Part 04
‘Aman, rüya işte!' dedi kendi kendine. Çadırın ağzından baktı; tan ağarıyordu.
“Gidip onları uyandırayım. İşe başlama vakti...” dedi. Başkırlar uyanıp toplaştılar. Kımız içtiler, Pahom'a çay sundular; fakat o yerinde duramıyordu: “Artık gidelim” dedi, “Vakit boşa geçiyor.”
Hepsi birden toparlanıp yola koyuldular; yarısı atlı, yarısı ise arabalıydı. Pahom da uşağıyla beraber kendi arabasındaydı. Yanına bir de kürek almıştı. Stepe çıktıklarında, gök bakır rengindeydi. Başkırların “Şıhan” adını verdiği bir yamaca çıktılar. Atlarından, arabalarından inip bir yerde toplaştılar. Başkan, Pahom'un yanına gelip dümdüz uzanan toprakları gösterdi: “Gözünün görebildiği her yer bizim. Ne kadar istiyorsan alabilirsin.”
Başlığını çıkarıp yere bırakan Başkan:
“İşaretin bu... Başladığın ve bitireceğin yer burası. Çevresini dolanacağın her yer senin olabilir.”
Parayı çıkarıp başlığın üstüne bıraktı Pahom. Paltosunu da üstünden sıyırdığında ceketiyle kaldı. Kemerini çıkarıp beline doladı; yelek koluna ufak bir azık çıkını ve matara koyup uşağından küreği aldı. Artık dolanmaya başlayabilirdi. Bir zaman nereden başlamasının daha iyi olacağını düşündü. Hiçbir yer vazgeçilir görünmedi gözüne.
“Hepsi bir...” dedi, “Doğuya gideyim.”
Yüzünü doğuya çevirip güneşin yüzünü göstermesini bekledi.
“Oyalanmamalıyım...” dedi sonunda. “Sıcak bastırmadan daha rahat yürürüm.”
Güneşin ilk ışınları ufukta belirdiğinde Pahom, elindeki kürekle daldı stepe. İlk yürüyüş hızı tam kararındaydı. Yaklaşık
bir mil gidip derin bir çukur kazdı ve yeri belli olsun diye ot yolup üstüne yığdı. Yürümeyi sürdürdü; uykulu hâlinden sıyrılınca hızlandı. Bir süre daha gidip başka bir çukur açtı.
Dönüp arkasına bakan Pahom bayırı, orada duran insanları, araba tekerlerinin parladığını görüyordu. Yaklaşık üç mil yürüdüğü kararına vardı. Sıcak iyiden iyiye bastırıyordu; ceketini çıkarıp omuzlarına atarak yürümeyi sürdürdü. Sıcak giderek dayanılmazlaşıyordu; güneşe şöyle bir bakıp kahvaltı vaktinin geldiğini düşündü.
“Şimdi geri dönmek için çok erken. Çizmelerimi de çıkarayım hele...” diye söylendi.
Çizmelerini çıkarıp kemerine asarak tekrar yürüdü. ‘Bir üç mil daha gidebilirim...' diye düşündü, ‘sonra sola dönerim. Şurası ne kadar güzel, alamazsam üzülürüm. Topraklar giderek daha verimli görünüyor.' Dosdoğru ilerlemeyi sürdürdü. Arkasına baktığında, bayırı ve oradakileri zor bela seçebiliyordu.
‘Tanrım, bu tarafa fazla gitmişim...' diye geçirdi içinden. ‘Hemen dönmem gerek. O kadar terledim, susuzluktan o kadar kavruldum ki!' Durup bir çukur açarak otları yığdı. Matarasından su içti. Ardından sola dönüp yürüdü. Otlar adam boyu, hava boğacak kadar sıcaktı.
Giderek yorulduğunu hissediyordu; güneşe bakıp vaktin öğle olduğunu tahmin etti.
“Yeter...” dedi, “Soluklanayım hele...”
Oturup ekmeğini yedi, su içti; uyuyakalmaktan korkup uzanmadı. Bir süre oturduktan sonra tekrar yola koyuldu. Önceleri zorlanmadan yürüyebiliyordu; dinlenip su içmek, yemek yemekle de gücü yenilenmişti; ancak hava o kadar ısınmıştı ki bayılacak gibi oldu. Birden uyku bastırdığını hissetti.
Yine de ‘Bir saat yorul, ömür boyu rahat et...' diye düşünüp yürüdü. Tam sola dönecekti ki bir dere gördü. “Burayı topraklarıma katmazsam günah olur. Burada pamuk yetiştirebilirim...” diye düşündü. Derenin çevresini de dolandı ve öbür yakaya da bir çukur açtı. Pahom tepeye baktığında, hava sıcaktan buğulanmış gibiydi ve bir şeyler uçuşup duruyordu gözlerinin önünde; bayırdakiler görünmez olmuştu.
‘Buraları fazla tuttum...' diye geçirdi içinden. ‘Şurayı daha kısa tutayım...' Yürümesini hızlandırıp bir üçüncü kenarı da arşınlamaya başladı. Başını güneşe çevirdi; ufku yarılamıştı Pahom, fakat karenin üçüncü kıyısında iki mil bile yol almamıştı. Hedefi on mil daha uzaktaydı.
“Yo, yo...” diye düşündü. “Topraklarım eğri büğrü de olsa, artık dosdoğru bir çizgiye yönelmeliyim. Hayli uzağa gittim ve engin arazilerim var artık.”
Hemen bir çukur kazıp üstüne otları yığarak bayıra doğru yöneldi.
Pahom hemen bayıra yönelmişti fakat adımlarını büyük bir zorlukla atabiliyordu. Sıcaktan bitkin, diken ve çalıların daladığı ayakları çizikler içindeydi ve artık dermanı kalmamıştı. O kadar çok dinlenmek istiyordu ki! Fakat gün batmadan bunu yapamazdı. Güneşin hiç sabrı yoktu; giderek alçalıyordu. “Tanrım...” diye içini çekti. “Ben hata ettim. Keşke eşşeklik edip daha çok toprak edinmek için çırpınmasaydım! Zamanında yetişemezsem ne olacak?..”
Bayıra baktı önce, sonra güneşe. Varacağı yere ne kadar da uzaktı! Güneş ufuk çizgisiyle neredeyse birleşecekti. Pahom hızlandı fakat öyle güçsüz düşmüştü ki... Derken koşmaya başladı, paltosunu, ceketini; azık çıkınıyla matarasını attı. Elinde sadece baston niyetine kullandığı kürek vardı.
‘Ne halt ettim ben...' diye düşündü. ‘Açgözlülük edip bir sürü yer dolandım, hepsi benim olsun istedim. Oraya gün batmadan varmam imkânsız.' Bunları düşünmek, onun son gücünü de tüketti. Koşmayı sürdürüyordu; yorgun, mutsuz, susuz... Göğsü kabarıp iniyor, kalbi deli gibi atıyor, bacaklarını hissetmiyordu. Birden ölüm korkusu sardı benliğini... Yine durmadı. ‘Onca yol teptikten sonra durursam, beni ahmak sanırlar...' diye geçirdi içinden. Durmadı, koştu; öyle yakınlaşmıştı ki Başkırların seslenişlerini duyuyordu; bu sesleri duymak, tutkusunu biledi. Olanca gücüyle koşmaya başladı.
Güneş alabildiğine alçalmıştı; buğulu havada kan kırmızı bir görünüm vardı. Neredeyse bayılacaktı! Ama hedefine öyle yaklaşmıştı ki... Pahom, kendisini gayretlendirmek isteyenlerin işaretlerini fark ediyordu; yere bıraktığı parayı, kalpağı ve elleri belinde Başkan'ı seçebiliyordu. Pahom ansızın dün gece gördüğü düşü anımsadı.
“Yeterince toprak var...” dedi. “Ama Tanrı benim bu toprakları ekip biçmeme izin verecek mi? Oraya asla varamayacağım.”
İyice alçalmış güneşe baktı; bir bölümü artık görünmüyordu. Son güç kırıntılarıyla atağa geçti; bedeni ileri eğilmişti ve dizleri onu artık taşımıyordu. Tam bayıra varmıştı ki, ortalık bir anda karardı; güneş battı. ‘Olanca emeğim boşa gitti!' diye inledi. Durmaya karar vermişken Başkırların seslenişlerinin kesilmediğini fark etti, kendisi bulunduğu yerden güneşi göremiyordu ama bayırdakiler görebiliyordu. Derince soluklanıp bayırı tırmandı. Burada gün ışığının kırıntıları vardı daha. Bayıra çıkıp kalpağı gördü; Başkan kalpağın önünde, böğürlerini tuta tuta gülüyordu. Bir kez daha düşü geldi aklına; inledi.
Dizlerinde derman kalmamıştı, yere kapaklanıp kalpağa uzattı ellerini.
“Bir sürü toprağın oldu!” diye bağırdı, Başkan. Uşağı hemen koşup yetişti; onu yerden kaldırmaya uğraştı, ama Pahom'un ağzından kan sızıyordu; son nefesini vermişti! Uşağı, küreği alarak Pahom'a uygun bir mezar kazıp gömdü. İki metrelik toprak doyurmuştu Pahom'un gözünü.