar giyinmiş. Karısına altın bir bilezik vererek şunları söylemiş: “40 yıllık eşim –bilmeni isterim ki bugün sana yeni bir masa ile sandalyeler getirilecek– fakat bu masada yemek yiyebilmek için deniz kıyısındaki yeni evimize gitmen gerekecek. He gave his wife a gold bracelet and said: “My wife of 40 years – I want you to know that a new table and chairs will be brought to you today – but to dine at this table you will have to go to our new house by the sea. O halı, canım, bir saray halısıydı, Fatih Sultan Mehmet zamanından kalma ve Hamza'nın eseriydi.” Öykünün devamına göre, hayatlarının geri kalanında bolluk içinde yaşamalarına rağmen, adam karısına yemek masası için yediden fazla sandalye almayı reddetmiş – bir daha kocasını asla sorgulamaması için bir hatırlatıcı olarak. Tıpkı bilge hocanın karısının yalvarmalarına rağmen gizli planına sadık kalması gibi, Allah'ın da bir bildiği vardı. Çoğunlukla, haberimiz olmayan bir bilgi parçası vardır – bilecek olsaydık, birdenbire Allah'ın planlarının mükemmel derecede mantıklı geleceği, tek bir ayrıntı. Often there is a piece of information that we are unaware of – a single detail that would suddenly make perfect sense to God's plans if we were to know. Ancak İbrahim Peygamber, öğretmenin karısından daha iyi terbiyeliydi! But the Prophet Abraham was better mannered than the teacher's wife! Allah'ın eylemlerini anlamamasına rağmen, kendine hakim olarak Allah'ın yolunu izledi. Although he did not understand God's actions, he followed God's way with self-control. İbrahim ve İsmail o gün sünnet oldular. Ibrahim and Ismail were circumcised that day. Acaba İsmail'i ve yaşlı babası İbrahim'i ata bindirmişler miydi? Did they put Ishmael and his old father Ibrahim on horseback? Müzik eşliğinde halay çekilmiş miydi? Was the halay dance accompanied by music? Sara ve Hacer pirinç pilavı, nohut ve kuzu pişirmişler miydi? Did Sara and Hacer cook rice pilaf, chickpeas and lamb? Yoksa ilk sünnet çok özel bir an mıydı? Bilmiyoruz. Ancak emin olabileceğimiz bir şey var ki, İbrahim yarası iyileşirken kendi kendine düşünmüştür: “Bana başka bir oğul doğacak. Bir mucize çocuk. Neden, Allah'ım? Planın nedir?”