×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.


image

Kaderi Değiştiren, Neden Hâlâ Kötülük Var?

Neden Hâlâ Kötülük Var?

Hiç hayatınızı yoluna koyamadığınızı hissettiniz mi? Yapmak istediğiniz iyi şeyleri bir türlü yapamadığınızı ve yapmaktan kaçınmaya çalıştığınız şeyleri sonunda yaptığınızı? Neden bir diyeti bırakmak, buna devam etmekten daha kolaydır? İçimizde, iyi kararlarımıza karşı savaşan bir şey mi var? Bu sorulara yanıt verir gibi görünen iki öyküye bakalım. Ali ve Burcu bebek sahibi olmak için uzun süre beklemişlerdi. Her şeyin kesinlikle mükemmel olmasını istemişlerdi. Bir müddet çalışıp para biriktirdikten ve işlerinin sağlam olduğundan emin olduktan sonra, zamanın geldiğine karar verdiler. Hamilelik süresince düzenli olarak doktora gittiler, bebek mobilyaları aldılar ve evi boyadılar. Tüm hazırlıkları yaptılar, tam da zamanında yaptılar, zira bebek beklenenden bir hafta erken doğdu. Erkek olacağını biliyorlardı ve ona Zafer adını vermişlerdi. İlk yıl çok zor değildi. Zafer'in beslenmesi, giydirilmesi ve bebek bezinin değiştirilmesi gerekiyordu. Geceleri iyi uyuyordu, uyandığında Burcu onu sıkıca sarmalayarak bacaklarına yatırıyor ve ileri geri sallıyordu. Herkes ona çirkin ve pis dese de, hepsi onun sevimli olduğunu biliyordu. Bebeklerin yaptığı normal şeylerin hepsini yapıyordu, dik oturmaya, emeklemeye, ayakta durmaya ve sonunda yürümeye başladı. Onlara göre Zafer dünyanın en harika bebeğiydi ve hiçbir sorun çıkacağını sanmamışlardı. Zafer 18. ayına yaklaşırken, doktor onlara ne beklemeleri gerektiğini söyledi. Kendi karakterini oluşturmaya başlayacaktı, ihtiyaçlarını daha net olarak ifade edecek, belki de biraz cezalandırılmaya ihtiyaç duyacaktı. Muayenehaneden çıkarken birbirleriyle konuştular. Ali, yüksek sesle, “Zafer bize hiçbir sorun çıkartmayacak! Oğlumuz mükemmel ve her zaman iyi davranıyor” dedi. Fakat Burcu biraz farklı düşünüyordu. Ali her zaman işteydi, zamanının çoğunu çocukla geçiren kendisiydi. Bir gün salondayken, Zafer'e DVD oynatıcıyla oynamamasını söyledi ve onu odanın başka bir yerine götürdü. Zafer ayağa kalktı, DVD oynatıcının yanına gitti, durdu, annesine baktı ve DVD oynatıcının düğmelerine basmaya başladı. Burcu onun kendisine nasıl böyle utanmazca itaatsizlik edebildiğini anlamadı. Tekrar denedi, yine aynı şeyi yaptı. Ancak ona bir oyuncakla rüşvet verdikten sonra durdu. İtaatsizlik daha kötü bir hal alınca da Burcu'nun kalbi kırıldı. Ondan bir şey yapmasını istediğinde başını sallayarak itiraz ediyor, annesi istediğini yapmadığında bağırıyor veya ona vuruyor, annesi kendisine gelmesini isteyince ise ters yönde kaçıyordu. Burcu bunun anlamamaktan kaynaklanmadığını biliyordu, zira elinde yeni bir oyuncak veya şeker varken onu çağırdığında koşarak geliyordu. Ali'nin de aynı şeyleri fark etmesi uzun sürmedi. Şoka uğradılar ve sevgiye ve ilgiye boğdukları sevimli yavrularının nasıl olup da böyle davrandığına akıl erdiremediler. Zafer yaptıkları hiçbir şeye memnuniyet göstermiyor ve evin kralı olmak istermiş gibi davranıyordu! İlginçtir ki, yaklaşık 4000 yıl önce Nuh peygamber de aynı şeye tanıklık etti. Kutsal Kitap, Nuh ve oğulları gemiden çıktıktan sonra, Ham, Sam ve Yafet'in çocukları, torunları ve büyük torunları olduğunu söylüyor. Dünyanın nüfusu artarken, Nuh'un ve oğullarının soyundan gelenlerin tufandan ders almış olmaları gerekirdi. Ataları Nuh'a bakarak tıpkı onun gibi, Allah tarafından kendisine doğru kişi denilen adam gibi olmayı istemeliydiler. Tufandan önce yaşayanları yok eden günahlı davranışlardan kaçınmalı ve Allah'ın emirlerini tutmalıydılar. Yeterince çok çalışırlarsa, dünya belki eskisinden bile iyi olabilirdi. Ancak Kutsal Kitap'ın anlatısını okuduğumuzda, hiç de öyle olmadığını göreceğiz. Yaratılış 10:8 ayetinde, Kûş'un (Ham'ın oğullarından biri) Nemrut adında bir oğlu olduğunu okuyoruz. Yeryüzünde yiğit bir adam olarak kabul edilen ilk kişiydi, Rabb'in önünde yiğit bir avcıydı. İşin ilginci, Nemrut'un adı “isyan” anlamına gelir ve eylemleri, isyanının Allah'a karşı olduğunu gösteriyor. Allah'ın, Nuh'a ve oğullarına yayılıp yeryüzünü doldurmalarını söylediğini hatırlayın. Ancak Nemrut, insanları dağılmaya teşvik edecek yerde, onlara yerleşecekleri kentler kurmaya başladı. Yaratılış 10:10 ayetinde, krallığının tümü Şinar topraklarında bulunan Babil, Erek, Akat ve Kalne kentlerinde başladığını söyleniyor. Bu kentler günümüzde Irak topraklarında yer alır. 11. ayette başka kentler kurduğunu da görüyoruz. Kral olmadan krallık olmaz, öyleyse sizce bu kentlerin kralı kimdi? Bildiniz, Nemrut! Öyküye Yaratılış 11. bölüm, 1-4 ayetlerinden devam edelim: 1 Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. 2 Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya yerleştiler. 3 Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. 4 Sonra, “Kendimize bir kent kuralım” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” Bu ayetler bize ne açıklıyor? O zaman tüm dünyada yalnızca tek bir dil vardı, ancak daha da önemlisi insan oğulları (yani Allah'ın yolunu izlemeyenler) iki nedenden dolayı bir kent ve kule inşa etmek istediler. Yeryüzünde nam salmak istediler ve tüm yeryüzüne dağılmak istemediler. Bu insanlar Allah'ın yeryüzüne dağılma emrini yerine getirmek istemişler gibi görünüyor mu? İşin tuhaf tarafı, Allah'ın dünyayı tufanla yok etmesinin ve Nuh ve oğulları ile insanlığa ikinci bir şans vermesinin üzerinden yalnızca 71 yıl geçmişti. Fakat henüz iki nesil içinde Allah'a kulak asmamaya başlamışlardı. Ancak ne kadar uğraşırsanız uğraşın, Allah vardır ve gözardı edilemez. 5-7 ayetlerini okuyarak devam edelim: 5 RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi. 6 “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi, 7 “Gelin, aşağı inip dillerini karış- tıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.” Bir kez daha Allah'ın bu gezegenin olaylarıyla bizzat ilgilendiğini görüyoruz. Kutsal Kitap, O'nun kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indiğini ve hoşnutsuz olduğunu söylüyor. Sonu başlangıçtan itibaren bilen Kişi, insan oğullarının neyin peşinde olduklarını görmüştü. İnsanlar bu yolda devam etselerdi, öncekinden de kötü olacaklardı. Akıllarına koydukları her şeyi tamamlayacaklardı. Allah ise hem onların ne yapacaklarını, hem de onları bu şeylere neyin yönelttiğini biliyordu. İnsan oğullarının tufandan önce yaşayanlardan farklı olmadıklarını ve tanrısız yaşamlarının yalnızca günahkârlık, şiddet, sapkınlık ve kanunsuzluk getireceğini biliyordu. Başka bir deyişle, doğalarında olan şeyi yapacaklardı. 8. ve 9. ayetlerde Allah'ın ne yaptığını görelim: 8 Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. 9 Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı. İnsan oğullarının durdurulması gerekiyordu. Allah dünyayı tufanla yok etmeme sözünü vermişti, bu nedenle onların birlikte çalışabilmelerini sağlayan en önemli şeyi, iletişim yeteneğini ellerinden aldı. Yukarı katlardan daha fazla tuğla emri geldikçe, kargaşa başgösterdi. Kutsal Kitap'ta işçilerin ne yaşadığı ayrıntılarıyla anlatılmıyor, ancak tahminde bulunabiliriz. Muhtemelen bir Fenerbahçe maçı sırasında stadyumun diğer tarafındaki arkadaşınıza mesaj iletmeye çalışmak gibi bir şeydi. Birkaç denemeden sonra vazgeçersiniz. İnsanlar aletlerini bir kenara bırakıp kentin sokaklarında yankılanan yabancı dilleri dinlerken, muhtemelen anlaşabildikleri kişilerle bir araya gelip ayrılma planı yapmışlardır. Kutsal Kitap, isteseler de istemeseler de dağılmaya başladıklarını söylüyor. Belki aşağıdaki öykü bu ayetlerin bize bildirdiği şeyle ilgili daha iyi bir anlayış sağlayabilir. Bir gün bir akrep etrafına bakınmış ve bir değişiklik yapmaya karar vermiş. Böylece yola koyularak ormanlardan ve tepelerden geçmiş. Kayalara tırmanmış, bağlardan geçmiş, en sonunda bir nehre ulaşmış. Nehir genişmiş ve hızlı akıyormuş, akrep karşıya geçmenin bir yolunu bulamamış. Nehir boyunca yukarı aşağı gezerek, geri dönmek zorunda kalabileceğini düşünmüş. Bir anda, nehir kıyısındaki sazlarda oturan bir kurbağa görmüş. Nehrin karşısına geçmek için kurbağadan yardım istemeye karar vermiş. Akrep karşı tarafa, “Merhaba, Bay Kurbağa!” diye bağırmış, “Acaba beni nehrin karşısına geçirme nezaketini gösterir miydin?” Kurbağa kararsızlıkla, “Bakalım, Bay Akrep! Sana yardım edersem beni öldürmeye çalışmayacağını nereden bileyim?” diye sormuş. Akrep, “Çünkü” demiş, “Seni öldürmeye çalışırsam ben de ölürüm. Akreplerin yüzemediğini herkes bilir!” Bu kurbağaya mantıklı gelmiş. Fakat sormuş. “Ya kıyıya yaklaşırken ne olacak? Yine de beni öldürmeye ve sonra kıyıya çıkmaya çalışabilirsin!” Akrep, “Doğru” diye onaylamış, “Fakat o zaman da nehrin karşı kıyısına ulaşamam!” Kurbağa, “Peki öyleyse, karşı kıyıya varana kadar bekleyip beni o zaman öldürmeyeceğini nereden bileyim?” demiş. Akrep, yumuşak bir sesle “Aahh...” demiş, “Çünkü, beni bu nehrin karşı kıyısına geçirdiğinde yardımına o kadar minnettar kalacağım ki, sana ölümle karşılık vermek yakışık almayacak, öyle değil mi?” Böylece kurbağa akrebi nehrin karşı kıyısına geçirmeyi kabul etmiş. Yüzerek kıyıya gelmiş ve yolcusunu almak için çamurun yanına yanaşmış. Akrep kurbağanın sırtına tırmanmış ve kurbağa nehrin sularına süzülmüş. Çamurlu su etraflarında girdap yaparak dönüyormuş, ancak kurbağa akrebin boğulmaması için kendini yüzeye yakın tutuyormuş. Nehrin ilk yarısını bir gayretle geçmiş, yüzgeçlerini akıntıya karşı çılgınca çırpıyormuş. Nehrin ortasında kurbağa birden keskin bir acı hissetmiş ve gözünün ucuyla baktığında akrebi iğnesini sırtından çıkarırken görmüş. Bacaklarına ölümcül bir uyuşukluk yayılmaya başlamış. Kurbağa vraklayarak “Seni aptal!” demiş, “Şimdi ikimiz de öleceğiz! Ne demeye böyle bir şey yaptın?” Suya gömülürlerken akrep omuz silkerek “Kendime engel olamadım” demiş, “bu benim doğamda var.” Doğru bir adamdan doğru çocukların geleceği düşünülür. Ve bu çocukların nasıl davranacaklarını bilmeleri ve Allah'a itaat etmeleri beklenir. Aksine, Nuh'un torunları yalnızca 71 yıl önceki tufanda boğulanlardan hiç de daha iyi değillerdi. Onlarda da isyan tohumu vardı. Nuh'un, oğullarının ve tüm hayvanlarla kuşların gemide olduklarını biliyoruz. Ancak anlaşılan başka bir şey daha vardı, bencilliğe, gurura, kibire ve isyana doğru bir eğilim. Allah'tan olmayan her şeye duyulan bir arzu ve O'ndan olanlara karşı bir memnuniyetsizlik. 4000 yıl daha geçtikten sonra bile, değişen bir şey var mı? Bu soruyu daha önce sormuştuk, bir kez daha soracağız. Bu, kaderimizin değiştirilemez bir yönü mü? Yanıtı bulmak için tabii ki araştırmaya devam etmemiz gerekecek.


Neden Hâlâ Kötülük Var? Why Is There Still Evil? Pourquoi le mal existe-t-il encore ?

Hiç hayatınızı yoluna koyamadığınızı hissettiniz mi? Have you ever felt like you couldn't get your life back on track? Yapmak istediğiniz iyi şeyleri bir türlü yapamadığınızı ve yapmaktan kaçınmaya çalıştığınız şeyleri sonunda yaptığınızı? That you could not do the good things you wanted to do, and eventually did the things you were trying to avoid? Neden bir diyeti bırakmak, buna devam etmekten daha kolaydır? Why is it easier to quit a diet than to continue it? İçimizde, iyi kararlarımıza karşı savaşan bir şey mi var? Bu sorulara yanıt verir gibi görünen iki öyküye bakalım. Let's look at two stories that seem to answer these questions. Ali ve Burcu bebek sahibi olmak için uzun süre beklemişlerdi. Her şeyin kesinlikle mükemmel olmasını istemişlerdi. They wanted everything to be absolutely perfect. Bir müddet çalışıp para biriktirdikten ve işlerinin sağlam olduğundan emin olduktan sonra, zamanın geldiğine karar verdiler. After working for a while, saving up money and making sure their business was solid, they decided it was time. Hamilelik süresince düzenli olarak doktora gittiler, bebek mobilyaları aldılar ve evi boyadılar. Tüm hazırlıkları yaptılar, tam da zamanında yaptılar, zira bebek beklenenden bir hafta erken doğdu. Erkek olacağını biliyorlardı ve ona Zafer adını vermişlerdi. İlk yıl çok zor değildi. The first year was not too difficult. Zafer’in beslenmesi, giydirilmesi ve bebek bezinin değiştirilmesi gerekiyordu. Geceleri iyi uyuyordu, uyandığında Burcu onu sıkıca sarmalayarak bacaklarına yatırıyor ve ileri geri sallıyordu. He was sleeping well at night, when he woke Burcu wrapped him tightly, tucking him down on his legs and swinging them back and forth. Herkes ona çirkin ve pis dese de, hepsi onun sevimli olduğunu biliyordu. Although everyone called him ugly and dirty, they all knew he was cute. Bebeklerin yaptığı normal şeylerin hepsini yapıyordu, dik oturmaya, emeklemeye, ayakta durmaya ve sonunda yürümeye başladı. Onlara göre Zafer dünyanın en harika bebeğiydi ve hiçbir sorun çıkacağını sanmamışlardı. For them Victory was the most wonderful baby in the world and they didn't think there would be any trouble. Zafer 18. ayına yaklaşırken, doktor onlara ne beklemeleri gerektiğini söyledi. As the victory approached his 18th month, the doctor told them what to expect. Kendi karakterini oluşturmaya başlayacaktı, ihtiyaçlarını daha net olarak ifade edecek, belki de biraz cezalandırılmaya ihtiyaç duyacaktı. He would start to build his own character, express his needs more clearly, perhaps need a little punishment. Muayenehaneden çıkarken birbirleriyle konuştular. They talked to each other while leaving the office. Ali, yüksek sesle, “Zafer bize hiçbir sorun çıkartmayacak! Ali said loudly, “Zafer will not cause us any problems! Oğlumuz mükemmel ve her zaman iyi davranıyor” dedi. Fakat Burcu biraz farklı düşünüyordu. Ali her zaman işteydi, zamanının çoğunu çocukla geçiren kendisiydi. Ali was always at work, it was he who spent most of his time with the kid. Bir gün salondayken, Zafer’e DVD oynatıcıyla oynamamasını söyledi ve onu odanın başka bir yerine götürdü. One day, while in the hall, he told Zafer not to play with the DVD player and took him to another part of the room. Zafer ayağa kalktı, DVD oynatıcının yanına gitti, durdu, annesine baktı ve DVD oynatıcının düğmelerine basmaya başladı. Burcu onun kendisine nasıl böyle utanmazca itaatsizlik edebildiğini anlamadı. Tekrar denedi, yine aynı şeyi yaptı. Ancak ona bir oyuncakla rüşvet verdikten sonra durdu. However, he stopped after bribing him with a toy. İtaatsizlik daha kötü bir hal alınca da Burcu’nun kalbi kırıldı. When the disobedience got worse, Burcu's heart was broken. Ondan bir şey yapmasını istediğinde başını sallayarak itiraz ediyor, annesi istediğini yapmadığında bağırıyor veya ona vuruyor, annesi kendisine gelmesini isteyince ise ters yönde kaçıyordu. Burcu bunun anlamamaktan kaynaklanmadığını biliyordu, zira elinde yeni bir oyuncak veya şeker varken onu çağırdığında koşarak geliyordu. Burcu knew this was not due to understanding, because when she called him with a new toy or candy, he came running. Ali’nin de aynı şeyleri fark etmesi uzun sürmedi. Şoka uğradılar ve sevgiye ve ilgiye boğdukları sevimli yavrularının nasıl olup da böyle davrandığına akıl erdiremediler. They were shocked and could not imagine how their lovely puppies, overwhelmed with love and attention, behave this way. Zafer yaptıkları hiçbir şeye memnuniyet göstermiyor ve evin kralı olmak istermiş gibi davranıyordu! He was not pleased with anything they triumphed and acted as if he wanted to be the king of the house! İlginçtir ki, yaklaşık 4000 yıl önce Nuh peygamber de aynı şeye tanıklık etti. Interestingly, about 4,000 years ago the prophet Noah also witnessed the same thing. Kutsal Kitap, Nuh ve oğulları gemiden çıktıktan sonra, Ham, Sam ve Yafet’in çocukları, torunları ve büyük torunları olduğunu söylüyor. The Bible says that after Noah and his sons came out of the ark, Ham, Sam, and Japheth were children, grandchildren, and great-grandchildren. Dünyanın nüfusu artarken, Nuh’un ve oğullarının soyundan gelenlerin tufandan ders almış olmaları gerekirdi. As the population of the world increased, the descendants of Noah and his sons should have learned from the flood. Ataları Nuh’a bakarak tıpkı onun gibi, Allah tarafından kendisine doğru kişi denilen adam gibi olmayı istemeliydiler. Looking at their ancestor Noah, they should have wanted to be just like him, the man who was called by God the righteous person. Tufandan önce yaşayanları yok eden günahlı davranışlardan kaçınmalı ve Allah’ın emirlerini tutmalıydılar. Before the flood, they had to avoid the sinful acts that destroyed the living and keep God's orders. Yeterince çok çalışırlarsa, dünya belki eskisinden bile iyi olabilirdi. If they worked hard enough, the world might be even better than before. Ancak Kutsal Kitap’ın anlatısını okuduğumuzda, hiç de öyle olmadığını göreceğiz. However, when we read the Bible's account, we will see that it is not at all. Yaratılış 10:8 ayetinde, Kûş’un (Ham’ın oğullarından biri) Nemrut adında bir oğlu olduğunu okuyoruz. In Genesis 10: 8 we read that Kûsh (one of the sons of Ham) has a son named Nimrod. Yeryüzünde yiğit bir adam olarak kabul edilen ilk kişiydi, Rabb’in önünde yiğit bir avcıydı. He was the first person on earth to be considered a valiant man, a valiant hunter before the Lord. İşin ilginci, Nemrut’un adı “isyan” anlamına gelir ve eylemleri, isyanının Allah’a karşı olduğunu gösteriyor. Interestingly, Nemrut's name means "rebellion" and his actions show that his rebellion was against God. Allah’ın, Nuh’a ve oğullarına yayılıp yeryüzünü doldurmalarını söylediğini hatırlayın. Remember God told Noah and his sons to spread and fill the earth. Ancak Nemrut, insanları dağılmaya teşvik edecek yerde, onlara yerleşecekleri kentler kurmaya başladı. Yaratılış 10:10 ayetinde, krallığının tümü Şinar topraklarında bulunan Babil, Erek, Akat ve Kalne kentlerinde başladığını söyleniyor. Genesis 10:10 says that his kingdom began in the cities of Babylon, Erek, Akkat and Kalne, all of which were in the land of Shinar. Bu kentler günümüzde Irak topraklarında yer alır. These cities are located on the territory of Iraq today. 11\. ayette başka kentler kurduğunu da görüyoruz. Kral olmadan krallık olmaz, öyleyse sizce bu kentlerin kralı kimdi? There is no kingdom without the king, so who do you think was the king of these cities? Bildiniz, Nemrut! Öyküye Yaratılış 11. bölüm, 1-4 ayetlerinden devam edelim: 1 Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. 2 Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya yerleştiler. 3 Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. 3 They said to each other, "Let's make bricks and bake them thoroughly." Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. They used brick for stone and bitumen for mortar. 4 Sonra, “Kendimize bir kent kuralım” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. 4 Then they said, "Let's build a city for ourselves, let's erect a tower that will reach the skies and become famous. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” Bu ayetler bize ne açıklıyor? Thus, we will not be scattered across the earth. " What do these verses explain to us? O zaman tüm dünyada yalnızca tek bir dil vardı, ancak daha da önemlisi insan oğulları (yani Allah’ın yolunu izlemeyenler) iki nedenden dolayı bir kent ve kule inşa etmek istediler. There was only one language in the whole world at that time, but more importantly, the sons of men (i.e. those who did not follow the path of God) wanted to build a city and a tower for two reasons. Yeryüzünde nam salmak istediler ve tüm yeryüzüne dağılmak istemediler. Bu insanlar Allah’ın yeryüzüne dağılma emrini yerine getirmek istemişler gibi görünüyor mu? Do these people seem to have wanted to fulfill God's command to disperse to the earth? İşin tuhaf tarafı, Allah’ın dünyayı tufanla yok etmesinin ve Nuh ve oğulları ile insanlığa ikinci bir şans vermesinin üzerinden yalnızca 71 yıl geçmişti. Oddly enough, it was only 71 years since God destroyed the world by flood and gave Noah and his sons and humanity a second chance. Fakat henüz iki nesil içinde Allah’a kulak asmamaya başlamışlardı. However, within two generations, they started to ignore Allah. Ancak ne kadar uğraşırsanız uğraşın, Allah vardır ve gözardı edilemez. However, no matter how hard you try, God exists and cannot be ignored. 5-7 ayetlerini okuyarak devam edelim: 5 RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi. Let us continue by reading verses 5-7: 5 The LORD went down to see the city and the tower that the people built. 6 “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi, 7 “Gelin, aşağı inip dillerini karış- tıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.” Bir kez daha Allah’ın bu gezegenin olaylarıyla bizzat ilgilendiğini görüyoruz. 6 He said, "Since they are a single people and started to do this by speaking the same language, they will realize what they think, they will know no obstacles." 7 "Let's go down and mix their languages so that they do not understand each other." Once again we see that God himself takes care of the events of this planet. Kutsal Kitap, O’nun kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indiğini ve hoşnutsuz olduğunu söylüyor. The Bible says that he went down to see the city and the tower and he was displeased. Sonu başlangıçtan itibaren bilen Kişi, insan oğullarının neyin peşinde olduklarını görmüştü. One who knew the end from the beginning had seen what the sons of men were after. İnsanlar bu yolda devam etselerdi, öncekinden de kötü olacaklardı. If people continued on this path, they would be worse than before. Akıllarına koydukları her şeyi tamamlayacaklardı. They would complete anything they put in their mind. Allah ise hem onların ne yapacaklarını, hem de onları bu şeylere neyin yönelttiğini biliyordu. God knew both what they were going to do and what led them to these things. İnsan oğullarının tufandan önce yaşayanlardan farklı olmadıklarını ve tanrısız yaşamlarının yalnızca günahkârlık, şiddet, sapkınlık ve kanunsuzluk getireceğini biliyordu. He knew that the sons of men were no different from those who lived before the flood, and that their godless life would only bring sinfulness, violence, perversion, and lawlessness. Başka bir deyişle, doğalarında olan şeyi yapacaklardı. In other words, they would do what was in their nature. 8\. ve 9. ayetlerde Allah’ın ne yaptığını görelim: 8 Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. 8 \\. And see what God has done in verses 9: 8 So the LORD scattered them over the earth and stopped the building of the city. 9 Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı. For there the LORD confused the language of all people and scattered them in the four parts of the earth. İnsan oğullarının durdurulması gerekiyordu. The sons of men had to be stopped. Allah dünyayı tufanla yok etmeme sözünü vermişti, bu nedenle onların birlikte çalışabilmelerini sağlayan en önemli şeyi, iletişim yeteneğini ellerinden aldı. God had promised not to destroy the world by deluge, so he took away the most important thing that allowed them to work together, their ability to communicate. Yukarı katlardan daha fazla tuğla emri geldikçe, kargaşa başgösterdi. As more brick orders came from the upper floors, the chaos loomed. Kutsal Kitap’ta işçilerin ne yaşadığı ayrıntılarıyla anlatılmıyor, ancak tahminde bulunabiliriz. The Bible does not describe in detail what the workers went through, but we can guess. Muhtemelen bir Fenerbahçe maçı sırasında stadyumun diğer tarafındaki arkadaşınıza mesaj iletmeye çalışmak gibi bir şeydi. It was probably like trying to message your friend on the other side of the stadium during a Fenerbahçe match. Birkaç denemeden sonra vazgeçersiniz. After a few tries, you give up. İnsanlar aletlerini bir kenara bırakıp kentin sokaklarında yankılanan yabancı dilleri dinlerken, muhtemelen anlaşabildikleri kişilerle bir araya gelip ayrılma planı yapmışlardır. While people put their tools aside and listen to the foreign languages echoing in the streets of the city, they probably planned to get together with those they could get along with and leave. Kutsal Kitap, isteseler de istemeseler de dağılmaya başladıklarını söylüyor. The Bible says they began to fall apart, whether they wanted to or not. Belki aşağıdaki öykü bu ayetlerin bize bildirdiği şeyle ilgili daha iyi bir anlayış sağlayabilir. Perhaps the following story can provide a better understanding of what these verses tell us. Bir gün bir akrep etrafına bakınmış ve bir değişiklik yapmaya karar vermiş. One day a scorpion looked around and decided to make a change. Böylece yola koyularak ormanlardan ve tepelerden geçmiş. So he set off and went through forests and hills. Kayalara tırmanmış, bağlardan geçmiş, en sonunda bir nehre ulaşmış. He climbed the rocks, passed the vineyards, finally reached a river. Nehir genişmiş ve hızlı akıyormuş, akrep karşıya geçmenin bir yolunu bulamamış. Nehir boyunca yukarı aşağı gezerek, geri dönmek zorunda kalabileceğini düşünmüş. Traveling up and down the river, he thought he might have to come back. Bir anda, nehir kıyısındaki sazlarda oturan bir kurbağa görmüş. Nehrin karşısına geçmek için kurbağadan yardım istemeye karar vermiş. Akrep karşı tarafa, “Merhaba, Bay Kurbağa!” diye bağırmış, “Acaba beni nehrin karşısına geçirme nezaketini gösterir miydin?” Kurbağa kararsızlıkla, “Bakalım, Bay Akrep! Sana yardım edersem beni öldürmeye çalışmayacağını nereden bileyim?” diye sormuş. Akrep, “Çünkü” demiş, “Seni öldürmeye çalışırsam ben de ölürüm. Akreplerin yüzemediğini herkes bilir!” Bu kurbağaya mantıklı gelmiş. Everyone knows that scorpions can't swim! ” It made sense to this frog. Fakat sormuş. But he asked. “Ya kıyıya yaklaşırken ne olacak? “What will happen as we approach the shore? Yine de beni öldürmeye ve sonra kıyıya çıkmaya çalışabilirsin!” Akrep, “Doğru” diye onaylamış, “Fakat o zaman da nehrin karşı kıyısına ulaşamam!” Kurbağa, “Peki öyleyse, karşı kıyıya varana kadar bekleyip beni o zaman öldürmeyeceğini nereden bileyim?” demiş. You can still try to kill me and then go ashore! ” Scorpio confirmed, "But then I can't get across the river! "Well then, how do I know that you won't kill me then wait until we get to the opposite shore?" said. Akrep, yumuşak bir sesle “Aahh...” demiş, “Çünkü, beni bu nehrin karşı kıyısına geçirdiğinde yardımına o kadar minnettar kalacağım ki, sana ölümle karşılık vermek yakışık almayacak, öyle değil mi?” Böylece kurbağa akrebi nehrin karşı kıyısına geçirmeyi kabul etmiş. Scorpio said softly, "Aahh ... Because when you take me across this river, I will be so grateful for your help that it will not be appropriate to respond to you with death, is it?" Thus, the frog agreed to take the scorpion across the river. Yüzerek kıyıya gelmiş ve yolcusunu almak için çamurun yanına yanaşmış. He swam to the shore and approached the mud to pick up his passenger. Akrep kurbağanın sırtına tırmanmış ve kurbağa nehrin sularına süzülmüş. The scorpion climbed onto the frog's back, and the frog soared into the river's waters. Çamurlu su etraflarında girdap yaparak dönüyormuş, ancak kurbağa akrebin boğulmaması için kendini yüzeye yakın tutuyormuş. The muddy water swirled around them, but the frog kept itself close to the surface so that the scorpion did not drown. Nehrin ilk yarısını bir gayretle geçmiş, yüzgeçlerini akıntıya karşı çılgınca çırpıyormuş. He had passed the first half of the river with an effort, his fins flapping wildly against the current. Nehrin ortasında kurbağa birden keskin bir acı hissetmiş ve gözünün ucuyla baktığında akrebi iğnesini sırtından çıkarırken görmüş. Bacaklarına ölümcül bir uyuşukluk yayılmaya başlamış. A fatal numbness began to spread to his legs. Kurbağa vraklayarak “Seni aptal!” demiş, “Şimdi ikimiz de öleceğiz! The frog snapped "You fool!" He said, “Now we will both die! Ne demeye böyle bir şey yaptın?” Suya gömülürlerken akrep omuz silkerek “Kendime engel olamadım” demiş, “bu benim doğamda var.” Doğru bir adamdan doğru çocukların geleceği düşünülür. What did you do such a thing to say? " While sinking into the water, the scorpion shrugged and said, "I couldn't help myself," "it's in my nature." It is thought that right children will come from a righteous man. Ve bu çocukların nasıl davranacaklarını bilmeleri ve Allah’a itaat etmeleri beklenir. And these children are expected to know how to behave and to obey Allah. Aksine, Nuh’un torunları yalnızca 71 yıl önceki tufanda boğulanlardan hiç de daha iyi değillerdi. On the contrary, Noah's descendants were no better than those drowned in the flood only 71 years ago. Onlarda da isyan tohumu vardı. They also had the seeds of rebellion. Nuh’un, oğullarının ve tüm hayvanlarla kuşların gemide olduklarını biliyoruz. We know that Noah, his sons and all animals and birds were on the ark. Ancak anlaşılan başka bir şey daha vardı, bencilliğe, gurura, kibire ve isyana doğru bir eğilim. But there was something else understood, a tendency towards selfishness, pride, arrogance and rebellion. Allah’tan olmayan her şeye duyulan bir arzu ve O’ndan olanlara karşı bir memnuniyetsizlik. A desire for everything that is not from God and a dissatisfaction with what is from Him. 4000 yıl daha geçtikten sonra bile, değişen bir şey var mı? Bu soruyu daha önce sormuştuk, bir kez daha soracağız. Bu, kaderimizin değiştirilemez bir yönü mü? Is this an unchangeable aspect of our destiny? Yanıtı bulmak için tabii ki araştırmaya devam etmemiz gerekecek. Of course, we'll have to keep researching to find the answer.