×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Book - Kızıl Saçlılar Kulübü - Arthur Conan Doyle, KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 03

KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 03

Metro ile Aldersgate'e kadar gittik; oradan kısa bir yürüyüşle, bu sabah dinlediğimiz garip hikâyenin geçtiği Saxe-Coburg Meydanı'na vardık. Burası pis ve berbat bir meydandı. Dört sıra halinde uzanan iki katlı kiremit evler biraz çimen, biraz da solmuş defne çalılarından oluşan bir alana bakıyordu. Yine de bütün bunlar dumanlı ve kirli atmosferi ortadan kaldırmıyordu. Köşedeki evin üzerinde, kahverengi bir tabela üzerine beyaz harflerle “Jabez Wilson” yazılıydı, böylece evin, kızıl saçlı müşterimizin işlerini yürüttüğü yer olduğunu anladık.

Sherlock Holmes, evin önünde durdu, başını yana eğerek uzun uzun baktı; çatık kaşlarının altındaki gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Sonra yavaşça sokağın yukarısına yürüdü ve gerisin geri köşeye geldi. Evleri dikkatlice süzdü. Sonunda rehinci dükkânının bulunduğu evin önüne geldi, bastonuyla kaldırıma iki-üç kez sertçe vurduktan sonra kapıyı çaldı. Kapı hemen açıldı, sinekkaydı tıraş olmuş, parlak görünüşlü, genç bir adam dostumu içeri buyur etti. “Teşekkür ederim,” dedi Holmes. “Sadece buradan sahile nasıl gidileceğini soracaktım.”

“Sağdan üçüncü sokağa sapın, sonra soldan dördüncü sokaktan girin,” diye cevap veren çırak pat diye kapıyı kapayıverdi.

“Çok uyanık bir oğlan,” dedi Holmes, oradan ayrılırken. “Bana kalırsa, Londra'nın en uyanık dördüncü genciyle karşı karşıyayız; hatta üçüncü bile olabilir. Ama hakkında çok şey öğrendim bile.”

“Anlaşılan,” dedim, “Bay Wilson'in çırağının, bu Kızıl Saçlılar Kulübü meselesinde oynadığı rol yabana atılmayacak cinsten. Kesin onun yüzünü görmek amacıyla kendisine adres sordun.”

“Yüzünü görmek için değil.”

“Neyi o zaman?”

“Pantolonunun dizlerini.”

“Peki ne gördün?”

“Beklediğim şeyi.”

“Bastonla kaldırıma neden vurdun?”

“Bak azizim, şimdi gözlem zamanı, gevezelik zamanı değil. Düşman hatlarında casusluk yapmak gibi bir şey bu. Saxe-Coburg Meydanı hakkında bazı şeyler öğrendik. Şimdi arka sokakları keşfedelim.”

Saxe-Coburg Meydanı'ndan köşeyi döndükten sonra karşılaştığımız görüntü, bir resmin ön yüzüyle arka yüzü arasındaki fark kadar dikkat çekiciydi. Şehir merkezinin trafiğini kuzeye ve batıya bağlayan ana caddelerden birinin üzerindeydik şimdi. Çevredeki ticaret merkezleri, gelip gideniyle sürekli bir hareket halindeydi ve kaldırımlar, koşuşturan yayaların ayak izlerinden kapkara olmuştu. Gösterişli dükkânların oluşturduğu sıraya ve büyük iş hanlarına bakarak bunların arka tarafına düşen sokağın, demin ayrıldığımız solgun ve hareketsiz yer olduğuna inanmak güçtü.

“Dur bakaylım,” dedi Holmes, köşede durup boylu boyunca caddeye bakarak, “buradaki binaların sırasını hafızama yerleştirmek istiyorum. Londra'yı iyi tanımak benim için bir tutku. Şuradaki tütüncü, Mortimer'in yeri, sonra küçük gazeteci, şu da City&Suburban Bankası'nın Coburg şubesi, ardından vejetaryen restoranı geliyor ve şuradaki de McFarlane'in fayton yapım atölyesi. Ondan sonra da öteki blok başlıyor. Şimdi doktor, görevimizi tamamladığımıza göre keyfimize bakalım. Bir sandviç ve bir fincan kahve, sonra da kemanların tatlı, zarif ve uyumlu dünyasına. Orada, bizi bilmeceleriyle rahatsız edecek kızıl saçlı müşteriler olmayacak.”

Dostum müziğe bayılırdı; sadece yetenekli bir çalgıcı değil, aynı zamanda yabana atılmayacak bir bestecidi. Bütün öğleden sonra konser salonunda taburesinde oturup sonsuz bir mutluluğa gömüldü; o sırada zayıf parmaklarını müziğin temposuna göre sallayarak, hafifçe gülümseyen yüzü, rahat, hülyalı bakışlarıyla kendini müziğe verdi. Acımasızca canileri avlayan, keskin zekâlı, iz koklamakta eşi benzeri olmayan Holmes'tan eser yoktu. Benzersiz karakterinin bu ikili tabiatı zaman zaman birbirinin yerini alarak baskın çıkıyordu. Arada sırada ortaya çıkan şiirsel ve düşünceli ruh halini, aşırı zekası ve kurnazlığına bir tepki oluşturduğunu düşünmüşümdür . Tabiatındaki bu değişiklikler, aşırı bezginlikle yitik enerji arasında gidip gelmesine yol açıyordu. Bazen günlerce koltuğunda oturup kitaplarına daldığı anlarda,eline kemanını alıp harikalat yaratırdı. Derken içindeki av tutkusu uyandığında o parlak zekâsı çağrışım yeteneğini doruğa çıkarırdı; yöntemlerini bilmeyen insanlar hayrete düşer, karşılarında yabancı bir dünyadan gelmiş bir insan var sanırlardı. O gün öğleden sonra dostumu St. James Salonu'nda müziğe dalmış halde gördüğümde, izini sürdüğü insanların sonunun hiç de iyi olmayacağını hissettim. “Herhalde artık eve gitmek istersin doktor,” dedi dışarı çıktığımızda.

“Evet, iyi olur.”

“Benim birkaç saatlik bir işim var. Şu Coburg Meydanı'ndaki mesele çok ciddi.” “Neden ki?”

“Büyük bir suçun işlenmesine ramak kaldı. Zamanında engel olabileceğimize inanıyorum. Ama bugünün cumartesi olması işleri biraz karışıyor. Bu gece senin yardımına ihtiyacım olacak.”

“Saat kaçta?”

“Onda gel yeter.”

“Saat onda Baker Sokağı'nda olacağım.” “Çok güzel. Bir şey daha var doktor, bu iş biraz tehlikeli, o yüzden ne olur ne olmaz, sen tabancanı da yanına al.” Eliyle selam verdi ve topukları üzerinde dönerek kalabalığın içinde gözden kayboldu.

Başkalarından daha çok aptal olduğumu sanmıyorum aslında, ama ne zaman Sherlock Holmes'la birlikte bir işe kalkışsam kendimi yeteneksiz hissetmişimdir. Bu davada da aynısı oldu; onun duyduklarını ben de duymuştum, gördüklerini ben de görmüştüm, ama sözlerinden anladığım kadarıyla, o sadece olanları değil, olacakları da görmüştü. Oysa benim gözümde bütün mesele karmaşıklığını ve garipliğini hâlâ koruyordu. Kensington'daki evime giderken, yolda, herşeyi ta en başından bir kez daha aklımdan geçirdim: kızıl saçlı ansiklopedi kopyacısının anlattığı sıradışı hikâyeyi, Saxe-Coburg Meydanı'ndaki ziyaretimizi ve Holmes yanımdan ayrılırken söylediği şüpheli sözleri. Gece buluşmak da neyin nesiydi; neden silahımı yanıma almam gerekiyordu? Nereye gidecektik; ne yapacaktık? Holmes beni uyarmıştı, şu bizim sinekkaydı tıraşlı rehincinin çırağını yabana atmamak gerekiyordu; herifin bu işte bir parmağı olabilirdi. Kendi kendime olayları çözmeye çalıştım ama sonunda umutsuzluk içinde vazgeçip bir kenara bıraktım. Nasılsa gece çok şeye gebeydi.

Evden çıktığımda dokuzu çeyrek geçiyordu. Parkı hızla geçerek Oxford Sokağı üzerinden Baker Sokağı'na geldim. Kapıda iki fayton duruyordu. İçeri girdiğimde, yukarıdan seslerin geldiğini fark ettim. Odaya daldığımda, Holmes'u iki adamla hararetli hararetli konuşurken buldum. Adamlardan birini tanıyordum: polis memuru Peter Jones. Diğer adam ise uzun boylu, zayıf ve üzgün yüzlü biriydi; elinde parlak bir şapka, üstünde de önemli kişilere özgü gösterişli bir redingot vardı.

“İşte! Takım tamamlandı,” dedi Holmes, çift düğmeli kısa gemici ceketini ilikleyip askından ağır av kırbacını çekip aldı. “Sanırım Scotland Yard'dan Bay Jones'u tanıyorsundur Watson. Seni Bay Merryweather'la tanıştırayım. Kendisi bu geceki macerada bizimle birlikte olacak.”

“Gördüğünüz gibi, yine çifter çifter ava çıkıyoruz doktor,” dedi Jones; mantıklı konuşmaya bayılırdı. “Dostumuz avdan çok iyi anlar. Tek ihtiyacı, yaşlı bir köpeğin ona yol göstermesidir.”

“Umarım bir yaban kazıyla yetinmek zorunda kalmayız,” diye araya girdi Bay Merryweather karamsarca.

“Bay Holmes'a güvenebilirsiniz bayım,” dedi polis memuru gururla. “Gerçi, biraz fazla teorik ve fantastik yöntemleri vardır ama aslında kendisi doğuştan dedektiftir. Sholto cinayeti ve Agra Hazineleri macerasında olduğu gibi, resmi kaynaklardan daha doğru tahminlerde bulunduğu olmuştur bir iki kez.”

“Siz böyle diyorsanız Bay Jones, mesele yok,” dedi yabancı saygıyla. “Yine de itiraf etmeliyim ki briçi özledim. Yirmi yedi yıldır ilk kez bir cumartesi gecesini briç oynamadan geçiriyorum.”

“Bana kalırsa,” dedi Sherlock Holmes, “şimdiye kadarki en büyük bahsinizi bu gece oynayacaksınız; hem de en heyecanlı bir partide. Sizin için Bay Merryweather, bahis konusu olan 30.000 sterlin; sizin içinse Jones, istediğiniz adamın elinize düşmesi.”

“John Clay bir katil, hırsız, soyguncu ve sahtekâr. Kendisi henüz genç bir adam, Bay Merryweather, ama mesleğinin zirvesinde. Emin olun, kelepçelerimi Londra'nın bütün suçlularının yerine en çok onun bileklerinde görmek isterdim. Çok ilginç bir adam şu John Clay. Büyük babası bir kraliyet düküymüş ve kendisi de Eton ve Oxford'da okumuş. Zekâsı da parmakları kadar işlek; hangi taşı kaldırsak altından o çıkıyor ama bugüne kadar bir türlü yakalayamadık. Bir bakıyorsunuz, bu hafta İskoçya'da bir soygun düzenliyor, derken ertesi hafta Cornwall'da bir yetimhane açmak için para topluyor. Yıllardır izini sürüyorum ama şimdiye kadar yüzünü bir kez bile göremedim.”

“Bu gece sizi onunla tanıştırmaktan zevk duyacağım,” dedi Holmes. “Ben de birkaç kez John Clay'le karşılaştım ve mesleğinin zirvesinde olduğu konusunda size katılıyorum. Bu arada saat onu geçiyor; yola çıkalım. Siz ikiniz ilk faytonu alın, Watson'la ben ikinci arabayla sizi takip ederiz.” Sherlock Holmes uzun yolculuk boyunca pek konuşmadı. Arabanın koltuğuna yaslanıp o gün öğleden sonra dinlediği bir melodiyi mırıldanmaktaydı. Gazla aydınlatılan parke yollarda sarsılarak, sonu gelmeyen dönemeçli sokaklardan geçtikten sonra, nihayet Farrington Sokağı'na ulaştık. “Bilmecenin çözümüne çok yaklaştık,” diye konuşmaya başladı dostum. “Şu Merryweather, banka müdürüdür ve bu meseleyle bizzat ilgileniyor. Jones'u da yanımıza almanın iyi olacağını düşündüm. İşinde tam bir ahmak olmasına rağmen aslında fena adam değildir. Tek bir iyi tarafı var; o da birine kancayı taktı mı bir aslan kadar cesur ve bir keçi kadar inatçı olması. İşte geldik, bizi bekliyorlar.”

Sabah dolaştığımız kalabalık sokağa gelmiştik. Arabalardan indikten sonra, Bay Merryweather'ın önderliğinde dar bir yoldan geçtik, binanın yan kapısını vardık. Kapıyı açtığında, ucunda büyük demir bir kapının daha bulunduğu, küçük bir koridor çıktı karşımıza. Bu kapıyı da açtık, dolambaçlı ve taştan bir merdivenden indik, karşmıza ikinci bir demir kapı çıktı. Bay Merryweather durdu, bir fener yaktı; sonra da bizi, toprak kokan, karanlık bir geçitten yürüttü; üçüncü kapıyı açtı, her tarafta birbirine sımsıkı bağlanmış kafesli sandıkların bulunduğu koca bir mahzene girdik.


KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ - 03 CLUB DER ROTEN HAARE - 03 RED HAIR CLUB - 03 CLUB DE PELIRROJOS - 03 RÖDHÅRIG KLUBB - 03

Metro ile Aldersgate'e kadar gittik; oradan kısa bir yürüyüşle, bu sabah dinlediğimiz garip hikâyenin geçtiği Saxe-Coburg Meydanı'na vardık. Wir fuhren mit der U-Bahn bis Aldersgate und gingen von dort aus zum Sächsischen Platz, wo sich die seltsame Geschichte, die wir heute Morgen hörten, abspielte. We went as far as Aldersgate by subway; From there we took a short walk to Saxe-Coburg Square, where the strange story we heard this morning took place. Burası pis ve berbat bir meydandı. Es war ein schmutziger, dreckiger Platz. This was a dirty and nasty square. Dört sıra halinde uzanan iki katlı kiremit evler biraz çimen, biraz da solmuş defne çalılarından oluşan bir alana bakıyordu. Vier Reihen zweistöckiger Ziegelhäuser blicken auf eine Wiese mit verdorrten Lorbeerbüschen. Four rows of two-story tile houses faced a field of some grass and some withered laurel bushes. Yine de bütün bunlar dumanlı ve kirli atmosferi ortadan kaldırmıyordu. All dies konnte jedoch die rauchige und schmutzige Atmosphäre nicht beseitigen. However, all this did not eliminate the smoky and polluted atmosphere. Köşedeki evin üzerinde, kahverengi bir tabela üzerine beyaz harflerle “Jabez Wilson” yazılıydı, böylece evin, kızıl saçlı müşterimizin işlerini yürüttüğü yer olduğunu anladık. An dem Haus an der Ecke war ein braunes Schild mit dem Namen "Jabez Wilson" in weißen Buchstaben angebracht, und so erkannten wir, dass unser rothaariger Kunde hier sein Geschäft betrieb. Over the corner house, "Jabez Wilson" was written in white letters on a brown sign, so we knew it was where our redhead client ran his business.

Sherlock Holmes, evin önünde durdu, başını yana eğerek uzun uzun baktı; çatık kaşlarının altındaki gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Sherlock Holmes blieb vor dem Haus stehen, legte den Kopf zur Seite und betrachtete es lange, wobei seine Augen unter dem Stirnrunzeln leuchteten. Sherlock Holmes stood in front of the house and looked long, tilting his head to the side; His eyes sparkled brightly under his frown brows. Sonra yavaşça sokağın yukarısına yürüdü ve gerisin geri köşeye geldi. Dann ging er langsam die Straße hinauf und wieder um die Ecke. Then he walked slowly up the street and came back to the corner. Evleri dikkatlice süzdü. Er sah sich die Häuser genau an. He carefully inspected the houses. Sonunda rehinci dükkânının bulunduğu evin önüne geldi, bastonuyla kaldırıma iki-üç kez sertçe vurduktan sonra kapıyı çaldı. Schließlich kam er zur Vorderseite des Hauses, in dem sich das Pfandhaus befand, klopfte zwei- oder dreimal kräftig mit seinem Stock auf den Bürgersteig und klopfte dann an die Tür. Finally he came to the house where the pawnshop was located, knocked hard on the pavement with his stick two or three times, and knocked on the door. Kapı hemen açıldı, sinekkaydı tıraş olmuş, parlak görünüşlü, genç bir adam dostumu içeri buyur etti. Die Tür öffnete sich sofort und ein frisch rasierter, gut aussehender junger Mann empfing meinen Freund. The door swung open, and a bright-looking young man with a clean shave welcomed my friend in. “Teşekkür ederim,” dedi Holmes. "Danke", sagte Holmes. “Thank you,” said Holmes. “Sadece buradan sahile nasıl gidileceğini soracaktım.” "Ich wollte nur wissen, wie man von hier aus zum Strand kommt." “I was just going to ask how to get to the beach from here.”

“Sağdan üçüncü sokağa sapın, sonra soldan dördüncü sokaktan girin,” diye cevap veren çırak pat diye kapıyı kapayıverdi. "Die dritte Straße rechts, dann die vierte Straße links", antwortete der Lehrling und schloss die Tür mit einem Knall. “Turn into the third street on the right, then take the fourth street on the left,” the apprentice replied, slamming the door shut.

“Çok uyanık bir oğlan,” dedi Holmes, oradan ayrılırken. "Ein sehr aufmerksamer Junge", sagte Holmes, als er ging. "He's a very alert boy," said Holmes, as he left. “Bana kalırsa, Londra'nın en uyanık dördüncü genciyle karşı karşıyayız; hatta üçüncü bile olabilir. "Meiner Meinung nach haben wir es mit dem viertwachsamsten jungen Mann in London zu tun, vielleicht sogar mit dem drittwachsamsten. “I think we're dealing with the fourth most alert young man in London; It could even be the third. Ama hakkında çok şey öğrendim bile.” Aber ich habe schon viel über Sie gelernt." But I've already learned a lot about him."

“Anlaşılan,” dedim, “Bay Wilson'in çırağının, bu Kızıl Saçlılar Kulübü meselesinde oynadığı rol yabana atılmayacak cinsten. "Es scheint", sagte ich, "dass die Rolle, die der Lehrling von Herrn Wilson in dieser Affäre des Clubs der Rothaarigen gespielt hat, nicht hoch genug eingeschätzt werden kann. "It seems," I said, "that Mr. Wilson's apprentice's role in this Redhead Club thing is not to be underestimated. Kesin onun yüzünü görmek amacıyla kendisine adres sordun.” Ich bin sicher, Sie haben ihn nach einer Adresse gefragt, um sein Gesicht zu sehen. Surely you asked him for the address so you could see his face."

“Yüzünü görmek için değil.” "Nicht um dein Gesicht zu sehen." “Not to see your face.”

“Neyi o zaman?” "Was dann?" "What then?"

“Pantolonunun dizlerini.” "Die Knie deiner Hose." “The knees of your pants.”

“Peki ne gördün?” "Und was haben Sie gesehen?" “So what did you see?”

“Beklediğim şeyi.” "Worauf ich gewartet habe." “What I expected.”

“Bastonla kaldırıma neden vurdun?” "Warum hast du mit dem Stock auf das Pflaster geschlagen?" “Why did you hit the pavement with your cane?”

“Bak azizim, şimdi gözlem zamanı, gevezelik zamanı değil. "Hören Sie, meine Liebe, dies ist eine Zeit der Beobachtung, nicht des Geschwätzes. “Look, my dear, now is the time for observation, not chatter. Düşman hatlarında casusluk yapmak gibi bir şey bu. Das ist wie Spionage an den feindlichen Linien. It's like spying on enemy lines. Saxe-Coburg Meydanı hakkında bazı şeyler öğrendik. Wir haben einige Dinge über den Sächsisch-Coburgischen Platz gelernt. We learned some things about Saxe-Coburg Square. Şimdi arka sokakları keşfedelim.” Jetzt lass uns die Seitenstraßen erkunden." Now let's explore the back streets.”

Saxe-Coburg Meydanı'ndan köşeyi döndükten sonra karşılaştığımız görüntü, bir resmin ön yüzüyle arka yüzü arasındaki fark kadar dikkat çekiciydi. Der Anblick, der sich uns bot, nachdem wir am Sächsisch-Coburger Platz um die Ecke gebogen waren, war so eindrucksvoll wie der Unterschied zwischen der Vorder- und der Rückseite eines Bildes. The sight we encountered after turning the corner from Saxe-Coburg Square was as striking as the difference between the front and the back of a painting. Şehir merkezinin trafiğini kuzeye ve batıya bağlayan ana caddelerden birinin üzerindeydik şimdi. Wir befanden uns nun auf einer der Hauptstraßen, die den Verkehr des Stadtzentrums mit dem Norden und Westen verbinden. We were now on one of the main streets connecting the traffic of the city center to the north and west. Çevredeki ticaret merkezleri, gelip gideniyle sürekli bir hareket halindeydi ve kaldırımlar, koşuşturan yayaların ayak izlerinden kapkara olmuştu. In den umliegenden Einkaufszentren herrschte ein ständiges Kommen und Gehen, und die Bürgersteige waren schwarz von den Fußabdrücken der eilenden Fußgänger. The surrounding commercial centers were in constant motion with their comings and goings, and the sidewalks were black from the footsteps of rushing pedestrians. Gösterişli dükkânların oluşturduğu sıraya ve büyük iş hanlarına bakarak bunların arka tarafına düşen sokağın, demin ayrıldığımız solgun ve hareketsiz yer olduğuna inanmak güçtü. Es war schwer zu glauben, dass die Straße hinter ihnen, mit ihren Reihen von opulenten Geschäften und großen Gasthäusern, derselbe blasse und unbewegliche Ort war, den wir gerade verlassen hatten. Looking at the row of ostentatious shops and grand office buildings, it was hard to believe that the street behind them was the pale and motionless place we had just left.

“Dur bakaylım,” dedi Holmes, köşede durup boylu boyunca caddeye bakarak, “buradaki binaların sırasını hafızama yerleştirmek istiyorum. "Wait," said Holmes, standing on the corner and looking across the street, "I want to memorize the row of buildings here. Londra'yı iyi tanımak benim için bir tutku. Getting to know London well is a passion for me. Şuradaki tütüncü, Mortimer'in yeri, sonra küçük gazeteci, şu da City&Suburban Bankası'nın Coburg şubesi, ardından vejetaryen restoranı geliyor ve şuradaki de McFarlane'in fayton yapım atölyesi. That's the tobacconist over there, Mortimer's place, then the little journalist, that's the Coburg branch of the City & Suburban Bank, then the vegetarian restaurant, and that's McFarlane's carriage-making workshop. Ondan sonra da öteki blok başlıyor. After that, the other block begins. Şimdi doktor, görevimizi tamamladığımıza göre keyfimize bakalım. Now, doctor, now that we've accomplished our mission, let's have some fun. Bir sandviç ve bir fincan kahve, sonra da kemanların tatlı, zarif ve uyumlu dünyasına. A sandwich and a cup of coffee, and then into the sweet, elegant and harmonious world of violins. Orada, bizi bilmeceleriyle rahatsız edecek kızıl saçlı müşteriler olmayacak.” There won't be any red-haired customers there to bother us with their riddles.”

Dostum müziğe bayılırdı; sadece yetenekli bir çalgıcı değil, aynı zamanda yabana atılmayacak bir bestecidi. My friend loved music; He was not only a gifted instrumentalist, but also an indisputable composer. Bütün öğleden sonra konser salonunda taburesinde oturup sonsuz bir mutluluğa gömüldü; o sırada zayıf parmaklarını müziğin temposuna göre sallayarak, hafifçe gülümseyen yüzü, rahat, hülyalı bakışlarıyla kendini müziğe verdi. All afternoon he sat on his stool in the concert hall, immersed in eternal bliss; At that time, he gave himself to the music, waving his weak fingers according to the tempo of the music, with his slightly smiling face and relaxed, dreamy eyes. Acımasızca canileri avlayan, keskin zekâlı, iz koklamakta eşi benzeri olmayan Holmes'tan eser yoktu. There was no trace of Holmes, a sharp-witted, trail-sniffing matchless hunter who ruthlessly hunted down villains. Benzersiz karakterinin bu ikili tabiatı zaman zaman birbirinin yerini alarak baskın çıkıyordu. This dual nature of his unique character was at times superseded by one another. Arada sırada ortaya çıkan şiirsel ve düşünceli ruh halini, aşırı zekası ve kurnazlığına bir tepki oluşturduğunu düşünmüşümdür . I thought his occasional poetic and brooding mood was a reaction to his extreme intelligence and cunning. Tabiatındaki bu değişiklikler, aşırı bezginlikle yitik enerji arasında gidip gelmesine yol açıyordu. These changes in his nature caused him to oscillate between extreme weariness and wasted energy. Bazen günlerce koltuğunda oturup kitaplarına daldığı anlarda,eline kemanını alıp harikalat yaratırdı. Sometimes, when he sat in his chair for days and immersed himself in his books, he would take his violin and create wonders. Derken içindeki av tutkusu uyandığında o parlak zekâsı çağrışım yeteneğini doruğa çıkarırdı; yöntemlerini bilmeyen insanlar hayrete düşer, karşılarında yabancı bir dünyadan gelmiş bir insan var sanırlardı. Then, when his passion for hunting awakened, his brilliant mind would bring his associative ability to its peak; People who did not know their methods would be astonished, and they would think that they were dealing with a person from a foreign world. O gün öğleden sonra dostumu St. That afternoon my friend St. James Salonu'nda müziğe dalmış halde gördüğümde, izini sürdüğü insanların sonunun hiç de iyi olmayacağını hissettim. When I saw him immersed in the music in James Hall, I felt that the people he was tracking would not end well. “Herhalde artık eve gitmek istersin doktor,” dedi dışarı çıktığımızda. "I suppose you'd like to go home now, doctor," he said when we were outside.

“Evet, iyi olur.” “Yeah, that would be fine.”

“Benim birkaç saatlik bir işim var. “I have a few hours of work. Şu Coburg Meydanı'ndaki mesele çok ciddi.” The matter in Coburg Square is very serious.” “Neden ki?” "Why?"

“Büyük bir suçun işlenmesine ramak kaldı. “A great crime has been committed. Zamanında engel olabileceğimize inanıyorum. I believe we can stop it in time. Ama bugünün cumartesi olması işleri biraz karışıyor. But since today is Saturday, things get a little messy. Bu gece senin yardımına ihtiyacım olacak.” I'm going to need your help tonight."

“Saat kaçta?” "At what time?"

“Onda gel yeter.” "Then just come."

“Saat onda Baker Sokağı'nda olacağım.” "I'll be in Baker Street at ten." “Çok güzel. "Very nice. Bir şey daha var doktor, bu iş biraz tehlikeli, o yüzden ne olur ne olmaz, sen tabancanı da yanına al.” Eliyle selam verdi ve topukları üzerinde dönerek kalabalığın içinde gözden kayboldu. There's one more thing, doctor, it's a bit dangerous, so just in case, take your gun with you." He bowed with his hand and turned on his heels, disappearing into the crowd.

Başkalarından daha çok aptal olduğumu sanmıyorum aslında, ama ne zaman Sherlock Holmes'la birlikte bir işe kalkışsam kendimi yeteneksiz hissetmişimdir. I don't think I'm any more stupid than anyone else, but every time I've tried something with Sherlock Holmes, I've felt incompetent. Bu davada da aynısı oldu; onun duyduklarını ben de duymuştum, gördüklerini ben de görmüştüm, ama sözlerinden anladığım kadarıyla, o sadece olanları değil, olacakları da görmüştü. The same happened in this case; I heard what he heard, I saw what he saw, but from his words, he saw not only what happened, but also what would happen. Oysa benim gözümde bütün mesele karmaşıklığını ve garipliğini hâlâ koruyordu. In my eyes, however, the whole issue still retained its complexity and strangeness. Kensington'daki evime giderken, yolda, herşeyi ta en başından bir kez daha aklımdan geçirdim: kızıl saçlı ansiklopedi kopyacısının anlattığı sıradışı hikâyeyi, Saxe-Coburg Meydanı'ndaki ziyaretimizi ve Holmes yanımdan ayrılırken söylediği şüpheli sözleri. On the way back to my home in Kensington, I reconsidered everything from the very beginning: the extraordinary story told by the red-haired encyclopedia copyist, our visit in Saxe-Coburg Square, and the questionable words Holmes said when he left me. Gece buluşmak da neyin nesiydi; neden silahımı yanıma almam gerekiyordu? What was it like to meet at night; Why did I have to take my gun with me? Nereye gidecektik; ne yapacaktık? Where would we go; what would we do? Holmes beni uyarmıştı, şu bizim sinekkaydı tıraşlı rehincinin çırağını yabana atmamak gerekiyordu; herifin bu işte bir parmağı olabilirdi. Holmes had warned me that we should not underestimate our clean-shaven pawnshop's apprentice; The guy could have had a hand in this. Kendi kendime olayları çözmeye çalıştım ama sonunda umutsuzluk içinde vazgeçip bir kenara bıraktım. I tried to sort things out on my own, but eventually gave up in despair and put it aside. Nasılsa gece çok şeye gebeydi. Somehow, the night was pregnant with many things.

Evden çıktığımda dokuzu çeyrek geçiyordu. It was a quarter past nine when I left the house. Parkı hızla geçerek Oxford Sokağı üzerinden Baker Sokağı'na geldim. I sped through the park, via Oxford Street, to Baker Street. Kapıda iki fayton duruyordu. Two carriages stood at the door. İçeri girdiğimde, yukarıdan seslerin geldiğini fark ettim. When I got inside, I noticed voices coming from above. Odaya daldığımda, Holmes'u iki adamla hararetli hararetli konuşurken buldum. When I entered the room, I found Holmes talking hotly to the two men. Adamlardan birini tanıyordum: polis memuru Peter Jones. I knew one of the men: police officer Peter Jones. Diğer adam ise uzun boylu, zayıf ve üzgün yüzlü biriydi; elinde parlak bir şapka, üstünde de önemli kişilere özgü gösterişli bir redingot vardı. The other man was tall, thin, and sad-faced; He was wearing a shiny hat and a flamboyant redingcoat for important people.

“İşte! "Request! Takım tamamlandı,” dedi Holmes, çift düğmeli kısa gemici ceketini ilikleyip askından ağır av kırbacını çekip aldı. The suit is complete,” said Holmes, buttoning up his short double-breasted sailor's jacket and pulling the heavy hunting whip from its hanger. “Sanırım Scotland Yard'dan Bay Jones'u tanıyorsundur Watson. “I suppose you know Mr. Jones of Scotland Yard, Watson. Seni Bay Merryweather'la tanıştırayım. Let me introduce you to Mr. Merryweather. Kendisi bu geceki macerada bizimle birlikte olacak.” He will be with us on tonight's adventure.”

“Gördüğünüz gibi, yine çifter çifter ava çıkıyoruz doktor,” dedi Jones; mantıklı konuşmaya bayılırdı. "As you can see, we're hunting in pairs again, doctor," said Jones; He loved to talk rationally. “Dostumuz avdan çok iyi anlar. “Our friend understands the hunt very well. Tek ihtiyacı, yaşlı bir köpeğin ona yol göstermesidir.” All he needs is an old dog to guide him.”

“Umarım bir yaban kazıyla yetinmek zorunda kalmayız,” diye araya girdi Bay Merryweather karamsarca. “I hope we don't have to settle for one wild goose,” Mr Merryweather interrupted gloomily.

“Bay Holmes'a güvenebilirsiniz bayım,” dedi polis memuru gururla. “You can count on Mr. Holmes, sir,” said the constable proudly. “Gerçi, biraz fazla teorik ve fantastik yöntemleri vardır ama aslında kendisi doğuştan dedektiftir. “Although he has a little too theoretical and fantastical methods, he is actually a natural born detective. Sholto cinayeti ve Agra Hazineleri macerasında olduğu gibi, resmi kaynaklardan daha doğru tahminlerde bulunduğu olmuştur bir iki kez.” Once or twice he has made more accurate predictions from official sources, as with the Sholto murder and the Agra Treasures adventure.”

“Siz böyle diyorsanız Bay Jones, mesele yok,” dedi yabancı saygıyla. "It's okay if you say so, Mr. Jones," said the stranger respectfully. “Yine de itiraf etmeliyim ki briçi özledim. “Still, I have to admit that I missed bridge. Yirmi yedi yıldır ilk kez bir cumartesi gecesini briç oynamadan geçiriyorum.” For the first time in twenty-seven years, I've been on a Saturday night without playing bridge.”

“Bana kalırsa,” dedi Sherlock Holmes, “şimdiye kadarki en büyük bahsinizi bu gece oynayacaksınız; hem de en heyecanlı bir partide. "I think," said Sherlock Holmes, "tonight you will place your biggest bet ever; at the most exciting party. Sizin için Bay Merryweather, bahis konusu olan 30.000 sterlin; sizin içinse Jones, istediğiniz adamın elinize düşmesi.” For you, Mr. Merryweather, the £30,000 at stake; for you, Jones, falling into the hands of the man you want.”

“John Clay bir katil, hırsız, soyguncu ve sahtekâr. “John Clay is a murderer, thief, robber and crook. Kendisi henüz genç bir adam, Bay Merryweather, ama mesleğinin zirvesinde. He is still a young man, Mr. Merryweather, but at the peak of his profession. Emin olun, kelepçelerimi Londra'nın bütün suçlularının yerine en çok onun bileklerinde görmek isterdim. Rest assured, I'd rather see my handcuffs on his wrists than on any of London's criminals. Çok ilginç bir adam şu John Clay. A very interesting man is that John Clay. Büyük babası bir kraliyet düküymüş ve kendisi de Eton ve Oxford'da okumuş. His grandfather was a royal duke and he himself studied at Eton and Oxford. Zekâsı da parmakları kadar işlek; hangi taşı kaldırsak altından o çıkıyor ama bugüne kadar bir türlü yakalayamadık. His wit is as bright as his fingers; Whichever stone we lift, it comes out from under it, but we haven't been able to catch it until today. Bir bakıyorsunuz, bu hafta İskoçya'da bir soygun düzenliyor, derken ertesi hafta Cornwall'da bir yetimhane açmak için para topluyor. You see, this week he's staging a heist in Scotland, then the next week he's raising money to open an orphanage in Cornwall. Yıllardır izini sürüyorum ama şimdiye kadar yüzünü bir kez bile göremedim.” I've been tracking him for years, but until now I've never seen his face once."

“Bu gece sizi onunla tanıştırmaktan zevk duyacağım,” dedi Holmes. “I shall have the pleasure of introducing you to him tonight,” said Holmes. “Ben de birkaç kez John Clay'le karşılaştım ve mesleğinin zirvesinde olduğu konusunda size katılıyorum. “I've met John Clay a few times too, and I agree with you that he's at the top of his profession. Bu arada saat onu geçiyor; yola çıkalım. Meanwhile the clock is past ten; let's go. Siz ikiniz ilk faytonu alın, Watson'la ben ikinci arabayla sizi takip ederiz.” You two take the first carriage, Watson and I will follow you in the second." Sherlock Holmes uzun yolculuk boyunca pek konuşmadı. Sherlock Holmes did not speak much during the long journey. Arabanın koltuğuna yaslanıp o gün öğleden sonra dinlediği bir melodiyi mırıldanmaktaydı. He was leaning against the seat of the car, humming a tune he had heard that afternoon. Gazla aydınlatılan parke yollarda sarsılarak, sonu gelmeyen dönemeçli sokaklardan geçtikten sonra, nihayet Farrington Sokağı'na ulaştık. After stumbling through gas-lit cobbled streets and winding through endless streets, we finally arrived at Farrington Street. “Bilmecenin çözümüne çok yaklaştık,” diye konuşmaya başladı dostum. “We're very close to solving the riddle,” my friend began. “Şu Merryweather, banka müdürüdür ve bu meseleyle bizzat ilgileniyor. “This Merryweather is the bank manager, and he's personally handling this matter. Jones'u da yanımıza almanın iyi olacağını düşündüm. I thought it would be good to take Jones with us. İşinde tam bir ahmak olmasına rağmen aslında fena adam değildir. Despite being a complete idiot at his job, he's actually not a bad guy. Tek bir iyi tarafı var; o da birine kancayı taktı mı bir aslan kadar cesur ve bir keçi kadar inatçı olması. There is only one good thing; when he hooked someone up being brave as a lion and stubborn as a goat. İşte geldik, bizi bekliyorlar.” Here we are, they are waiting for us.”

Sabah dolaştığımız kalabalık sokağa gelmiştik. We came to the crowded street we walked around in the morning. Arabalardan indikten sonra, Bay Merryweather'ın önderliğinde dar bir yoldan geçtik, binanın yan kapısını vardık. After getting out of the cars, we drove down a narrow road, led by Mr. Merryweather, until we reached the side door of the building. Kapıyı açtığında, ucunda büyük demir bir kapının daha bulunduğu, küçük bir koridor çıktı karşımıza. When he opened the door, we came across a small corridor with another large iron door at the end. Bu kapıyı da açtık, dolambaçlı ve taştan bir merdivenden indik, karşmıza ikinci bir demir kapı çıktı. We opened this door as well, descended a winding stone staircase, and a second iron door appeared before us. Bay Merryweather durdu, bir fener yaktı; sonra da bizi, toprak kokan, karanlık bir geçitten yürüttü; üçüncü kapıyı açtı, her tarafta birbirine sımsıkı bağlanmış kafesli sandıkların bulunduğu koca bir mahzene girdik. Mr. Merryweather stopped, lit a lantern; then he led us through a dark, earthy passage; He opened the third door, and we entered a great cellar with latticed chests tightly fastened on all sides.