×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.

image

TED x Istanbul, Bizim Umuttan Bahsetmemiz Lazım | Kalben | TEDxIstanbul

Bizim Umuttan Bahsetmemiz Lazım | Kalben | TEDxIstanbul

Çeviri: Esra Çakmak Gözden geçirme: Figen Ergürbüz

(Alkış)

Size bugün, umutla ilgili konuşmak için

belki de beni seçmelerinin ne kadar yanlış olduğunu anlatacağım.

(Kahkaha)

Hayatımın o kadar büyük bir bölümünde umutlarımın kırılmasına izin verdim ki,

ama her seferinde yeniden umutlanacak kadar da ahmak oldum.

Böyle bir, iki uçlu hayatım oldu galiba

ta ki müzikle ve sizlerle müzik yolculuğunun içinde buluşana kadar.

Size ilk doğum günümü anlatmak istiyorum hatırladığım.

Annemle birlikte bir kırtasiyenin önünden geçiyoruz,

böyle mavi gözlü, pembe ipek kurdeleli böyle

bir Van kedisi görüyorum peluş vitrinde ve anneme diyorum ki,

"Anne ne olur, doğum günü hediyem olarak bana bu kediyi al."

Hayatta hatırladığım ilk keskin umudum.

En büyük umudum, o kediye sahip olma arzusu o sırada.

Annem de diyor ki, "Bizim gücümüz ona yetmez,

ama yanındaki küçük kutup ayısını alabiliriz."

Küçük kutup ayısını da

bayağı gazlı içecekler bedava filan dağıtıyor o zamanlarda,

yani benim için hiçbir anlamı yok onun hediye olarak.

Çok üzülüyorum, aradan bir süre geçiyor

ve önüme güzel bir doğum günü paketi geliyor büyükçe

belli ki içinde kutup ayısı yok,

diyorum ki "Kesin kedi çıkacak" ve kedi çıkıyor.

Ve ben o kediyle hiçbir zaman oynamaktan keyif almıyorum,

hiçbir zaman o kediyi sevmiyorum, hep kütüphanemin üstünde duruyor.

Buradan, insan olarak ne kadar ikiyüzlü olduğumu anlıyorum ilk çocukken.

Yani bir şeyi umut ediyorum,

ona istediğim zaman istediğim şekilde sahip olamadım diye

sonradan sahip olduğumda onunla ilgilenmiyorum.

Aradan bir zaman daha geçiyor; baktım bana peluşlardan bana hayır yok,

ilkokula başladığım zaman arkadaşım olacak, dostum olacak,

sonunda oyun arkadaşlarım olacak diye çok mutlu oluyorum.

Çünkü tek çocuğum o sırada, terasta kendi kendime konuşuyorum filan.

İlkokuldayken arkadaşlarımın olacağından çok umutluyum,

fakat bir gün beni kandırıyorlar,

diyorlar ki "Hep birlikte çeşmeye kadar koşacağız Kalben,

çeşmeye ilk sen varacak olursan, seni arkadaş grubumuza alıyoruz."

Çeşmeye kadar gerçekten Usain Bolt gibi koşuyorum

(Kahkaha)

ve ben çocukken de iri biriydim,

yani hani "bayağı" bir terliyorum, yoruluyorum filan o sırada,

ama koşuyorum ve geri dönüp baktığım zaman

benimle koşmadıklarını görüyorum arkadaşlarımın.

Bana kahkahalarla güldüklerini görüyorum.

Yine umutlarım kırılıyor insanlardan yana bu sefer.

13 yaşına geliyorum; baktım peluşlardan da, insanlardan da hayır yok

artık ergenlik dönemindeyim, yeni bir umudum var: Uçmak.

Her gece göğe bakıyorum ve kendi tanrıma yakarıyorum,

umudum uçmak, uçmak istiyorum.

Fiziksel olarak bunun imkânsız olduğunu bilsem de,

uçmaya kafayı taktım, en büyük umudum uçmak.

Sonra uçamadığım için,

Dünya'ya inmek durumunda kalıyorum

ve liseyi bitiriyorum, iyi bir okula başlıyorum.

O iyi okulu bitirirken çok iyi bir mesleğimin olacağını düşünüyorum,

iyi bir mesleğim olmuyor.

Sektörden sektöre geziyorum,

bir kadın olarak erkeklerle eşit maaş kazanamadığımı öğreniyorum.

Efendime söyleyeyim, satış temsilcisi olduğum zaman insanların

"Öğleden sonra bir viski içer miyiz?" gibi garip sorularıyla karşılaşıyorum.

(Kahkaha)

Lojistik sektöründe yönetici asistanlığı yapıyorum.

(Alkış) Çok tatlısınız, yapmayın.

Lojistik sektörüne giriyorum, yönetici asistanlığı yapacağım,

yöneticimin yanında böyle duran insan olacağımı zannederken

bulaşık yıkarken buluyorum kendimi.

(Kahkaha)

Sonra diyorum ki, "Sana buralarda hayır yok, sen okula dön."

Ve akademiye dönüyorum, yüksek lisansımı yapmaya karar veriyorum.

Rahmetli annem için anı saklamanın yolları üzerine,

yadirgârlar üzerine bir tez vermeye karar veriyorum.

O sırada dünya güzeli insanlarla tanışıyorum o tezi yazarken

ve o insanlar bana çok umut verdiler, öncelikle bunu söylemek istiyorum.

Eş zamanlı olarak,

gitar çalarken kapıma polis gönderen komşuma da buradan sesleniyorum.

(Kahkaha)

O bana hiç umut vermedi, aksine umutlarımı kıran insanlardan olmuştur,

ama umuyorum görüyordur şu an.

(Kahkaha)

Akademide ise aslında beklediğim özgürlüğün olmadığını,

yine birilerine karşı dobra olamayacağımı,

yine birilerini hoş tutmak zorunda olduğumu;

yine fikirlerimdense, o güne kadar düşünmüş insanların fikirlerini

bir araya getirerek yazılar yazabileceğimi anlıyorum.

Hatta şeyi sorduğumu çok iyi hatırlıyorum tez danışmanıma,

"Bütün tezi ben yazmıyor muyum?" diye.

Hani alıntı yapıyormuşuz filan sürekli.

Akademide de kendimce bir umut kırıklığına uğruyorum.

(Kahkaha) (Alkış)

Ve Türkiye'nin başkenti olan,

Melih başkanın artık terk etmeyi başardığı dünya güzeli Ankara'da...

(Alkış)

...sokakların nasıl değiştiğini,

kadınların nasıl içlerine kapandığını,

erkeklerin nasıl daha agresif olduğunu,

insanların nasıl iş yerlerine giderken mutsuzlaştığını,

parkların nasıl küçüldüğünü,

evlerin nasıl huzursuzlaştığını izlediğim bir sekiz seneden sonra;

işsiz olduğum için,

kendi kiram ve faturamı artık ödeyebilecek bir durumum

artık olmadığı için yüksek lisans mezunu biri olarak,

İstanbul'a taşınmaya karar veriyorum.

En büyük umudum 25 yaşında, İstanbul'a gelip faturamı ödeyebilmek.

Yani hiç görmediğim bir evin kirasını vermek

ve faturalarını ödemek için İstanbul'a geliyorum.

İstanbul'da yine çok farklı sektörlerde çalışmaya başlıyorum.

Yazarlık yaparken örneğin, senaryo yazarlığı,

bu durumu unutamıyorum: Böyle doksan sayfa filan yazmışım,

inanılmaz heyecanlıyım böyle gecelerce uyumamışım.

Sonra sevgili yapımcımız geldi,

senaryoyu okudu ve dedi ki, "Buna gülmezler"

ve attı.

Bütün umutlarımın o an çok net olarak crash sesleriyle,

cam kırıkları hâlinde parçalandığını hatırlıyorum.

Yani bir insan olarak ne kadar çok çalışsak da, uğraşsak da,

kendimize inansak da,

bazı konularda iyi olduğumuza kibirli olmamaya çalışarak inanmış olsak da,

yine de birileri gelip "Bu yeterince iyi değil,"

"Bu birilerini güldürmez,"

"Bunu satamayız,"

"Bu çok uzun,"

"Bu çok kısa"

"Buraya biraz renk katalım," falan diyebildiği için,

umutlarımız sürekli kırılabiliyordu.

Bunu İstanbul'da da görmeye devam ettim.

İşte bir siyasi partinin sosyal medya kampanyasını yaparken

özellikle yerel seçimlerde, bütün umutlarım o zaman kırıldı.

2014 yılıydı sanırım, bazı şeyleri çok daha yakından görme şansım oldu

ve ne yazık ki umutlarımın kırılmasına izin vermişim.

Şimdi geri dönüp baktığım zaman keşke hiç izin vermeseydim

ve her seferinde tekrar böyle ayağa kalksaydım diyorum ama

hep iş değiştirdim, hep alan değiştirdim.

Hep kendim için başka bir şey arayıp durdum.

Yani umutlarımın kırılmadığı, beni tuhaf bulmayan,

bana bu satmaz demeyen bir yer aradım hayatta her zaman.

Yani çeşmeye koşarken benimle birlikte koşabilecek insanları aradım.

Ya da ben uçmak isterken bana aptal gözüyle değil,

"Birlikte uçabiliriz" deyip elimi tutup

benimle belki de o sırada sadece duran insanları aradım.

Ve bu yolculuğun sonunda da müzik çıktı karşıma.

(Alkış)

Her zaman oradaydı ve de.

8 yaşında da oradaydı, 13 yaşında ilk gitarımı aldığımızda da oradaydı.

Blok flütle Fikret Kızılok çalarak annemi taciz ettiğim yıllarda da oradaydı.

Hep oradaydı aslında.

Ama ben onu hiçbir zaman insanların önüne çıkarmak istememiştim.

Umutlarımın kırılmasından çok korkuyordum çünkü.

En sevdiğim şeydi o çünkü.

Eğer o da kırılırsa ben ayakta durabileceğime inanmıyordum çünkü,

ama o kadar güzel bir buluşma ve karşılaşma oldu ki

umutlarımın kırılması ne demek,

geçmişte kırılan umutlarım onarıldı

ve dünyaya dair o kadar yeni kanallar açıldı,

o kadar büyük bir inançla doldum ki

çünkü Zonguldak'tan Isparta'ya,

Diyarbakır'dan Brüksel'e uzanan bir yolda harika insanlarla tanıştım,

ben dünyada bu kadar iyi insan olduğunu bilmiyordum.

Genelde böyle tanıştığım insanlar beni hep hayal kırıklığına uğrattıkları için,

harika insanlarla tanıştım ve bana çok gerçek hikâyeler anlattılar.

Hamile bir anne yanında çocuğuyla konsere gelmişti,

bana çok güzel bir hikâye anlattı.

70 yaşında bir büyükanne vardı, dişleri yok böyle başörtüsü var.

Geldi böyle,

"Kızım ben Haydi Söyle'yi çok seviyorum," dedi.

"Şaşırmadım anneannem, gel öpeyim," dedim.

(Kahkaha)

Çünkü o onu sevecek tabii ki

onun duygusu, onun ruhu ona çok hitap edecek.

Yani Taşikardi'de dans etmeyebilir tabii büyükannemiz, yani normal.

O kadar tatlı insanlarla tanıştım ki!

Sulukule Gönüllüleri ile tanıştım.

Rehber Köpekler Derneği için çalışan o dünya güzeli âmâ avukatla tanıştım.

Çanakkale'de çatıları yıkılmış evlerin çatılarına

güneş panelleri kurmak isteyen avukatlarla tanıştım.

Ondan sonracığıma, Zonguldak'ta hep birlikte böyle çalışma grubu kurup

parklarda benim şarkılarla dans eden dünya güzeli ergenlerle tanıştım.

Diş tellerinden artık utanmadığını söyleyen genç kızlarla,

genç erkeklerle tanıştım.

Kendi cinsinden birini sevdiği için el ele özgürce sokaklarda yürüyemediği hâlde

artık el ele özgürce yürüme cesaretini

bir şarkıdan aldığını söyleyen insanlarla tanıştım

ve bu, bana çok cesaret ve umut verdi.

Bu yolculuk bana çok umut veriyor,

yani ben burada size teşekkür etmek için varım bugün,

umutla ilgili çok bir şey bildiğim için değil.

(Alkış) Sağ olun.

Bildiğim bir şeyi yapacağım şimdi, konuşmaktan daha iyi olur umarım.

Sağ olun, çok heyecanlıyım hâlâ.

Bizim biraz umuttan bahsetmemiz lazım, değil mi?

Hep mutsuzluktan, karamsarlıktan, ülkesiz kalmış insanlardan,

fakirlikten, yalnızlıktan, hüzünden, birbirimizi kırdığımızdan,

birbirimize saldırdığımızdan,

birbirimize artık tahammülümüzün olmadığından,

onun öteki olduğundan,

bunun yabancı olduğundan bahsetmeye çok mu alıştık?

Alışmadık.

Bizim umuttan bahsetmemiz lazım.

[Müzik başlar]

♪ Falımdan bir bilet çıktı ♪

♪ Filmin adı Al Yazmalı ♪

♪ Gören var mı diye baktım ♪

♪ Yoktu ♪

♪ Filmin sonu çok zordu ♪

♪ Kimse görmez dedin usulca ♪

♪ Yoktun, bırakamadım bulunca ♪

♪ Yağmur başladı hâlimi sorarken ♪

♪ İyiyim dedim, yalan söyledim ♪

♪ Hatırlar mısın geniş ferah meydanları ♪

♪ Savaşsız ve sakin akşamları ♪

♪ Kafesteki bülbülleri ♪

♪ Yamuk kesilmiş kâkülleri ♪

♪ Göğe baktıran balkonları ♪

♪ Hiç unutmadım dedim ♪

♪ Islak gülümsedin ıslık çalarak ♪

♪ Hayal ettim bölüştüğümüzü Bir ekmeği oturarak ♪

♪ El ele Diz dize ♪

♪ Ve göz göze Bakışarak ♪

♪ Hiç ölmeden ♪

♪ Sonsuza kadar ♪

♪ Sonsuza kadar ♪

♪ Sonsuza kadar ♪

♪ Sonsuza kadar ♪

♪ Uzattın cebinden bileti ♪

♪ Çekerken elimden elini ♪

♪ Vazgeçtim bana yetmez artık ♪

♪ Kapadım o yara defterini ♪

♪ Ve işte böyledir ♪

♪ Küçük, kayıp, kısa, ayıp ♪

♪ Yalan yanlış bir aşkın hikâyesi ♪

♪ Ve işte böyledir ♪

♪ Küçük, kayıp, kısa, ayıp, ♪

♪ Yalan yanlış bir aşkın hikâyesi ♪

♪ Herkesi kandırır gölgesi ♪

(Müzik sona erer)

(Alkış)

İnsanlar toplumlara, toplumlar devletlere ve devletler birbirlerine...

Umut zincirimiz çok uzun ve hepimiz doğaya bağlıyız.

O yüzden birbirimize çok iyi davranalım, sınırlarımızı aşalım

ve hepimizin aynı dünyanın insanı olduğumuzu hatırlayalım her an,

sizi çok seviyorum, sağ olun. (Alkış)

Learn languages from TV shows, movies, news, articles and more! Try LingQ for FREE

Bizim Umuttan Bahsetmemiz Lazım | Kalben | TEDxIstanbul our|about hope|we must talk|necessary|from the heart|TEDxIstanbul علينا|الأمل|الحديث|يجب|من القلب|تيد إكس إسطنبول Wir müssen über Hoffnung reden | Kalben | TEDxIstanbul Πρέπει να μιλήσουμε για την ελπίδα | Kalben | TEDxIstanbul Nous devons parler d'espoir | Kalben | TEDxIstanbul Мы должны говорить о надежде | Kalben | TEDxIstanbul Vi måste prata om hopp | Kalben | TEDxIstanbul We need to talk about hope | Kalben | TEDxIstanbul يجب أن نتحدث عن الأمل | كالبن | TEDxIstanbul

Çeviri: Esra Çakmak Gözden geçirme: Figen Ergürbüz Перевод|Эсра|Чакмак|Просмотр||Фиген|Эргюрбюз translation|Esra|Çakmak|review|proofreading|Figen|Ergürbüz الترجمة|إسراء|تشاقماك|مراجعة|التحقق|فيجن|إرجوربوز Перевод: Эсра Чакмак Редактирование: Фиген Эргюрбюз Translation: Esra Çakmak Review: Figen Ergürbüz ترجمة: إسراء تشاكماك مراجعة: فيجن إرجوربوز

(Alkış) Аплодисменты applause تصفيق (Аплодисменты) (Applause) (تصفيق)

Size bugün, umutla ilgili konuşmak için to you|today|with hope|related|to talk|in order to لكم|اليوم|بالأمل|المتعلقة|الحديث|من أجل Сегодня я хочу поговорить с вами о надежде Today, I am here to talk to you about hope. اليوم، سأحدثكم عن الأمل

belki de beni seçmelerinin ne kadar yanlış olduğunu anlatacağım. |||выбором меня||||| maybe|also|me|their choosing|how|as|wrong|it is|I will explain ربما|أيضا|لي|اختيارهم|ما|مدى|خاطئ|أنه|سأخبر maybe I will explain how wrong it was for them to choose me. ربما سأخبرهم كم كان اختيارهم لي خاطئاً.

(Kahkaha) Laughter ضحك (Laughter) (ضحك)

Hayatımın o kadar büyük bir bölümünde umutlarımın kırılmasına izin verdim ki, my life|that|as|big|a|in part|my hopes|to break|permission|I gave|that حياتي|ذلك|مدى|كبير|جزء|في|آمالي|تحطيمها|إذن|أعطيت|لأن I allowed my hopes to be shattered for such a large part of my life, لقد سمحت بتحطيم آمالي لجزء كبير من حياتي,

ama her seferinde yeniden umutlanacak kadar da ahmak oldum. ||||надеюсь|||| but|every|time|again|to hope|as|also|fool|I became لكن|كل|مرة|مرة أخرى|سأشعر بالأمل|مدى|أيضا|غبي|كنت but each time I was foolish enough to hope again. لكنني كنت غبياً بما يكفي لأتمنى مرة أخرى في كل مرة.

Böyle bir, iki uçlu hayatım oldu galiba such|a|two|edged|my life|it became|I guess مثل هذا|واحد|اثنين|ذو طرفين|حياتي|أصبح|على ما يبدو I guess I had such a two-sided life. يبدو أن حياتي كانت من هذا النوع، ذو طرفين.

ta ki müzikle ve sizlerle müzik yolculuğunun içinde buluşana kadar. until|that|with music|and|with you|music|journey's|inside|I meet|until حتى|أن|بالموسيقى|و|معكم|الموسيقى|رحلتها|في|ألتقي|حتى Until I met the journey of music with music and you. حتى التقيت بالموسيقى وبكم في رحلة الموسيقى.

Size ilk doğum günümü anlatmak istiyorum hatırladığım. to you|first|birthday|my|to tell|I want|I remember لكم|الأول|عيد الميلاد|ميلادي|أريد أن أخبر|أريد|ما أتذكره I want to tell you about my first birthday that I remember. أريد أن أخبركم عن عيد ميلادي الأول الذي أتذكره.

Annemle birlikte bir kırtasiyenin önünden geçiyoruz, with my mother|together|a|stationery store's|in front of|we are passing مع أمي|معًا|واحد|المكتبة|من أمام|نحن نمر I am passing in front of a stationery store with my mother, نمر أمام محل قرطاسية مع أمي,

böyle mavi gözlü, pembe ipek kurdeleli böyle such|blue|eyed|pink|silk|ribboned|such مثل هذه|زرقاء|العينين|وردية|حرير|بشريط|مثل هذه mit blauen Augen und rosa Seidenbändchen I see such a blue-eyed, pink silk ribboned cat like this. مثل هذه العيون الزرقاء، مع شريط حرير وردي مثل هذا

bir Van kedisi görüyorum peluş vitrinde ve anneme diyorum ki, a|Van|cat|I see|plush|in the window|and|to my mother|I say|that قطة|فانية|قطة|أرى|محشوة|في الواجهة|و|لأمي|أقول| I see a Van cat in a plush display and I tell my mom, أرى قطة فان في واجهة عرض من الفرو وأقول لأمي,

"Anne ne olur, doğum günü hediyem olarak bana bu kediyi al." mom|what|please|birthday|day|my gift|as|to me|this|cat|buy أمي|ماذا|من فضلك|عيد|ميلاد|هديتي|ك|لي|هذه|القطة|اشتري "Mom please, buy me this cat as my birthday gift." "أمي، أرجوك، اشتري لي هذه القطة كهدية عيد ميلادي."

Hayatta hatırladığım ilk keskin umudum. in life|my first|first|sharp|my hope في الحياة|ما أتذكره|أول|حاد|أملي The first sharp hope I remember in my life. أول أمل حاد أتذكره في حياتي.

En büyük umudum, o kediye sahip olma arzusu o sırada. the|biggest|my hope|that|cat|owner|to be|desire|that|at that moment أكبر|كبير|أملي|ذلك|القط|مالك|أن أكون|الرغبة|في ذلك|الوقت My biggest hope was the desire to have that cat at that moment. أكبر أمل لي هو الرغبة في امتلاك تلك القطة في ذلك الوقت.

Annem de diyor ki, "Bizim gücümüz ona yetmez, my mother|also|she says|that|our|strength|to it|it is not enough أمي|أيضا|تقول|أن|قوتنا|قوتنا|له|لا تكفي My mother also says, "Our strength is not enough for that, وأمي تقول: "قوتنا لا تكفي لذلك,

ama yanındaki küçük kutup ayısını alabiliriz." but|next to it|small|polar|bear|we can take لكن|بجانبه|صغير|قطبي|الدب|يمكننا أن نأخذ but we can take the little polar bear next to it." لكن يمكننا أخذ دب القطب الصغير بجانبها."

Küçük kutup ayısını da small|polar|bear|also صغير|قطبي|الدب| We can also take the little polar bear. دب القطب الصغير أيضًا

bayağı gazlı içecekler bedava filan dağıtıyor o zamanlarda, quite|fizzy|drinks|free|etc|he/she is distributing|that|times عادي|غازي|مشروبات|مجانية|وما إلى ذلك|يوزع|ذلك|في تلك الأوقات they give away a lot of fizzy drinks for free during those times, في تلك الأوقات، كانوا يوزعون مشروبات غازية مجانية وما إلى ذلك،

yani benim için hiçbir anlamı yok onun hediye olarak. so|my|for|no|meaning|there is not|that|gift|as يعني|لي|من أجل|لا شيء|معنى|ليس|له|هدية|ك so it means nothing to me as a gift. أي أنه ليس له أي معنى بالنسبة لي كهدية.

Çok üzülüyorum, aradan bir süre geçiyor very|I am sad|after|a|period|it is passing جداً|أشعر بالحزن|بعد|فترة||تمر I feel very sad, some time passes أشعر بالحزن الشديد، ويمر بعض الوقت

ve önüme güzel bir doğum günü paketi geliyor büyükçe and|in front of me|nice|a|birthday|day|package|it is coming|quite big و|أمامي|جميل|حزمة|عيد ميلاد|يوم|هدية|تصل|كبيرة نوعاً ما and a nice big birthday package comes in front of me. ويأتي إليّ صندوق جميل لعيد ميلاد كبير.

belli ki içinde kutup ayısı yok, clear|that|inside|polar|bear|not exists واضح|أن|في داخله|قطب|دب|ليس clearly there is no polar bear inside, من الواضح أنه لا يوجد دب قطبي في الداخل,

diyorum ki "Kesin kedi çıkacak" ve kedi çıkıyor. I say|that|definitely|cat|it will come out|and|cat|it is coming out أقول|أن|بالتأكيد|قطة|ستخرج|و|قطة|تخرج I say "A cat will definitely come out" and a cat comes out. أقول "بالتأكيد ستخرج قطة" وتخرج القطة.

Ve ben o kediyle hiçbir zaman oynamaktan keyif almıyorum, and|I|that|with that cat|never|time|playing|pleasure|I do not get و|أنا|تلك|مع القطة|أبداً|وقت|اللعب|متعة|لا أستمتع And I never enjoy playing with that cat, وأنا لا أستمتع أبدًا باللعب مع تلك القطة,

hiçbir zaman o kediyi sevmiyorum, hep kütüphanemin üstünde duruyor. never|time|that|cat|I do not love|always|my bookshelf|on top of|it is standing أبداً|وقت|تلك|القطة|لا أحب|دائماً|مكتبتي|على|تقف I never love that cat, it always stays on top of my bookshelf. لا أحب تلك القطة أبدًا، إنها دائمًا على رف مكتبتي.

Buradan, insan olarak ne kadar ikiyüzlü olduğumu anlıyorum ilk çocukken. from here|human|as|how|much|two-faced|I am|I understand|first|when I was a child من هنا|إنسان|ك|كم|من|ذو وجهين|أنني|أفهم|أول|عندما كنت طفلاً From here, I realize how hypocritical I am as a human being since I was a child. من هنا، أفهم كم كنت منافقًا كإنسان عندما كنت طفلًا.

Yani bir şeyi umut ediyorum, so|a|thing|hope|I am doing يعني|شيء|الشيء|أمل|أمل So I hope for something, لذا، أنا آمل في شيء ما,

ona istediğim zaman istediğim şekilde sahip olamadım diye to it|I wanted|time|I wanted|way|possession|I couldn't have|because له|عندما أردت|وقت|عندما أردت|بطريقة|مالك|لم أستطع أن أكون| because I couldn't have it the way I wanted it when I wanted it, لأنني لم أستطع الحصول عليه بالطريقة التي أريدها في الوقت الذي أريده.

sonradan sahip olduğumda onunla ilgilenmiyorum. later|possession|when I had|with it|I am not interested لاحقًا|مالك|عندما كنت مالكًا|به|لا أهتم I don't care about it when I finally have it. وعندما حصلت عليه لاحقًا، لم أعد أهتم به.

Aradan bir zaman daha geçiyor; baktım bana peluşlardan bana hayır yok, in between|a|time|more|is passing|I looked|to me|from the stuffed animals|to me|no|there is not بعد|واحد|وقت|آخر|يمر|نظرت|إليّ|من الدمى|إليّ|خير|ليس Some more time passes; I see that there is no good from the plush toys, يمر بعض الوقت؛ نظرت، لم يكن هناك خير من الدمى بالنسبة لي,

ilkokula başladığım zaman arkadaşım olacak, dostum olacak, to primary school|I started|when|my friend|will be|my friend|will be المدرسة الابتدائية|عندما بدأت|وقت|سيكون صديقي|سيكون|سيكون صديقي|سيكون I will have a friend when I start elementary school, I will have a companion, عندما بدأت المدرسة الابتدائية، سيكون لدي صديق، سيكون لدي رفيق,

sonunda oyun arkadaşlarım olacak diye çok mutlu oluyorum. finally|game|my friends|will be|so that|very|happy|I am becoming أخيرًا|لعبة|سيكون لدي أصدقاء|سيكون|من أجل|جدًا|سعيد|أشعر I am very happy thinking that I will finally have playmates. أشعر بسعادة كبيرة لأنني سأكون لدي في النهاية أصدقاء للعب.

Çünkü tek çocuğum o sırada, terasta kendi kendime konuşuyorum filan. because|only|child|that|at that time|on the terrace|myself|to myself|I am talking|etc لأن|وحيد|أنا طفلي|في ذلك|الوقت|في السطح|نفسي|إلى نفسي|أتحدث|وما إلى ذلك Because I am an only child at that time, I talk to myself on the terrace and so on. لأنني كنت الطفل الوحيد في ذلك الوقت، كنت أتحدث مع نفسي في الشرفة.

İlkokuldayken arkadaşlarımın olacağından çok umutluyum, في المدرسة الابتدائية|أصدقائي|سيكونون|جدا|أنا متفائل I am very hopeful that I will have friends in elementary school, أنا متفائل جدًا بأن لدي أصدقاء في المدرسة الابتدائية,

fakat bir gün beni kandırıyorlar, ||||they are deceiving لكن|واحد|يوم|لي|هم يخدعون but one day they trick me, لكن في يوم من الأيام يخدعونني,

diyorlar ki "Hep birlikte çeşmeye kadar koşacağız Kalben, هم يقولون|أن|دائما|معًا|إلى النافورة|حتى|سنركض|كالبن they say, "We will all run to the fountain together, Kalben, يقولون "سنركض جميعًا إلى النافورة يا كالبن,

çeşmeye ilk sen varacak olursan, seni arkadaş grubumuza alıyoruz." |||will arrive||||| إلى النافورة|أول|أنت|ستصل|إذا كنت|لك|صديق|إلى مجموعتنا|نحن نقبل if you reach the fountain first, we will accept you into our friend group." إذا وصلت أولاً إلى النافورة، سنضمك إلى مجموعة أصدقائنا."

Çeşmeye kadar gerçekten Usain Bolt gibi koşuyorum to the fountain|until|really|Usain|Bolt|like|I am running إلى النافورة|حتى|حقًا|أوسين|بولت|مثل|أركض I really run like Usain Bolt to the fountain. أركض حقًا مثل يوسين بولت حتى البئر

(Kahkaha) (Laughter) ضحك (Laughter) (ضحك)

ve ben çocukken de iri biriydim, and|I|when I was a child|also|big|I was و|أنا|عندما كنت طفلًا|أيضًا|ضخم|كنت شخصًا And I was a big kid when I was young, وكنت ضخمًا عندما كنت طفلًا,

yani hani "bayağı" bir terliyorum, yoruluyorum filan o sırada, so|you know|quite|a|I am sweating|I am getting tired|etc|that|at that time يعني|كما|كثيرًا|واحد|أتعّرق|أشعر بالتعب|وما إلى ذلك|في ذلك|الوقت so I mean, I sweat a lot, I get tired and all that during that time, أي أنني أتعرض للتعرق الشديد، وأشعر بالتعب وما إلى ذلك في تلك اللحظة,

ama koşuyorum ve geri dönüp baktığım zaman but|I am running|and|back|turning|I look|when لكن|أركض|و|إلى الوراء|ألتفت|عندما أنظر|وقت but I am running and when I look back لكنني أركض وعندما ألتفت إلى الوراء

benimle koşmadıklarını görüyorum arkadaşlarımın. with me|they are not running|I see|my friends' معي|أنهم لا يركضون|أرى|أصدقائي I see that my friends are not running with me. أرى أن أصدقائي لم يركضوا معي.

Bana kahkahalarla güldüklerini görüyorum. to me|with laughter|they are laughing|I see لي|بالضحك|أنهم يضحكون|أرى I see them laughing at me. أراهم يضحكون عليّ.

Yine umutlarım kırılıyor insanlardan yana bu sefer. again|my hopes|they are broken|from people|towards|this|time مرة أخرى|آمالي|تتحطم|من الناس|نحو|هذه|المرة Once again, my hopes are shattered by people this time. مرة أخرى، تتكسر آمالي من جهة الناس هذه المرة.

13 yaşına geliyorum; baktım peluşlardan da, insanlardan da hayır yok to age|I am coming|I looked|from plush toys|also|from people|also|no|there is not إلى سن|أقترب|نظرت|من الدمى|أيضا|من الناس|أيضا|خير|ليس I am turning 13; I realized there is no help from plush toys or people. أبلغ من العمر 13 عامًا؛ نظرت إلى الدمى، ولم أجد أي فائدة من البشر.

artık ergenlik dönemindeyim, yeni bir umudum var: Uçmak. now|adolescence|I am in|new|a|my hope|there is|to fly الآن|المراهقة|أنا في فترة|جديد|أمل|أملي|موجود|الطيران I am now in my teenage years, and I have a new hope: to fly. أنا الآن في مرحلة المراهقة، ولدي أمل جديد: الطيران.

Her gece göğe bakıyorum ve kendi tanrıma yakarıyorum, every|night|to the sky|I am looking|and|my|to my god|I am calling كل|ليلة|إلى السماء|أنظر|و|إلى إلهي|إلهي|أدعو Every night I look up at the sky and pray to my own god, كل ليلة أنظر إلى السماء وأدعو إلهي,

umudum uçmak, uçmak istiyorum. my hope|to fly|to fly|I want أملي|الطيران|الطيران|أريد my hope is to fly, I want to fly. أملي هو الطيران، أريد أن أطير.

Fiziksel olarak bunun imkânsız olduğunu bilsem de, physically|as|this|impossible|that I know|I would know|but جسديًا|من الناحية|هذا|مستحيل|كونه|لو كنت أعلم|لكن Even though I know that this is physically impossible, على الرغم من أنني أعلم أن هذا مستحيل جسديًا،

uçmaya kafayı taktım, en büyük umudum uçmak. to fly|my head|I fixed|the most|big|my hope|to fly الطيران|العقل|لقد قررت|أكبر|أمل|أملي|الطيران I've got my mind set on flying, my greatest hope is to fly. إلا أنني مصمم على الطيران، وأكبر أمل لي هو الطيران.

Sonra uçamadığım için, then|that I couldn't fly|for ثم|عدم قدرتي على الطيران|بسبب Then, because I can't fly, ثم لأنني لا أستطيع الطيران،

Dünya'ya inmek durumunda kalıyorum to Earth|to land|in the situation|I am staying إلى الأرض|الهبوط|في حالة|أجد نفسي I have to land on Earth. أضطر إلى الهبوط على الأرض.

ve liseyi bitiriyorum, iyi bir okula başlıyorum. and|high school|I am finishing|good|a|school|I am starting و|الثانوية|أنهي|جيد|مدرسة|إلى|أبدأ and I am finishing high school, I am starting at a good school. وأنا أنهي المدرسة الثانوية، سأبدأ في مدرسة جيدة.

O iyi okulu bitirirken çok iyi bir mesleğimin olacağını düşünüyorum, that|good|school|while finishing|very|good|a|my profession|will be|I think تلك|جيد|المدرسة|أثناء إنهائها|جداً|جيد|مهنة|مهنتي|ستكون|أفكر I think I will have a very good profession when I finish that good school, أعتقد أنه سيكون لدي مهنة جيدة عندما أنهي تلك المدرسة الجيدة,

iyi bir mesleğim olmuyor. good|a|my profession|it is not happening جيد|مهنة|مهنتي|لا تكون I do not have a good profession. ليس لدي مهنة جيدة.

Sektörden sektöre geziyorum, from sector|to sector|I am traveling من قطاع|إلى قطاع|أتنقل I am moving from sector to sector, أتنقل من قطاع إلى آخر,

bir kadın olarak erkeklerle eşit maaş kazanamadığımı öğreniyorum. a|woman|as|with men|equal|salary|I couldn't earn|I am learning ك|امرأة|ك|مع الرجال|متساوي|راتب|لم أستطع كسبه|أتعلم I learn that as a woman, I do not earn equal pay to men. أتعلم أنني كمرأة لا أستطيع الحصول على راتب متساوي مع الرجال.

Efendime söyleyeyim, satış temsilcisi olduğum zaman insanların to my master|I will say|sales|representative|I was|when|people's سيدي|سأقول|مبيعات|ممثل|عندما كنت|وقت|الناس Let me tell you, when I was a sales representative, I encountered people's دعني أخبرك، عندما كنت ممثلة مبيعات، كنت أواجه أسئلة غريبة مثل

"Öğleden sonra bir viski içer miyiz?" gibi garip sorularıyla karşılaşıyorum. afternoon|after|a|whiskey|drink|shall we|like|strange|with questions|I am encountering بعد الظهر|لاحقًا|كأس|ويسكي|أشرب|هل|مثل|غريب|بأسئلتهم|أواجه strange questions like "Shall we have a whiskey in the afternoon?". "هل نأخذ ويسكي بعد الظهر؟".

(Kahkaha) laughter ضحك (Laughter) (ضحك)

Lojistik sektöründe yönetici asistanlığı yapıyorum. logistics|in the sector|manager|assistantship|I am doing اللوجستية|في القطاع|المدير|المساعدة|أعمل I work as an executive assistant in the logistics sector. أعمل كمساعد إداري في قطاع اللوجستيات.

(Alkış) Çok tatlısınız, yapmayın. applause|very|you are sweet|don't do it تصفيق|جداً|أنتم لطيفون|لا تفعلوا (Applause) You are very sweet, don't do that. (تصفيق) أنتم لطيفون جداً، لا تفعلوا ذلك.

Lojistik sektörüne giriyorum, yönetici asistanlığı yapacağım, logistics|to the sector|I am entering|manager|assistantship|I will do اللوجستية|إلى القطاع|أدخل|المدير|المساعدة|سأعمل I am entering the logistics sector, I will be working as an executive assistant, أدخل إلى قطاع اللوجستيات، سأعمل كمساعد إداري,

yöneticimin yanında böyle duran insan olacağımı zannederken my manager's|next to|like this|standing|person|I will be|while thinking مديرتي|بجانب|هكذا|الذي يقف|شخص|سأكون|بينما أعتقد thinking that I will be the person standing next to my manager. بينما كنت أظن أنني سأكون الشخص الذي يقف بجانب مديري.

bulaşık yıkarken buluyorum kendimi. dishes|while washing|I find|myself الصحون|عندما أغسل|أجد|نفسي I find myself washing dishes. أجد نفسي أثناء غسل الصحون.

(Kahkaha) Laughter ضحك (Laughter) (ضحك)

Sonra diyorum ki, "Sana buralarda hayır yok, sen okula dön." then|I say|that|to you|around here|good|not|you|to school|return ثم|أقول|أن|لك|هنا|خير|ليس|أنت|إلى المدرسة|عد Then I say, "There is no good for you here, go back to school." ثم أقول، "لا خير لك هنا، عد إلى المدرسة."

Ve akademiye dönüyorum, yüksek lisansımı yapmaya karar veriyorum. and|to the academy|I am returning|high|my master's|to do|decision|I am making و|إلى الأكاديمية|أعود|العليا|دراستي|للقيام|قرار|أتخذ And I return to the academy, deciding to pursue my master's degree. وأعود إلى الأكاديمية، وأقرر أن أتابع دراستي العليا.

Rahmetli annem için anı saklamanın yolları üzerine, late|my mother|for|memory|keeping|ways|on المرحومة|أمي|من أجل|الذكرى|حفظ|الطرق|حول I am deciding to write a thesis on ways to preserve memories for my late mother, أفكر في طرق حفظ الذكريات لوالدتي الراحلة,

yadirgârlar üzerine bir tez vermeye karar veriyorum. detractors|on|a|thesis|to give|decision|I am making الذين يندبون|حول|أطروحة|رسالة|تقديم|قرار|أُعطي and on the outsiders. وأقرر تقديم أطروحة حول المهاجرين.

O sırada dünya güzeli insanlarla tanışıyorum o tezi yazarken that|time|world|beautiful|people|I am meeting|that|thesis|while writing ذلك|في الوقت|العالم|الجميل|مع الناس|أتعرف|تلك|الرسالة|أثناء الكتابة At that time, I am meeting beautiful people in the world while writing that thesis في تلك الأثناء، أتعرف على أشخاص جميلين في العالم أثناء كتابة تلك الأطروحة

ve o insanlar bana çok umut verdiler, öncelikle bunu söylemek istiyorum. and|those|people|to me|very|hope|they gave|first of all|this|to say|I want و|أولئك|الناس|لي|كثيرًا|أمل|أعطوا|أولاً|هذا|قول|أريد and those people gave me a lot of hope, I want to say this first. وهؤلاء الأشخاص أعطوني الكثير من الأمل، وأريد أن أقول ذلك أولاً.

Eş zamanlı olarak, simultaneous|time|as مع|في نفس الوقت|ك Simultaneously, في نفس الوقت,

gitar çalarken kapıma polis gönderen komşuma da buradan sesleniyorum. guitar|while playing|to my door|police|sending|to my neighbor|also|from here|I am calling جيتار|أثناء العزف على|إلى بابي|شرطة|الذي أرسل|إلى جاري|أيضا|من هنا|أنادي I am also addressing my neighbor who sent the police to my door while I was playing the guitar. أوجه نداءً لجاري الذي أرسل الشرطة إلى بابي أثناء عزف الجيتار.

(Kahkaha) laughter ضحك (Laughter) (ضحك)

O bana hiç umut vermedi, aksine umutlarımı kıran insanlardan olmuştur, he|to me|never|hope|he did not give|on the contrary|my hopes|breaking|people|he has been هو|لي|أبدا|أمل|لم يعطني|على العكس|آمالي|الذي حطم|من الناس|لقد أصبح He never gave me any hope; on the contrary, he has been one of those who broke my hopes. لم يعطني أي أمل، بل كان من بين الأشخاص الذين حطموا آمالي,

ama umuyorum görüyordur şu an. but|I hope|he/she is seeing|now|moment لكن|أرجو|أنه يرى|الآن|في اللحظة but I hope he/she is seeing it right now. لكنني آمل أن يرى ذلك الآن.

(Kahkaha) Laughter ضحك (Laughter) (ضحك)

Akademide ise aslında beklediğim özgürlüğün olmadığını, In academia|however|actually|I expected|freedom|that it is not في الأكاديمية|أما|في الحقيقة|الذي كنت أتوقعه|حريتي|أنها ليست In academia, I actually realize that the freedom I expected is not there, في الأكاديمية، لم يكن هناك الحرية التي كنت أتوقعها في الواقع,

yine birilerine karşı dobra olamayacağımı, again|to someone|against|straightforward|that I will not be able to مرة أخرى|لبعض الناس|تجاه|صريح|أنني لن أستطيع أن أكون and that I won't be able to be straightforward with certain people again, ولن أستطيع أن أكون صريحًا مع الآخرين مرة أخرى,

yine birilerini hoş tutmak zorunda olduğumu; again|someone|nice|to keep|obliged|I am مرة أخرى|بعض الناس|لطيف|إبقاء|مضطر|أنني I realize that I have to keep someone happy again; أشعر مرة أخرى أنني مضطر لإرضاء بعض الناس؛

yine fikirlerimdense, o güne kadar düşünmüş insanların fikirlerini again|rather than my ideas|that|day|until|thought|people's|ideas مرة أخرى|بدلاً من أفكاري|تلك|يوم|حتى|فكر|الناس|آرائهم I understand that I can write articles by gathering the ideas of people who have thought about it until that day, rather than my own ideas. أفهم مرة أخرى أنه يمكنني كتابة مقالات من خلال جمع آراء الأشخاص الذين فكروا حتى ذلك اليوم بدلاً من آرائي.

bir araya getirerek yazılar yazabileceğimi anlıyorum. واحد|معًا|جمع|مقالات|أنني أستطيع الكتابة|أفهم In fact, I remember very well asking my thesis advisor about it, أتذكر جيدًا أنني سألت مشرف رسالتي,

Hatta şeyi sorduğumu çok iyi hatırlıyorum tez danışmanıma, even|that thing|I asked|very|well|I remember|thesis|to my advisor حتى|الشيء|أنني سألت|جدًا|جيد|أتذكر|أطروحة|لمشرفي حتى أتذكر ما سألته جيدًا لمستشار أطروحتي قلت I remember very well that I even asked my thesis advisor,

"Bütün tezi ben yazmıyor muyum?" diye. all|thesis|I|not writing|am I|saying كل|الرسالة|أنا|لا أكتب|هل أنا|قائلًا "Aren't I the one writing the entire thesis?" "أليس أنا من أكتب كل الأطروحة؟" هكذا.

Hani alıntı yapıyormuşuz filan sürekli. you know|citation|we were making|etc|constantly أليس|الاقتباس|كنا نقوم|وما إلى ذلك|باستمرار You know, we keep saying we're quoting and all. أليس نحن نقتبس باستمرار وما إلى ذلك.

Akademide de kendimce bir umut kırıklığına uğruyorum. in academia|also|in my own way|a|hope|disappointment|I am experiencing في الأكاديمية|أيضًا|بطريقتي|نوع من|الأمل|خيبة|أشعر I'm experiencing a kind of disappointment in academia myself. أشعر بخيبة أمل معينة في الأكاديمية.

(Kahkaha) (Alkış) laughter|applause ضحك|تصفيق (Laughter) (Applause) (ضحك) (تصفيق)

Ve Türkiye'nin başkenti olan, and|Turkey's|capital|being و|تركيا|العاصمة|التي هي And the capital of Turkey, وعاصمة تركيا,

Melih başkanın artık terk etmeyi başardığı dünya güzeli Ankara'da... Melih|the president's|now|to leave|to leave|he succeeded in|world|beautiful|in Ankara ملح|الرئيس|الآن|ترك|مغادرة|الذي نجح في|العالم|الجميل|في أنقرة in the beautiful Ankara that Mayor Melih has finally managed to leave... في أنقرة الجميلة التي تمكن رئيس مليح من مغادرتها أخيرًا...

(Alkış) applause تصفيق (Applause) (تصفيق)

...sokakların nasıl değiştiğini, the streets|how|they changed الشوارع|كيف|تغيرت ...how the streets have changed, ...كيف تغيرت الشوارع,

kadınların nasıl içlerine kapandığını, women's|how|inside themselves|they closed النساء|كيف|إلى داخلهم|انغلاقهن how women close themselves off, كيف تنغلق النساء على أنفسهن,

erkeklerin nasıl daha agresif olduğunu, men's|how|more|aggressive|they became الرجال|كيف|أكثر|عدوانية|كونهم how men become more aggressive, كيف يصبح الرجال أكثر عدوانية,

insanların nasıl iş yerlerine giderken mutsuzlaştığını, people's|how|work|places|while going|they became unhappy الناس|كيف|العمل|إلى أماكن|أثناء الذهاب|شعورهم بالتعاسة how people become unhappy while going to work, كيف يشعر الناس بالحزن عند ذهابهم إلى أماكن العمل,

parkların nasıl küçüldüğünü, parks'|how|they shrank الحدائق|كيف|انكماشها how parks have shrunk, كيف تقلصت الحدائق,

evlerin nasıl huzursuzlaştığını izlediğim bir sekiz seneden sonra; the houses|how|they became restless|I watched|a|eight|years|after البيوت|كيف|أصبحت مضطربة|التي شاهدتها|واحد|ثمانية|سنوات|بعد after watching how the houses became restless for eight years; بعد ثماني سنوات من مشاهدة كيف أصبحت المنازل مضطربة؛

işsiz olduğum için, unemployed|I was|because عاطل|الذي أنا فيه|بسبب because I am unemployed, لأنني عاطل عن العمل،

kendi kiram ve faturamı artık ödeyebilecek bir durumum my own|rent|and|my bills|no longer|I could pay|a|my situation خاصتي|إيجاري|و|فواتيري|لم يعد|قادر على الدفع|واحد|وضعي I am no longer in a position to pay my own rent and bills لم أعد في وضع يمكنني من دفع إيجاري وفواتيري الخاصة بي

artık olmadığı için yüksek lisans mezunu biri olarak, no longer|it was not|because|high|master's|graduate|someone|as لم يعد|الذي ليس|بسبب|العليا|الماجستير|خريج|شخص| as someone with a master's degree, كخريج دراسات عليا.

İstanbul'a taşınmaya karar veriyorum. |moving|decision|I am making إلى إسطنبول|الانتقال|قرار|أقرر I am deciding to move to Istanbul. أقرر الانتقال إلى إسطنبول.

En büyük umudum 25 yaşında, İstanbul'a gelip faturamı ödeyebilmek. the|biggest|my hope|at age||coming|my bill|to be able to pay أكبر|أمل|أملي|في سن|إلى إسطنبول|القدوم|فاتورتي|القدرة على الدفع My biggest hope is to come to Istanbul at the age of 25 and be able to pay my bills. أكبر أمل لي هو أن أتمكن من دفع فاتورتي في إسطنبول عندما أبلغ من العمر 25 عامًا.

Yani hiç görmediğim bir evin kirasını vermek so|never|I have not seen|a|house's|rent|to pay يعني|أبداً|لم أر|إيجار|المنزل|الإيجار|الدفع That is, I am coming to Istanbul to pay the rent of an apartment I have never seen. أي دفع إيجار منزل لم أره من قبل.

ve faturalarını ödemek için İstanbul'a geliyorum. and|its bills|to pay|in order to||I am coming و|فواتيرها|الدفع|من أجل|إلى إسطنبول|أتيت and to pay the bills. وأنا قادم إلى إسطنبول لدفع فواتيري.

İstanbul'da yine çok farklı sektörlerde çalışmaya başlıyorum. |again|very|different|in sectors|to work|I am starting في إسطنبول|مرة أخرى|كثير|مختلف|في القطاعات|للعمل|أبدأ I am starting to work in very different sectors in Istanbul again. أبدأ العمل مرة أخرى في قطاعات مختلفة في إسطنبول.

Yazarlık yaparken örneğin, senaryo yazarlığı, writing|while doing|for example|screenplay|writing الكتابة|أثناء الكتابة|على سبيل المثال|سيناريو|كتابة السيناريو For example, while doing writing, screenwriting, عندما أكتب، على سبيل المثال، كتابة السيناريو،

bu durumu unutamıyorum: Böyle doksan sayfa filan yazmışım, this|situation|I can't forget|like this|ninety|pages|etc|I have written هذه|الحالة|لا أستطيع نسيان|هكذا|تسعين|صفحة|وما إلى ذلك|لقد كتبت I can't forget this situation: I had written about ninety pages, لا أستطيع نسيان هذه الحالة: لقد كتبت حوالي تسعين صفحة،

inanılmaz heyecanlıyım böyle gecelerce uyumamışım. incredible|I am excited|like this|for nights|I haven't slept لا يصدق|أنا متحمس|هكذا|ليالي طويلة|لم أنم I am incredibly excited, I haven't slept for nights like this. أنا متحمس بشكل لا يصدق، لم أنم لعدة ليال.

Sonra sevgili yapımcımız geldi, then|dear|our producer|he came ثم|عزيز|منتجنا|جاء Then our dear producer came, ثم جاء منتجنا العزيز,

senaryoyu okudu ve dedi ki, "Buna gülmezler" the script|he read|and|he said|that|this|they won't laugh السيناريو|قرأ|و|قال|أن|لهذا|لن يضحكوا read the script and said, "They won't laugh at this" قرأ السيناريو وقال: "لن يضحكوا على هذا"

ve attı. and|he threw و|رمى and threw it away. ثم رماه.

Bütün umutlarımın o an çok net olarak crash sesleriyle, all|my hopes|that|moment|very|clear|as|crash|sounds with كل|آمالي|تلك|اللحظة|جدا|واضح|بشكل|صوت تحطم|مع الأصوات At that moment, all my hopes crashed very clearly with sounds. كل آمالي في تلك اللحظة كانت تتلاشى بوضوح مع أصوات تحطم.

cam kırıkları hâlinde parçalandığını hatırlıyorum. glass|shards|in the form of|I remember that it broke|I remember زجاج|شظايا|في حالة|أنها تحطمت|أتذكر I remember it shattered into pieces like glass. أتذكر أنها تحطمت على شكل قطع زجاج.

Yani bir insan olarak ne kadar çok çalışsak da, uğraşsak da, so|a|human|as|how|much|many|we work|also|we strive|also يعني|واحد|إنسان|ك|ما|قدر|كثير|نعمل|حتى|نجتهد|حتى So, no matter how hard we work or strive as human beings, أي أنه بغض النظر عن مدى عملنا بجد كأشخاص، ومهما بذلنا من جهد،

kendimize inansak da, to ourselves|we believe|also لأنفسنا|نؤمن|حتى even if we believe in ourselves, ومهما آمنّا بأنفسنا،

bazı konularda iyi olduğumuza kibirli olmamaya çalışarak inanmış olsak da, some|topics|good|we are|arrogant|not to be|by trying|believed|we were|also بعض|المواضيع|جيد|أننا|متكبرين|عدم|محاولين|مؤمنين|كنا|حتى even if we try to believe that we are good at certain things without being arrogant, حتى لو كنا نعتقد بتواضع أننا جيدون في بعض الأمور,

yine de birileri gelip "Bu yeterince iyi değil," still|but|someone|coming|this|enough|good|not مرة أخرى|لكن|بعض الناس|قادمين|هذا|بما فيه الكفاية|جيد|ليس still, someone comes and says, "This isn't good enough," ومع ذلك، يأتي بعض الأشخاص ويقولون "هذا ليس جيدًا بما فيه الكفاية،"

"Bu birilerini güldürmez," this|someone|it won't make laugh هذا|بعض الناس|لن يجعلهم يضحكون "This won't make anyone laugh," "هذا لن يجعل أحدًا يضحك،"

"Bunu satamayız," this|we can't sell هذا|لا يمكننا بيعه "We can't sell this," "لا يمكننا بيعه،"

"Bu çok uzun," this|very|long هذا|جداً|طويل "This is too long," "هذا طويل جدًا،"

"Bu çok kısa" this|very|short هذا|جدا|قصير "This is very short" "هذا قصير جداً"

"Buraya biraz renk katalım," falan diyebildiği için, here|a little|color|let's add|etc|he/she could say|because إلى هنا|قليلا|لون|لنضيف|وما إلى ذلك|لأنه استطاع أن يقول| "Let's add a little color here," or something like that, "دعنا نضيف بعض الألوان هنا"، كان بإمكانه أن يقول ذلك,

umutlarımız sürekli kırılabiliyordu. our hopes|constantly|could be broken آمالنا|باستمرار|كانت تتكسر our hopes could be constantly shattered. كانت آمالنا تتكسر باستمرار.

Bunu İstanbul'da da görmeye devam ettim. this||also|to see|| هذا|في إسطنبول|أيضا|لرؤية|| I continued to see this in Istanbul as well. استمررت في رؤية ذلك في إسطنبول أيضاً.

İşte bir siyasi partinin sosyal medya kampanyasını yaparken |a|political|party's|social|media|campaign|while doing ها هي|حزب|سياسي|الحزب|اجتماعي|وسائل الإعلام|حملته|أثناء القيام بها Here is when I was doing a social media campaign for a political party. ها هي حملة حزب سياسي على وسائل التواصل الاجتماعي

özellikle yerel seçimlerde, bütün umutlarım o zaman kırıldı. especially|local|elections|all|my hopes|that|time|broke خاصة|محلية|في الانتخابات|كل|آمالي|ذلك|الوقت|تحطمت Especially during local elections, all my hopes were shattered at that time. خصوصًا في الانتخابات المحلية، كانت كل آمالي قد تحطمت في ذلك الوقت.

2014 yılıydı sanırım, bazı şeyleri çok daha yakından görme şansım oldu it was the year|I think|some|things|very|more|closely|seeing|my chance|it was كانت سنة|أعتقد|بعض|الأشياء|كثيرًا|أكثر|عن كثب|رؤية|فرصتي|كانت I think it was 2014, I had the chance to see some things much more closely. كان ذلك في عام 2014 على ما أعتقد، حصلت على فرصة لرؤية بعض الأشياء عن كثب أكثر

ve ne yazık ki umutlarımın kırılmasına izin vermişim. and|what|pity|that|my hopes|to break|permission|I have given و|لا|مؤسف|أن|آمالي|تحطيمها|إذن|لقد سمحت And unfortunately, I allowed my hopes to be broken. وللأسف، سمحت بتحطيم آمالي.

Şimdi geri dönüp baktığım zaman keşke hiç izin vermeseydim now|back|turning|I looked|time|I wish|never|permission|I had not given الآن|إلى الوراء|العودة|عندما نظرت|وقت|ليت|أبدا|إذن|لم أعطها Now that I look back, I wish I had never allowed it. الآن عندما أنظر إلى الوراء، أتمنى لو لم أسمح بذلك أبداً.

ve her seferinde tekrar böyle ayağa kalksaydım diyorum ama and|every|time|again|like this|to feet|I had gotten up|I say|but و|كل|مرة|مرة أخرى|هكذا|على الأقدام|لو قمت|| And I say to myself that I should have stood up like this every time, but وأقول لنفسي، كان يجب أن أستعيد قدمي في كل مرة.

hep iş değiştirdim, hep alan değiştirdim. always|job|I changed|always|field|I changed دائما|عمل|غيرت|دائما|مجال|غيرت I always changed jobs, I always changed fields. لقد غيرت دائماً وظيفتي، دائماً غيرت مجالي.

Hep kendim için başka bir şey arayıp durdum. always|myself|for|another|a|thing|looking|I stopped دائما|لنفسي|من أجل|شيء آخر|شيء||أبحث|توقفت I kept searching for something else for myself. كنت أبحث دائماً عن شيء آخر لنفسي.

Yani umutlarımın kırılmadığı, beni tuhaf bulmayan, so|my hopes|not broken|me|strange|not finding يعني|آمالي|التي لم تتحطم|لي|غريب|الذي لا يجدني So I always looked for a place where my hopes wouldn't be broken, where I wouldn't be found strange, لذا كنت أبحث عن مكان لم تنكسر فيه آمالي، ولا يعتبرني غريباً،

bana bu satmaz demeyen bir yer aradım hayatta her zaman. to me|this|it won't sell|not saying|a|place|I searched|in life|every|time لي|هذا|لا يناسب|الذي لا يقول|مكان||بحثت|في الحياة|دائما|وقت where no one would say this won't sell to me. ولا يقول لي هذا لن ينفعني في الحياة.

Yani çeşmeye koşarken benimle birlikte koşabilecek insanları aradım. so|to the fountain|while running|with me|together|able to run|people|I searched يعني|إلى النافورة|أثناء الجري|معي|معًا|القادرين على الجري|الأشخاص|بحثت In other words, I looked for people who could run with me while I was running to the fountain. أي كنت أبحث عن أشخاص يمكنهم الركض معي أثناء الجري نحو النبع.

Ya da ben uçmak isterken bana aptal gözüyle değil, or|also|I|to fly|while wanting|to me|stupid|with eyes|not ||أنا|الطيران|أثناء الرغبة|لي|غبي|بنظرة|ليس Or when I wanted to fly, not to be looked at as foolish, أو عندما أريد الطيران، لا ينظرون إليّ بنظرة غبية،

"Birlikte uçabiliriz" deyip elimi tutup together|we can fly|saying|my hand|holding معًا|||يدي|ممسكًا "We can fly together" and held my hand "يمكننا الطيران معًا" قال وأمسك بيدي

benimle belki de o sırada sadece duran insanları aradım. with me|maybe|also|that|time|only|standing|people|I searched معي|ربما|أيضًا|أولئك|في ذلك الوقت|فقط|الواقفين|الناس|بحثت I was perhaps looking for the people who were just standing at that moment. ربما كنت أبحث عن الأشخاص الذين كانوا فقط واقفين في تلك اللحظة.

Ve bu yolculuğun sonunda da müzik çıktı karşıma. and|this|journey's|at the end|also|music|it came out|in front of me و|هذه|الرحلة|في النهاية|أيضًا|الموسيقى|ظهرت|أمامي And at the end of this journey, music came to me. وفي نهاية هذه الرحلة، ظهرت الموسيقى أمامي.

(Alkış) applause تصفيق) (Applause) (تصفيق)

Her zaman oradaydı ve de. always|time|was there|and|too دائما|وقت|كان هناك|و|أيضا He was always there. كان دائمًا هناك.

8 yaşında da oradaydı, 13 yaşında ilk gitarımı aldığımızda da oradaydı. at age|too|was there|at age|first|my guitar|when we got|too|was there في سن|أيضا|كان هناك|في سن|أول|غيتاري|عندما اشترينا|أيضا|كان هناك He was there when I was 8 years old, and he was there when I got my first guitar at 13. كان هناك أيضًا عندما كنت في الثامنة من عمري، وكان هناك عندما حصلت على أول قيثارتي في الثالثة عشرة.

Blok flütle Fikret Kızılok çalarak annemi taciz ettiğim yıllarda da oradaydı. recorder|with|Fikret|Kızılok|playing|my mother|harassing|I was|in the years|too|was there بلوك|الفلوت|فكرات|كيزيلوك|بالعزف|أمي|مضايقة|عندما كنت|في السنوات|أيضا|كان هناك He was there during the years I harassed my mother by playing the recorder with Fikret Kızılok. كان هناك أيضًا في السنوات التي كنت أزعج فيها والدتي بعزف الفلوت على يد فكرت كيزيلوك.

Hep oradaydı aslında. always|was there|actually دائما|كان هناك|في الحقيقة He was actually always there. في الواقع، كان دائمًا هناك.

Ama ben onu hiçbir zaman insanların önüne çıkarmak istememiştim. but|I|him|never|time|people's|in front of|to bring out|I had not wanted لكن|أنا|إياه|أبداً|وقت|الناس|أمام|إظهار|لم أكن أرغب But I never wanted to bring him out in front of people. لكنني لم أرغب أبداً في تقديمه أمام الناس.

Umutlarımın kırılmasından çok korkuyordum çünkü. my hopes|from breaking|very|I was afraid|because آمالي|من كسرها|جداً|كنت أخاف|لأن I was very afraid of my hopes being shattered. كنت أخشى كثيراً من تحطم آمالي.

En sevdiğim şeydi o çünkü. the most|my favorite|it was|that|because أكثر|المفضل لدي|كانت شيء|هو|لأن Because that was my favorite thing. لأنه كان الشيء المفضل لدي.

Eğer o da kırılırsa ben ayakta durabileceğime inanmıyordum çünkü, if|that|also|if it breaks|I|standing|I can stand|I did not believe|because إذا|هو|أيضاً|إذا انكسر|أنا|واقفاً|سأستطيع الوقوف|لم أكن أعتقد|لأن Because if that were to break, I didn't believe I could stand. لأنني لم أكن أعتقد أنني سأستطيع الوقوف إذا تحطم أيضاً.

ama o kadar güzel bir buluşma ve karşılaşma oldu ki but|that|so|beautiful|a|meeting|and|encounter|it was|that لكن|ذلك|جداً|جميل|واحد|لقاء|و|مواجهة|كان|أن but it was such a beautiful meeting and encounter that لكن كانت لقاءً وتجمعًا جميلًا للغاية

umutlarımın kırılması ne demek, my hopes|breaking|what|to mean آمالي|تحطيم|ماذا|يعني what it means to have my hopes broken, ما معنى تحطيم آمالي,

geçmişte kırılan umutlarım onarıldı in the past|broken|my hopes|they were repaired في الماضي|المحطمة|آمالي|تم إصلاحها my hopes that were broken in the past were repaired آمالي التي تحطمت في الماضي تم إصلاحها

ve dünyaya dair o kadar yeni kanallar açıldı, and|to the world|about|that|so|new|channels|they were opened و|للعالم|بشأن|تلك|جداً|جديدة|قنوات|تم فتحها and so many new channels opened up regarding the world, وانفتحت قنوات جديدة كثيرة تجاه العالم,

o kadar büyük bir inançla doldum ki that|so|big|a|with faith|I filled| ذلك|جداً|كبير|واحد|بالإيمان|امتلأت|أن I was filled with such great faith. لقد امتلأت بإيمان كبير لدرجة أن

çünkü Zonguldak'tan Isparta'ya, because|from Zonguldak|to Isparta لأن|من زونغولداق|إلى إسبارتا Because from Zonguldak to Isparta, من زونغولدك إلى إسبارتا،

Diyarbakır'dan Brüksel'e uzanan bir yolda harika insanlarla tanıştım, from Diyarbakır|to Brussels|extending|a|on the road|wonderful|with people|I met من ديار بكر|إلى بروكسل|الممتد|واحد|في طريق|رائع|مع الناس|تعرفت I met wonderful people on a road that stretches from Diyarbakır to Brussels, التقيت بأشخاص رائعين على طريق يمتد من ديار بكر إلى بروكسل،

ben dünyada bu kadar iyi insan olduğunu bilmiyordum. I|in the world|this|so|good|person|that there is|I didn't know أنا|في العالم|هذا|جداً|جيد|إنسان|أنك|لم أكن أعلم I didn't know there were so many good people in the world. لم أكن أعلم أن هناك هذا العدد من الأشخاص الطيبين في العالم.

Genelde böyle tanıştığım insanlar beni hep hayal kırıklığına uğrattıkları için, generally|such|I met|people|me|always|dream|disappointment|they caused|because عادةً|هكذا|الذين تعرفت عليهم|الناس|لي|دائماً|خيال|إلى خيبة|الذين جعلوني|لأن Generally, the people I meet like this have always disappointed me, عادةً ما خذلني الأشخاص الذين تعرفت عليهم هكذا,

harika insanlarla tanıştım ve bana çok gerçek hikâyeler anlattılar. wonderful|with people|I met|and|to me|very|real|stories|they told رائع|مع الناس|تعرفت|و|لي|كثيراً|حقيقية|قصص|رووا but I met wonderful people who told me very real stories. لقد قابلت أشخاصًا رائعين وأخبروني قصصًا حقيقية جدًا.

Hamile bir anne yanında çocuğuyla konsere gelmişti, pregnant|a|mother|with|her child|to the concert|she had come حامل|أم|الأم|بجانبها|مع طفلها|إلى الحفل|جاءت A pregnant mother came to the concert with her child, كانت أم حامل قد جاءت إلى الحفل مع طفلها,

bana çok güzel bir hikâye anlattı. to me|very|beautiful|a|story|she told لي|جداً|جميلة|قصة||روت and she told me a very beautiful story. وأخبرتني قصة جميلة جدًا.

70 yaşında bir büyükanne vardı, dişleri yok böyle başörtüsü var. years old|a|grandmother|there was|her teeth|not|like this|headscarf|there is yaşında|bir|جدّة|كان لديها|أسنانها|ليس لديها|هكذا|حجاب|لديها There was a grandmother who was 70 years old, she had no teeth and wore a headscarf. كان هناك جدة تبلغ من العمر 70 عامًا، ليس لديها أسنان، وترتدي حجابًا.

Geldi böyle, she came|like this جاءت|هكذا She came like this, جاءت هكذا,

"Kızım ben Haydi Söyle'yi çok seviyorum," dedi. my daughter|I|let's go|to say|very|I love|she said ابنتي|أنا|هيا|أغنية|جداً|أحب|قالت "My daughter, I love Haydi Söyle very much," she said. قالت: "ابنتي، أنا أحب هاي دي سويل كثيرًا."

"Şaşırmadım anneannem, gel öpeyim," dedim. I was not surprised|my grandmother|come|I will kiss|I said لم أتعجب|جدتي|تعال|لأقبل|قلت "I wasn't surprised, grandma, let me kiss you," I said. لم أتعجب، جدتي، تعالي لأقبلّك.

(Kahkaha) laughter ضحكة (Laughter) (ضحك)

Çünkü o onu sevecek tabii ki because|he|her|will love|of course|that لأن|هو|إياه|سيحب|بالطبع|أن Because he will love her of course لأنها ستحبه بالطبع

onun duygusu, onun ruhu ona çok hitap edecek. her|feeling|her|soul|to her|very|appeal|will مشاعره|شعوره|روحه|روحه|له|جداً|سيتحدث|سيتحدث her feelings, her soul will resonate with him. مشاعره، روحه ستؤثر عليه كثيراً.

Yani Taşikardi'de dans etmeyebilir tabii büyükannemiz, yani normal. so|in Taşikardi|dance|may not dance|of course|our grandmother|so|normal يعني|في Taşikardi|رقص|قد لا يرقص|بالطبع|جدتنا|يعني|طبيعي So, our grandmother may not be able to dance at Taşikardi, that's normal. يعني جدتنا قد لا ترقص في تاشيكارد، يعني هذا طبيعي.

O kadar tatlı insanlarla tanıştım ki! that|so|sweet|with people|I met|that ذلك|جداً|لطيف|مع الناس|لقد تعرفت على| I met so many sweet people! لقد قابلت أشخاصًا لطيفين جدًا!

Sulukule Gönüllüleri ile tanıştım. Sulukule|Volunteers|with|I met سولوكول|المتطوعين|مع|لقد تعرفت على I met the Sulukule Volunteers. قابلت متطوعي سولوكولي.

Rehber Köpekler Derneği için çalışan o dünya güzeli âmâ avukatla tanıştım. Guide|Dogs|Association|for|working|that|world|beautiful|blind|with lawyer|I met مرشد|الكلاب|الجمعية|من أجل|العامل|ذلك|العالم|الجميل|الأعمى|مع المحامي|لقد تعرفت على I met that beautiful blind lawyer who works for the Guide Dogs Association. قابلت تلك المحامية العمياء الجميلة التي تعمل لصالح جمعية الكلاب المرشدة.

Çanakkale'de çatıları yıkılmış evlerin çatılarına in Çanakkale|roofs|collapsed|houses|to roofs في جناق قلعة|الأسطح|المهدمة|المنازل|على الأسطح On the roofs of houses with collapsed roofs in Çanakkale. على أسطح المنازل التي دمرت في جناق قلعة

güneş panelleri kurmak isteyen avukatlarla tanıştım. sun|panels|to set up|wanting|with lawyers|I met الشمس|الألواح|تركيب|الذين يريدون|مع المحامين|تعرفت على I met with lawyers who want to install solar panels. التقيت بمحامين يرغبون في تركيب الألواح الشمسية.

Ondan sonracığıma, Zonguldak'ta hep birlikte böyle çalışma grubu kurup after that|I thought|in Zonguldak|always|together|such|working|group|setting up بعد ذلك|إلى ذلك|في زونغولداق|دائما|معًا|مثل هذا|العمل|المجموعة|تأسيسها After that, we established a working group together in Zonguldak. بعد ذلك، قررنا أن ننشئ مجموعة عمل مثل هذه في زونغولداق.

parklarda benim şarkılarla dans eden dünya güzeli ergenlerle tanıştım. in parks|my|with songs|dance|dancing|world|beautiful|with teenagers|I met في الحدائق|أغنيتي|مع الأغاني|الرقص|الذين يرقصون|العالم|الجميل|مع المراهقين|تعرفت على I met beautiful teenagers dancing to my songs in the parks. التقيت بمراهقين جميلين يرقصون على أغانيي في الحدائق.

Diş tellerinden artık utanmadığını söyleyen genç kızlarla, teeth|from braces|now|not being ashamed|saying|young|with girls الأسنان|من الأقواس|الآن|أنك لا تشعر بالخجل|الذين يقولون|الفتاة|مع الفتيات With young girls who said they are no longer ashamed of their braces. مع الفتيات الشابات اللواتي قلن إنهن لم يعدن يشعرن بالخجل من تقويم الأسنان.

genç erkeklerle tanıştım. young|with boys|I met الشاب|مع الأولاد|تعرفت على I met young men. التقيت بشباب.

Kendi cinsinden birini sevdiği için el ele özgürce sokaklarda yürüyemediği hâlde his own|kind|someone|he loves|for|hand|to|freely|in the streets|he couldn't walk|although الخاص به|من جنسه|شخصا|لأنه يحب|من أجل|اليد|إلى اليد|بحرية|في الشوارع|لأنه لا يستطيع المشي|رغم ذلك Although he couldn't walk freely hand in hand in the streets because he loved someone of his own gender, على الرغم من أنه لم يستطع السير في الشوارع بحرية مع شخص من جنسه.

artık el ele özgürce yürüme cesaretini now|hand|to|freely|walking|courage الآن|اليد|إلى اليد|بحرية|المشي|شجاعته I met people who said they got the courage to walk freely hand in hand لقد التقيت بأشخاص يقولون إنهم استمدوا شجاعة السير بحرية.

bir şarkıdan aldığını söyleyen insanlarla tanıştım a|from a song|he took|saying|with people|I met أغنية|من أغنية|أنه أخذ|الذي يقول|مع الناس|تعرفت على from a song. من أغنية.

ve bu, bana çok cesaret ve umut verdi. and|this|to me|very|courage|and|hope|gave و|هذا|لي|كثير|شجاعة|و|أمل|أعطى and this gave me a lot of courage and hope. وهذا أعطاني الكثير من الشجاعة والأمل.

Bu yolculuk bana çok umut veriyor, this|journey|to me|very|hope|is giving هذه|رحلة|لي|كثير|أمل|يعطي This journey gives me a lot of hope, هذه الرحلة تعطي لي الكثير من الأمل,

yani ben burada size teşekkür etmek için varım bugün, so|I|here|to you|thank|to do|for|I am|today يعني|أنا|هنا|لكم|شكر|أن أقول|من أجل|أنا موجود| I mean, I am here today to thank you, أي أنني هنا اليوم لأشكركم,

umutla ilgili çok bir şey bildiğim için değil. hope|related|very|a|thing|I know|for|not بالأمل|متعلق|كثير|شيء||أعلم|من أجل|ليس not because I know a lot about hope. ليس لأنني أعرف الكثير عن الأمل.

(Alkış) Sağ olun. applause|thank|you are welcome التصفيق|شكرا|كونوا (Applause) Thank you. (تصفيق) شكرًا لكم.

Bildiğim bir şeyi yapacağım şimdi, konuşmaktan daha iyi olur umarım. I know|a|thing|I will do|now|talking|more|good|it will be|I hope ما أعرفه|شيء|الشيء|سأقوم بفعله|الآن|من الحديث|أفضل|جيد|سيكون|آمل I will do something I know now, I hope it will be better than talking. سأقوم الآن بشيء أعرفه، آمل أن يكون أفضل من الحديث.

Sağ olun, çok heyecanlıyım hâlâ. thank|you are welcome|very|I am excited|still شكرا|كونوا|جدا|أنا متحمس|لا زلت Thank you, I am still very excited. شكرًا لكم، لا زلت متحمسًا جدًا.

Bizim biraz umuttan bahsetmemiz lazım, değil mi? our|a little|hope|we need to talk|necessary|not|question particle علينا|قليلا|من الأمل|يجب أن نتحدث|ضروري|ليس|أليس كذلك We need to talk a little about hope, right? يجب أن نتحدث قليلاً عن الأمل، أليس كذلك؟

Hep mutsuzluktan, karamsarlıktan, ülkesiz kalmış insanlardan, always|from unhappiness|from pessimism|without a country|left|from people دائما|التعاسة|التشاؤم|بلا وطن|أصبح|من الناس Always from unhappiness, pessimism, from people who have lost their country, دائمًا من التعاسة، من التشاؤم، من الأشخاص الذين فقدوا وطنهم،

fakirlikten, yalnızlıktan, hüzünden, birbirimizi kırdığımızdan, from poverty|from loneliness|from sadness|each other|from breaking الفقر|الوحدة|الحزن|بعضنا البعض|عندما جرحنا from poverty, loneliness, sadness, from the times we hurt each other, من الفقر، من الوحدة، من الحزن، من كسر بعضنا البعض،

birbirimize saldırdığımızdan, to each other|from attacking لبعضنا|عندما هاجمنا from the times we attacked each other, من مهاجمة بعضنا البعض،

birbirimize artık tahammülümüzün olmadığından, to each other|no longer|our tolerance|from not being لبعضنا|لم يعد|تحملنا|عندما لم يكن from the fact that we can no longer tolerate each other, من عدم قدرتنا على تحمل بعضنا البعض بعد الآن،

onun öteki olduğundan, his|other|being هو|الآخر|لأنه that it is the other, لأنه الآخر,

bunun yabancı olduğundan bahsetmeye çok mu alıştık? this|foreign|being|to talk about|very|question particle|we got used to هذا|غريب|لأنه|الحديث عن|كثيرًا|هل|اعتدنا have we gotten too used to talking about this being foreign? هل اعتدنا كثيرًا على الحديث عن كونه غريبًا؟

Alışmadık. we did not get used to لم نعتد We have not. لم نعتد.

Bizim umuttan bahsetmemiz lazım. our|hope|to talk about|necessary علينا|الأمل|الحديث عن|يجب We need to talk about hope. يجب أن نتحدث عن الأمل.

[Müzik başlar] music|starts الموسيقى|تبدأ [Music starts] [تبدأ الموسيقى]

♪ Falımdan bir bilet çıktı ♪ from my fortune|a|ticket|came out من قراءتي|تذكرة|تذكرة|خرجت ♪ A ticket came out of my fortune ♪ ♪ خرجت تذكرة من حظي ♪

♪ Filmin adı Al Yazmalı ♪ the movie's|name|Red|Must Wear الفيلم|الاسم|آل|يازمالي ♪ The name of the movie is Al Yazmalı ♪ ♪ اسم الفيلم هو العنوان الأحمر ♪

♪ Gören var mı diye baktım ♪ seeing|there is|question particle|to|I looked من رأى|يوجد|هل|لذلك|نظرت ♪ I looked to see if anyone saw ♪ ♪ هل رأى أحد؟ نظرت ♪

♪ Yoktu ♪ there was not لم يكن ♪ There was none ♪ ♪ لم يكن ♪

♪ Filmin sonu çok zordu ♪ the movie's|ending|very|was difficult الفيلم|النهاية|جدا|كان صعبا ♪ The end of the movie was very difficult ♪ ♪ نهاية الفيلم كانت صعبة جداً ♪

♪ Kimse görmez dedin usulca ♪ no one|will not see|you said|quietly لا أحد|يرى|قلت|بهدوء ♪ You said quietly that no one would see ♪ ♪ قلت بهدوء لا أحد سيرى ♪

♪ Yoktun, bırakamadım bulunca ♪ you were not|I could not leave|when I found لم تكن|لم أستطع تركه|عندما وجدته ♪ You weren't there, I couldn't let go when I found you ♪ ♪ لم تكوني هنا، لم أستطع تركك عندما وجدتك ♪

♪ Yağmur başladı hâlimi sorarken ♪ rain|it started|my condition|while asking المطر|بدأ|حالي|عندما تسأل ♪ The rain started while asking about my condition ♪ ♪ بدأت الأمطار تسأل عن حالي ♪

♪ İyiyim dedim, yalan söyledim ♪ |I said|lie|I said أنا بخير|قلت|كذبة|قلت ♪ I said I'm fine, I lied ♪ ♪ قلت أنا بخير، كذبت ♪

♪ Hatırlar mısın geniş ferah meydanları ♪ do you remember|you|wide|spacious|squares هل تتذكر|أنت|واسع|مريح|الساحات ♪ Do you remember the wide, spacious squares ♪ ♪ هل تذكر الساحات الواسعة المريحة ♪

♪ Savaşsız ve sakin akşamları ♪ without war|and|calm|evenings بدون حروب|و|هادئ|الأمسيات ♪ Evenings without war and calm ♪ ♪ الأمسيات الهادئة بلا حروب ♪

♪ Kafesteki bülbülleri ♪ in the cage|the nightingales في القفص|البلابل ♪ The nightingales in the cage ♪ ♪ بلبل في القفص ♪

♪ Yamuk kesilmiş kâkülleri ♪ crooked|cut|the bangs مائل|مقصوصة|الغرة ♪ The bangs cut crookedly ♪ ♪ غرة مقصوصة بشكل غير متساوٍ ♪

♪ Göğe baktıran balkonları ♪ to the sky|making look|the balconies إلى السماء|تجعل تنظر|الشرفات ♪ The balconies that make you look up to the sky ♪ ♪ شرفات تجعل الناس ينظرون إلى السماء ♪

♪ Hiç unutmadım dedim ♪ never|I didn't forget|I said أبدا|لم أنس|قلت ♪ I said I never forgot ♪ ♪ قلت لم أنسَ أبداً ♪

♪ Islak gülümsedin ıslık çalarak ♪ wet|you smiled|whistle|while playing مبلل|ابتسمت|صفير|عازفاً ♪ You smiled wetly while whistling ♪ ♪ ابتسمت مبتلة وأنت تعزف على الصفارة ♪

♪ Hayal ettim bölüştüğümüzü Bir ekmeği oturarak ♪ dream|I did|we shared|a|bread|while sitting حلم|فعلت|الذي قسمناه|خبز|الخبز|جالساً ♪ I imagined that we shared a loaf of bread while sitting ♪ ♪ تخيلت أننا نتشارك خبزًا ونحن جالسون ♪

♪ El ele Diz dize ♪ hand|to hand|knee|to knee يد|إلى اليد|ركبة|إلى الركبة ♪ Hand in hand, knee to knee ♪ ♪ يدًا بيد، ركبًا بركب ♪

♪ Ve göz göze Bakışarak ♪ and|eye|to eye|while looking و|عين|إلى العين|متبادلاً النظرات ♪ And eye to eye, looking at each other ♪ ♪ ونظرة بنظرة، نتبادل النظرات ♪

♪ Hiç ölmeden ♪ never|without dying لا|أموت ♪ Never dying ♪ ♪ لا تموت أبداً ♪

♪ Sonsuza kadar ♪ forever|until إلى الأبد|حتى ♪ Forever ♪ ♪ إلى الأبد ♪

♪ Sonsuza kadar ♪ forever|until إلى الأبد|حتى ♪ Forever ♪ ♪ إلى الأبد ♪

♪ Sonsuza kadar ♪ forever|until إلى الأبد|حتى ♪ Forever ♪ ♪ إلى الأبد ♪

♪ Sonsuza kadar ♪ forever|as far as إلى الأبد|حتى ♪ Forever ♪ ♪ إلى الأبد ♪

♪ Uzattın cebinden bileti ♪ you extended|from your pocket|the ticket مددت|من جيبك|التذكرة ♪ You pulled the ticket from your pocket ♪ ♪ أخرجت التذكرة من جيبك ♪

♪ Çekerken elimden elini ♪ while pulling|from my hand|your hand أثناء سحب|من يدي|يدك ♪ While pulling your hand from mine ♪ ♪ بينما كنت تأخذين يدي ♪

♪ Vazgeçtim bana yetmez artık ♪ I gave up|to me|it is not enough|anymore تراجعت|لي|لا يكفي|الآن ♪ I gave up, it's not enough for me anymore ♪ ♪ لقد تخليت، لم يعد يكفيني بعد الآن ♪

♪ Kapadım o yara defterini ♪ I closed|that|wound|notebook لقد أغلقت|تلك|الجرح|دفترك ♪ I closed that wound's notebook ♪ ♪ أغلقت دفتر تلك الجرح ♪

♪ Ve işte böyledir ♪ and|here|it is like this و|ها هي|هكذا هي ♪ And this is how it is ♪ ♪ وهكذا هو الأمر ♪

♪ Küçük, kayıp, kısa, ayıp ♪ small|lost|short|shame صغير|مفقود|قصير|عيب ♪ Small, lost, short, shameful ♪ ♪ صغير، ضائع، قصير، عيب ♪

♪ Yalan yanlış bir aşkın hikâyesi ♪ lie|wrong|a|love's|story كاذب|خاطئ|حب|الحب|القصة ♪ The story of a false love ♪ ♪ قصة حب كاذبة خاطئة ♪

♪ Ve işte böyledir ♪ and|here is|it is like this و|ها هي|هكذا هو ♪ And this is how it is ♪ ♪ وهكذا يكون ♪

♪ Küçük, kayıp, kısa, ayıp, ♪ small|lost|short|shameful صغير|ضائع|قصير|عيب ♪ Small, lost, short, shameful, ♪ ♪ صغير، ضائع، قصير، عيب، ♪

♪ Yalan yanlış bir aşkın hikâyesi ♪ lie|wrong|a|of love|its story كاذب|خاطئ|واحد|حب|قصته ♪ The story of a false love ♪ ♪ قصة حب كاذبة خاطئة ♪

♪ Herkesi kandırır gölgesi ♪ everyone|deceives|its shadow الجميع|يخدع|ظله ♪ Its shadow deceives everyone ♪ ♪ تخدع الجميع ظلها ♪

(Müzik sona erer) music|end|it ends الموسيقى|النهاية|تصل (Music ends) (تنتهي الموسيقى)

(Alkış) applause التصفيق (Applause) (تصفيق)

İnsanlar toplumlara, toplumlar devletlere ve devletler birbirlerine... |societies|societies|states||states|to each other الناس|المجتمعات|المجتمعات|الدول|و|الدول|لبعضها البعض People form societies, societies form states, and states form connections with each other... الناس إلى مجتمعات، والمجتمعات إلى دول، والدول إلى بعضها البعض...

Umut zincirimiz çok uzun ve hepimiz doğaya bağlıyız. hope|our chain|very|long|and|all of us|nature|we are connected الأمل|سلسلتنا|جدا|طويلة|و|جميعنا|الطبيعة|مرتبطون Our chain of hope is very long and we are all connected to nature. سلسلة أملنا طويلة جداً ونحن جميعاً مرتبطون بالطبيعة.

O yüzden birbirimize çok iyi davranalım, sınırlarımızı aşalım that|therefore|to each other|very|good|let's behave|our limits|let's overcome ذلك|لذلك|لبعضنا البعض|جداً|جيد|دعنا نتعامل|حدودنا|دعنا نتجاوز So let's treat each other very well, let's go beyond our limits. لذا دعونا نتعامل مع بعضنا البعض بشكل جيد جداً، ونتجاوز حدودنا

ve hepimizin aynı dünyanın insanı olduğumuzu hatırlayalım her an, and|all of us|same|world|human|that we are|let's remember|every|moment و|جميعنا|نفس|العالم|إنسان|أننا|دعنا نتذكر|كل|لحظة And let's remember at every moment that we are all people of the same world, ولنتذكر في كل لحظة أننا جميعاً من سكان نفس العالم,

sizi çok seviyorum, sağ olun. (Alkış) you|very|I love|thank|you|applause أنتم|جداً|أحب|شكراً|كونوا|تصفيق I love you very much, thank you. (Applause) أنا أحبكم كثيراً، شكراً لكم. (تصفيق)

PAR_TRANS:gpt-4o-mini=4.28 PAR_CWT:AvJ9dfk5=8.41 PAR_TRANS:gpt-4o-mini=34.95 PAR_CWT:B7ebVoGS=13.04 en:AvJ9dfk5: ar:B7ebVoGS:250519 openai.2025-02-07 ai_request(all=122 err=0.00%) translation(all=243 err=0.41%) cwt(all=1451 err=1.38%)